Depoya gelen demirleri indirmiş dinleniyordu.
Deponun sahibinin malzeme almaya gelen inşaat sahibine
“çimento yarın sabah gelecek” dediğini duymuş geceden oraya gelmişti.
O, kasabada hemen herkesin tanıdığı biriydi. Kasabaya
gelen tüm yük kamyonlarını boşaltma görevini kendiliğinden üstlenmişti. Her gün
değişik depoları, mahrukatçıları, toptancıları dolaşıp indirecek yük arıyordu.
Bu iş için kimse ona bir ücret ödemiyor, onunda böyle bir talebi olmuyordu. Onu
çalıştıran her kimse karnını doyuruyor; arada bir eskilerini verip
giydiriyordu. Bazen bir depoda, bir benzinlikte hortumla onu yıkadıklarını
görürdünüz. Bazen berbere götürüp tıraş da yaptırırlardı.
O bunlara hiç tepki vermezdi. O kadar işe yaradığı
halde çoğu kişi onunla dalga geçip kendi aşağılık duygularını tatmin ederdi.
Böyle yaşayıp gidiyordu.
Onu tanıyanlar onun eskiden normal biri olduğunu; o
askerde iken sevdiği kızın başka biriyle evlendiğini; bunu asker dönüşü
öğrenince içine kapanıp kimseyle konuşmadığını sonra köyünü evini terk edip
buralara geldiğini söylemişlerdi.
Onun o gün bu gün bu kasabada yaşadığını; yazları bağ,
bahçede kaldığını kışları ise inşaatlarda veya terk edilmiş evlerde kaldığını
söylemişlerdi.
İşte bir gün önce çimento geleceğini öğrenince o
kamyonu kaçırmamak için ağacın dibinde sabahlamıştı. Soğuktan kazık gibi kalmış
ve biraz da üşümüştü. Kalktı gerindi ellerini ovuşturdu, yerinde zıplamaya
başladı. Kamyonun geçip gitmesinden endişelenmişti. Ama buna olanak yoktu.
Böyle araba beklediği günler kendinden geçip uyuklasa bile en küçük seste
sıçrayıp kalkardı. Yola baktı yok kamyon daha gelmemişti. Acaba onunla dalga mı
geçmişlerdi. Ama dalga geçmelerine de olanak yoktu. Gerçi daha önceleri onun
yanında “yarın kamyon tuğla, çimento vb. getirecek” deyip onun ne yapacağını
merak ederler eğer sabah erkenden depoya gelirse de gülüşüp dalgalarını geçer
kendi aşağılık duygularını tatmin ederlerdi. Ama o bunlara hiç kulak asmaz
kamyon geleceği söylenince de kimseye söylemeden geceden kamyonun geçeceği yola
gelip; kamyonları oralarda beklerdi. Eğer dalga geçtiler ve beklediği kamyon
gelmezse bağ aralarında dolaşıp gelmiş gibi yapar; bu şekilde onunla dalga
geçmelerini önlerdi.
Yola tekrar baktı kamyon görünürde yoktu. Güneş daha
doğmamıştı. Saati güneşe bakarak anlardı. “daha ezan yeni okundu, vakit erken”
dedi. Hoplaya zıplaya biraz ısınmıştı. Gitti tekrar ağacı dibine oturdu. Yeni
doğan Güneş yüzüne vuruyordu. “sabah güneşi sidikliye doğarmış” diye mırıldanıp
güldü. Köyü aklına geldi. Ninesi sabah herkesten evvel kalkar anasına ve kız
kardeşlerine “gııı! Yatıp durumusunuz? galkın gari. Üstünüze Güneş doğmuş,
sidiklilee!” diye bağırırdı.
Nineciği anacığı kardeşleri aklına gelince “ne günledi
be?” dedi.
Gerçekten en mutlu günleri askere kadar yaşadığı
süreydi. “Bubası” odun kaçakçısıydı. Daha doğrusu kaçak kök kazıp gelir,
özellikle kahveci fırıncı esnafına ve kasaba halkına satardı. Şimdiki gibi tüp
icat olmamıştı. Olduysa bile onun köyüne, kasabasına daha bu “icat”
uğramamıştı. Kömür de bilinmezdi. Evlerde odun, kahve ve fırında da kök” odunu
yakılırdı. Kökün közü “guvvatlı” olurdu. Hem de iyi dayanırdı. Kök evlerde pek
yakılmazdı. Çünkü diğer oduna göre pahalıydı. Ayrıca her soba kökün közünün
ateşine dayanmazdı. Kök yakmak için kuzine lazımdı. O da her evde bulunmazdı.
Onun için kökü evlerde zenginler kullanırdı.
Kadınlar çamaşır yıkayacakları zaman kahveden,
fırından kül isterlerdi. Küllü suyla yıkanan çamaşırlar kar gibi bembeyaz
olurdu.
İşte onun “bubası” da daha çok kök kazıp satan
oduncuydu. Nasıl olduysa kereste kaçakçılarına takılmıştı. Onlar önceden
ormancıların dağda gezmeyeceği geceyi nasılsa öğrenir o gece yanlarına
aldıkları oduncularla birlikte önceden tespit ettikleri çamları çabucak kesip
kamyona, traktöre yükler götürürdü.
İşte o gece yine “bubasını” çağırmışlardı.
Anacığı yalvarmıştı gitme diye. “Kök neyimize yetmiyo.
Şükür geçinip gidiyoz. O iş tehlikeli gitme” diye yalvarmıştı. “bubası” “öyle
diyon emme. Çocukla büyüyo. Oğlan yakında esgere gidicek. Paramız yetmiyo. Hem
yövmiyeleri de artırdıla. Bi gecede onbeş gün kökden gazandığımı alıyon. Hem
kök çok mu golay? Gecenin bi vaktı ormancıya gözükmüden kasabaya inmek golay mı
zannediyon?” dedi.
Anası “onlara ormancı işlemeyo mu? Dağın dilberim
torlarını devirip devirip götürüyo körolasılar” dedi. ‘Bubası’ “tabi onlara
ormancı işlemeyo. Orda bu çalışıyo bu çalışıyo” diye para sayar gibi yapıp
çıkmıştı. Anası ardından “naha onların adı batsın, boyu devrilsin” diye
ilenmişti.
O anasının “bubasına” mı? Ormancıya mı? Yoksa
kaçakçılara mı? “ilendiğini” anlamamıştı. Ninesiyle birlikte o da “boyu
devrilesiceler” demişti.
Kardeşleri daha küçüktü. Uykulu gözlerle bir şey
anlamadan bakıyorlardı. ‘Bubası’ gidiş o gidiş.
Ertesi gün öğle vakti ormancılar bir eşeğin üstüne
sardıkları ‘bubasının’ ölüsünü getirip evin önüne bırakmışlardı.
‘Bubasının’ dağda ölüsünü bulunca jandarmaya haber
vermişler; jandarma da savcı ve doktorla gelmiş. Doktor ‘bubasını’ torun
altında bulunca otopsiye gerek görmemiş “kestiği ağaç altında kalarak ölmüş”
diye rapor tutmuş ve savcıyla birlikte “köyüne götürülüp gömülsün” diye muhtara
bildirmişlerdi.
Bütün bunları ‘bubasının’ ölüsünü ormancılar eşeğin
sırtına sarıp geldiklerinde yanlarında gelen muhtar anlattı.
Ninesi “ötekiler nerdeymiş? Boyu devrilesi kereste
gaçakçıları nerdeymiş? Benim oğlan bi başına mı toru devirmiş? Oğlumun ölüsünü
goyup gaçanla nerdeymiş?” diye habire soruyordu.
Muhtar şaşalamıştı. ‘Bubasının’ ölüsünü sarıp getiren
ormancı “ne ötekileri teyze? Oğlun orda tek başınaymış. Zaten senin oğlanı kaç
kez kök getirirken yakaladım da idare ettim” demiş.
Ninesi “heç bile yalnız değildi. Onu oraya patronları
götürdü. Onla nerdeymiş? Tabi söylemezsiniz. Onla sizi doyuruyo tabi” diye
söylenince ormancı “orasını karıştırma. Hem sizin evde kaçak odun var. Bir
tutanak tutarsam iflahınız gevrer” diye sertçe çıkışmıştı. Bu arada muhtar
kaşıyla gözüyle ninesine “sus” işareti yapıyordu.
Ormancının koluna girdi “sen bunlan gusuruna bakma.
Acıyla ne sölediklerini bilmeyo” diyerek ormancıyı oradan uzaklaştırdı.
Ormancının giderken “bunların kulanı bük; fazla ileri
geri konuşmasınlar” dediğini muhtarın “sen merak etme; ben her bişeyi söyler,
tembihlerim” dediğini o da duymuş bir şey anlamamıştı.
Ormancı gittikten sonra muhtar köylüler geldi.
Kadınlar ninesi ve anasıyla yas tutup, ağıt yakarken erkekler ‘bubasının’
ölüsünü yıkayıp camide namazını kıldırıp, götürüp mezara defnetmişlerdi.
Babası öldükten sonra o dört sene ev işlerine yardım
etti. Evin erkeği olarak her işe koştu. Bu arada Keziban kızla yavuklu oldu.
Gizlice görüşüyordu. Bunu bir ninesi biliyordu. O da torununa “sen hayırlısıyla
eskere git gel, o vakit gide isteriz” demişti. O da askerliği gelince askere
gitmiş; bir an evvel bitip de Keziban kıza kavuşmak için izin bile kullanmamış,
teskereyi iple çekmişti. Teskere günü gelince sevinçle askerlik yaptığı yerin
çarşısına gitmiş; ninesine, anasına, kardeşlerine ve tabi Keziban kıza da
hediyelikler alıp köyün yolunu tutmuştu.
O gün kasabaya gelmişti. Köye giden dolmuş köyde gelin dolaştıracağım
diye erken kalktığından dolmuşa ucu ucuna yetişmişti. “Allah var ya” aklına
düğün kimin diye sormak gelmemişti. O yalnız Keziban kızı düşünüyordu.
Köye gelince doğru eve koşmuştu. Eve girdiğinde hem
anası, hem ninesi ‘sevinmek şurda dursun’ ölü görmüş gibi ona baktılar.
Şaşırmış bir şey anlamamıştı. “Hayırdır hortlağa mı benzettiniz beni? Ben
geldim ben, oğlunuz” deyince önce ninesi kalkıp boynuna sarılmış “abo sevinmez
miyiz? Ay oğlum, sevinmez miyiz? Benim gadersiz torunum, sevinmez miyiz?” deyip
bir yandan sarılıp, bir yandan yas ediyordu. Anası kardeşleri de ona
sarıldılar. Hepsi feryat figan ağlaşıyordu.
Şaşırıp kalmıştı. Neden sonra sakinleştiler. Ninesi
olan biteni ona bir bir anlattı. O askerde iken Keziban’ı muhtar oğluna
istemiş. Kız “gatiyen olmaz, ben başkasını seviyom” dediyse de babası muhtarın
verdiği başlık parası çok olduğu için Keziban’ı muhtarın oğluna vermişler.
Dolmuşçunun yetişmem lazım diye acele ettiği düğün
Keziban’ın düğünüymüş. O bunu duyunca ‘samıt gibi olmuş.’ Ne söylenirse sanki
duymuyormuş. Bir hafta evden çıkmamış. Askerden geldiği için “hayırlı olsuna”
gelenlerle bile görüşmemiş.
Bir hafta sonra da köyden çıkmış, çıkış o çıkış. Bir
daha köye dönmemiş. Anası ninesi uzunca süre peşinde koşmuş doktorlara,
hocalara götürmüşler. Hiçbir çaresini bulamamışlar. O o gün, bu gündür kasabada
mecnun gibi yaşamış. Bir süre sonra ninesi de, anası da ölüp gitmiş. Kardeşleri
kocaya varmış. O bunları hep duyup, bilip, görüyormuş. Ama kendi acısıyla hiç
umursamamış.
Bu kasabada onun, bunun işini görerek, yük boşaltıp,
yükleyerek, verilen eskimiş üstbaşla, bir lokma yiyecekle bu güne gelmiş. Bu
gün de burada gecenin ilk yarısından beri çimento kamyonunu bekliyordu.
Tekrar yola baktı. Gelen giden yoktu. Biraz daha
ellerini ovup zıpladı. Güneş hafiften ısıtmaya başlamış; sabah serinliğinin
acısını almıştı. Birden bir kamyon sesi duydu. Koştu yola çıktı. Kamyon
yaklaşınca el etti. Şoför de onu tanımıştı; arabayı durdu. Şoförün yanındaki
basamağa tutundu. Depoya kadar öyle gitti.
Depocu daha yeni gelmişti. Kamyonu
ve kamyonun yanı başında asılı onu görünce şoföre “ooo!. Bizim deli oğlan seni
bulmuş” dedi. Şoför kamyonu yanaştırdı. O kapakları açtı. Onlar vermece, o alıp
istif etmece; diğerleri gelmeden kamyonu bir çırpıda boşalttı.
Orada
bulunanların hepsi “maşallahı var bunun” dediklerinde koltukları kabardı.
Deponun sahibi “biraz dinlen, sonra şişçiye git bi güzel garnını doyur” dedi. O
çimentoların yanında oturdu; şoförün verdiği sigarayı ‘tellendirdi.’ Bir iki
nefes çekip attı.
Sigara içmez arada bir verirlerse bir iki nefes çekip
atardı. Biraz dinlenmişti. Diğer işçiler gelip çimentoların indiğini görünce
biraz eksiklenmişler ve ona “aferin deli olan bize iş bırakmamış” diye
akıllarınca onu enayi yerine koyup eğlenmişlerdi.
O bunlara hiç yüz vermezdi. Kalktı depo sahibiyle,
şoföre “hadi eyvallah” deyip şişçiye gitti. Patronun selamını söyleyip ikilik
bir şiş söyledi. Adamakıllı karnını doyurdu. Çıktı doğru benzinliğe gitti. Boş
olduğu zamanlar hep o benzinliğe giderdi. Onunla yalnız o benzinliğin sahibi
dalga geçmez, dalga geçenlere kızardı. Benzinliğe vardı.
Benzinliğin sahibi onu
görünce sanki yakınıymış gibi “sen nerdeydin kaç gündür. İnsan hiç haber vermez
mi” dedi. Sonra “sen çimento indirmişsin herhalde. Üstün başın toz içinde
kalmış. Gel seni bi yıkayayım” deyip kolundan tuttuğu gibi benzinliğin arkasına
götürdü. Fırça ve hortumla bi güzel yıkadı. Onun için eski elbiselerinden
getirmişti. Onları giydirdi. Çıkardığı elbiselerini ateşte yaktı. Saçını da
usturayla bir güzel kazıdı. “hah şöyle bit pire kalmadı ter temiz oldun” dedi.
Gerçekten çok rahatlamıştı; gitti ilerdeki armudun dibinde bir güzel uyku
çekti. Sonra uyanınca benzincinin verdiği ot ekmeği dürümünü aldı; bir şişe de
su doldurdu, doğru geceleri kaldığı inşaata gitti.
Günler böyle böyle
geçiyordu. Hava soğumaya başlamıştı. Geceleri de ayaz oluyordu. Kış bu sene çok
sert başlamış, kar erkenden yağmıştı. O gece inşaatın bodrumunda çimento
torbalarından yaptığı yatakta yatmıştı. Gece ayaz olunca “uyur galır da, buyup
ölürün” diye kalkıp kalkıp zıplamış uyumamaya çalışmıştı.
Ama gecenin yarısında
uyku adamakıllı bastırınca; çimento torbalarını üstüne yorgan gibi örtüp öylece
uyumuştu. Sabah inşaatın sahibi, “ne var ne yok?” diye inşaatına bakmaya
gelince bir koku duyup bodruma inmiş; orada onun öldüğünü fark edince koşarak
insan çağırmaya gitmiş; bu sırada haberi duyan herkes koşup gelmiş, birileri de
doktora ve savcıya haber vermişti. Bunun üzerine savcıyla birlikte gelen doktor
onu incelemiş; otopsi yapmaya bile gerek duymadan “donarak ölmüş” diye rapor
tutup, morga kaldırılmasını söylemiş.
Bu arada köyüne kardeşlerine haber
vermişler. Köylüleri, kardeşleri, enişteleri koşup gelmiş; ölüsünü yıllar önce
çıkıp gittiği köye götürüp gömmüşler.
Ölümüne en çok benzinciyle, acısını içine
gömen Keziban kız üzülmüştü.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder