2 Şubat 2017 Perşembe

KESTELLİNİN KÖPEKLERİ



İki önce yıl vefat eden dayımla o gece onun göl kenarında kurduğu çadırda sabahlamıştık.

Aramızda fazla yaş farkı olmadığı için iyi anlaşırdık.

Kendisi uzun zamandır Almanya’da işçi olarak çalışmış; çocukları da orada evlenip ev bark sahibi oldukları için oraya yerleşmiş gibiydi. Yazları  arada bir ‘o yaz olduğu gibi’ gelir ve göl kenarına çadır kurardı.

O gün de birlikte sabahladığımız çadırdan çıkmış elimizde biralar göl kenarında kumlara uzanmış sohbet ederken ilerideki köpekleri gösterip “O köpekleri görüyor musun? Onlar çok özel köpek” dedim. Güldü “ne özelliği varmış? Kestellinin köpekleri değil mi onlar?” diye sordu.

Geçtiğimiz yıl vefat eden “Kestelli” dediğimiz de aynı ilçeden hemşehrimizdi. Hani “kendine özgü yaşamı var” denir ya! Kestelli de öyle biriydi. “Kestelli” lakabını nasıl aldı bilmiyorum. Ancak at arabacılığıyla ailesini geçindiren yoksul bir babanın oğlu olmasına rağmen yaşamın zor koşullarına teslim olmayan biriydi.

Kendinin ve ailesinin geçimi için sürekli arayış içinde olunca ister istemez farklı, kimilerine aykırı gelen yaşamları korkusuzca seçen biriydi. Karşıdan bakan onu “kaygısız, gününü gün eden biri olarak görürdü.” Bir gün rast geldiğimde “ne var ne yok Ömer?” diye sorunca “altı yok pabuç gibi sürünüyoz abi” derken yüz ifadesinde “yaşamak için direniyorum” der gibiydi.

Ailesi ve çocuklarıyla çok ilgisiz gibi görünmesine rağmen o gün “çoluk çocuğu geçindirmek için ne iş varsa yapıyorum abi” derken ki kararlılığı ‘onun bütün gayretinin’ ailesinin geçimi üzerine olduğunu gösteriyordu

Neyse hikayenin konusu onun yaşamı değil köpekleriydi.

Onu ilçedeki diğer insanlardan ayıran bir özelliği de köpeklerle kurduğu iletişimdi. Öyle ki! İlçenin bütün köpekleri onun dostu gibiydi. Küçük yaştan itibaren onları başına toplar, birbiriyle boğuşturur; onlarla oynardı. Köpekler de nerede onu görse başına toplanırdı. Aslında onun yaşamı ve köpeklerle kurduğu iletişim onun çok farklı bir insan olduğunu gösteriyordu.

Farklı yaşamıyla “Kestelli” lakabı olan Ömer “nereden gördü?” veya duyduysa; tur arabalarıyla Pamukkale veya Antalya’ya giden turistlerin Salda Gölü kenarındaki tesislerde dinlenmek ve öğle yemeği için verdiği molada onlara bindirmek için bir deve alıp geldi ve göl kenarında yazın kurduğu çadırda o deve ve tabi bir de eşekle turistleri gezdirerek geçimini sağlamaya başladı.

Haliyle o göl kenarına çadır kurunca ilçeden bir çok köpek onunla göl kenarına taşınmıştı.

Çok özel dediğim o köpeklerdi.

Dayıma, “öyle deme! O köpekler orada öyle yatar. Yalnız yabancı turist gelince hareketlenir. Yeli turiste yüz vermezler” dedim.

Dayım gülerek “ne yani? ‘Gelenin yerli mi? Yabancı mı?’ olduğunu nasıl anlıyorlar? Koklayarak mı?” diye inanmadığını ifade edercesine sordu. “Ben de bilmiyorum; ama kesin biliyorlar. Biraz sonra görürsün” dedim.

Bir yandan biramızı içip sohbet ederken, diğer yandan köpekleri gözlüyorduk.

Gerçekten köpekler etrafta dolaşan yerli tatilcilere ve onların çocuklarına aldırmadan öylece uzanmış yatıyorlardı. Yerli tatilciler köpekleri görünce çocuklarına “aman o tarafa gitmeyin köpekler ısırırlar” diye uyarıyor; köpekler hiç kıpırdamadan yattığı halde çocuklarına bir şey yapar endişesiyle yerden taş alıp “hoşt! köpek!” diye onlara o taşları atıyorlardı.

Köpekler bunun üzerine yerlerinden kalkıp; ‘taşın kendilerine ulaşamayacağı’ biraz ileriye kumlara uzandı.

Biz de öyle seyrediyorduk.

Öğleye doğru yukarıdaki tesislere turist arabaları gelmeye başladı. Orada mola veren turistler yemek molası öncesi veya sonrası göle inerlerdi. Köpeklerin de onları beklediğini biliyordum.

Biraz sonra yukarıda arabalardan indiğini zannettiğim bir bayan, bir bay ve bir çocuk göle doğru yürüdü. Ben köpeklerin özelliğini ispatlamak için “bak şimdi gösteri başlıyor” dedim. Bu üç kişi geldi köpeklerin öte yanından geçip gölün içine girdiler.

Köpekler öyle miskin yatıyordu. Dayım “ne oldu?” dedi.

Şaşırmış, bakıyordum. Bir şey anlamamıştım. Bu sırada yukarıdan kalabalık bir gurup sökün etti. Daha onlar yaklaşmadan bizim köpekler canlandı; ‘hoplamaya, zıplamaya, kumda taklalar atmaya’ başlayınca rahatladım.

“Nasılmış?” diye dayıma baktım.

Köpekler yanlarına gelen gurubun etrafında fır dönüyor; onlar da elleriyle onları okşayarak karşılık veriyordu.

Özellikle çocuklar köpeklerle hoplaya zıplaya oynuyordu. Sanırım ellerinde yiyecekler vardı. Onları köpeklere verdiler. Hep birlikte köpekler yanlarında gölün içine girdiler. Orada karşılıklı şakalaşma devam etti.

Bir süre sonra gölden çıktılar köpeklerle vedalaşıp gittiler.

Onlar gidince köpekler ilerideki kumlara 'boylu, posunca' uzanıp yattılar.

Dayım “iyi ama; ilk gelen turiste niye ilgi göstermediler? Demek ki öyle çok seçici değillermiş” dedi. Ben de anlamamıştım.

İlk gelen üç kişi  hala gölün içinde geziniyordu. Sonra çıktılar. Bayan çocuğun elinden tuttu. Köpeklerden uzak bize yakın geçiyorlardı. Aralarındaki konuşma bize kadar geliyordu. Bu konuşmalardan onların yerli turist olduğunu anladık.

Ben “ne haber? Onların yerli turist olduğunu uzaktan hissetmiş ve onun için ilgi göstermemişler” dedim.

Dayım “Haklısın. Biz anlamadık onlar anladı. Bu yabancılar hayvanları çok sever. Demek ki hayvanlar ‘nerede olursa olsun?’ bunu hissediyor” dedi. Sonra Almanya’da yalnız köpeklere değil; bütün hayvanlara nasıl ilgi gösterildiğini ‘kendi görüp yaşadıklarından’ uzun uzun anlattı.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder