Yatmak için
odaya gelince kocasının numaradan horladığını fark etti; sessizce yanına girip
yattı.
Bir süredir ne
kocası ne kendi ‘sinerli’ uyku yüzü görmemişlerdi. Her ikisinin de aklı Mayıs
ayında toprağa verdikleri oğullarında, yürekleri yangın yeri gibiydi. O günden beri
hayat her geçen gün ‘görünürde’ normale dönüyor gibi olsa, onca acı ve ağıttan
sonra köyde herkes işine gaydına dönse de kimsenin ağzını bıçak açmıyordu.
Köyden ölüsü
olmayanlar da ölü veren ailelere saygısından köyde bütün düğün derneği seneye
ertelemişti. Evlerde kurulan
sofralar daha çocuk çocukları düşünerek kuruluyor, büyükler kadın, erkek ne
yediklerini ne içtiklerini biliyordu.
Gerçi köy
madenci köyüydü. Maden kazaları eksik olmazdı. Arada bir madende göçük altında
kalan ölen, sakat kalan olurdu; ama böylesi ilk kez geliyordu başlarına. Bir anda
köylerine yirmi tabut birden gelmişti. Daha bir gün önce köyde kahvede, orada
burada yürürken gördükleri, daha geçen hafta tutulan düğünde beraber gülüp
oynadıkları yirmi can aynı gün kefenlere sarılıp gelmiş; öyle ki kimi evlerde
iki üç kişi cenaze olmuştu.
Köyden sağ
kurtulanlar da vardı tek tük. Ama koca köyde herkes kime ağlayacağına, kime
sevineceğine bilemez halde per perişan olmuştu.
Aradan zaman
geçince bütün köyü saran ölüm acısı derlenmiş, toplanmış sadece ölenlerin ana
babasının varsa karısının çocuklarının yüreğine ‘daş gibi düğülmüş’ orada
duruyordu.
Onların da
oğulları yeni askerden gelmişti. Gelmişti; ama gezip tozacak zaman değildi.
Kendi iş kayıtlarına baksa elde avuçta bir iki dönüm tarla dışında bir şey
yoktu ki. Onun için mecbur
ya kasabaya ve şehre gidip bir işe girip çalışacak ya da yanlarında bir iş
bulacaklardı. Köyde de olan tek iş maden ocaklarıydı. Epeydir faaliyete
başlamış, eskiden bağı bahçesi olan, domates, marul vb. şeyler yetiştirip
kasaba pazarında satan, zeytine falan giden köylüler çiftçinin malı para
etmeyince köycek madenci olmuştu hepsi.
Madende iş bulan
‘sigorta olduğu için’ şanslı sayıyordu kendini. Kocası da geçen sene emekli
olmuştu madenden. Oğlu askerden gelince madendeki eski tanışları çavuşları
devreye sokup çabucak bir iş bulmuştu oğluna Böyle olunca
oğlu gurbete gitmekten kurtulmuş, onlar da ‘evlat hasreti çekmeyeceğiz,
burnumuzun dibinde olacak, bir kız bulup everdik mi tamam’ diye geçirmişlerdi
içlerinde. ‘İçlerinden geçirmişti’ diye yazdım; çünkü kadın da adam da bu
konuları kendi aralarında konuşmadan bakışlarıyla anlaşırlardı her zaman.
Zaten adam
konuşmayı çok sevmezdi. Kadın da öyle olunca hiç sorun çıkmazdı aralarında; ama oğlanlarının
o gün madenden ölüsü geldiğinden beri, adam daha içine kapansa da kadın acıdan
çok konuşkan olmuş; ‘sanki ölen kocasının da oğlu değilmiş, sanki onun canı
yanmamış gibi’ kadın her gün özellikle gece yatınca “ha oğlan azcık da gezeydi,
bok mu varıdı goşmacı iş buldun ona” diye kocasının başını etini yer; adam hiç
sessiz onu dinler en son “içini boşalttıysan uyuyalım” der; o zaman da kadın
kocasına haksızlık yaptığını fark eder ‘sessizce’ “iyi gecele, Allah rahatlık
versin” derdi. Ama ikisi de çok uzun süre sepsessiz karanlığa bakarak aynı
acıları farklı farklı yaşar, sonunda yorulunca uyurlardı.
Zaten köyde çok
kalmadılar. Satıp savıp adamın kardeşinin bulunduğu şehre göçtüler. Orada iyi
kötü bir ev aldılar.
İşte o gün
karısı yeni evlerinde yatmak için odaya geldiğinde kocasının ‘numaradan uyur
gibi’ horladığını fark edince aklına bunlar geldi ve hiçbir şey konuşmadan
girip yattı.
Şimdi artık
sanki anlaşmış gibi her ikisi de hiç ölen oğullarından konuşmadan yeni evlerine
alışmaya çalışıyordu.
Belli ki acıları
içinde devam ederken hayatta sağ kalan iki çocukları için yaşamaya mecbur
olduklarını kabullenmişlerdi.
Öyle de yaptılar
zaten. Yani yüreklerinde hiç dinmeyen evlat acısı; kafalarında
cevaplayamadıkları onca soruyla yaşayan çocukları için yaşama tutundular.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder