28 Ekim 2016 Cuma

ÖTEKİLERİN HİKAYESİ CUMHURİYETİN AYDINLANMA SÜRECİNİN HİKAYESİNİN İKİNCİ BÖLÜMÜ




Böylelikle ilk geldikleri sıradaki gerginlik gitmişti.
Bundan memnun olan Tahsin efendi “durun o zaman size bir kahve söyleyeyim. Malum bir kahvenin kırk yıllık hatırı varmış. Yanınızda hatırlı olalım” dedi.
Onun bu sözlerine Ali efendi de Hayri efendiyle birlikte itiraz edip “olur mu Tahsin efendi. Sizin hatırınız zaten var” diye cevap verdi.
Tahsin efendi onların bu gevşemesinden memnun kahve söylemeye çıkıyordu; Hayri efendi “sen zahmet etme. Bizim Arif efendiye sözümüz var. Kahveyi onunla içeceğiz. Biz hatırını soralım diye şöyle bir uğradık. Öyle değil mi Ali aga?” deyince o sıra boş bulunan Ali efendi “ne dedin anlamadım?” diyecekti; ama hemen kendine geldi “Hayri aga doğru söyler Tahsin efendi. Biz sonra içelim kahveni” dedi. O sıra ayağa kalkan Hayri efendiyle birlikte Tahsin efendiyle vedalaşıp çıkıp gittiler.
Arkalarından bakan Tahsin efendi yanına merakla gelen Çetin efendiye “ağalar laf almaya geldi; ama havalarını aldı. Bir gaz verdim havalara uçtu kerizler” dedi.
Onun bu sözleri Çetin efendiyi çok rahatlatmıştı. Çünkü son zamanda çok korkak olmuştu. Hele jandarma komutanı geçen hafta onu çağırıp “Çetin efendi köylerde abuk sabuk konuşuyor, Gazi hazretlerini kötülemeye kalkıyormuşsun ayağını denk al” dediğinden bu yana daha korkaklaşmıştı. Aslında Tahsin efendinin durumu da aynıydı; ama huyundan da vazgeçemiyordu. Nedense cumhuriyete karşı içinde kin vardı.
Ama Hayri efendi o sıra Ali efendiye “bu mendeburların önüne zor geçilecek Ali aga. Bunların hakından gelmek için cumhuriyete dört elle sarılmalı” diye söyleniyordu
Bu şekilde kendi aralarında Tahsin efendiyi çekiştirip Gaziyi överek hana vardılar. Hancı Arif efendi her zaman olduğu gibi hanın yanındaki kahvenin önünde çınar ağacının altında sandalyeye oturup çelmiş bacağını nargile tokurdatıyordu. Muhtarları karşıdan gelirken görünce gülümseyerek “nereden böyle muhtarlar?” dedi.
Hayri efendi erkenden davranarak “kaymakamın toplantıdan Arif efendi” deyince Arif efendi “arkadaşlarınız gelip gideli çok oldu” diye cevap verdi. O sıra Hayri efendi oradan bir sandalye aldı; Ali efendi de arkasında elinde sandalye gelip Arif efendinin yanına oturdular. Hayri efendi “doğru; biz geriye kaldık. Kaymakamın tembihleri vardı. Oradan Tahsin efendiye uğradık” deyince Arif efendi “Ne yapıyor Tahsin efendi?” diye sordu.
Hayri efendi “Kavak muhtarıyla laflıyorlarmış. Biraz da biz lafladık. Kahve ısmarlayacaktı; ‘Arif efendiye sözümüz’ var deyip kalkıp buraya geldik” dedi.
Ali efendi onun Tahsin efendiyle konuşmalarını, çıktıktan sonra “bu mendeburların önüne zor geçilecek Ali aga. Bunların hakkından gelmek için cumhuriyete dört elle sarılmak gerek” deyip şimdi burada Arif efendiye böyle konuşmasını görünce içinden “bu Hayri aga valla komitacı. Gevezelik ne bilmiyor” diye geçiriyordu.
Gerçekten Hayri efendi şen şakrak biri görünmesine karşı laf taşıma konusunda çok ketumdu. Burada da gerekmediği için Tahsin efendiyle konuşmalarının ayrıntısına girmek istememişti.
Onun bu ketum hali Arif efendinin hoşuna gitmişti. İçinden “Hayri efendinin ağzı sıkı… Aferin” diye geçirirken gülümseyerek “doğru ben de nargileyi kurdum; kahve içmek için bir arkadaş bekliyordum” dedi ve dışarı çıkan garsonu çağırdı. Nasıl kahve içtiklerini sordu. Muhtarlar ‘orta’ deyince;  üç orta kahve siparişi verdi.
Kahveler geldiği sırada köşedeki kasaba giren doktor Süleyman bey onları gördü. Kasap dükkanında kıyma siparişini verdi; Kasap Hasan efendiye “Hasan efendi siz benim siparişi hazırlayın ben Arif efendiye bir merhaba diyeyim. Sonra gelir alırım” dedi.
Hasan efendi gülümseyerek “baş üstüne doktor bey. Ben şimdi hazırlarım. Sonra belki gelip size katılırım. Hacı efendi yakın komşum; ama epeydir ben de görmedim; ben de bir merhaba diyeyim” dedi.
Doktor gülümseyerek “olur ben sana orada yer ayırtırım” deyip çıktı ve Hacı Arif efendilerin yanına yürüdü.   
Onun yanlarına geldiğini ‘yönü o tarafa dönük olan’ Hayri efendi gördü ve gülümseyerek ayağa kalkmaya davrandı. Arif efendi muhtara “niye kalktın?” diyecekti; baktı doktor yanı başına gelmiş; hemen toparlandı “ooo! Doktorum. Seni hangi rüzgar attı böyle?” dedi.
Doktor Süleyman bey gülümseyerek “baktım muhtarları almışsın karşına. ‘Ben de katılayım da iki laflayayım’ dedim Hacı efendi. Herhalde bir kahve de bana ısmarlarsın” deyince Arif efendi “o nasıl söz doktorum. Senin başımız üstünde yerin var. Kahve ne demek? İstersen sana oğlak kesip çeviririm” diye karşılık verdi ve garsona doktor için de kahve söyledi.
Onlar birbirine böyle iltifat yağdırırken muhtarlar saygılı bir tavırla bakışıyordu…
Arif efendi “bugün kaymakam bey muhtarları toplamıştı. Ben de arkadaşlara o toplantıyı soruyordum. Malumunuz Ankara yeni yeni kararlar alıyor” diye niye muhtarlarla birlikte olduğunu açıkladı.
O böyle deyince doktor birden ciddileşti. “Ee! Yeni bir devlet kuruluyor. Her gün yapacak iş vardır mutlaka. Yeni bir cumhuriyet kurmak kolay değil. Gazi hazretleri düşmanı denize döktü; ama asıl şimdi işi zor. Bu millete yenilikleri kabul ettirmek kolay değil” deyince Arif efendi “doğru söylersin doktor bey. Kızıl ağız çok. Ellerinden gelse her şeyi ters yüz edecekler; ama sağolsunlar bizim muhtarlar gibi dirayetli yöneticiler var. Allahın izniyle Gazi hazretlerinin yükünü elbirliğiyle üzerinden alacağız. Bak şimdi de millet mektepleri açılıyormuş. Millete yeni yazıyla okuma yazma öğretecekler” dedi.
Onun bu sözleri doktoru heyecanlandırmıştı. “Deme yahu. O ne muazzam teşebbüs öyle. İnşallah başarılır. Çünkü her melanetin başı cehalet… Cehaletin karanlığı. O karanlık yırtılmadan cumhuriyeti kuranlara dirlik yok. Yalnız bu karar ne zaman alınmış? Dün kulüpte kaymakamla beraber bezik oynadık; hiç bahsetmedi” deyince Arif efendi “kaymakam ciddi adam. Devlet işini ortalık yerde konuşursa işin cılkı çıkar diye düşünmüştür” dedi. Sonra muhtarlara dönüp “anlatsınlar bak. Nasıl olacak o iş” deyince doktor geldiğinden bu yana saygılı sessizlik içinde olan muhtarlar kendilerine söz düşünce heyecanlanmıştı.
Birbirlerine bakıştılar ‘sanırım’ Hayri efendi daha yaşlı olduğu için söz ona düşer diye bakışarak karar verdiler; Hayri efendi “doğru dersin doktor bey. Kaymakam tam sizin dediğiniz gibi dedi bize. ‘Karanlığı yırtmamamız lazım. Vatandaş okuma yazma bilecek ki; gazete kitap okuyacak. Süylenen lafı anlayacak’ dedi. Sonra en mühimi da ‘ana babalar okuma yazma üğrenirken çocuklara haves gelecek’ dedi. Biz şimdi küylerde münasip yerleri vatandaş gelip okusun diye yer açacağız” dedi.
Baş muallim Fehmi beyin söylediklerini aktardı. Bu sırada konuşurken baya heyecanlanmıştı. “İşte doktor bey… Kaymakam bize bu gürevi verdi. Biz de gidip o gürevleri yerine getireceğiz” dedi.
Onun böyle millet mekteplerini heyecanla anlatması hem Arif efendiyi, hem de doktoru duygulandırmıştı.
Doktor “muhtarların hepsinin bu işte gönlü var değil mi?” diye sorunca Hayri efendi “yok be ya doktor bey. Aramızda birkaç gızıl ağız var. Mırın gırrın etdiler; emma kaymakam onlara çok sert çıkınca pıtsılar. Kaymakam beye dedik biz. Sıkma canını kaymakamım. Biz o gızıl ağızları yola getirmesini biliriz dedik” diye anlattı.
Karşı çıkanların her zaman olduğu gibi Kavak ve Kayaköy muhtarları olduğunu, çoğunun sessiz kaldığını; ama ‘evelallah’ yola geleceklerini söyledi. Kasabada Tahsin efendinin onlara yüz verdiğini; ama onun da çok korkak biri olduğunu söyleyip, “az önce buraya gelmeden uğradık yanına. Ağzını yokladık. Oradan buraya geldik” dedi.
Doktor Hayri efendiyi gıpta ile izliyordu. İçinden “işte kurtuluş savaşını bunlarla kazandık biz. Akılları erdi mi? Dağları devirecek bunlar’ diye geçirdi; Hayri efendiye “bravo muhtar. Kaymakam bey sizden bahsetmişti; dediği kadar varsınız; bravo” dedi sonra “o muhtarların derdi neymiş?” diye sordu.
