Merhaba; “her kışın bir baharı her gecenin de bir sabahı vardır” diye ‘beylik laflar vardır.
Doğrudur; her kışın bir baharı; her gecenin bir sabahı vardır.
Bu sözü toplumsal yaşama uyarlamaya kalkınca ‘pek uymadığı görülür’. Çünkü mevsimlerin ve gece ile gündüzün döngüsü kendi matematiksel özelliği içinde sür git devam eder. İnsanoğlunun olumsuz veya olumlu çabaları bu döngüye bugünden yarına olmasa da zaman içinde bir şekilde etkisi olur.
Toplum yaşamındaysa toplumların kıştan kurtulup bahara kavuşması veya geceden aydınlığa çıkması doğa döngüsünü etkilemekten daha zor bedeller ödemeyi gerektirir.
İnsanlık on binlerce yıldır çok ağır bedeller ödeyerek bugünlere geldi; ama hala ne kıştan bahara, ne de karanlıktan aydınlığa tam olarak çıkamadı.
Kuşkusuz bu sonucu hazırlayan çok neden vardır. Ben burada tek tek toplumların değil; genel olarak toplumların bu süreçte kendi içindeki çelişkiler nelerdir? Yani toplumsal yapılarda birinden ötekine kışın kısalmasını veya gecenin daha uzun sürmesinin geneline bakmaya çalışacağım.
Öyle dediğime bakıp “oğlum bu senin işin mi? İyi kötü hikayeye benzer bir şeyler yazmaya çalışıyorsun. Bırak elin üç oğlaklı keçisini; işine bak sen” diyen olursa haksız da sayılmaz.
Ancak uzayan gecelerde bir başıma kalınca aklıma takılan şeyler üzerinde düşünerek vakit geçirmek alışkanlığım oldu.
Öyle olunca her gece aklım ‘bir kuşun daldan dala sıçradığı gibi’ konudan konuya sıçrıyor. “Umarım böyle sıçramaların bir yerinde boşluğa düşüp kaybolup gitmez”.
Neyse diyeceğim o değil. Uzunca süredir aklıma takılan toplumsal aydınlanma üzerine kafa yorarken ‘bu aydınlanmayı engelleyen, yavaşlatan neler olabilir?’ diye düşünürken aklıma toplumsal statünün oluşturduğu ön yargıların aydınlanmanın önünde önemli engel olduğunu ve bunun da sürekli körleşmeyi; yani bilgisizliğe sarılmayı; ya da bilgisiz fikir sahibi olunabileceği savına takılıp kalma sonucunu doğurduğunu düşündüm.
Tabi bu konuda doğru düşünce üretebilmek için biraz felsefe ve sosyal bilgiler konusunda bilgi sahibi gerekiyor; ama benim öyle bir eğitimim yok. O zaman ben de ‘yukarıda yazdığım gibi’ bilgisiz fikir beyan eden insan durumuna düşüyor gibi oluyorum.
Burada beni kurtaranın; yani bir düşünme ve düşünce üretme olanağı verenin okuma alışkanlığım sonucu haşır neşir olduğum dünya edebiyatı; bunun sonucunda önümde serdiği yaşama Yaşar Kemal’in “Al Gözüm Seyreyle Salih” öyküsünün kahramanı Salih gibi bakabilme yeteneğimin olacağını düşündüm.
Bir süredir kendiliğinde ortaya çıkan öykülerimin de böyle bir sonucu doğurduğunu kimi ciddi eleştirilerden fark ediyorum.
Neyse diyeceğim o değil; Bekir başkanın örneği ‘efe donu gibi kısa kesip’ sıkmadan yazımın başına dönersem “Toplumsal statüleşmeyi” öykü dilinde; öyküleştirerek yazmayı deneyeceğim.
Böylece muradımı daha iyi anlatırken okuyan arkadaşların yorumlarla yönelteceği eleştirilerle bu konuda birlikte düşünce üretmeyi deneyeceğim.
Bana göre daha çok inanç düşüncesinin ağır bastığı toplumlar; aynı zamanda toplumsal statünün kendi içinde ördüğü kalın ön yargı duvarlarıyla çevrili olunca ötekini fark edememenin yarattığı körleşme çok daha derin çatışmaları beraberinde getiriyor.
Avrupa inanç düşüncesinin ağırlığının toplumsal yapıda oluşturduğu körleşmeyi çok uzun ve zorlu mücadeleler sonucu çok bedel ödeyerek sağladığı aydınlanmayla geriletmiş; ancak tümüyle ortadan kaldıramamış. Çünkü en aydınlanmış toplumlarda bile özgür bireyin oluşumunun önünde hala inanç körlüğünün yarattığı engeller mevcuttur.
Toplumlar sanayileştikçe toplumdaki statüyü giderek iki sınıfa indirdiği için öteki ayrıntılar o toplumların demokratik yaşamlarını düzenlemede belirleyici engel olmaktan çıkmış; daha çok lokal birikintiler halinde ‘tıpkı kanser virüsü gibi’ toplumda demokratik direnç düşünce harekete geçmek üzere bir kenarda kalmış.
Doğu toplumlarında ise ekonomik temelli toplumsal statüleşmenin yarattığı ön yargı duvarları ‘aşılması çok zor’ engeller oluşturmuş..
Hızlanırsam; örneğin Hindistan… Burada kastlardan oluşan bir sistem vardır. Bu sistem tümüyle ekonomik temellidir. Bu sistem inanç duvarlarıyla araya aşılmaz engeller koyduğu için Hindistan’da bir kast sisteminden ötekine geçiş neredeyse olanaksızdır.
Bu öyle olanaksızdır ki; bu engel öyle kimi bilim ve bilgilenme eğitiminin yükselmesiyle bile aşılması olası değildir.
Hindistan’da dinler arası hep barış ve uyum örnek olarak gösterilir ve denir ki! “Hindistan’da altı yüzün üzerinde din var. Orada İslam dünyasına benzer çatışmalar yaşanmıyor. Herkes birbirinin dinini kabul etmiş” gibi kestirimden değerlendirme yapılıp geçilir.
Burada Hindistan’daki dinler arasında uyumu sağlayanın kastlar arasında ve kendi içinde örülen aşılmaz ön yargı duvarları olduğundan ‘nedense?’ hiç bahsedilmez.
Yani ‘kainatın sonsuza kadar değişmez kuralıymış gibi kabul ettirilen’ kastlardan birinden diğerine; daha doğru doğrusu bir alt kasttan bir üst kasta asla geçmenin düşünülemeyeceği gerçeği hep görmezden gelinir.
Örneğin; Hindistan’da en alt kast sistemindeki insan bir üst kastın içine sıçtığı lazımlığı dökmek için alıp götürürken; içindeki bokuyla lazımlığı bir matahmış gibi başının üzerinde taşımak zorundadır. O kişi veya çocuğu ‘hangi eğitimi? alırsa alsın; ‘hangi mesleği?’ yaparsa yapsın kast sistemi içindeki statüsü asla değişmez ön yargı duvarları içinde sonsuza değin o kast sistemi içinde mahkumiyetini sürdürmek zorundadır.
Hindistan’da bu kadar katı kurallarla birbirinden ayrılmış olan toplumsal yapıda bireyin içinde bulunduğu statüyü aşıp özgürleşmesi ve özgürleşen bireylerle demokratik bir toplum oluşturması neredeyse olanaksızdır.
O ülkeler ‘buna Japonya’da dahil edilebilir’ ülkeden ülkeye bu katı kurallarla ayrışmayı aşamayınca “bunlar bizi geleneksel değerlerimiz; kültürümüz” deyip topluma da kabul ettirmişler ve bu kabullenmişlik üzerinden bilim ve teknolojide gelişmeyi sağlamışlardır.
Böylece “çok renkli” diye sunulan kültürel yozlaşmanın ürettiği her koşulda yönetilebilir insanların oluşturduğu topluluklar haline gelmişlerdir.
Buradan bakınca; batı ve doğu arasındaki temel farkın dünya statüsünde batı toplumun her koşulda üstünlüğüdür.
Yani dünyada toplumsal statü aydınlanmış beyinli özgürleşmiş bireylerin oluşturduğu demokratik toplumsal yapılarla geleneksel ilkelliklerini ‘kültür’ vb. tanımlamalarla süsleyip bireyin özgürleşmesini söz konusu etmeyen; ama dünya ölçeğinde en azından silahlanma yarışında yer alan toplumsal yapılar arasındaki farkta belirgin olarak ortaya çıkar.
Böyle bir girişle umarım bu yazım yolculuğunun nereye gideceği fikrini verebilmişimdir.
Önümüzdeki süreç bizim toplumsal yapıyı da etkileyen doğuda mezhep ve aşiret ilişkileri temelinde oluşan statüler; batıda da köy ve kasabalarda ileri gelen, eşraf veya ileri gelmeyen, fakir ötekine bir şekilde mahkumiyetin oluşturduğu statüleşmelerin oluşturduğu ön yargıların inanç diye dayatılan körleşmeyi ‘nasıl beslediğini?’ ve bunun toplumun siyasal yapısına, toplumsal dönüşümünün önüne ‘hangi engelleri?’ koyduğunu hikaye dilinde yazacağım.
Bu iki sayfalık yazımı zor zahmet sıkılmadan okuyan arkadaşlarımla ‘toplumsal yapımızı saran ön yargı duvarlarını nasıl aşıp özgür bireyler kulvarında buluşabileceğiz?’ yani ‘toplum olarak yaşadığımız uzun geceden aydınlığa nasıl aşabileceğiz?’ sorusunu kurgulayacağım kimi öykü kahramanlarının yaşam yolculuğunda aşmaya çalışacağız.
Unutmayalım; bu hikaye yolculuğunun genel adı “UZAYAN GECENİN HİKAYESİ”dir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder