Dün bizim semt pazarıydı.
Aklıma Aydınlı dayı geldi. Epeydir gözükmüyordu. Arada bir telefon eder “sıyasatla ilgili” kısa sorular sorardı; ama telefon da etmemişti.
Aslında telefonu vardı bende. Yani ben de arayıp sorabilirdim onu; ama geçen yazdan beri onun deyimiyle benim ‘tısılaklık’ arttığı için aramamış; hatta çıkıp gelmediği için memnun bile olmuştum.
Böyle yazdığım için sakın beni “misafir sevmez” sinameki biri sanmayın.
Hiç de öyle değilim. Aksine hoş sohbet, sohbeti seven biriydim ; ama bu rahatsızlık insanda konuşmaya mecal bırakmadığı için epeydir pek ortalığa çıkmıyorum. Öyle olunca kimilerince unutulup gittim. Son zamanlarda pek arayım soranım olmuyor.
Neyse; diyeceğim o değil.
Birkaç gündür oldukça canlı olunca içimden Aydınlı dayının gelmesini istedim. Çünkü onun deyimiyle epeydir “sıyasat iyi gızıştı.” Onun özellikle anayasa görüşmelerinde ve sonrasında referandum sürecinde söyleyecekleri vardı mutlaka.
Bu süreçte yerinde duramadağına emindim. Daha doğrusu ben öyle düşünüyordum.
Onun için kapı zilinin çalmasını; eşim kapıyı açınca onun gürül gürül soluyarak kapıdan girip elindeki ‘hedaye torbasını’ eşime verip “al gızım. Bizim mahsul. Dadımlık. Yengen gatıvedi. Ben gine getirin. Afiyetle yeyin siz” deyip ‘benim bir şey söylememe meydan vermeden’ geçip salondaki her zaman oturduğu koltuğa oturup eşimin ‘dört topaklı’ neskasefini getirmesini beklerdi.
Öyle düşünürken birden yeni evimize taşındığım aklıma geldi ‘içim acıdı.’ Öyle ya o bu evi nereden bilecekti ki?
Akılıma gelince bu biraz daha kızdım kendime. Bugün göremezsem telefonla arayıp ona taşındığımızı ve yeni adresimizi söyleyip epeydir merak ettiğimi ve beklediğimi söylemeye karar verdim.
Semt pazarı olduğu için ‘önce çıkıp oğlunu görüp ona sorayım babasını’ deyip giyinip çıktım. Yeni evimiz semt pazarının dibinde olduğu için hem pazarı gezmiş olacaktım.
Semt pazarları her yerde adet oldu.
Eskiden ‘daha doğrusu’ bu şehir küçükken ‘o sıra ben sanat enstitüsü öğrencisiyim’ haftada bir Bayramyeri'nde pazar kurulurdu. Bir de ‘Şeytan pazarı’ denen sokak içinde çevre yakın köylerden gelen üreticilerin kurulduğu pazar vardı o kadar.
Şimdi şehrin dört bir yanında her gün pazarlar kuruluyor. Bizim semte kurulan Pazar şehrin en büyük semt pazarı. Çok kalabalık olur.
Ben de oldum bittim kalabalıkları gözlemeyi sevdiğim için nefesim iyi ev de pazarın dibinde olunca bu fırsatı değerlendirmek; hem de Aydınlı dayının oğluna babasını sorma fikri cazip gelince ‘sanki Pazar yerinden kaçacakmış gibi’ aceleyle giyindim ve tabi soluk soluğa kaldım.
Eşim şaşırdı “nereye böyle acele? Yavaş soluk soluğa kaldın” deyince kızdım ona; ama cevap vermedim. Kızmam böyle soluk soluğa kalınca böyle birinin laf atıp cevap vermek zorunda kalıp cevap veremememden. Halbuki ona hep söylerim. “Böyle soluk soluğa kalınca bana bir şey sorma” diye; ama o hep unutur bunu ve sorar.
Şimdi de böyle sorunca durup soluklandım “biraz calanınca gözüne battım galiba” deyince anladı kızdığımı gülümseyerek “çok acil hazırlanınca merak ettim de” dedi. O sıra nefesim düzeldiği için öfkem geçtiğinden gülerek “izninle pazara dolaşmaya çıkacağım” dedim.
Çok sevindi buna “iyi. Az bekle de birlikte çıkalım pazara” dedi. Bilirim onun da en büyük zevki benim yanımda alışverişe çıkmaktır. O sıra sürekli bir şeyler anlatır. Çünkü pazar dolaşmalarını çok sever. Epeydir birlikte alışverişe çıkamadığımız için özlemiş sanırım.
Aklıma bu gelince üzüldüm tabi. Hastalığı bir ben çekmiyorum ki! O da bir şekilde benimle çekiyor.
Gerçi ben ölsem gitsem sıkıntımı anlatıp rahatsız etmem kimseyi; ama her gün birlikte olunca ister istemez sıkıntısı yanındakine yansıyor insanın.
Aklımda hızla dolaşan bu düşüncelerle az kalsın pazar zevkim kaçacaktı; ama o buna meydan vermeden çarçabuk hazırlanıp geldi. Onun elinde Pazar arabası birlikte çıktık.
Pazar eve iki adımlık mesafede olunca kapıdan çıkıp üç beş adım atınca ileriden pazardaki voğultu yansıdı “epey kalabalık” dedim. Eşim benim de bildiğim bilgiyi tekrar etti “burası şehrin en büyük pazarı. Adına ‘sosyete pazarı’ da deniyor. Her şey var. Hem de çok ucuz. Başka semtlerden insanlar gelip buradan bir şeyler alıp kendi semtlerinde satıyormuş” diye pazarla ilgili bildiklerini sıralarken pazarın ucundan girdik.
Benim kulağım onda gözüm kalabalıkta. “İnsanlar nasıl kaynaşıyor?” bir bilseniz.
Pazarcılar da bu kaynaşmaya denk düşen biçimde her bir yerden “ne alırsan iki buçuk. Gel buraya” vb. gibi küçük fiyat çağrılarıyla tezgahlarına müşteri çekme telaşındalar.
O voğultu içinde biraz ilerleyince eşimin heyecanla anlattığı bilgileri doğrulayan görüntü oluştu. Gerçekten pazar yeri iğne atsan yere düşmeyecek kadar kalabalık. Halbuki düğün değil bayram değil. “Kimbilir bayram alışverişleri ne kadar kalabalık olur?” düşüncesi bile heyecanlandırdı beni.
Çünkü nedense büyük kalabalıklar içinde ben de kaybolup giderim. O sıra alır beni düşüncelerim ‘kimbilir nelere?’ götürür. Yıllar yıllara sarkarak çalkalanır beynimde; adeta esrar içmiş gibi uyuşur giderim.
Şimdi bile kalabalığın görkemi pazarcı esnafının dolaşan kalabalığın gürültüsüne karışan çığlığıyla hafifte esrimeye başladı beynim. Öyle ki eşimin sesi bile o kalabalığın içine karışıp kayboldu.
O da bunu fark etmişti “ne o yine daldın?” dedi. Ona kalabalığı gösterdim “baksana şu kalabalığa. Dalınmayacak gibi mi?” deyince gülümsedi “ondan ben pazarları çok severim” dedi.
Gerçekten ona gösterin bir Pazar gerisine karışmayın. Altını üstünü getirir oranın. Arada bir kızların yanına gidince onlara ilk sorusu semt pazarı olup olmadığı ve yeri olur.
Onlar İstanbul’da oturuyor. Oranın ‘Beşiktaş pazarı, Kadıköyün Salı pazarı’ gibi ünlü pazarları var. Oraları falan hep öğrendi. Değme İstanbulludan fazla bilir oraları oralarda ne satıldığını.
O “ondan ben pazarları çok severim” deyince aklımdan hızla geçti bunlar.
Birlikte bir süre yürüdükten sonra ona ‘dayıya bakacağımı’ söyledim. Dayının oğlunun yayındığı yağcıların olduğu yere gelince “ben şuraya bakayım. Sen dolaş. Ben biraz oyalanıp giderim eve” deyince “hava güzel. Hemen gitme oyalan buralarda. İstersen sonra ara beni. Ben de şuralarda olurum. Alışverişi geç yapıyorum. O zaman ucuzluyor her şey” dedi ben “tamam” deyip ayrıldım ondan gözüm yağcıların arasında dayının oğlunu ararken onlara doğru yürüdüm. Oğlu da yoktu. Onun yayındığı yerdeki komşusu pazarcı gözüme ilişti. Daha önce dayıyla burada buluştuğumuzda görmüştüm onu. O da beni tanıyıp eliyle selam verdi. Yanına yaklaşınca dayının oğlunu sordum “babası vefat edeli seyrek geliyor” deyince şaşırıp “babası vefat edince mi? dediniz siz” diye sordum. Adam benim bilmediğimi görünce ‘kendini patavatsızlık yapmış gibi sandı sanırım’ az mahçup “kusura bakmayın. Sizin bilginiz var sandım; dayı geçen yaz sonu vefat etti” dedi.
Çok üzüldüm ve kendime ‘niye daha önce arayıp sormadım?’ diye kızdım. Ona “sağolun bilmiyordum. Ben de epeydir rahatsızım. Ondan arayıp sormamıştım” dedim; ama vefasız dost mahçupluğuyla adamdan izin isteyip dayıyla birkaç kez oturup lafladığımız kahveye yöneldim.
Kahvenin önündeki esnafların arasından girdim kahveye ve dayıyla oturup lafladığımız masaya yöneldim. Masa boştu.
Bu kahve o semtin yaşlılarının gittiği genelde üç beş emeklinin oturup ‘taş kırdığı’ bir kahve. Sanırım her hafta semt pazarını iple çekiyorlar. Çünkü ‘şimdi olduğu gibi’ o gün kahvenin içi yine tenha olsa da önünde etrafında pazarcı esnafı çok olduğundan ellerindeki tepsilerde çay bardakları dolu garsonun biri girip biri çıkıyor.
Önümden geçen tanıdık olan kahveciye bir çay söyledim. Adam beni görünce tanıdı sanırım “seninki yok ya” diye dayının olmadığını ima etti. “Sizlere ömür o bundan sonra da olmayacak” deyince “ya! Öylemi? Başınız sağolsun” deyip bana çay getirmek için içeri girdi; az sonra çayımı alıp geldi “şekersiz değil mi?” dedi. Ben “evet” deyince tabağın yanındaki şekerleri alıp gitti. Zaten o sıra beni müşteriden saymamıştı. Çünkü o gün asıl müşterisi kahvenin yanı yönünü dolduran esnaftı. O gün onlara ne kadar çay satarsa karı oydu.
Kahveci çayı bırakıp gidince gözüm önümde kaynaşan kalabalığa takılı aklımda Aydınlı dayı dalıp gittim. O şimdi burada olsaydı ‘kim bilir?’ ne havadisleri olurdu. Çünkü o yaşına rağmen kıpır kıpırdı. Oğluyla birlikte Aydın pazarı, Nazilli pazarı başta olmak üzere bütün pazarları gezer, kalabalıklara girip çıkardı. En çok merak ettiği şey milletin ‘sıyasat’ üzerine konuştuklarıydı.
Özellikle seçim zamanlarında bana mutlaka uğrar; birlikte değerlendirirdik. O sıra “tısılak. Şöyle bakınca belli edmeyon; emme sen de eyi sıyasatcısın” der sonra “emme ben de bubudan sıyasatcıyındır” diye benden altta olmadığını hatırlatırdı.
Gerçekten çok iyi gözlemciydi. Onu üç dört yıldır tanıyorum. O günden bu yana ne söylediyse hep doğru çıktı. Örneğin cumhurbaşkanı için iki üç yıl önce “işde yazıyom bak. Bu adam isdimedikçe kimse onu götürümez. O kendi ipini kendi çekicek” demişti. Gerçekten o sıra henüz Suriye olayları yeni başlamıştı. Sonra yerel, iki üç kere genel seçim oldu. 17-25 Aralık süreci yaşandı. Cumhurbaşkanlığı seçimi oldu. Hepsinde Aydınlı dayının öngörüsü doğru çıktı.
O beni solcu bildiği için “kusura bakma yeğen. Sizinkile ömrü billah bi araya gelemez. Neden biliyon mu? Hepiniz her şeyi biliyosunuz. Kimse kimseyi dinlimeyo. Misal benim öğretmen damat. Sanki versen dünyayı idare edicek gibi. ‘Ula oğlum sen götü boklu bi öğretmensin. Öyle çok gonuşup durma’ deyon gülüyo bene ‘senin aklım etmez buba’ deyo. Sıçtığım bok bene bile beğenmeyo. Halbuki ben nelerini gördüm nelerini” derdi gülerek sonra “benim öyle dedime bakma. Eyi oğlandır damat. Bene saygıda heç kusur etmez” diye az önceki damada eleştirisini düzeltirdi.
Ben “iyi dayı da. Öteki partiler, örneğin AKP ye oy verenler. Onlar hiç konuşmuyor mu?” deyince “ula oğlum bak onlara asker gibi. Hiç mıg diyen var mı? Niye? Orda millet dalgasına bakıyor. Bunla da ‘Maşallah’ makarna kömür derken millet umacı edip eline bakdırmaya eyi beceriyo’ millet ‘bunla gider de elimdekileden olurun’ deyi sarılanıyo buna” derdi.
Geçen yıl burada buluşmamızda benzeri laflar edince ben “iyi dayı da. Bak Suriye’de işler kızıştı. Işid terörü buraya bile sıçradı. Yarın buralarda karışırsa. Bunlar onları hiç ilgilendirmiyor mu?” diye sorduğumda o gün de kahvenin önünde kaynaşan kalabalığı göstermiş “şu millet senin bu ettiğin laflardan habarı var mı?” demişti.
O öyle deyince bakmıştım. Gerçekten o sıra etrafta kaynaşan kalabalığın dünya yıkılsa umurunda değil gibiydi.
Örneğin az ileride tuhafiye mallar satan serginin önünde toplanmış kadınlar. Kendilerini pazarcının ortalığa döktüğü giyim eşyalarını tavukların önlerine dökülen yemi didikleyerek yediği gibi bir davranış içinde… Yükselen sesler için “vağul vuğul” tabiri çok ters düşmeyecek.
O kadın kalabalıklarının arasında tek tük ‘sanki amaçsız gibi’ dolaşan kimi erkeklerin de ilgisizce bakınarak dolaşmasına bakınca ortada adeta “kim kime dum duma” hali olduğunu gösteriyordu.
O sıra aklımdan Ortadoğu’da kurulan pazarların bombalanmış hali geçti. Ekranlara yansıyan o görüntülerdeki de tam buradaki manzara gibi amaçsız ‘kim kime dum duma’ halindeki kitlelerin bir anda patlayan bombanın dehşeti ve beraberinde yarattığı ‘adeta’ bu nereden çıktı şimdi şaşkınlığı içinde bakışları ve şaşkınlığı gözümün önüne geldi ve aynı benzeri olay burada yaşansa aynı görüntüleri ortaya çıkacağı düşüncesiyle irkildim.
Kuşkusuz insanlar her an yaşadıkları toplumsal olayların farkında olmayabilir veya sürekli bir şeylerin tedirginliğini duymayabilir. Hele böyle pazar yerlerinde kimilerinin alışverişinin şehvetine kapılıp kendini kaybetmesi de çok anormal değil. Burada beni tedirgin eden bu pazardaki “saldım çayıra mevlam kayıra” ruh halinin günlük yaşamların olağan algısına veya ritüeline dönüşmesi. Yani insanın kendini, yaşadığı süreci ve kendinin bu süreçte yerini ve katkısını sorgulamadaki umarsızlığının toplumsal alışkanlığa dönüşmesi…
Zaten terör saldırılarının temel amacı da bu… Yani toplumda bireyciliği körüklerken ‘gemisini kurtaran kaptan’ algısının kişisel ego tatminine dönüşmesi dehşetin ve dehşetin yarattığı paniğin olağan kabul gören hallere dönüşmesi…
Benim bu düşüncelerle daldığımı gören dayı “ne o yeğen birden dalıp giddin?” dedikten sonra “sen bu millete fazla kafaya dakma. Ben bunca yıl dakıyon. Bişey anlemeyon. Misal şindi bu bişeyden habarı olmayan milletin bişeyine azcık dokunuve hemen ‘cıyak’ düşe. Yani decem onlan bişeyden habarı yok sanma. Var emme. ‘Takma kafanı. Böyle gelmiş böyle gider’ deyi deyi böyüdükleri için öyle çoğu bişeyi kafalana dakmazla. Çünkü onları anlayan, dineleyen yok. Olsa bile onlara bunu belli eden ağız galmadı. Misal benim adam ‘benim adam dediği Demireldi’ çıka kendi sora kendi onlan yerine cevap veri çok güzel ettiği lafı anlaşdırıdı. Şindikle öyle mi? Sanki kendileri bi bok biliyo gibi. Milleti beğenmez ‘mını mını’ edip geçiyo. Misal” deyince ben ondan önce “senin öğretmen damat” deyince ağız dolusu güldü “nerden bildin onu decemi?” dedi. Ben de “bizi eleştireceğin zaman hep onu örnek gösteriyosun” deyince “pravo. Valla sene bu yüzden çok seviyon. Leb demeden leblebi decemi biliyon” dedi sonra “hana decem. Tabi işimiz yarenlik. Bizim millet siyasete çok meraklıdır aslında; emme ne garşındakini dinle? Ne de garşındakine kendini dinledir. Aynı şu garşıdaki garıla gibi. Misal onla bak şindi sürekli bişeyle gonuşuyola. Satıcı yanaşıp ‘buyur’ dese ters ters bakala ona. Çünküm alıvere iştahından ne söyledikleni kendileri de bilmeyodur” dedi
Bu sırada ikinci çaylarımız da gelmişti. O hep neskafe içerdi; ama bu sefer dört topaklı çayı tercih etmişti. “Neskafe içseydin” deyince “bunlan heç dadı olmeyo. Bakma sen benim köyde gayfıda hep nasgafa içdime” dedi.
O sıra az ilerimizden iki üç kadın yanlarında üç dört çocuk hızlıca geçerken farklı bir dil konuşuyorlardı. Dayı onlara işaret edip “bunladan burlada da çok de mi?” dedi. Benim cevap vermemi beklemeden “Suriyelile deyon” dedi. Ben farkında değildim. Gerçi arasıra yürüyüşe çıktığımda arada bir rastlıyordum; ama hiç aklıma farklı düşünmek gelmediğinden “Suriyeliler buraya da gelmiş” gibi bir düşünce gelmemişti. Hem ben onların savaştan kaçıp geldiklerini bildiğim için yadırgamıyordum da. Bir kaç kez onlara yardım için kimi girişimde de bulunmuştum insanlık gereği.
O benim cevap vermediğimi görünce “bizim orda da çoğaldı bunla. Bizim köye yakın yerde ganalet işi va. Oraya bile gelmişle. Bizim köylüle toplanıverip goğdu onları. Benim oğlan mütahite “bunla ucuz deye çalıştırıyon. Emme yarın bunla gider yine bizim köylülere işin düşe o zaman iyi olmaz bak” demiş. Öte dayı başları da aynı deyince mütahit çıkarıp golamış onları” dedi. “Şindi sen ‘dayı ayıp etmişsin. O insanla savaştan gaçıp geldi. Açlıktan ölsünle mi?’ decen. Haklısın emme bunla fiyatı gırınca olan bizimkilere oluyo. Hana aynı parayı isdise bizimkileden eyi çalışsa anların. Ucuz olduklandan, ne verisen aldıklandan mütahit onları bulup geldi. E bizim millet de haklı. Onca yıldır o ovanın ganaletleni bizimkile döşedi” dedi.
Dayının bu anlattıkları zaman zaman medyaya da konu oluyordu. Birçok yerleşim yerinde özellikle o yerleşim yerinin işçi ağırlıklı semtlerinde çok tepki gösteriliyor; gün geçmiyor Suriyelilerle kavga haberi ekrandan veya gazetelerden eksik olmuyordu.
Bunlar aklıma gelince “haklısın dayı da! Alacağın yok” dedim güldü “cevap bulumayınca edicen laf bu tabi” dedi sonra “mesele benim haklı olmam deyil dayım. Bunla ne zamana gadar böyle sürüp sikip gidicek? Bu belli değil. ‘Misafir’ desen misafirliğini bilicek. Ev sahabının önüne godunla yetincek. Gidip ev sahabının orasını burasını garışdırmecek. Bunla öyle mi? Her yerde mıcırık çıkarıyo. Hem bunlara buraya ben mi çağırdım da düşüncen canım?” dedi ve bana ‘asıl sen ne diyorsun bu işe?’ der gibi baktı.
Anlamıştım lafı yine siyasete getirecekti. O sıra Davutoğlu istifa etmiş yerine Yıldırım Binali hükümeti kurmuştu.
Yüzüne bakınca “sen şincik bu Davutoğlu’nun gidişine ne deyon?” dedi. Güldüm “vala dayı. Sen bunu sorana kadar hiç aklıma gelmemişti bu soru. Bilmem ‘sen ne diyorsun bu işe?’” diye sorunca “elinin körünü deyon. Biz ne gonuşuyoduk? Suriyelile de mi? Bunlara başımıza kim bela eddi. O de mi? Yanim sen şindik onun gidişinde bu Suriye meselesi yok mu deyon?” dedi. Benim öyle bir şey dediğim yoktu; o her zaman siyaset öğrendiği Demirel gibi kendi sorup kendi cevaplamaya başlamıştı. Bana da şimdi onun lafını kesmeden dinlemek düşüyordu. O devam etti. “Bal gibi var. Çok havaslılarıdı Emevi camisinde namaz gılmaya. Cumhurbaşkanını da öyle gandırdı. ‘Siz halife olcesin. Hatta belki padişah bile olursunuz’ deyi. O da kakdı gidivedi. Sonra noldu? Bi dünya Suriyeli başına çor oldu. Tabi onun değil. Milletin başına” dedi. O öyle deyince “iyi de dayı. Öyle olsa siyaseten yıpranması lazım… Her girdiği seçimi kazanıyor. Bu nasıl çormuş ki? Daha işine yaradı?” dedim. O kızarmış gibi yaptı “eyi dayım da bunu millete anledecek ağız va mı? Kim anledecek bunu? Gılıçdaroğlu mu? Bahçeli mi? Kim?” deyince benim gülümseyerek”seninki anlatır” dedim.
Seninki dediğim Selahattin Demirtaş’tı. Dayının adı da Selahattin olunca Selahattin Demirtaş’tan bahsederken “benimki” derdi. Cumhurbaşkanlığı seçiminde onu öve öve bir kalmış “misal ben oy vermen; emme bunlan içinde bi o var” demişti. O zaman “neden oy vermiyorsun?” deyince “Kürt” demiş sonra “benim öyle dedime bakıp da Kürt düşmanı oldumu sanma. Bizim içimiz dışımız Kürt oldu. Misal benim öte dünürün damadı Kürt. Bizim amca oğlunun gelini bi Kürdün gızı. Yanim onladan gız alan da çok veren de; emme” deyip durmuş “nedense bi türlü gayneşemeyoz” demişti. Gerekçe olarak da “o guda şehit olup duruken insanın içi ısınmeyo bi türlü” diye eklemişti.
Şimdi ben “seninki” deyince durup gülümsemişti. O gülümseyişinden lafımın hoşuna gittiğini anlamıştım.
Bir süre gülümseyip kafasını salladıktan sonra “adamın hası o; emme Kürt” demiş ve ağzı büzülmüş ve “biliyon mu? Kürtle de yıllar önce aynı Suriyeyle gibi ovada pamuk işinde çalışmak için doluşduydu. Önceleri gışın gidip yazın geliyolarıdı. Sonra yavaş yavaş yer yurt edindile; akraba oldula. Heç tepki çekmeyolarıdı. Sonra ne olduysa? Çatışmıla başladı barabarında yine ayrı gayrı olduk. Yani şindi onlarla da çok dirlikli değiliz”dedi.
O yılları ben de bir şekilde biliyordum. Çok eskilerden yakın zamana kadar bizim oradan da “aşşaya” diye Söke Nazilli ovasına çalışmaya çok giden olurdu. Daha sonraları özellikle önceleri inşaat işinde olmak üzere bu pamuk çapa işinde de doğudan çok göç aldı bu bölge. İlk gelenler dayının dediği gibi mevsimlikti. Daha sonraları önce Söke daha sonra Kuşadası, Aydın, Nazilli tarafına gelen bu işçiler giderek dayının dediği gibi “yer yurt edindi” ve kalıcı hale geldi.
Seksen sonrası Kuşadasında bir inşaatta yüklenici firmanın şantiye şefliğini yaptığım sırada oradan yani Söke’den çok Kürt işçi getirip o inşaatta çalıştırmıştım. Yine o sıralar Sökelilerin Kürtlere karşı giderek soğuduğunu ve aralarındaki sürtüşmeyi fark etmiştim. Benim o dediğim yıllar Güneydoğu’da kanlı çatışmaların yükseldiği yıllardı.
Dayı anlatınca aklımdan geçti bunlar “haklısınız. Eski tat kalmadı. Ne de kaldı ki? Dayı. Şimdi ben de yaşlandım mı ne? Eskiyi özlüyorum” dedim. Güldü. “Ee sen de az değilsin. Gerçi benim yanımda çocuk sayılırsın; emme haklısın be yeğen. Giderek işlen, dünyanın dadı duzu bozuldu. Eskiden kimse kimseye gızmaz, lokması varsa paylaşırdı. Duzun, yağın galmadı mı? Bi goşu gomşudan alır geliveridin. Şimdi öyle mi? Valla ‘menfatıma dokunur deyi’ gardaş gardaşa selam vermeyo. Sen dutmuşsun Suriyelilere acıyon” dedi sonra “ası gonuşmeyen; emme bizim burlada orlara benzemeye başladı” dedi.
Yine birlikte önümüzdeki kaynaşan kalabalığa baktık dayı “şindi gidicen şunlan yanında ‘küt’ diye kese kağıdını bi patlatcen. Valla hepsi engbek olup gaçışır. Bi denesi bile benim üsdüme atılmayı düşünmez” deyip gülmüştü.
Kendisi küt sağırdı. Konuşurken veya gülerken ‘kendi deyimiyle ‘çok dangırıyordu.’ En son “küt diye patladıcen” derken sesi canlı çıkmıştı. O sıra yanımızdan geçen kahvecinin dikkatini çekti bu. Daha önce de onu konuşmasına kulak verip sonra gülüp geçmişti. Şimdi yanımıza geldi “hayırdır dayı. Kimi korkuduyon?” dedi sonra “siyaseti iyi kaynaşdırdın ha!” diye deminden beri konuşmamıza gönderme yapıyordu.
Dayının dangıradığının ben de farkındaydım; ama bulunduğumuz yer kahvenin önü; hatta içi bom boştu. Bir biz vardık. Bir de ileride mahalleden yaşlı bir adam elinde alışveriş torbası ileri oturmuş soluklanıyordu ve yeni gelmişti. Pazar yerinin voğultusu dayının dangıramasını bastırdığı için ben dayıyı uyarmamıştım. Sanırım kahveci de rahatsız olduğundan değil de ‘öyle laf olsun’ diye o lafı söylemişti.
Dayı “ne diyor bu?” diye bana bakınca kulağına eğildim ‘onun şivesiyle’ “eyi sıyasat yapıyosunuz deyo” dedim. Öyle deyince tingedek düştü. “Abu gızdırdık mı yoğusam adamı?” dedi. Bu sırada onu duyan kahveci kulağına eğildi “yok dayı kızmadım. Hani seçim meçim yok da bu siyaset lafı nerden çıktı dediydim” deyince onu anlamıştı güldü beni işaret etti “valla bu tısılağıla bi araya geldik mi? Biz başka laf bilmeyiz. Kusura bakma yeğen” diye az mahcup özür dileyince kahveci dayıyı üzdüm diye “yok dayı. Yanlış anladın. Niye rahatsız olayım?” dedi sonra ilerideki satıcıları işaret edip “şunların gürültüsünden sizi duyan bile yok. Ha ben öyle laf olsun diye dediydim” diye dayının gönlünü aldı; ama biz ‘sıyasat’ sohebtine de noktayı koydurdu.
Dayı küt sağırdı; ama anlamaya çok meraklıydı. İnsanın ağız hareketinden onun ne dediğini anlıyordu. Bağırması ‘bütün sağırların özelliği olduğu gibi’ lafını karşındakine duyurmak içindi.
Kahveci içeri girince arkasından “adam haklı ya! Ben de sağır oldumu unuduveyon. İnsan bi dürter” dedi. Sonra hafif sesle “işde böyle tısılak. Neyse sen eyisin de mi?” diye sordu. İyi olduğumu söyleyince “aman kendine eyi bak. Benden geldi geçiyo. Çoru çocuğu everdim. Yani zamanımı bekleyon. Daha sen gençsin; aman dayım kendine eyi bak” dedi ve kalktık.
O gün onunla sohbetimden aklımdan kalan bunlar. Önümde kaynaşan kalabalığa bakınca aklımdan hızlıca geçti bunlar.
O sıra söylediği ve daha önce söylediği bir çok şeyi hayat doğrulamıştı. Kendi deyimiyle ‘boşa yaşamamış. Olanı biteni anlamaya çalışmıştı’ “İnsan olan hep kendiyle değil azcık etrafıyla da alakalı olur. Öte gibi yemi dökünce yeyen, ‘hoh’ deyince giden ‘do’ duran öküzden farkı olmaz insanın” demişti.
Aklımdan bunlar geçerken kalktım. Çay parasını ödedim ve kahveden çıktım. Eşim “çık biraz dolaş. Ben buralardayım” demişti. Gerçi ona ayak uydurma olanağım yoktu. O mutlaka akşamı eder; bazı şeylerin fiyatını sora sora akşam ucuzluğunda alırdı. O da bunun takıntısıydı; yani mutlaka akşamı beklemek. Onun için niyetim onu arayıp bulmak değildi; ama uzun zamandır gezmediğim pazarı bir baştan başa gezme isteği vardı içimde.
Kahveden çıkınca sağa sapıp yürüdüm. Kelimenin tam karşılığı ‘pazar yerinde mıh gibi insan vardı.’ Sergiler arasındaki daracık yol bile kaynaşan insanlarla doluydu. Sergilerin başında özellikle tuhafiye sergilerinin ve tabi sebze meyve satanların başında kadınlar sürekli didiniyor; bir şeyler konuşuyordu. Kimisi de eline aldığı elbise veya tişörte bakarken kendi kendine konuşuyor gibiydi. Sanırım evde kime uyup uymayacağını sesli düşünüyordu ama inanın ne söylediklerini iyice kulak vermeden anlama olanağı yoktu. Yanlarından geçip ilerledim.
Bu pazar yerinin olduğu yer enine boyun çok geniş bir açıklıktı. Sanırım belediyeye ait; ama pazar yeri olarak düzenlememiş; öylesine bırakmıştı. Yani diğer pazar yerlerinde olduğu gibi öyle kapalı alan veya satıcıların altına yayınacağı tentene benzeri şeyler yoktu. Kış aylarında günlerde pazara çıkan eşim her gelişinde “yazık ya; sabahtan gelmişler her halde. Oralara ateş yakmışlar. Kimseler yok; öyle bekleşiyorlar” diye veya bazen yağışlı günlerde “pazarcıların tentenesi bir boşaldı hepimiz ıslandık” diye pazar esnafı ve ahalisinin durumunu anlatırdı.
Şehirde bir çok kapalı pazar yeri olduğu halde nedense bu açık pazar yerine yaz kış rağbet çoktu. Aklımdan bunlar geçerken gözüm pazarcılara kaydı.
Bilen bilir de; bilemeyenler pek farkında değildir. Bizde dünyanın en çileli işlerinden biridir pazarcılık. Öteden beri bir çok pazar yeri tanıdım. Bizim o tarafta eskiden büyük hayvan pazarları kurulurdu. Oralar bölgenin en namlı pazarlarıydı. Örneğin karayhöyük pazarı veya Çavdır pazarı gibi.
Elhamdülüllah ülkemizde tarımımızın hakkından gelip ‘kendi kendine yeterli tarım ülkesi olmaktan’ çıkıp yiyeceği ekmeğin buğdayını bile dışarıdan ithal etmek zorunda kaldıktan sonra hayvancılığımızın da icabına baktık.
Geçtiğimiz gün referandum sırasında efelendiğimiz Hollanda'nın yapay ovalarında yetiştirdiği hayvanlar ve tarım ürünleriyle dünyanın önde tarım ülkelerinden biri haline gelirken biz Arjantin’e kadar dünyanın dört bir tarafından canlı hayvan ve et ithal eder olduk. Öyle olunca bu namlı hayvan pazarlarının dibine kendi elimizle kibrit suyu döküp kuruttuk adeta; ama öteki sebze ve son zamanların gözde pazar malı tuhafiye üzerine pazarcılığımız şimdilik devam ediyor. Gerçi AVM ve marketler oraları da bitirme gayretinde; ama insanımızın çırka çırka pazarlık etme alışkanlığı şimdilik mevcut pazarları koruyor.
Bizim orada eskiden Karahöyük pazarında yayınan satıcılar akşam olunca malını yükler bizim pazara gelirdi. Bizim pazar da özellikle o sıralar bölgenin namlı pazarlarındandı. Namı daha çok sebze ve nohut vb. bakliyat üzerineydi.
O sıralar kamyonlara doluşan pazarcılar Çarşamba gecesi gelir kasabadaki hanlarda veya kahvelerde sabahlar ertesi günü yani Perşembe sabah ezanıyla birlikte yayınmaya başlarlardı; çünkü az sonra eşeğine, ata arabasına binen köylüler sökün ederdi köylerinden. Tabi onlar çok daha erken kalkmış olurdu.
O yıllar bizim orada köylerde sabahın karanlığında hamurlar karılır ocaklar yakılırdı. Erkenden yapılan sıcacık ekmeklerle ve buharı tüten acılı tarhana çorbasıyla evlerdekiler kahvaltı yaparken bir yandan da tarlada çalışan ırgatın yiyeceği hazırlanırdı.
Tabi pazar günleri bu telaş daha çok pazara gitmek için olurdu. Evlerden pazara gelmeyenlerin siparişi alınır; en yeni elbiseler giyilir bayrama gider gibi hazırlanıp yola düşülürdü.
O yıllar vasıta yok tabi. Yukarıda yazdığım gibi atı eşeği olan onlara olmayanlar öküz kağnılarına veya at arabalarına yüklenen çuvalların üzerine doluşup öyle gelirdi. O çuvallarda pazarda satılıp parasıyla alışveriş yapılacak nohut buğday vb. şeyler olurdu.
Pazara gidenlere verilen en meşhur sipariş pazar ekmeğiydi.
O yıllar fırın ekmekleri köylülerin özlemiydi. Kimisi sıcak fırın ekmeğini yufkasının içine dürüm yapar yer kimisi de ekmeği ayırıp içine sana yağını yayar öyle yerdi. Yani pazara gelen köylünün en birinci özlemi de sıcak fırın ekmeğiydi. Tabi ayrıca ufak tefek paralara alınacak incik boncuk gibi siparişler de olurdu.
O yıllar da pazar yerleri şimdiki insan kaynardı; ama kelimenin tam anlamıyla ‘insan kaynardı.’ Yani pazar yerleri sımsıcak dostların buluşup hal dert yarenliği yaptığı iki çift lafın belini kırdığı yerlerdi. Kasabanın kahveleri o günler çok erkenden kalabalıklaşır, kahveciler Pazar günü için günlük garson falan tedarik ederdi; ama yukarıda yazdığım gibi o pazarlarda pazarın da pazarcının da, pazarda dolaşan alıcının da insan yanı doruğa çıkardı. Yani şimdi şurada gördüğüm gibi vahşi doğada hayvan açlığına benzer hırsla sadece kendini düşünen insan manzaralarına rastlanmazdı.
Sanırım her şeyde olduğu gibi şimdi insan ilişkilerinde de bir yapaylık, bir sahtelik ve samimiyetsizlik bütün ilişkilerin temel ritüeli haline geldi.
Aydınlı dayıyı aramaya çıktığımda geçmişte onunla birlikte oturup lafladığımız kahvede önümdeki pazar kalabalığını gözlerken aklımdan bunlar geçti.
Aydınlı dayı vefat etti.
Ancak bir keresinde yaşlılıktan ve ölümden bahsedince "Allah sıralı ölüm versin. Öteki gibi ölümler insanı çok üzer" demiş sonra "biliyon mu? Ben ölsem bile seni boş bırakman. Rüyanda belerip belerip kendimi sene hatırlatırın" demişti.
Onunla dostluğumuz kısa sürse de; birlikte çok keyifli sohbetlerimiz olmuştu. Yani onun deyimiyle "belerip belerip rüyama girmesi" benim için şaşırtıcı olmaz.
Onun için sanırım bundan sonra da onunla sohbetimizde aklımda kalan anekdotlar üzerinden yeni yazacaklarım olacak.
Erdoğan arkadaşım, Aydınlı Dayı'yı ben de özlemiştim, öldüğüne çok üzüldüm, başınız sağ olsun. Olaylara gerçekçi bakabilen böyle değerli kişileri kaybemek üzücü fakat kaçınılmaz bir sonuç. Geçmiş zamanda yapmış olan sohbeinizi çok sevdim, güzel anlatmışsınız elinize dilinize sağlık.
YanıtlaSil