25.01.2016 13:07:56
Bir süredir özellikle sosyal
medyada inanç üzerinden tartışmalarda artış var.
Bana göre aydınlanmamış veya
bilgisiz insanın en belirgin özelliği bilmediği konulardaki tartışmalarının
sığlığıdır.
Buradan bakınca inanç ve laiklik
üzerinden tartışmalar da toplumsal yapımızın aydınlanma seviyesinin göstergesi
gibi duruyor.
Yani önüne gelen inanç üzerinden
pekala tartışabiliyor.
Özellikle 12 Eylül faşist
darbesiyle amaçlanan yeşil kuşak projesinin gereği televizyonlarda kanal
sayısının artmasıyla ekranlarda başlayan inanç tartışmaları, inanç üzerinden
fetvalar veya görüş beyanı adeta moda oldu. Hemen her kanal bünyesinde bir din
adamı bulundururken gazeteler köşelerinin birine inanç üzerine bilgilendirmeye
ayırdı. Sanki toplum yıllardır dinsiz yaşıyormuş gibi bir hava bilerek
oluşturuldu.
Kimileri bunu "doğru;
insanların dinini öğrenmesi lazım" derken kimileri de "laiklik elden
gidiyor" diye tepki göstermeye başladı. Sonunda inanç tartışmalarıyla birlikte
laiklik tartışmaları arttı. Özellikle kendini solda ifade edenler din üzerinden
tartışmalarda laikliği savunur duruma geldiler. Sonunda laiklik din
karşıtlığıymış gibi bir görünüm kazandı.
Burada en çok öne çıkan da Türkiye Cumhuriyetinin
laik kimliği oldu.
Ancak Türkiye'de kendini solda,
laik tarafta ifade edenin 'belki farkında olmadan' kabul etmediği bir gerçek
var. Türkiye hiç bir zaman laik bir ülke olmadı.
Cumhuriyetin kuruluş sürecinde
cumhuriyetin yönetim tarzı için çarpışan iki görüş vardı. Biri inancı siyasetin
merkezi yapmak isteyen; yani referansı dinden almak isteyen anlayış; öteki
laikliği ve çağdaşlığı benimseyen anlayıştı.
İktidar mücadelesini kazanan ikinci
görüş Latin alfabelerini uygulamaya sokup Millet Mekteplerini açarak ve bunun
alt yapısı olarak da medeni kanunu kabul ederek ve kimi uygulamaları 'devrim'
diye devreye sokarak iktidara egemen oldu. Ancak o günden itibaren inancı
siyasetin merkezine koymak isteyen birinci görüş mücadeleyi hiç elden
bırakmadı.
Mustafa Kemal Atatürk'ün
yönetiminde çağdaşlığı ve laik toplum modelini seçen kadro okuma yazma
kurslarıyla başlayan eğitim faaliyetleriyle toplumsal yapıyı cehaletin
karanlığından kurtarmaya çalışırken dönemin koşulları nedeniyle eski topluma ait kimi alışkanlıkların yerini
yeni çağdaş görünümlü alışkanlıkları halka zorla kabul ettirmeyi seçti.
Laikliği de aynı anlayışla devlet güvencesi altına aldı ve anayasal bir ilke haline
getirdi.
Zaman içinde özellikle okuma
yazmayla başlayan aydınlanma sürecinde eğitim için verilen uğraşta belli başarı
elde edilirken laikliği topluma zorla değil de; çağdaş ülkelerde olduğu gibi
toplum bilincinde gönüllü kabulü konusunda uğraşı 'belki dönemin siyasi
koşullarının ağırlığı veya toplumun aydınlanma seviyesindeki yetersizliğin
zorlaması nedeniyle' ihmal edildi.
Yani laikliğin hep devlet
güvencesinde olması tembelliği sanki siyasi kabule dönüştü. İktidarlar
laikliğin bir yaşam biçimi olarak toplum içinde kök salması konusunu 'belki
isteyerek' hep ihmal etti. Çünkü toplumsal yapının demokratik dönüşümü konusu;
yani demokrasinin içselleştirilmesi ve çağdaş hukukun toplumsal yapıya egemen
olması siyasetin işine hiç gelmiyordu.
Oysa örneğin Fransa'da laikler
ve kilise yanlılarının eğitimde başlayan mücadelesi sonunda laikliğin bir yaşam
biçimi olarak kabulüyle sonuçlanmasında en önemli etken toplumun aydınlanma
seviyesi ve demokrasi yoluyla toplumsal yönetime katkıdaki demokratik
örgütlülüğü ve çağdaş hukuk anlayışının içselleştirilmesi; yani toplumsal
yapının hukuksal güvencesinin sağlanmasıydı.
Bu toplumsal kabul sonunda kilise
okulları sadece din adamı yetiştirirken laik okullar toplum içindeki her
inançtan insanı eğiterek onları toplumsal yapı içinde kendini değişik biçimde
ifade edecek şekilde yetiştirildi.
Bu süreç sonunda kamuya hizmet
veren yerlerde çalışanların inançlarını belli etmeden veya inançların simge
olan araçlarını kullanmadan hizmet vermesi; sıradan yaşam içindeyse insanların
inancını özgürce belli etmesine hiç karışılmaması adeta toplumun yazılı olmayan
kuralı halini aldı.
Yani Fransa'da laik olan devlettir.
Yani devlet bütün kurumlarıyla, yasal düzenlemeleriyle ve bütün çalışanlarıyla inançlara karşı
tarafsızdır. Tekrar yazarsam uygulamalarında herhangi bir inancı belli etmeden
veya öne çıkarmadan; yani inancın simgelerini kullandırtmadan kamuya hizmet
verirler.
Öyle ki; Fransa'da uygulamanın
toplumsal yapıda sağladığı rahatlığı fark eden ve kendini laik topluma olarak
Fransa gibi alenen ilan etmeyen; devlet başkanlarının göreve incili öperek
başladığı diğer çağdaş ülkelerde de aynı Fransa'daki laik toplum anlayışı genel
kabul gördü.
Bizdeyse laiklik 'geldi' sonunda
üniversitede okuyan kız öğrencinin başörtüsüne indirgendi. Bu sonuçla birlikte
başlayan inanç tartışmalarıyla başörtüsü inancı siyasetin merkezine koymak
isteyenlerin mücadelesinde laikliğe karşı adeta bayrağa dönüştü.
Yani başörtüsüne karşı çıkmak
laiklik sayılırken başörtüsüne karşı olanlar da dinsiz olarak tanıtıldı.
Sonunda başörtüsü önce eğitim
alanında ve giderek yaşamın her alanında egemen kılınırken aynı zamanda inancın
siyasi egemenliğinin de yolu açılmış oldu.
Bugün de laikliği inanç
tartışmasına indirgemiş olan aynı yanlış ısrarla sürdürülüyor. Özellikle inanç
tartışmaları sosyal medyada yoğun devam ediyor.
Bunu fırsat bilen inanç üzerinden
siyaset yapan siyasi guruplar toplumun aydınlanma seviyesini doğru gözleyerek
diyanet ve din adamları vasıtasıyla inanç tartışması ortamını bilerek ve
isteyerek körüklüyor. Bilerek çok absürd fetva ve görüşleri özellikle sosyal
medyada tartışmaya sokuyor.
Çünkü biliyorlar ki; inanç
tartışmalarında kazanan hep kendileri oluyor.
Sonuç olarak yazacağım laikliğin
hiç bir zaman dinsizlik olmadığı; aksine toplumun kendini düşünce olarak her
konuda özgürce ifade edebildiği ve kimsenin kimsenin yaşam alanına karışmadığı kişisel özgürlüklerin hukuk yoluyla güvence altına alındığı bir sistem olduğu toplum
tarafından gönüllü kabul edilmedikçe; toplumsal yapının inanç diye dayatılan
orta çağ karanlığına sürüklenmesinin önüne geçilemez.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder