İki önce yıl vefat
eden dayımla o gece onun göl kenarında kurduğu çadırda sabahlamıştık.
Aramızda fazla yaş
farkı olmadığı için iyi anlaşırdık.
Kendisi uzun zamandır
Almanya’da işçi olarak çalışmış; çocukları da orada evlenip ev bark sahibi
oldukları için oraya yerleşmiş gibiydi. Yazları
arada bir ‘o yaz olduğu gibi’ gelir ve göl kenarına çadır kurardı.
O gün de birlikte
sabahladığımız çadırdan çıkmış elimizde biralar göl kenarında kumlara uzanmış
sohbet ederken ilerideki köpekleri gösterip “O köpekleri görüyor musun? Onlar çok
özel köpek” dedim. Güldü “ne özelliği varmış? Kestellinin köpekleri değil mi
onlar?” diye sordu.
Geçtiğimiz yıl vefat
eden “Kestelli” dediğimiz de aynı ilçeden hemşehrimizdi. Hani “kendine özgü
yaşamı var” denir ya! Kestelli de öyle biriydi. “Kestelli” lakabını nasıl aldı
bilmiyorum. Ancak at arabacılığıyla ailesini geçindiren yoksul bir babanın oğlu
olmasına rağmen yaşamın zor koşullarına teslim olmayan biriydi.
Kendinin ve ailesinin
geçimi için sürekli arayış içinde olunca ister istemez farklı, kimilerine
aykırı gelen yaşamları korkusuzca seçen biriydi. Karşıdan bakan onu “kaygısız,
gününü gün eden biri olarak görürdü.” Bir gün rast geldiğimde “ne var ne yok
Ömer?” diye sorunca “altı yok pabuç gibi sürünüyoz abi” derken yüz ifadesinde
“yaşamak için direniyorum” der gibiydi.
Ailesi ve
çocuklarıyla çok ilgisiz gibi görünmesine rağmen o gün “çoluk çocuğu geçindirmek için ne iş varsa yapıyorum abi” derken ki kararlılığı ‘onun bütün
gayretinin’ ailesinin geçimi üzerine olduğunu gösteriyordu
Neyse hikayenin
konusu onun yaşamı değil köpekleriydi.
Onu ilçedeki diğer
insanlardan ayıran bir özelliği de köpeklerle kurduğu iletişimdi. Öyle ki!
İlçenin bütün köpekleri onun dostu gibiydi. Küçük yaştan itibaren onları başına
toplar, birbiriyle boğuşturur; onlarla oynardı. Köpekler de nerede onu görse
başına toplanırdı. Aslında onun yaşamı ve köpeklerle kurduğu iletişim onun çok farklı
bir insan olduğunu gösteriyordu.
Farklı yaşamıyla
“Kestelli” lakabı olan Ömer “nereden gördü?” veya duyduysa; tur arabalarıyla
Pamukkale veya Antalya’ya giden turistlerin Salda Gölü kenarındaki tesislerde
dinlenmek ve öğle yemeği için verdiği molada onlara bindirmek için bir deve
alıp geldi ve göl kenarında yazın kurduğu çadırda o deve ve tabi bir de eşekle
turistleri gezdirerek geçimini sağlamaya başladı.
Haliyle o göl
kenarına çadır kurunca ilçeden bir çok köpek onunla göl kenarına taşınmıştı.
Çok özel dediğim o
köpeklerdi.
Dayıma, “öyle deme! O
köpekler orada öyle yatar. Yalnız yabancı turist gelince hareketlenir. Yeli
turiste yüz vermezler” dedim.
Dayım gülerek “ne
yani? ‘Gelenin yerli mi? Yabancı mı?’ olduğunu nasıl anlıyorlar? Koklayarak mı?”
diye inanmadığını ifade edercesine sordu. “Ben de bilmiyorum; ama kesin
biliyorlar. Biraz sonra görürsün” dedim.
Bir yandan biramızı
içip sohbet ederken, diğer yandan köpekleri gözlüyorduk.
Gerçekten köpekler
etrafta dolaşan yerli tatilcilere ve onların çocuklarına aldırmadan öylece
uzanmış yatıyorlardı. Yerli tatilciler köpekleri görünce çocuklarına “aman o
tarafa gitmeyin köpekler ısırırlar” diye uyarıyor; köpekler hiç kıpırdamadan
yattığı halde çocuklarına bir şey yapar endişesiyle yerden taş alıp “hoşt!
köpek!” diye onlara o taşları atıyorlardı.
Köpekler bunun
üzerine yerlerinden kalkıp; ‘taşın kendilerine ulaşamayacağı’ biraz ileriye
kumlara uzandı.
Biz de öyle
seyrediyorduk.
Öğleye doğru
yukarıdaki tesislere turist arabaları gelmeye başladı. Orada mola veren
turistler yemek molası öncesi veya sonrası göle inerlerdi. Köpeklerin de onları
beklediğini biliyordum.
Biraz sonra yukarıda
arabalardan indiğini zannettiğim bir bayan, bir bay ve bir çocuk göle doğru
yürüdü. Ben köpeklerin özelliğini ispatlamak için “bak şimdi gösteri başlıyor”
dedim. Bu üç kişi geldi köpeklerin öte yanından geçip gölün içine girdiler.
Köpekler öyle miskin
yatıyordu. Dayım “ne oldu?” dedi.
Şaşırmış, bakıyordum.
Bir şey anlamamıştım. Bu sırada yukarıdan kalabalık bir gurup sökün etti. Daha
onlar yaklaşmadan bizim köpekler canlandı; ‘hoplamaya, zıplamaya, kumda
taklalar atmaya’ başlayınca rahatladım.
“Nasılmış?” diye
dayıma baktım.
Köpekler yanlarına
gelen gurubun etrafında fır dönüyor; onlar da elleriyle onları okşayarak
karşılık veriyordu.
Özellikle çocuklar
köpeklerle hoplaya zıplaya oynuyordu. Sanırım ellerinde yiyecekler vardı.
Onları köpeklere verdiler. Hep birlikte köpekler yanlarında gölün içine
girdiler. Orada karşılıklı şakalaşma devam etti.
Bir süre sonra gölden
çıktılar köpeklerle vedalaşıp gittiler.
Onlar gidince
köpekler ilerideki kumlara 'boylu, posunca' uzanıp yattılar.
Dayım “iyi ama; ilk
gelen turiste niye ilgi göstermediler? Demek ki öyle çok seçici değillermiş”
dedi. Ben de anlamamıştım.
İlk gelen üç
kişi hala gölün içinde geziniyordu.
Sonra çıktılar. Bayan çocuğun elinden tuttu. Köpeklerden uzak bize yakın
geçiyorlardı. Aralarındaki konuşma bize kadar geliyordu. Bu konuşmalardan
onların yerli turist olduğunu anladık.
Ben “ne haber? Onların
yerli turist olduğunu uzaktan hissetmiş ve onun için ilgi göstermemişler”
dedim.
Dayım “Haklısın. Biz
anlamadık onlar anladı. Bu yabancılar hayvanları çok sever. Demek ki hayvanlar
‘nerede olursa olsun?’ bunu hissediyor” dedi. Sonra Almanya’da yalnız köpeklere
değil; bütün hayvanlara nasıl ilgi gösterildiğini ‘kendi görüp yaşadıklarından’
uzun uzun anlattı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder