30 Mayıs 2017 Salı

ZEYTİN AĞACI VE MESCİD-İ AKSA


 

                            09.11.2014 10:24:44

29 Kasım 2014 günü Radikal’de Ayşe Hür’ün “Kudüs, Mescid-i Aksa ve zeytin” başlıklı uzun bir yazısını gördüm. İlgimi çekti; üşenmedim okudum.

Ramazan ayında özellikle Kudüs, Mescid-i Aksa gibi konularda  özellikle ekranlarda bolca tartışmalar olduğunu fark edince o gün yazdığım bu uzun yazıyı yazdım.

Ayşe Hür’ün yazısını okumak isteyenler goguldan girip o yazıyı okuyabilir.

Neyse; bilen bilir Ayşe Hür ‘araştırmacı yazar’ diye nitelenen yazarlardandır.

Bir konuda yazı yazmak için mutlaka bir araştırma yapmak gerekir. Çünkü kimse oturduğu yerde bilgi sahibi olmadığı için fikir sahibi de olamaz.

Ancak bizim gibi toplumlarda kavram kargaşası; daha doğru deyimle anlama yetersizliği olduğu için bir konuda kişinin fikrine her hangi bir eleştiri getirseniz veya ‘böyle abuk şey olmaz’ deseniz hemen “neden hürriyet var. Benim de fikrimi söyleme hakkım var” diye tepki gösterir.

Ama ‘fikir’ denen şeyin düşünce olduğunu, bir konuda düşünce yani fikir belirtmek, üretmek için de o konuda mutlaka bilgi sahibi olması gerektiğini; o bilgiyi oturduğu yerden; yani araştırmadan, bir yerden okumadan edinmenin olanaksız olduğunu bilmez; bırakın bilmeyi bunu düşünmez bile..

Tabi bir konuda bilgi sahibi olmak demek; o konuda doğru bilgi sahibi olmak anlamında olumludur.

Yoksa yalan yanlış bilgi içeren kaynaklardan edinilen bilgilerden doğru fikir sahibi olunamayacağı da muhakkaktır. Ve bir konuda sunulan her bilgiyi peşinen kabul etmeden o bilginin doğruluğunu bir süzgeçten geçirmek doğru olandır. Yani her sunulan bilgiyi peşinen kabullenmek kişiyi yanılgıya götürür. Özellikle günümüzde internet ortaya çıkalı beri bilgi edinmek çok kolaylaştı. Giriyorsun internete soruyorsun. Karşına sorduğun konuyla ilgili birçok bilgi çıkıyor.

Ama bu bilgilerden hangisi doğru? Bunu ayırt etmek oldukça zor; ama gerekli.

Çünkü insanları, toplumları yanlış bilgilendirerek saptırmak; daha doğrusu istediğin doğrultuda yönlendirmek de internet kanalıyla çok kolaylaştı.

Onun için özellikle siyasi aktörler böyle yanıltıcı bilgi kaynaklarını çok kullanıyor.

En azından ben öyle düşünüyorum. Ve sunulan her bilgiyi hep şüpheyle bakıyorum. Tamam çok şüpheci olmak doğru değil; ama en azından bir ‘acaba?’ demek gerekli. Benim yapmaya çalıştığım da o.

Edinilen bilgi konusunda çok şüpheye düşmemek için de güvenilir bilgi kaynaklarına yönelmek burada zorunlu oluyor.

Çok uzattım; ama böyle bir açıklama yapmayı gerekli gördüm. Çünkü bazı konularda yazı yazmayı seçimce bilgi kaynaklarımı sorgulama gereği duyduğum için bilgilendiğim kaynakla ilgili düşüncemi de yazma gereği duydum.

Ayşe Hür ve buna benzer yazarları okurken onların verdiği bilgileri eleştirel gözle bakmaya çalışıyorum. Çünkü günümüzde siyasi aktörler; daha doğrusu iktidar medyada özgür, doğru bilgi veren doğru dürüst alan bırakmadı. Hal böyle olunca şüpheli olmak da doğal oluyor.

Bir bakıyorsun yazar olan kişi yazdığı konuda çok doğru ve yansız görünümünde ama çaktırmadan belli bir düşünceyi empoze etme gayretinde. Veya bilmeden öyle bir görüntü veriyor.

Geçtiğimiz gün güvenilir gördüğüm Cüneyt Özdemir; polisin İstanbul’da öğrencilere uyguladığı şiddeti, kızlara tekmeyle girişmesini görüntüleriyle verdikten sonra “aynı şeyler Avrupa’nın özgürlük yönünden önde gelen ülkelerinden Belçika’da da oldu. Orada da polis göstericilere şiddet uyguladı” deyip oradaki görüntüleri ekrana getirdi.

Kuşkusuz o da bir haberdi. Ama Cüneyt Özdemir bizim polisle Belçika polisini eşitlerken bizdeki hukuk uygulamasını, özgürlüklere iktidarın bakışıyla Belçika’daki iktidarın bakışını veya kamuoyunun demokratik tepkilere bizdeki bakışıyla Belçika’daki kamuoyunun demokratik tepkilere bakışını da eşitlemiş oldu.

Belki amacı o değildi; ama o haberi sunuşundan öyle bir sonuç ortaya çıkıyordu.

Bunun gibi bir yazar da bir bilgiyi ‘araştırarak bile olsa’ sunarken o bilginin böyle çarpık anlaşılmasına da neden olabilir.

Ayşe Hür geçtiğimiz günlerde Kerbela üzerine ‘Kerbela’nın efsane mi, yoksa gerçek mi?’ olduğunu sorgulayan bir yazısı vardı.

Tam Muharrem ayında böyle bir yazı ne kadar gerçekçi olursa olsun toplumda Alevilik, ‘Aleviliğin bir inanç mı yoksa kültürel bir bakış mı?’ olduğu tartıştırılırken, Aleviler üzerine yüz yıllardır yapılan baskıların tepkisi birikmişken bu yazı bana göre hoş olmamış.

Çünkü inanç üzerinden tartışma bizim gibi toplumlarda daha çok inanç tacirlerinin işine yarıyor.

Neyse; sosyal medyada dincilere ‘inanç sahipleri değil’ inanç bezirganlarına ait olduğu görüntüsündeki paylaşımda ‘Kıyamet günü Yahudilerle Müslümanlar arasında savaş çıkacak. Yahudiler Müslümanlardan korunmak için ağaçların ve taşların arkasına saklanacak. O sırada taşlar ve ağaçlar dile gelecek. “ey Müslüman benim arkamda bir Yahudi saklanıyor” diye haber verecek. Yalnız Zeytin ağacı susup Yahudileri saklayacak; çünkü Yahudi ağacıdır. Dün İsrail termik santralin yapımını engellemek için Yırca’da zeytin ağacı kesilmesine engel olmaya çalıştı. Danıştay’a karar aldırdı. Fakat hükümetimiz Yahudilerin bu gayretlerini boşa çıkarmak için ağaç kesimini devam ettirerek İsrail’in planını boşa çıkardı. Fakat yalnız ağaç kesmek yetmiyor. Zeytin de tüketmeyerek İsrail’in oyununu bozmak gerekir. Oyuna gelmeyin ey Osmanlı ahvali’ diye abuk subuk paylaşımdaki yazıyı okuyunca; Ayşe Hür’ün Kudüs, Mescid-i Aksa ve zeytin başlıklı yazı dikkatimi çekti; çok uzun olsa da okudum.

Okuma nedenim bilgilenmenin ötesinde Yırca’da zeytin ağacı katlimanın duyduğum tepki ve sosyal medyada okuduğum o abuk subuk paylaşımdı.

“‘Acaba’ bu yazıda da benzer bağlantı mı var?” diye düşündüm.

Gülmeyin. Sosyal Medya denen alana böyle abukluk öyle çok düşüyor ki; bunlarla bilgilenen birçok ‘fikir’ sahibi var. Ve o ‘fikirleri’ üzerinden davranışlarını belirliyorlar.

Merakım iyi sonuç verdi.

Aslında çok önceleri okuduğum Falih Rıfkı Atay’a ait ‘Zeytin dağını’ çok anlayarak okumadığımı fark ettim.

İsrail’in postallarıyla girdiği Mescid-i Aksa üzerine bilgi sahibi oldum. Mescid-i Aksa’nın başbakanın iddia ettiği veya öyle bildiği gibi Hz. Muhammed dönemiyle ilgisi olmadığını; Mescid-i Aksa’nın ilk binasının Emevi Halifesi Velid tarafından ‘705-715’ yılında yapıldığını öğrenmiş oldum.

Ayrıca Kur’an’da bahsedilen Hz. Muhammed’in miraç sırasında ayağına bastığı taşın üstüne inşa edilen Kubbetü-s Sahra ile Mescid-i Aksa’nın aynı yer olmadığını öğrendim.

Hz. Ömer’in 638 yılında girdiği Kudüs’te bir anlaşma imzaladığını; sonra vakit gelince  namaz kılacağı yer olarak kendisine kilisede namaz kılmasını rica eden patriği dinlemeyip kilisenin bahçesinde namaz kılmasını; bunun üzerine “neden kilisede namaz kılmadığını?” soran patriğe “eğer ben kilisede namaz kılsaydım bir gün gelir Müslümanlar benim bu davranışıma atıfta bulunarak aramızda yaptığımız anlaşmayı bozarak burayı fethe kalkarlar” diyerek ‘bugün başka inançtakileri öldürmeyi “inancım gereği” diye savunanlar gibi davranmayıp’ yaptığı anlaşmaya ve verdiği söze ne kadar sadık kaldığını öğrendim.

Mekke ve Medine yarışmasını başlatanın Kudüste halifeliğini ilan eden Emevi halifesi Muaviye olduğunu öğrendim. Biraz araştırınca o Muaviye’nin Hz. Ali’yi öldürtüp sonra halifeliğini ilan eden kişi olduğunu öğrendim.

Tabi bununla kalmayacağım; Ayşe Hür’ün kaynakçalarından il kütüphanesinden bulabildiklerimi alıp okuyarak doğru bilgilenmeye çaba göstereceğim.

Yani demem o ki İslam tarihi aslında çok bilinmeyen; daha doğrusu çok bilinmesi istenmeyen ve bilinmesi engellenen bir tarihtir.

İbni-Haldun bunu yazdığı Mukaddime’de açıkça anlatır. Doğruları yazmaya kalkanların bağlı bulunduğu halife veya hanedan tarafından derileri yüzülerek katledildiğini; kendinin şans eseri oldukça özgürlükçü davranan bir halifeye bağlı kabilede yaşadığını; o sıralar her kabile reisinin kendini halife ilan ettiğini yazar. Kendi halifesinin sadece Kerbela konusunda ona kısıtlama getirdiğini diğer konularda alabilidğine özgür yazdığını ifade eder.

Onun için İslam dünyası hakkında doğru bilgi sahibi olmak ve güvenilir kaynak bulmak çok zor.

Ancak bu yazının sosyal medyaya düşen abuk sabuk yazıya ilgisi olmadığını öğrenirken; ayrıca İsrail’in Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya postallarıyla giren İsrail’e ‘adeta cihat ilan eder gibi’ tepki gösteren başbakan ve cumhurbaşkanının o tepkisinin Yırca’daki zeytin katlimanına seyirci kalmasıyla ilgisi olmadığını; tamamen Hidro Elektrik Sanrtal ihalesi verdikleri Kolinoğlu şirketinin çalışmalarına kolaylık sağlamak amacıyla olduğunu anladım.

Ve yazının sonunda Ayşe Hür’ün yazısını bağlarken Tevrat’a göre Nuh’un tufandan sonra saldığı beyaz güvercinin gagasında getirdiği zeytin’i aldığı ağacın Kudüs’teki Zeytindağındaki bahçede olduğunu öğrendim. Sonra İsa’nın aynı bahçeden göğe yüseldiğini öğrendim. Sonra Kuran’daki Tina suresinin Tin’e ‘incir’e ve zeytuna hamdolsun, Sina dağına hamdolsun ve bu güvenli şehre ‘Mekke’ye’ hamdolsun diye başladığını öğrendim.

Sonra da “İçinde zeytin geçen Nur 35, Enam 99 ve 141, Nahl 11, Mü’minun 20, Abese 29 ayetlerin yanında muhtemelen başka ayetleri ‘Mescid-i Aksa için savaşı bile göze alacak kadar galeyana gelen’ ancak Yırca’daki zeytin katliamına sessiz kalan müminler açıp okusun” derken başbakan ve cumhurbaşkanına gönderme yaptığını fark ettim.

İktidarın uygulamalarına tepkili olduğum için Ayşe Hür’ün bu araştırma yazısı ‘ne yalan söyleyeyim’ hoşuma gitti.

Ama orada kalmadım internette özellikle Mescid-i Aksa’nın yapılış tarihini sorguladım; sağlıklı bir bilgiye ulaşamadım. Daha doğrusu net bir bilgi yok. Hz. Süleyman’dan başlayarak Mescid-i Aksa üzerine birçok bilgi var. Hangisi doğru bilemedim. Onun için mutlaka verdiği kaynakçalara ulaşmaya çalışacağım.

Ama yazımın başlığına dönersem…

Ülkede zeytin üzerine dönen dolaplar çok yeni değil.

Benim hatırladığım yetmişli yıllarda İtalya’ya ihraç edilen zeytinyağlarının “içine makine yağı karıştırıldı” diye geri iadesi sonrası sanırım ‘ihracat getirisi yok’ diye Ege bölgesinden Güney Anadolu’ya Kilis’e kadar uzanan zeytin ağaçlarının kesilmesi olayı yaşandı.

Hatırladığım kadarıyla kesilen zeytin ağaçlarının yerine bol ürün verdiği iddiasıyla ‘Amerikan buğdayı’ denen buğday ekilmişti. Aklıma kalan bu…

Yani zeytin üzerine oyunlar ve Anadolu insanın zeytin yetiştirme kavgası geçmişten bu yana hiç bitmeyecek gibi.

Kendi kendine yeterli tarım ülkesinden en temek gıda ürünlerini ithal eden bir ülke haline gelmeyi ‘elele verip’ hep beraber başardık.

Bir süredir kamu spotu olarak ekranlara düşen tarım arazilerinin verimli hale getirilmesi kampanyası üzerine zeytin katliamı olunca “bu ne lahana bu ne turşu” özdeyişi akla geliyor.

Gerçekten nedense iktidarların gerçeklerin farkına vardığı halde tersine politikaları seçmesi bilinçsizlikten değil, art niyetli olarak birilerine ülke kaynaklarını peşkef çekme anlayışından oluyor.

Son zamanların ‘peşkef çekme’ argümanı enerji açığını kapatmak için termik santral bahanesi oldu.

Güneşi görmeyen, güneş fakiri ülkelerin bile güneş enerjisine dönme çabası varken Türkiye’de iktidar ülkeye güneş enerjisi teknolojisinin girmesini önlemek için epey ayak süründü. Şimdi ‘sanırım’ şartlı izin verilmiş.

Ülke kaynaklarını böyle hovardaca harcayan zihniyetin bu politikaları için “din iman” ardına sığınarak kamuoyu oluşturması ‘bana göre’ seksen milyonu bulan Türkiye Halkının en büyük ayıbı.

Bana göre ‘bu ayıptan kurtulmak için alabildiğine doğru bilgilenmek ve doğru bilgilerde milyonlarda çoğalmak’ yurttaş sorumluluğu ve yurttaş namusu gereği şarttır.

Bu düşünceyle araştırmacı yazarların gerçekten doğru kaynaklardan yaptıkları araştırmalarla gündeme ışık tutması kutlanacak bir şey.

Zaman zaman ‘belki toplumda ters etki yapacağı kaygısıyla’ kimi araştırma yazılarını eleştirel baksam da; örneğin Ayşe Hür bana göre araştırtmacı gazeteci namusuyla yazan örneklerden biri.

Bunun için kendisini kutluyorum ve başta zeytin ağaçları olmak üzere bütün doğal zenginlikler üzerinde oynanan oyunların son bulmasını; ayrıca ‘örneğin’ yer altı madenciliği gibi iş sahalarının dünyadaki örneklerine denk olarak güvenli hale getirilerek işletmeye açılmasını diliyorum.

Tabi bu dileklerin yerli yerine uygun geçerli olması için de asıl temel sorunumuz olan demokrasi ve tabi buna bağlı olarak evrensel hukuka uygun yargı sisteminin önceliğimiz olduğunu; özellikle önümüzdeki genel seçimlerde bu sloganlar üzerinden muhalefeti önemsememiz ve demokratik iktidar anlayışında çoğalmamız şart.

Eğer bunu becerebilirsek ne zeytin ağaçları, ne doğal kaynakların talanı ve en önemlisi ne de Kürt sorunu veya Alevi sorunu gibi etnik kimlik ve inanç farklılıklarından kaynaklanan abuk subuk sorunlarımız kalmayacaktır.

Yazımı bitirirken Ayşe Hür’den özür dileyerek yazısının sonunda araştırması için gösterdiği kaynakçalardan kendimce önemli gördüklerimi buraya taşıyacağım.

Belki bu yazıda yazılanların ve kaynak gösterdiğim Ayşe Hür’ün Radikal’deki bugünkü yazısının doğrulunu araştırmak isteyenler olacaktır. Maksadım onlara yardımcı olmak.

Kaynakçalar:

1.- Muammer Gül ‘Kudüs ve tarihi içinde aldığı isimler, 2.- Diyanet Vakfı Ansiklopedisi ‘xxvı. Cilt 2002 s. 327-329’ Harvard University.1996, Falih Rıfkı ‘Zeytindağı’, İhsan Satış ‘Osmanlı Devletinde Kutsal Yerler Sorunu ‘1847-1853’, Oxford University 1949, Toplumsal Tarih ‘s.110 Şubat 2003 s.20-23, Casim Avcı ‘Kudüs’ fethedilişinden istilasına kadar, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi cilt 11. Sayı.2 s.305-312, İnci Türkoğlu ‘Yahudi Geleneğinde Tapınak’

Yukarıda yazdıklarıma ilaveten epey kaynak var. Doğru düşünce sahibi olmak için doğru bilgi sahibi olmak şart.

Ben o yazıdaki bilgilere dayanarak bu yazıyı yazdım. Asıl yazma amacım yazımın sonunda dilek kısmında yazdıklarımdır.

Umarım bu uzun yazıyı okumaya katlanan olur.

Onlara buradan kocaman bir MERHABA diyorum.

































































Hiç yorum yok:

Yorum Gönder