Onlardan önce Arif efendi “dertleri ne olacak doktorum. Eskiden hacı hoca muska üfürük işi bitiyorlardı. Şimdi öyle mi? Yasak hepsi… Ondan sokurdanırlar. Yani cumhuriyet menfaatlerine dokundu. Medeni nikahı getirdi. Kadınlara mirastan pay verdi. Tabi bunlara hep karşıydı bunlar” dediği sırada doktor gülümseyerek “hacı hoca işi bitiriyorlar dedin Arif efendi. Sen de hacısın. Seni de sevmiyor bunlar” deyince Arif efendi “benim hacılığım da hocalığım da kedime doktorum. Sevabı da benim günahı da” dedi.
Onun bu sözlerine gülüştüler ve o sıra gelen kahveleri yudumlamaya başladılar.
Doktor Ali efendiye “sizin Hamza dede vardı. Nasıl sağlığı iyi mi? Geçenlerde ona Sıhhiye Musa efendiyle ilaç gönderdim” dedi.
Ali efendi “iyidir doktor bey. Hamza dede maşallah sağlığı yerinde” dediği sırada lafa giren Arif efendi “ne zamanın Hamza pehlivanı o. Maşallah kaya gibi sağlamdır” dedi.
Doktor biraz şaşırmış gibi “Hamza dede pehlivanlık mı yapmıştı?” diye sordu.
Arif efendi “hem de ne pehlivan? Namı buralardan Aydın, Söke ovasına kadar yayılmış. Benim dedemin dostudur o. Dedem onu efeliği zamanından tanırmış” deyince doktor daha şaşırdı “Hamza dede efelik de mi yapmış?” diye sordu.
Arif efendi “tabi ya onun efeliği de vardır. Ama öyle hırsız, uğursuzlardan değil” diye cevap verdi; doktorun merakla baktığını görünce devam etti. (Ali efendi de goca Hamza için bir şeyler biliyordu; ama o bildikleri bekçi Rıza’ya söyledikleri; daha doğrusu Bekçi Rıza’nın ona anlattığı kadar biliyordu. Hayri efendi de kurtuluş savaşı sırasında Yunan Buldan’a dayanınca Goca Hamzanın köylerinden eli silah tutanları ‘Yunana pusu için’ almaya geldiğinde tanımıştı onu. O sıra sağ olan dedesi Hamza dedeye çok itibar etmiş; o köyden altı kişiyi peşine takıp gittikten sonra anlatmıştı onu. Yani ‘Hamza dedenin bir zamanlar yaylalarına eşkıya basıp anasının ırzına geçip katlettiği sırada intikam için dağa çıktığını; epey dağda kaldığını’ onların bildikleri hepsi bu kadardı.)
Arif efendi doktor ve diğerlerinin merakla baktığını görünce “Hamza dedeyi bana dedem anlatmıştı. Bunların köy yaylaya göçtüğünde yaylayı eşkıya basmış. Hamza dede o sıra Aydın tarafında bir bey düğününde güreş tutmak için ordaymış.
Eşkıyalar yaylayı basıyor. Epey mallarını çalmışlar. Karşı koymaya kalkanlardan dört beş kişiyi öldürmüşler. Hamza dedenin babasını ve kardeşlerini yaralamışlar. O sıra üstlerine atılan anasının da ırzına geçip öldürmüşler. Hamza dede neden sonra yaylalarına eşkıya bastığını duyup köyüne geliyor. Orada köylülerden babasını ve kardeşlerinin başına geleni; anasının ırzına geçilip öldürüldüğünü öğrenince çılgına dönüyor. Silahını kaptığı gibi onları bulmak için dağlara vuruyor. Oralarda epey dolaşmış. Sonra Aydın zeybeklerinden Arap Şükrü efe ile buluşmuş. Arap Şükrü’yü Aydın ovasında güreş tuttuğu sırada tanımışmış. Arap Şükrü o sıra düze inip silah bırakan zeybeklerdenmiş. Hamza dede onun sayesinde buluştuğu Zeybek Kamil isimli efeye katılıyor. Zeybek Kamil’in ve adamlarının yardımıyla yaylalarını basan eşkiyaları bulup haklamış. Sonraları epey dağda gezmiş.
O sıralar bu dağlar bile kum gibi eşkıya kaynarmış. Asker kaçakları, köyünde biriyle maraza çıkaran kaptı mı silahı ‘ver elini dağlar’ Hepsi de kendine uygun bir gurup bulur onun içinde kalırmış.
Daha yakınlarda kadar bile bizim burdan şehre gece gidemezdik. Mutlaka bir yol kesen olurdu. Yola çıkan gece olmadan kendini yol üzerinde bir hana atardı. Sağolsun Kemal paşa o işe de el attı. Şehirdeki jandarmaya takviye göndermiş. Yakaladıklarını astılar; ‘çok şükür’ onlar kısa sürede asayişi sağladılar. Şimdilerde tek tük kaldı. Onlar da gece silahlı gündüz külahlı cinsinden” diye epey ayrıntılı anlattı.
Doktor “deme yahu. Ben de onun hakkında bazı şeyler duymuştum; ama bunları bilmiyordum. O kurtuluş savaşı sırasında köyleri Yunan baskınına karşı tedbir aldırmıştı galiba. Ben jandarma komutanından onu duymuş; çok etkilenmiştim” dedi.
Sözün kendine geldiğini düşünen Ali efendi “doğru söylersin doktor bey. Hamza dede o sıra ova köylerine sahip çıkmış. Onların paniğe kapılmasının önüne geçmiş. Şimdi bütün ova onu çok sever; hep hatırını sorar” dedi.
Hayri efendi de kendi bildiklerini anlattı.
Kısacası konu millet mekteplerinden Hamza dedeye kaymıştı.
Ali efendi “Hamza dede şimdi cumhuriyetin en has savunucusu. Ne emir gelirse ilk o uygular ve köylüye de ‘bugünlerin gıymatını bilin. Biz Gaziye çok borçluyuz. Bizi insan yerine o koydu’ der” diye devam etti.
Söz döndü dolaştı yine millet mekteplerine geldi. Muhtarlar Arif efendiden ve doktor beyden gitmek için izin istedi.
Hayri efendi “biz vakıtlıca gidelim be ya. Derslik için yer hazırlıcaz. Köylüye millet mekteplerini anladıcaz. Kaymakam ‘elinizi tez dutun… Bugün yarın ders için öğretmen gelir’ dedi be ya” deyince Arif efendi ve doktor “size müsaade’ derken doktor “Köylüye iyi anlatın bunları. Hep beraber cumhuriyetimize sahip çıkalım” dedi.
Hayri efendi Ali efendi hana girdiler; bağladıklar yerden atlarını çıkarıp bindiler üzerine ve ‘ver elini köyüm’ deyip çıkıp gittiler.
Onların arkasından bakan doktor Arif efendiye “biliyormusun Arif efendi? Gazi ‘köylü milletin efendisidir’ diye bunun için söyledi. Biz kurtuluş savaşını bu köylüyle kazandık. Cumhuriyetin başarısını da bu köylüyle elele verip sağlayacağız. Yeter ki inancımızı kaybetmeyelim” dedi.
Millet mekteplerinin çok iyi olacağını, özellikle köylülerin cehaletten kurtulacağında görüş birliği içindeydiler.
O gün muhtarlar vasıtasıyla kasabanın esnafı millet mekteplerini öğrenmiş; dükkanlarda, kahvelerde ve akşam evlerde konuşulan hep bu millet mektepleri olmuştu.
Kimse aslının ne olduğunu tam bilmediği bu olay için kendince bir fikir yürütüyordu. Genel kanı halk için iyi olacağı yönündeydi. Gerçi eski yazının terk edilmesinden homurdanan yok değildi. İyi kötü eski yazı öğrenmiş olanlar veya bir yerlerde okumuş olanlar yeni yazıyla mektep açılacağını duyunca kendilerini kara cahil gibi görmüş “ne yani; şimdi biz sil baştan yeniden okula mı gidicez?” diye tepki göstermişlerdi.
En çok tepki gösterenler yine hacı hoca takımıydı. Ne zamandır okuma, muska gibi şeyler yasaklandığından birçoğunun ekmek kapısı kesilmişti. Çünkü halk arasında özellikle muskaya inanan çoktu.
Kaynanasından şikayetçi gelin veya kocası gözü dışarıda olan eş, evde kalmış kız vb. bir çok konuda dilek ve temennisi olan işi muskayla halledeceğini sanıp iyi muska yazmakla tanınan hacı hocaya taşınıyordu.
Öyle ki; çoğu muskacı kendinin tanıtılması için ‘dümenci’ reklamcı olan ve kazançtan pay alan adam bile tutmuştu. Şimdi işler kesilince o aracı olanlar da ekmeğinden olmuş; onlar da bu tekke zaviyelerin kapatılıp okuma muska işlerinin yasaklanmasından ‘en az’ o işi yapanlar kadar şikayetçiydi.
Yani cumhuriyet hükümeti yeni yeni kararlar alırken her kararı karşısından ‘ayrık otu gibi toplum içinde bitmiş’ o kararlardan çıkarı bozulanların engelini de aşmak zorundaydı.
Yani işler öyle ‘al Ankara’dan bir karar, herkes uysun’ olmuyordu.
Alınan her kararın köylere kadar benimsetilmesi gerekiyordu. Yoksa ‘öyle zart zurtla’ zorlamayla varılacak bir hedef yoktu. Ankara da bunun farkında; her aldığı karar öncesi birçok hesap kitap yapıyor; alınan kararların nasıl uygulanacağı, engel olanların nasıl aşılacağı konusunda enine boyuna düşünülüyordu.
Şapka kanununun Kastamonu’da açıklanması ve Gazinin ilk şapkayı orada giymesi tesadüf değildi. Çünkü Kastamonu İç Anadolu, Karadeniz Bölgesi ve Doğu Anadolu’nun merkezi gibi karakteristik özelliğe sahipti. İlk şapka orada tanıtılınca bu uygulama dalga dalga Türkiye’nin en zor coğrafyasına yayılıp benimsetilmişti. Çünkü Batı ve Güney bu tür yeniliklere çok kapalı değildi.
Buna rağmen hemen her yerde özellikle serpuş denen başlığın terk edilmesi; sarığın din adamları dışında yasaklanması Anadolu kırsalının tamamında tepkiyle karşılaşmış ve uygulamasında epey zorlama olmuştu.
Ama Çamdibi köyündeki Hamza dede gibi köylerde Gaziye gönülden bağlı çok insan vardı. Onlar Gazinin her emrini gözü kapalı yapmaya hazırdı. Alınan karar veya getirilen yeniliklerin en yaman savunucuları da onlar oluyordu.
Bu nedenle kırsal kesimde yöneticiler böyle kişileri arayıp buluyor; onların katkısıyla cumhuriyet için konan her tuğla daha bir kolaylaşarak konuyordu.
Gerçekten cumhuriyet tıpkı bir yapının tuğlalar dizilerek yükselmesi gibi yükseliyor; bu tuğlaların harcı da cumhuriyete; özellikle Gaziye gönülden bağlı olanların inancı ve kararlılığı oluyordu.
Ancak bu şekilde Tahsin Efendilerin, Çetin efendilerin veya Muhtar Osman veya Emin efendilerin veya İmam Hüsnü gibilerin engeli aşılabiliyordu.
Cumhuriyetin getirdiği yeniliklerin en önemlisi olan yeni harf ve okuma yazma seferberliğinin başarısı bu engellerin aşılmasına bağlıydı. Onun için yöneticiler işi çok sıkı tutuyordu. Bunun yani okuma yazmanın adeta bir seferberlik gibi olması düşünülmüştü.
Çünkü cumhuriyetin başarısı, kalıcı hale gelmesi bu seferberliğinin başarısına; yani toplumun cehaletin karanlığından çekilip çıkarılmasına bağlıydı.
Çünkü her melanetin başı cehaletti. Cahil insanlar sürü gibi kolay kandırılıp, istismar edilebiliyordu. Osmanlı yıllarca Anadolu’yu cahil bırakarak Anadolu insanını kendini besleyen bir tarla gibi görmüş o anlayışla bakmıştı. Anadolu insanına ‘adeta’ sultanın kulu olduğu benimsetilmişti. Analar babalar sorgusuz sualsiz “bu çocuklarımız nereye, niçin gidiyor? Dönecekler mi?” vb soruları soramadan yıllarca saltanatın seferlerine asker vermişti evlatlarını.
O seferlerin ganimetinden saltanat faydalanırken Anadolu insanına yitip giden canlarının acısı ve geride bıraktığı çoluğun, çocuğun kaygısı kalmıştı.
Bu son seferberliğe kadar hep böyle olmuştu. O yıllarda evinden şehit vermeyen, kolunu bacağını cephede bırakmayan veya giden canından hiç haber alınamayan aile yok gibiydi.
Özellikle köylerde kadınlar koca olacak erkek bulamaz olmuş, dullar geride kalan çocuklarına hem analık hem babalık yapmış; bir lokma için kadınlar kalan erkeklerin eşleri üzerine eş olmaya, kuma olmaya gönüllü olmuşlardı.
Üretim çok ilkel, yaşam çok zor koşullar altında sürdürülüyordu. Ama bunca zorluğa, sıkıntıya, horlanmaya rağmen Anadolu insanı son savaşında inandığı bir önderin peşine gözünü kırpmadan düşmüş; Osmanlının savaşlarında esir düşmüş olanlar esir dönüşünde ayağının tozuyla yeniden “bu kez kendinin ailesinin, yurdunun kurtuluş savaşı için’ yeniden yollara düşmüş ‘kimi kendini bilmezlerin küçümsemeye veya küçümsetmeye çalıştığı’ her türlü zorluğu yenip ülkesinin kurtuluş savaşını kazanmayı bilmişti.
İşte Anadolu insanının inandırıldığı zaman dağları devirme kararlılığını gören Gazi ve arkadaşları yokluğun içinde yok olup gitmenin eşiğinde olan Anadolu insanıyla yeni bir devlet kurma savaşını göze almıştı.
Bu yeni kurulacak devletse o yılların gözdesi olan cumhuriyet olacak; halk kendini yönetecekleri kendi seçecek; kimsenin kulu kölesi olmadan özgür yurttaş olarak yaşacaktı.
İddia çok büyüktü. Bu büyük iddianın kazanılması için de mutlaka; ama mutlaka cehaletten kurtulmak gerekiyordu. Çünkü hedef alınan çağdaş dünya başarısını yaşadığı aydınlanmaya borçluydu.
Anadolu insanı geç kalınmış bir yolculuğa çok geriden başlıyordu; ama daha önce yola çıkanlara yetişmeden de cumhuriyetin sağlamlaşması olanaksızdı.
Bu yazdıklarım o sıra cumhuriyet heyecanı duyan herkeste olduğu gibi; o kasabanın kaymakamında da vardı.
O gün muhtarlarla toplantı yapıp en son Çamdibi ve Yusufçuk ve diğer iki köyün muhtarıyla görüştükten sonra büyük iç huzuruyla çıkmış; her gün uğramaya alışkanlık edindiği şehir kulübüne gitmişti. Orada kendine beyaz peynir ve bir duble rakı söylemiş ve bir köşeye çekilmişti; aklında millet mekteplerinin uygulanması için neler yapacağı soruları vardı. Çamdibi ve Yusufçuk muhtarlarına bu iş için çok güveniyordu. En kısa zamanda yanına o iki muhtarı alıp köyleri dolaşmaya karar verdi. O sıra aklına Hamza dede geldi. Ne zamandır merak ediyordu onu.
Çünkü Hamza dedenin kasaba ve köyler için bir efsane olduğunu biliyordu. ‘Ah ata binebilseydi’ köylere dolaşırken onu da yanına alsaydı çok iyi olurdu.
Bu aklına gelince içi daha rahatladı. Kendini çok şanslı hissediyordu. Çünkü her kaymakamın böyle muhtarları ve Hamza dede gibi çok sevilip sayılan bir destekçisi yoktu. O keyifle bardaktaki rakıyı diplemişti. Onu karşından izleyen kulüpçü Mehmet saygılı bir şekilde gelip “keyfiniz yerinde kaymakamım; bir kadeh daha istermisin?” diye sorunca kaymakam ‘şöyle bir düşündü sonra keyfini eşiyle paylaşmayı düşündü ve’ “sağ ol Mehmet efendi. Gerçekten çok keyifliyim; ama eve gitmem lazım” dedi hesabı ödeyip gitmek için kalktı.
Karşıda zahire tüccarı Şaban efendi demleniyordu. Bir an için ona takılmayı düşündü. Çünkü Şaban efendinin ova köylüleriyle çok iyi ilişkisi vardı ve cumhuriyet yanlısıydı. Millet mekteplerinin başarısı için ondan yardım isteyebilirdi; ama Mehmet efendiye “eve gideceğim” diye kalktığı için; karasızlık göstermiş olmamak için Şaban efendiye karşıdan “afiyet olsun efendim” dedi. Onun “buyur kaymakam bey” diye davetine teşekkür etti. Çıkarken durdu “Şaban efendi yarın bana uğrayın. Sizinle konuşacaklarım” var dedi. Şaban efendi kaymakamın bu sözleri üzerine heyecanlanmıştı; ayağa kalkıp geldi “emrin olur kaymakam bey. Buyrun bir şey ikram edeyim” dedi. Kaymakam “olur” dememek için kendini zor tuttu “sağolun eve erken gitmem lazım. Yarın onda sizi bekliyorum” dedi vedalaşıp gitti.
Onun arkasından bakıp kalan Şaban efendi yanına gelen Mehmet efendiye “kaymakam bu ara çok değişti” deyince kulüpçü Mehmet efendi “işi zor Şaban efendi. Her gün yeni bir emir geliyor. Kasaba halkı, onca köy… Kolay değil; ama bugün çok neşeliydi” dedi. Şaban efendi yerine dönerken “haklısın Mehmet efendi. İşi çok zor bunun. Ama biz de elimizden geldiğince yardımcı oluyoz. Sen bana biraz daha peynir getir” deyip yerine oturdu.
O sırada Çamdibi muhtarı ve Yusufçuk muhtarı köylerinin yol ayrımına gelmişlerdi. Yolda ikisinin kafasını da Arif efendinin Hamza dede ile söyledikleri meşgul ettiğinden pek konuşmamışlardı.
Yol ayrımına gelince atların gemini çektiler. Yusufçuk muhtarı “Ali efendi sana burdan selametle. Bu mektep işini sıkı tutalım. Ders verilecek yerleri ilk biz düzenleyem de öteki muhtarların hevesi gelsin. Ben bizim köy odasını derslik yapıcem. Orası geniş. Epey insan alır” dedi. Ali efendi “doğru ilk işimiz bu derslikler olsun. Bizim köy güççük. Benim muhtarlık odasının yanında dışarıdan gelen misafirler için bir yer var. Ya orayı ya da aşağıda köylülen toplandığı yer var. Orayı yapıcen” dedi. Sonra en kısa zamanda bir araya gelmeye karar verip vedalaştılar ve köylerine doğru atları sürdüler.
Bu sırada Çamdibi’nde çamaşır telaşı bitmiş; herkes ‘yunup arınmış’ en sona kalan sırttan çıkan çamaşırlar da kaynatılıp serilmişti. Şimdi herkes dışarıya serdikleri hazır, yatak yorgan gibi şeylerin üstlerindeki tavuk, kuş pisliklerini çiteleyip tozlarını silkerek evlere taşıyordu.
Rıza da hem kendilerinin hem kayın pederinin hem de Hamza dedenin dışarı serili yatağı yorganı evlere taşıyordu. Zaten daha önce karısı Zehra ile birlikte her üç odayı da güzelce süpürmüşlerdi.
Rıza taşıdığı yatağı yerli yerince koyup çıktı. En son kendi eşyalarını koymuştu. O sıra evin önünde kardeşiyle oynayan oğlu Ali’yi ve küçük kızını iki koluna aldı ve sokağa muhtarlığa doğru çıktı.
Rıza’nın en büyük zevki oğlu Ali ve yeni dillenen kızı Fatma ile sohbet etmekti. Küçük kız her şeyi yavan; ama çok tatlı söylüyordu. Henüz ç harfini çok iyi çıkaramıyor ç yerine t diyordu. Şimdi de Rıza’nın “gızım anan bugün ne yaptı?” diye sorduğunda “tamaşır yudu” derken çok tatlıydı. Onun bu haline Rıza ve öbür kolundaki Ali katıla katıla gülüyordu. Ali arada bir “abem tamaşır değil çamaşır” diye düzeltirken de tam abi gibiydi.
Rıza’nın başka kardeşi yoktu. Onun için iki çocuğu olduğuna çok seviniyordu. Karısı zayıf olmasa daha çok çocuğu olmasını isterdi; ama ‘ne çare?’ karısı hem zayıf hem de hastaydı. Bu iki çocuğu gören “bunları bu garı mı doğurmuş?” derken şaşkınlık gösteriyordu.
Rıza’nın kolunda çocukları o sıra kafasında gelip giden konular bunlardı.
Muhtarlık yakındı. Oraya dibeğin oraya doğru yürümüştü ki; karşıdan at üzerinde muhtar gözüktü.
Rıza muhtarı görünce çocuklarla ona doğru yürüdü. Muhtar Rıza’yı görünce gülümsedi ve atından indi. O sıra kafasında köye varınca Rıza’ya köyde tellal çağırtıp köylüyü akşama muhtarlığa davet etmek vardı.
Çünkü bir an önce kaymakamın talimatı üzerine derslik yapmaya başlaması gerektiğini düşünüyordu.  Kaymakam en son ayrılmadan “arkadaşlar bu konu milletimizin geleceği için çok önemli. Milleti cehaletten kurtarmak için elimizi çabuk tutalım ki kafası karışık muhtarlar ve köyler sizi görüp harekete geçsin” demişti.
Kafasında bu düşünceler atı yedeğinde Rıza’nın yanına geldi. Rıza da çocuklarını yere bırakıp doğrulmuştu. “Hoş geldin muhtar. Yüzün gülüyor. Hayırdır yeni bir şey mi var?” dedi.
Rıza’nın muhtara böyle soru soruşuna yadırgamayın. Rıza her ne kadar köy bekçisi olsa ve muhtar onun amiri olsa da Ali efendi Rıza’ya öyle amir gibi değil bir arkadaş veya ağabeysi gibi davranır; Rıza da şımarıp haddini aşmazdı. Hele yabancıların yanında hep muhtarın bir adım arkasında olurdu. Ama şimdi baş başaydı.
Ali efendi Rıza’nın sorusu üzerine “hem ne iş Rıza aga, hem ne iş?” dedi. Bu sırada atın geminden tutan Rıza’nın oğlu Ali’nin kafasını okşuyordu.
Merakla bakan Rıza’ya Ali efendi “köylüye mektep açıyoz” dedi. Rıza bir şey anlamamış boş gözlerle bakıyordu. Ali efendi devam etti “Gazi millet mektepleri açılmasını, vatandaşın cahillikten gurtarılmasını emretmiş. Yakında çocuklar için de okul açılcekmiş. Ali de gider artık o okula. Okur büyük adam olur” derken Rıza’nın oğlu Ali’nin başını şefkatle okşuyordu.
Rıza muhtarın söylediklerinden heyecanlanmıştı… Çünkü Çanakkale Savaşına İstanbul’dan genç genç çocuklar gelmişti. Hepsi öğrenciydi. Çoğu orada şehit olmuştu. Çatışma arasında onlardan bir ikisiyle konuşma fırsatı yakalamıştı. Galatasaray lisesinden okuyorlarmış. Çanakkale savaşına gönüllü gelmişler. Onlar da o sıra “bizim en büyük sorunumuz cehalet. Avrupa’da herkes okuyor. İlim irfan peşinde. İnşallah bu İngilizi defedersek biz ülkemizde de İttihat Terakki her yere okullar açacakmış” demişler ve ona evli olup olmadığını sormuşlar; bekar olduğunu öğrenince “abi sağ salim dönersen ve evlenip çoluk çocuğa karışırsan onları ne yap yap okut” demişlerdi.
Kendi kolu uçup hastaneye kaldırıldığından hastabakıcılara o öğrencileri sormuştu. Sorduğu hastabakıcı kadınının gözleri yaşarmış “çoğu şehit oldu. Öbür tarafta senin gibi yaralılardan var” demişti.
Rıza o sıra gördüğü okullu çocuklar aklına gelince hafif sarardı. Muhtar bunu fark edince “ne o aga hastamısın?” diye sordu. Rıza kısaca aklına gelenleri anlattı. Onun bu sözleri muhtarı da heyecanlandırmıştı. “İşde aga. Bunun için işi sıkı dutucez. Sen şimdi al davulu; köy içine şöyle bi doleş. Köylüye akşam yemenden sonra muhtarlığa gelmesi için çağır. Yatsıdan önce işi bitirem” dedi.
Rıza “olur muhtar; şimdi dolaşırım” deyip çocukları yakındaki evine bırakmak için gitti.
Muhtarın aklından Rıza’nın kısaca anlattığı Çanakkale savaşında şehit olan mektepli çocuklar vardı. Akşam köylüye okuma yazma öğrenmenin niye önemli olduğunu anlatırken o mekteplilerden bahsedecekti. Ayrıca kaymakam bey gelince Rıza’ya bunları anlatmasını isteyecekti.
Rıza çocukları götürüp eve bıraktı. O sıra akşam için yemek pişirmeye hazırlanan Zehra kadın “ne o çocukları çabık getirdin. Ha azcık da oyaleydin. Şindi bene iş keser bunlar” deyince kapıdan çıkmak üzere olan Rıza “muhtar vazife verdi. Köyde dellal çağırıcen. Bubana seslen o baka goysun; ben hemen gelirin” dedi ve muhtarlığa yürüdü.
Muhtar da odasında asılı davulu almış muhtarlığın ahşap merdivenlerinden aşağı indirmişti. Rıza “varayın ben köy içine dolaşıp geleyim. Toplantıyı nerde edicen?” diye sordu. Muhtar düşündü “şindi bütün köy gelecek; galabalık olur. Gençlerin odasını temizlersin orda yaparız. Nasıl olsa orda çepeçevre oturucek sıra var” deyince Rıza davulu boynuna asılıp çıktı.
Ve köy içinde “gomşular akşam yemenden keri adamlar muhtarlığa gelsin. Orda muhtar toplantı yapıcek. Toplantı çok mühimmiş. Duyduk duymadık demeyin. Gelmemezlik edmen haa!!” diye dolaştı.
Köy küçüktü; ama dağın eteğinde kurulduğu için bazı ev aralarında yüksek kaya ve tepecikler vardı.
Rıza ‘endamınla’ köyde köşe bucak dolaşıp bütün köylüye haber ettikten sonra dönüp muhtarlığa geldi. Muhtar gözükmüyordu. Davulu yukarıda muhtarlığın odaya astı ve merdivenden aşağı inip gençlerin soğuklu günlerde toplanıp vakit geçirdiği odanın kapısını açıp girdi.
Bu muhtarlık binası yeniydi.
Burayı Ali efendi muhtar seçildikten sonra yapmışlardı.
Öteki muhtarlık meydanın ötesindeki yıkıntıydı. Burayı yaparken o muhtarlık binasının işe yarayacak tahta, kapı pencere gibi şeyleri sökülmüş duvarları öyle yıkıntı halinde bırakmışlardı. Orası şimdi daha çok çocukların içinde oyun çıkardıkları bir yer olmuştu.
Ali efendi bu muhtarlık binasının biçimini yani planını Yusufçuk köyünün muhtarlığına benzetmeye çalışmıştı. Tabi Yusufçuk köyü hem büyük hem de zengin bir köydü. Muhtarlık binaları da köyün zenginliğini yansıtıyordu. Dışını sıvamışlar; içinin duvarlarını da tıpkı evlerde olduğu gibi turayla dönmüşlerdi. Yer döşemesi falan hep tahtaydı. Çünkü Yusufçuk köyünde bir de hizar vardı. Motorla çalışıyordu ve hiç boş da kalmıyordu.
Bütün çevre köylerinin kapı pencere kasaları, tavan tahtaları hep bu hizardan çıkıyordu.
Ali efendi muhtar olduktan sonra onlara özenmiş; yanına köyden bir usta alıp gitmiş; Yusufçuk köyünün muhtarlığını güzelce incelemişler ve Çamdibine de buna benzer bir muhtarlık yapmışlardı.
Yusufçuk köyü muhtarlığı da iki kattı; ama onun odaları ve yaşlılar ve gençler için kışları toplanıp sohbet edeceği odaları salon gibi büyüktü. Ayrıca Yusufçuklular çocuklar için de bir bölüm yapmıştı.
Üst katta da muhtar odasının yanında iki de konuk odası yapmışlar içlerini evlere gösterdikleri özeni gösterip döşemişlerdi. Ayrıca hem üst katta hem de aşağıda binaya bitişik tuvalet yapmışlardı.
Ali efendi Çamdibi’ne daha küçük; yine iki katlı; ama üstte muhtar odasının yanında bir konuk odası, aşağıda da sadece yaşlılar ve gençler için daha küçük iki kısım yapmışlardı. Aşağı odaların dibi Yusufçuk köyünde olduğu gibi tahta döşeme değildi. Yer topraktı. Ayrıca tuvalet de sadece aşağıdaydı; ama o da binaya bitişikti.
Ayrıca onlar Yusufçuk gibi henüz muhtarlığın dış duvarlarını sıvayamamışlardı. Ama köylüler onu eski muhtarlığa göre daha asri buldukları hele tuvaleti binaya bitişik olduğu için çok memnun olmuşlardı. Çünkü köylüler genelde kışın ‘yaşlı ve gençler kendi bölümlerinde’ kışın toplanırdı. O sıra tuvalet ihtiyacı gelen için binaya bitişik tuvalet kolaylık oluyordu.
Öteki köylerdeyse muhtarlık binaları eski düzendi. Ve tuvalet falan yoktu.
Bırakın muhtarlığı evlerde bile tuvalet yoktu. Olan da binadan uzakta üstü açık çalı veya taşla etrafı çevrilmiş şeylerdi. Veya açık alandı. İhtiyaç gidermek isteyenler ya sabahın ayazında kimsenin ortalıkta olmadığı zaman ihtiyaç giderir ya da geceyi bekler ve alanda bir yerde işini görürdü; yani öyle ilkel yaşamları vardı.
İşte bu koşullardaki köylerde açılan Millet mektepleri ile ilgili aşağıdaki ön bilgiyi paylaşmayı düşündüm. Hikayeye bu bilgilenmenin üzeriden devamının daha verimli olacağını düşündüm.
İlk önce yeni harf düşüncesinin ilk nereden kaynaklandığını paylaşmak isterim. Yani Latin alfabesine gelmeden çok önce harf değişiklik düşüncesi ilk olarak 1862 yılında Maarif Nazırı Mehmet Münif Paşa’dan gelmişti.
Gerekçesi ‘Arap harfleri ve alfabesiyle okuma yazma öğrenmenin ve basın yayın faaliyetlerinin zorluğuydu’. Bu zorluğun giderilmesi için Münif Paşa üyesi olduğu Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye’de bir konferansta bu konuyla ilgili olarak harf değişikliğine gitmeden Arap alfabesinin ıslahını-harekelerin sayılarını artırıp, sözcükleri oluşturan harflerin ayrı ayrı yazılmasını önermişti.
Azarbeycanlı yazar-şair Ahunzade Fethali de Münif paşanın başkanı olduğu Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye’de Latin alfabesinin alınması gerekliliği üzerinde durmuş ve harf değişikliğine dinin bir engel teşkil etmediğini savunmuştu.
Daha sonra bu konuda Latin harflerinin kabulü ve harflerin ıslahı üzerine çok tartışma yaşandı. Bunlar Latinciler ve Latinciliğe karşıcılar olarak ikiye ayrılmıştı.
Bu tartışmalara daha sonra Enver paşa da katılmış ve orduda Arap harflerinin ıslahının bir denemesini de yapmıştı.
Yine yeni harf üzerine tartışmalar Kurtuluş Savaşından sonra da devam etmiş; Latin alfabesine karşı olanların başında Kazım Karabekir Paşa da yer almıştı. Kazım Karabekir Paşa kongre başkanlığı yaptığı 1923 İktisat Kongresinde Latin alfabesi için bir öneri sunulunca bu öneriye karşı ‘İslam aleminin birliği açısından Arap alfabesinde kalmayı savunmuş’ ve bunu için uzun gerekçeler sunmuştu
Ancak 1926 yılında Sovyet yetkililerin S.S.C.B. içindeki Türk dilleri için de Latin alfabesini kabul etmesiyle Türkiye’de bu tartışma yeninde alevlenmişti. Toplumun değişik kesimlerinde her iki fikrin savunucuları kendi görüşlerini savunmaya devam etmişti. 1926 yılında Akşam gazetesinin “Latin harfleri kabul edilmeli mi? Edilmemeli mi?” şeklindeki soru anketinde de özellikle yazarlar bu konuda ikiye ayrılmıştı.
Ancak cumhuriyetin ilanından sonra bu tartışmalarda konu Türkçenin daha rahat ve işlevsel olup olmamasından çok kültürel hamle yönünde ele alınmaya başladı.
Dini Referans alan Osmanlı kültürü yerine Latin harflerinin kabulüyle çağdaşlaşmanın tercihi de bu tartışmalarda dile getirildi.
1926 yılında bu tartışmaların yoğun olduğu dönemde Milli Eğitim Bakanlığı harf değişikliğine yönelik çalışmaları başlatmış; 1926 yılında kabul edilen “Maarif Teşkilatına Dair Kanun”un birinci maddesine göre; “Türk dili ve buna müteallik bilcümle ilmî meselelerle iştigal etmek üzere Maarif Vekâletinde bir Dil Heyeti teşkil” edilmiştir. Heyetin oluşturulmasından sonra Latin harflerinin kabulü için hazırlıklar yapılmaya başlanmıştır.
Bu çalışmalar devam ederken 1927 yılında CHP kurultayında bu harfler vurgulanmış ve 1928 yılında hayata geçirilecek şekilde o kurultay sonrası çalışmalar hızla başlatılmıştı.
Yine 1928 yılında TBMM de görüşülen Latin esaslı rakamların alınması kanun teklifi de Latin Alfabesinin kabulünün hızlanmasına katkı sağladı.
Bütün bunlar yapılırken de Latin alfabesini öğretecek kadrolar da hızla yetiştiriliyordu.
Atatürk, Encümenlikten aldığı rapor doğrultusunda 9 Ağustos 1928 akşamı Sarayburnu Parkı’nda Harf Devrimi’yle ilgili konuşmasında devrimin hazırlık döneminden uygulama dönemine geçildiğini “Şimdi sözden ziyade iş zamanıdır. Artık benim için, hepiniz için çok söz söylemeye ihtiyaç kalmadı, kanaatindeyim. Bundan sonra bizim için faaliyet, hareket ve yürümek lazımdır. Çok işler yapılmıştır, amma bugün yapmaya mecbur olduğumuz son değil, lakin çok lüzumlu bir iş daha vardır: Yeni Türk harflerini çabuk öğrenmelidir. Vatandaşa, kadına, erkeğe, hamala, sandalcıya öğretiniz. Bunu vatanperverlik ve milliyetperverlik vazifesi biliniz” sözleriyle ifade etmişti.(Atatürk’ün söylev ve demeçleri TTK 1989 Ankara basımı)
Böylece Mustafa Kemal Atatürk Sarayburnunda yaptığı bu konuşmayla Latin alfabesine geçileceğini resmen açıklamış ve yeni harf öğrenme çalışmalarını başlatmıştı.(Cumhuriyet 11 Ağustos ve 28 Ağustos 1928 baskıları)
Yeni harflere geçiş ve uyum konusuyla ilgili olarak da kamuoyunda farklı görüşler ortaya kondu. Toplumu yeni harflere alıştırmanın hiç de kolay olmayacağını hatta bu sürenin Yunus Nadi’ye göre on yıl, Kazım Karabekir’e göre ise en az on üç yıllık bir sürede gerçekleşebileceği ifade edilmiştir. 18. 19 Ağustos 1928’de ise Atatürk, Yunus Nadi’ye yeni Türk harfleriyle bir mektup göndermiştir. Bu mektupta Atatürk yeni Türk harflerine geçiş ve sonrasında toplumun uyumu için çok uzun bir zamana ihtiyaç olmadığını, yeni harflerin uygulanmasına 1 Kasım 1928’den sonra kesinlikle geçileceğini belirtmiştir. “Alfabe Seferberliği”nin ilan edilmesini izleyen aylarda Mustafa Kemal ülkeyi dolaşarak yeni harfler hakkında açıklamalar yapmış ve herkesin bu harfleri hızla öğrenmesini istemiştir. (Cumhuriyet 28 Ağustos 1928)
Bu arada yurt gezilerinde vatandaşları da yeni harflerden sınav yapmıştır. Örneğin 28 Ağustos 1928’deki Bursa gezisi sırasında ilin valisi Fatin Bey ve valilikteki görevli bütün memurları yeni harflerden “imtihan” etmiştir. 19 Ağustos 1928’den itibaren gazetelerin büyük bir bölümü, sayfalarının bir kısmını yeni harflerle yazılmış kısa yazılara ayırarak, halkı yeni harflere alıştırmaya çalışmışlardır.(28 Ağustos 1928 Cumhuriyet)
Harf devrimi yasası 1 Kasım 1928 de kabul edilmeden iki üç ay önce öğretmenler belli bölgelerde halka bu harfleri öğretmeye başlamıştı bile. Ancak Ağustos 1928 den itibaren yeni harfleri öğrenme kursları açılsa da istenen heyecan ve hız sağlanamamış ve bu kurslar sınırlı bir alan içinde kalmıştı. Bu durum bütün yurtta bu kursların açılması için çareler aranmasına yol açtı.
Bu sırada 1 Kasım 1928 yılında yasanın çıkmasından itibaren millet mektepleri için tüzükler hazırlanmış ve Atatürk millet mektepleri başöğretmeni ünvanını kabul etmiş ve bu da tüzükte yer almıştı.
Millet Mektepleri örneği dünyada pek yoktu. Türkiye Danimarka’nın bu konuda başarılı bir uygulamasını esin kaynağı alarak Millet mekteplerini açtı. Bu çok iddialı bir projeydi ve hedefi çok büyüktü.
O sıra çok büyük çoğunluğu kara cahil olan bir halka okuma yazma öğretme iddiası. Başarılırsa o sıra cumhuriyetin kendine hedef koyduğu çağdaşlaşma ve çağdaş bir toplum haline gelebilme yönünde çok büyük bir adım atılmış olacaktı. Ancak başarısızlığın bedeli de kuşkusuz çok ağır olacaktı.
Başbakan olan İnönü Millet Meclisinde yeni harflerinin kabulü ile ilgili görüşmeler sırasında ilk olarak Türkiye’de cehaletin ortadan kaldırılması için millet mektepleri açılacağı haberini  “Hükümet halktaki şevki de göz özünde bulundurarak bir an önce okuma yazma oranını halkın tüm katmanlarına yayabilmek için ciddi çalışmalar yapacaktır. Bu kolaylıktan (yeni harflerin getirdiği) hakkiyle istifade etmek ve bu neticeleri birkaç sene içinde göze görünür bir hale getirmek için hükümet ciddî mesai sarf edecektir. Hükümet bütün memlekette millet mektepleri halinde, işinde, tarlasında, fabrikasında çalışan vatandaşlara ayaklarının ucuna getirilen, kolaylıkla öğretecek muallimlerle, kolay tedarik olunacak vesaitle bu yeni alfabeden tamamiyle istifade etmeleri için, bütün mesaisini sarf edecektir” şeklinde verdi. (TBMM zabıtlarından)
O sıra Maarif Vekili olan Mustafa Necati’nin bizzat kaleme aldığı “Millet Mektepleri Teşkilatı Talimatnamesi’ 11 Kasım 1928 yılında bakanlar kurulunda onaylanıp kabul edildi ve 24 Kasım 1928 tarihinde resmi gazetede yayınlandı.
Mustafa Necati, Millet Mektepleri aracılığıyla yeni harfleri topluma aktaracak olmanın gururunu ve sevincini “Muallim Arkadaş” diye başladığı mektubunda öğretmenlerle paylaşmıştır. Mektubunda “Özellikle bu yıl yeni Türk harflerini genelleştirme gibi onurlu bir ödevin daha vardır. Bütün yurt yavrularını biran önce yeni harflerle okutarak Türkiye’de okuma yazma bilmeyen bir tek kişi bırakmayacak ölçüde geniş bir azimle çalışmak zorunluluğundasın. Bunun için yeni Türk harflerini çabuk öğren ve hemen herkese öğretmeye başla. Bu ereğe varmak için kürsü, okul gerekmez. Her yerde gördüğünü kadın, erkek, yoksul, zengin, çiftçi, tüccar, köylü ve kentli ayırmayarak hemen öğreteceksin. Ulusumuza yeni bir yükselme alanı yaratacak olan bu büyük utkuyu kısa bir zamanda kazanacağına kanmış olarak görevlerinde başarı diler ve işe başlama haberini beklerim” diye ifade etmişti. (M. Rauf İnan’ın Mustafa Necati isimli İş bankası yayını)
Bu mekteplerde hiç okuma yazma bilmeyenler A gurubu diye adlandırılıp 4 ay kurs; okuma yazma bilenlere de B gurubu diye 2 ay kurs açılmış; ayrıca kursa katılma şartları düzenlenmiş 16 ve 45 yaş arası mecburi tutulmuş; katılmayanlara para cezası kesileceği duyurulmuştu.
Millet Mektepleri için bölgenin iklim vb durumları gözetilmiş Sabit Millet Mektepleri, Seyyar Millet mektepleri, Özel Millet Mektepleri gibi farklı özelliklere uygun millet mektepleri ve kasaba ve şehirlerde Halk Okuma Odaları açılmıştır.
Ayrıca Milli Eğitim Bakanlığının ulaşamadığı yerlerde okuma yazma öğrenimi için de yatılı Köy Millet Mektepleri açılmıştı. Millet mektebi açılma hedeflenen köyde en az otuz kişilik katılım kaydı alındıktan sonra oraya okuma yazma kursu için öğretmen gönderildi.
Milli Eğitim Bakanlığı 1929 yılında kadrosunda 13 bin civarında öğretmenle her yıl yarım milyon vatandaşın okuryazar hale getirilmesini hedeflemişti.
Bu şekilde Türkiye 1929-1934 yılları arasında işçi, köylü, esnaf, erkek, kadın ve çocuktan oluşan 1.200.000 kişiye okuma yazma öğretmiş gazete kitap dergi basımında başlangıçta hayal bile edilemeyecek rakamlara ulaşılmış.
Yukarıdaki bilgileri bir kısmını kaynak göstererek internetten aynen aldım, önemli kısmını da okuduklarımdan kendim özetledim.
Yani Türkiye cumhuriyetin kuruluşundan sonra dini referans alan Osmanlı kültürü yerine çağdaş kültürü hedef alarak başlattığı ve başlangıçta ne sonuç alınacağı belli olmayan millet mektepleri seferberliğiyle beş yılın sonunda da hedeflediği noktaya ulaşmanın mutluluğunu yaşamıştır.
Bütün bu yazılanlardan anlaşılacağı gibi cehaletin alaca karanlığındaki kimilerinin yazarak söyleyerek iddia ettiği gibi millet bir gecede cahil bırakılmamış; aksine yeni harf uygulaması mevcut duruma uygun olarak uzun tartışma ve araştırmalar sonucu tedricen uygulamaya sokulmuştu.
Yine buraya kadar yazılanlardan anlaşılacağı gibi bugün Osmanlıca eğitim önerisi yapanlar veya cumhuriyete yoğun eleştiri yöneltenler de bir gün ortaya çıkmadı. Onlar özellikle Tanzimattan  bu yana hep vardılar ve onlar hep ilerlemenin, yeninin karşısında eskinin veya mevcudun savunucusu oldular.
Mustafa Kemal Atatürk o kafayı çok iyi tanıyordu. Kurtuluş savaşı boyunca da onlarla hep mücadele etti. Cumhuriyeti kurduktan sonra Osmanlının bağlarından kurtulup çağdaş toplum hedefinde yine o gizli açık engellemeler aşıldı. Mecellenin yerine medeni kanunu getirildi. Karmakarışık ‘kimin din adamı olduğu kimin olmadığı belli olmayan ve o haliyle toplumu hep taassubu dayatan anlayışı temsil eden’ kılık kıyafetin yerine çağdaş kıyafet ve şapka kanunu çıkarıldı.  Öğreniminin zor olduğu geçmişten bu yana tartışılan Arap harfleri yerine Latin harflerini, kadının erkekle eşit olduğu ve sosyal yaşamda seçme ve seçilmede ve eğitimde kadının da yeri olduğunu hayata geçirildi.
Bu süreçte Osmanlı subayı iken cephelerde tanıdığı ‘inandırıldığı zaman gözünü kırpmadan dağları devirmeye kalkışacak olan’ Anadolu insanına güvendi; hep onun sevgisini ve güvenini kazanmayı önemsedi.
O çalışmaların içinde en önemlisi yatılı Köy Millet Mektepleriydi. Milli Eğitimin ulaşamadığı köylerden getirilen ve yatılı olarak açılan Köy Millet Mektebinde eğitilen köylü çocuklar geldikleri köylerine gönderilip oralarda okuma yazma öğrenimi sağlanmıştı. Öğretmenler yetişinceye kadar eğitmen yetiştirilmesi de bu süreçteki eğitimlerle şekillendi ve eğitmen yetiştirmede önemli deneyimler kazanıldı.
O deneyimlerin sonucunda daha sonra açılacak olan ve Anadolu aydınlanmasının birer meşalesine dönüşecek olan Köy Enstitüleri düşüncesi oluştu.
İşte o kasabada da kaymakam Ankara’dan gelen talimatla muhtarlarla yaptığı toplantı sonrası kasaba ve kasabaya bağlı köylerde ‘yukarıda ayrıntılı olarak anlattığım’ millet mektepleri hamlesini başlatmıştı.
Neyse biz hikayemize kaldığı yerden devam edelim.
Rıza yukarıda anlattığım bu muhtarlık binasının gençlere ayrılan odasını temizlemek için odaya girdi. Baktı yerde çer çöp yoktu. Sıraları arka arkaya dizip oturma düzeni verdi. Baktı ‘yapacağı başka bir şey olmadığını gördü’ ve çekip kapıyı evine gitti.
Kapıdan bahçeye girince dedelerinin yanında oturuşan çocuklar kalkıp sevinçle ona koştular. Rıza onları iki koluna aldı. Çolak koluna kızı almıştı. Çünkü o kızı kıpırdaktı. Sağlam eliyle ona destek veriyordu. İçeriden Zehra kadın çıktı “çabuk geldin. Neymiş muhtarın zoru?” diye sordu.
Ali çocuklarını koklayarak “Garıı! Köyümüze mektep açılıyo. Hepimiz okuma yazma örenicez gari” diye cevap verince Zehra kadın hafif bir çığlık atıp “garılar da mı?” diye sordu.
Rıza “ben sene ne deyon? Herkezle bu mektebe gelicek. Sonra çocuklamız için okul açılıcek. Benim Alim orda okuyup böyük adam olucek. De mi ula Ali?” derken Ali’yi koklamaya devam ediyordu.
Zehra kadın oğlunun okula gideceğini, okuyup büyük adam olacağını duyunca içine baygınlık geldi oracığa oturdu ve ağlamaya başladı “demek benim güçcük oğlum da gurbete okumaya gidecek; okuyup böyük adam olucek ha?” dedi.
Rıza “Dur gız hemen muslukları açma deli garı. Oğlumuz yeter ki okusun. Hem yalınız o mu okuycek? Bu da bu, bu kınalı gızım da abesi gibi okuycek” deyince Zehra “git ordan deli. Heç gız kısmı okurmuymuş? Alim okusun yete bene” dedi; ağlaması da geçmişti.
O sıra kızının ağlak sesini duyan babası “gızım ne ağlıyon, bi şey mi oldu?” diye sorunca Zehra’dan önce Rıza “yok buba köye mektep açılıyo da. Zehra ‘oğlumuz okuyup büyük adam olmak için köyden gidicek. Ona hasret galırız deyi’ öyle şey eddi” diye cevapladı.
Kör Emin “hey gidilinin gazisi; da neler çıkarıcek kim bilir? Garılara iresmi nikah gıydırdığı yetmiyomuş gibi şimdi bi de bunları okuducek ha?” dedi.
Belli ki o da bu mektep işine sevinmiş; ‘kendi kaçırdığı fırsata yanıyor gibi’ “daha neler görücez kimbilir? Emme iyi ediyo. Eskiden köylüye adam yerine goyan mı varıdı? Gazi ne derse dört elle sarılın siz. Bizden geçdi ya! Bunla okusun adam olsun” dedi.
Rıza “senden ne geçmesi buba. Köy içeri garı adam herkes okuma yazma öğrenicek. Kaymakam öyle demiş” dedi. Kör Emin bu bilgiye kıs kıs gülerken “de hadi gari. Bırakın maytap geçmeyi de benim garnım aç; garnımızı doyuram” dedi.
Rıza lafının ‘maytap’ olmadığını söyleyecekti ‘yemekten sonra muhtarlığa gidince işin aslını nasıl olsa öğrenecek’ diye vazgeçti. Karısına “bubam doğru diyor Zehra. Çabuk garımızı doyuralım. Ben muhtarlığa gidicen. Millet gelmeden orda olmam lazım” dedi.
Kör Emin “muhtar köylüyü neye topleyomuş?” deyince Rıza “buba sen de gelicen nasıl olsa. Orda öğrenirsin” deyip Zehra’ya yardım için çocukları yere bırakıp içeri odaya girdi.
Zehra bol soğanlı bulgur plavı pişirmişti…
Rıza gelince “Irza hadi sen de yoğurt ez be. Çamaşır çok yordu bene” deyince Rıza “ayıp ediyon garı. Derhal” dedi ve önce ocaklığın yanındaki keseden bir baş sarımsak çıkardı. O sarımsaktan dört çiğ ayırıp kalanını keseye koydu ve keseyi ocağın yanındaki yerine astı. Sonra sarımsakları bir çanağın içine koydu. Üstüne tuz ekti. Sonra sağlam eline aldığı kemik saplı bıçağın sapıyla sarımsakları güzelce ezdi. Bunu yaparken çolak koluyla da çanağı tutmaya çalışıyordu.
Yoğurdu ezdikten sonra dışarı çıktı. Tavana yakın yere asılı keseden kaşıkla bir topak keçi yoğurdu çıkardı. Yoğurt kesede taş gibi olmuştu. Sağlam eliyle önce çanağa su döktü ve yoğurdu yavaş yavaş güzelce ezdi. Biraz da sulu yapmıştı.
Bütün bunları alışkın ellerle yapıyordu. Çünkü bütün ev işinde ‘çolak kolunu engel görmeden’ karısına yardım ederdi.
Onların arasındaki bu ilişkiyi ne bu köyde ne de çevre köylerde göremezdiniz. Ayrıca herkese bunu kabul ettirmişlerdi. Bir başka erkek karısına böyle yardım etse arkadaşları onu “kılıbık” der; tefe kor oynatırdı. Ama kimse Rıza’ya böyle bir yakıştırma yapmıyordu.
Sanki Rıza’nın elinin çolaklığıyla Zehra’nın kamburunun birbirini tamamlayıp ikisinin bir insan olduğunu kabul etmişlerdi. Tabi bunda Rıza’nın ciddi burnundan kıl aldırmaz tavrı da etkendi.
Neyse Zehra Rıza’nın ezdiği yoğurda kaşığı sokup kaldırdı “tam gıvamında olmuş. Bubam sarımsaklı yoğurdula bulgur aşını gaşıklamaya bek sever” deyince Rıza “gız bi bubam mı? Ben de severin ya” dedi.
Böyle gülüm balım yere safra bezini sermiş oturup bekleşen dede ve çocukların önündeki sini olarak kullanılan tahtanın üzerine bulgur pilavını ve yoğurdu koydular. Rıza iki baş soğan getirdi; onları yumruğuyla bir güzel ezdi. Zehra da ekmekleri sardığı bezin içinden sabah suladığı yufkalardan çıkarıp tahtanın üstüne koydu ve “buyur buba” dedi.
Kör Emin “ne pişirdin gız?” dedi. Zehra “bulgur aşı buba” dedi. Kör Emin “yoğurt va mı yoğurt, sovan” diye sorunca Rıza “olmamı buba. Yoğurt tam senin sevdiğin gibi az cıvık. İşte Irza’nın ezdiği soğan burda” dedi. Kör Emin kızının verdiği bu bilgiler sonucu keyiflenip “anaam! Verin gari gaşığı” deyince herkes gülüştü.
Kaşıkların içine aldıkları bulgur pilavını yufkanın içine düründüler; dürünürken arasına da soğan sıkıştırdılar ve o dürümü yerken yoğurdu kaşıklayarak çabucak karınlarını doyurdular.
Rıza “of iyi oldu be. Sabahdan beri acımdan ölüyomuşum” deyişine Zehra “aboov!” diye telaşlandı “siz garnınızı doyurmadınız mı yoğusam?” dedi. Rıza o sıra toprak testinin ağzından su içiyordu. Zehra öyle sorunca testiyi ağzından ayırdı “yok be. Bubamın garnını doyurdum. Ben de yecedim; üşendim” diye cevap verdi ve tekrar suyunu içti.
Sonra “sen de sorucu Arap gibisin ha! Ben lafa dalmayan da giden… Biliyon benim muhdarlıkda işim var. Buba sen de arkamdan gelirsin” dedi ve ayağa kalktı.
Oğlu Ali “buba ben de gelem mi?” diye sorunca Rıza önce düşündü, Zehra’ya baktı sonra “tabi oğlum. Sen de deden elinden dut. Barabar gelin” deyip çıktı.
O sıra Zehra sini gibi kullandıkları tahtanın üstündekileri tavuklar yesin diye bahçeye döktü. Sofra bezini de oraya silkeledi ve tahtayı getirip ocağın yanına dayadı. Sofra bezini de yerine koydu.
Yemek yediği çanağı ve yoğurt yedikleri çanağı, kaşıkları aldı dışarıda lavabo olarak kullandığı taşın üstüne tabakları ve kaşıkları koydu. Sonra tabakların içine kül koydu güzelce ovdu. Kaşıkları da külle ovdu. Ocak üzerindeki büyük tenceredeki sıcak suyu alıp gelip onları güzelce duruladı ve her zamanki yerlerine koydu.
Bu sırada Kör Emin ayaklanmış Ali’ye “hadi dedem gidem bakam” dedi. Küçük Fatma “dede ben de gelicen” deyince Kör Emin’den önce Ali “abem sen çocuksun orda ne işin var senin” dedi. Onun bu sözleri Kör Emin ve Zehra’yı çok güldürdü. Zehra kadın “abu benim Ali’me. Kendi deliganlı oldu gari” diye sarıldı. Ali ciddiyetini hiç bozmadan “dede hadi gidem gari. Herkesle gelmiştir” deyince Kör Emin onun elinden tuttu; birlikte çıkıp gittiler.
Zehra aralarından bakarken derin bir iç geçirdi. Ali henüz altı yaşındaydı; ama her zaman böyle olgundu. Zehra onun okumak için köyden gideceğini düşününce içini bir hüzün kapladı “okusun böyük adam olsun da. Ben bağrıma daş basarın” derken sanki Ali yarın okumak için gidecekmiş gibi bir duygu içindeydi.
Bu sırada Muhtarlık yavaş yavaş köylülerle dolmaya başlamıştı. Muhtar henüz yoktu; gelen köylü Rıza’ya “hayrola Irza neymiş mühüm olan?” diye soruyor Rıza gayet ketum “Muhtar gelince size malumat verir” diyordu.
Aslında ona soranlar bu cevabı alacağını biliyordu. Çünkü Rıza ‘muhtar ona istediği kadar samimi davransın’ görevini asker disipliniyle yapıyordu. Onun bu halini bilenler “eee!! Onca adam varıken hayrına buna çavuş yapmadıla. Demek bi bildikleri varımış” diye farkında olmadan ona saygı duyar ve överlerdi.
Rıza köylülerin sorularını geçiştirmeye çalışırken köyün imamı Emin hoca kapıda gözüktü. Rıza Emin hocayı görünce ona yöneldi “hoş geldin Emin hoca” dedi. Emin hoca Rıza’ya “hoş bulduk” derken gözü köylülerdeydi. Rıza’ya “Rıza efendi köylüyü toplamışsın. Hayırdır?” diye sorunca köylülere ketum davranıp cevap vermeyen Rıza “mektep meselesi varımış Emin hoca. Muhtar köylülere onu devecek” dedi.
Emin hoca “yassıdan sonra olsa olmamıydı?” diye sordu. Rıza “muhtar ondan herkesi akşam yemenden sonra ‘gelin’ dedi. Yassıya gadar toplantıyı bitircek” diye cevap verirken muhtar yukarıdan inip geldi. Emin hocayı görünce “oo’ Hoca efendi. Sende mi geldin? İyi iyi. Senin diyeceklerim için desteğin lazım olucak” dedi.
Kısaca hocaya toplantının amacını anlatıp köylülere döndü. “Hoş geldiniz gomşular. Bugün kaymakam muhtarlarıla toplantı yaptı. Ankara’dan yeni emirler gelmiş. Onları söyledi. Şindi ben de size onları anladıcen” dedi ve millet mektepleri hakkında bilgi verdi. Kadın erkek herkesin bu kursa katılmaya mecbur olduğunu; daha sonra köye okul açılacağını ve orada kız erkek bütün çocukların okuyacağını söyledi.
O sıra köylülerden Kaykının Hasan “na bu yav. Bu yaşdan sonra ne gerek varıdı? Hem garılan okumada ne işi varmış canım?” dedi.
Muhtar Kaykının Hasan’a cevap vermeye hazırlanırken Emin efendi “bi dakika arkadaşla. Sen de dinle Hasan arkadaş. Temin muhtar anlattı. Ne güzel devlet okulu ayağınıza getiriyi… Cahillik çok kütüdür… Okuma yazma üğrenmek lazım. Benim dedem geldikleri yerde herkesin okula gittiğini süylerdi. Gavur tee oralarda okul açmış. Orda kadın erkek okula gidermiş. Biz burda cahil galmışız. Kemal paşa bizi cahillikten kurtarmak ister be ya. Sonra kadın erkek ayrı olur mu be ya? Her işe kadın gidecek, okuma yazma deyince ona olmaz denecek. Ayıp be ya… Sonra Günah bu çok günah be ya… Peygamber efendimiz kadınları erkeklerden hiç ayırmadı. Cennet analan ayakları altındaymış. Kadınla olmasa biz neyiz ki be ya? Yani diyecem biz kadın erkek küycek bu işe dört elle sarılacaz; üğrenecez okuma yazmayı. Ne demiş peygamber efendimiz ‘ilim Çin’de de olsa. Arayıp bulun’ demiş be ya” deyince köylüler “doğru söylüyo imam efendi” deyip başını sallamaya başlamıştı.
Muhtar, Emin hocanın konuşmasını ve köylünün onu onaylamasını görünce sevindi içinden “bunu kaymakam beye söylemek lazım” diye geçiriyordu.
Emin efendi konuşmasını bitirince Kör Eminin yanında oturan Goca Hamza “bi Dakka Emin efendi. Benim de diyecem şeyle var” dedi sonra köylüye döndü “bakın gomşular deminden beri dinleyon. Hana garışmeyen dedim; emme kendimi dutumadım” dedi sonra Kaykı’nın Hasan’a dönüp “bak oğlum. Bu köyde en yaşlınız benin. İçinizdeki en yaşlı benim oğlum sayılır. Siz bilmezsiniz. Ben gençliğimde çok güreşdim. Taa İzmir’e gadar giddim. Orlada bey evlerinde misafir oldum. Oralada gördükleme bakıyon da; bizim yaşantımız yaşantı değil. Daha biz doğru dürüst kenef yapmayı beceremedik be. Çoğumuz gece gece gizlice gidip alana sıçıyo, Daşıla götünü siliyo. Aharda su giriniyoz. Muhtar buruya kenef yapdı; şindi gışda gıyametde başında gırılıyoz. Emme kendiliğimizden akıl edip bi şey yapmeyoz. Yapam deyene aynı Kaykının Hasan gibi depesinden laf ediyoz” deyince gülüşmeler oldu. Hamza dede o kalın sesiyle gülümserken “bunun bubası da böyleydi. Lafın daşşanı alnına getiri, olmaz deye bi kere kaykıldı mı öldür Allah beri getirimezdin. Haliyle bu da gırık dölü olmadığından aynı bubasına çekmiş” dedi; sonra o sıra kızarıp bozaran Kaykının oğluna “gızma dedem. Ha ben öyle deyivedim. Hem ben bubanı çok severdim” deyip köylüye döndü “yani demem biz yaşamıyoz gomşular. Ölmüşüz de habarımız yok. İz bilmeyiz izan bilmeyiz. Allah vermiş bi Kemal paşa başımıza; ondan keri azcık bi şeye benzemişiz. Gomşular demem o ki; Kemal paşa bizi insan gibi yaşatmak için çırpınıyor. Ona ne Çamdibi köyü cahil galmış? İnsandan sayılmeyomuş? Baka keyfine öyle demi?” dedi köylülerde deminki şakalardan sonraki gevşeme gitmiş; çıt çıkarmadan onu dinliyorlardı.
Goca Hamza devam etti “emme öyle değil. Kemal paşa buba adam. Bizi evlat bellemiş bi kere; ‘şunlara bi guş yakışana gaten’ deyi çırpınıp duruyo. Ne yapıryosa bizim insan gibi yaşımamız için yapıyor. Her belanın başı cahillikdir çocuklar. Cahil adam korkak olur. Biliyorsunuz Yunan Buldan’a dayandığında bütün köylerin götü üç buçuk atdı; saklanıcek delik aradı. Ben o deyillikden ortaya çıkdım ‘Yunan kim oluyormuş. Geliceği varısa görüceği de var’ dedim hepiniz cesaretlendi coşdunuz. Sonra biliyorsunuz barabar köylere dolaştık. Yunanın hakından geliriz dedik. Onlar da inandı; düşdü peşimize. Gittik Ardıçlıkta pusu gurduk. Şindi soruyon size. O zaman Yunan geleydi biz onu nasıl durdurcedik? Neyle durdurcedik? Elimizde benim gırık mavzerden başka silah varmıydı? Yoo! Çoğunuzun elinde tırpan, dirgen varıdı o gadar. Emme korkmadan orda nöbet duttuk. Niye? Çünkü hepimiz birbirimize güvendik. Sona orda garıla bizim yanımızda değilmiydi? Onlar da bizle barabar oralarda değilmiydi? Ne demek istediğimi anladınız değilmi? Biz o adama inanıcez. Öyle garı adam ayırmeycez. Hep barabar düşücez yola. Ondan keri korkman valla; dağları deviriz evelallah” diye sözünü bitirdi. Sonra Kaykının Hasan’a baktı. “Ne demek isdediğimi anladın mı Kaykının oğlan?” dedi. O böyle sorunca Kaykının Hasan eğilip onun elini öptü “anladım Hamza dedem. Hemi de eyi anladım. Hem biliyon mu? Bubam da sene bek severdi. Bene Goca Hamza gel derse düş peşine. O adamı yarı yolda gomaz derdi” dedi.
Onun bu iltifatı haliyle Goca Hamza’nın hoşuna gitmiş; belli etmemeye çalışıyordu. Köylüler de sessizlik içindeydi.
Muhtar Goca Hamza’nın söyledikleriyle kasabada Hacı Arif efendinin onun hakkında söylediklerini birleştirdi; içinden “adam dedin böyle olur. Hele kadınlar için söylediği. Çok iyi oldu. Ben bunu da gaymakam beye aynen anladayım” diye geçirdi ve Goca Hamza’ya “çok sağ ol Hamza dede. Sen bizim galemizsin. Senin sayende bugüne geldik. Bugünden keri de Çamdibi köyü köycek her şeyde en birinci olucek evvel Allah” dedi. Heyecanlanmıştı Emin efendiye döndü “Emin hoca sen oku gari ezanı” dedi.
Emin hoca giderken köylüler hareketlenmiş ve hepsi Goca Hamza’ya saygıyla bakıyordu. Hepsinin aklında Goca Hamza’nın pehlivanlığı vardı. Bir gün ona bunları anlattırmayı umarak dağıldılar.
Bu sırada Goca Hamza Kör Emin’in yanındaki Ali’yi kucakladı “gördün değil mi dedem? Herkez okuyucek. Cahillıkdan gurtulucek. Sen de okuyucen değil  mi dedem?” dedi. Ali söylenenlerden pek bir şey anlamamıştı; ama Goca Hamza’nın davudi sesi onu çok etkilemişti. Onun sorusu üzerine “tabi okuycen dede. Bubam bene ‘oğlum okuycek böyük adam olucek’ dedi. Emme Fatma’da okuycek” diye cevap verdi.
Onları dinleyen Kör Emin’in gözü yaşarmıştı. Goca Hamza “ne o goca kör?” diye sorunca Kör Emin “biz erken doğmuşuz Hamza dayı. Ona yanıyon. Alim okuyup böyük adam olucek. Fatmam okuycek. ‘Kimbilir ben görürmüyüm bunları?’ deyi aklıma geldi de” dedi.
Goca Hamza onun omzuna koca eliyle yavaş yavaş vurarak “seni kör seni. Maraklanma sen daha çok yorgan yırtarsın. Öyle ölüp gurtulmak yok” deyince o sıra onları dileyen muhtar Rıza birlikte bu söze güldüler ve dışarı çıktılar.
Rıza odanın kapısını kapattı. Muhtarla bir süre yürüdü sonra “muhtar efendi ben oğlanı eve goyen. Camide buluşuruz” dedi ve Ali’nin elinden tutup yürüdü.
Geride kalan Kör Emin, Goca Hamza ve muhtar bir süre onların arkasından baktı. Muhtar “Ali yavuz çocuk… Bak! Kardeşini de düşünüyor. Benim ondan çok umudum var” dedi sonra “Hamza dede biz bunla için yaşeyecez. Ne yaparsak onlar için yapıcez gari” dedi birlikte camiye yöneldiler. O sırada Emin hoca da ezana başlamıştı.
Çamdibi köyünde bunlar olurken aynı saatlerde kasabaya bağlı köylerde köylüler benzer çağrılarla muhtarlığa gelmişti. Yalnızca Kavak ve Kayaköy muhtarları böyle bir çağrı yapmamıştı. Yatsı namazından sonra caminin yanındaki mescitte köylüye söylemeye karar vermişlerdi. Çünkü bu millet mektebi işini bir türlü kabullenmek istemiyorlardı. Hele kadınların da okuma yazma öğrenmesine hiç kabullenmek istemiyorlardı.
Yusufçuk köyündeyse toplantıya kadın erkek gelmiş; kadınlar sıralara otururken erkekler arkada ayakta sıralanmıştı.
Muhtar Hayri efendi kaymakamın toplantıda söylediklerini anlattı. Sonra onları geri bıraktırdığını; bütün köylerde zorluk çıkmaması için millet mektebi konusunda yardım istediğini, Kavak muhtarı Osman efendinin yine aykırı davrandığını, özellikle kadınların okumasına karşı çıktığını anlattı.
Toplantıya katılan kadınlara Kavak ve Kaya köyden çalışmaya gelen kadınlara mektep işini, okuma yazma öğrenme yazmanın faydalarını anlatmalarını istedi.
Bu köyün yaşlıları geldikleri Balkan topraklarından yaşamın ne olduğunu büyüklerinden çok dinlemişti. Kemal paşanın “muasır milletler seviyesine çıkacağız” demesi bu köyde çok olumlu yankı uyandırmıştı.
Gerçi oralardan kovulmuş, yolda çok eziyet çekmişlerdi; ama daha o yıllarda aydınlanma yaşayan yerlerdeki yaşamı hep özlemişler, o özlemlerini çocuklarına torunlarına aktarmışlar; onlar gibi yaşamak için ilimde fende ileri gitmek gerektiği; bunun için de cahilliği yenmeleri adeta genlerine işlenmişti.
Cumhuriyeti en yürekten destekleyen bir köydü burası. Ayrıca köy yaşamına getirdikleri kolaylıklarla diğer köyler üzerinde çok saygınlıkları vardı. Çünkü yalnız bu köyde evler ve yollar belli plana göre yapılmış, tuvalet ve banyo evlerin içindeydi. Diğer köylerden çalışmak için gelen kadınlar buralardaki evlerde olanları görüp imrenmişti.
Kendi evlerinin de benzer olması, en azından tuvaletin evin içinde; olmadı hemen yanına yapılması için kocalarıyla didişiyordu.
Ama eski alışkanlıkları terk edip yeniyi kabullenmek, kabul ettirmek öyle kolay değildir…
Yani kadınlar kocalarına bunları henüz kabul ettirememiş, evlerini Yusufçuk köyünün evlerine benzetememişti; ama en azından gördükleriyle gözleri açılmıştı.
İşte Yusufçuk muhtarı Hayri efendi tam buraya işaret edip kadınlara çalışmaya gelen köylü kadınlara millet mektebini işlemesini söylemişti.
Bu konuşmalardan sonra; Yusufçuk köylüleri yarından itibaren mektep için ne gerekiyorsa yapmaya karar verip dağıldılar.
Bu sırada kasabada Kaymakam evde yemeğini yemişti. Aklında kulübe gitmek vardı. Çünkü her akşam orada bir iki tek atma gibi bir alışkanlığı vardı. Ancak kulübe gidip gitmemekte kararsızdı.
Eşi kaymakamın huzursuz olduğunu fark etmişti. Kocasının böyle sürekli bir şeylerle uğraşmakta olmasının sağlığını bozacağı endişesini taşıyor; her fırsatta kocasını memnun etmek için adeta çırpınıyordu.
Şimdi de kocasının sessizliği dikkatini çektiği için  “kaymakam bey. Huzursuz gibisin. Canını sıkan bir şey mi var?” diye sordu. Kaymakam karısının bu sorusuyla içinde bulunduğu iç sıkıntısından kurtulmuştu; çünkü birilerine bir şeyler anlatamazsa adeta patlayacaktı. Onun için karısının sorusuna “hayır karıcığım. Yeni gelen bir karar var da; onu uygulatmanın heyecanı içindeyim” diye cevap verdi. Karısının o uygulamanın ne oluğunu soracağına emindi.
Tam düşündüğü gibi karısı “kocacığım. Seni böyle heyecan içine bırakan şey de neymiş?” diye sorunca kaymakam adeta makaradan boşalırcasına gelen millet mektepleri emrini anlattı.
İstenen şeyin çok zor olduğunu söyledi. “Düşünsene zır cahil bir topluma okuma yazma öğretmemi istiyorlar” dedi sonra “gerçi kursları muallimler verecek; ama sonuç doğrudan beni ilgilendiriyor. Başaramazsam gelecek için iyi şeyler umut etmem zorlaşacak” dedi.
Ama kararlı olduğunu başaracağını söyledi. Ali efendiyi, Hayri efendiyi anlattı. “Böyle muhtarlarım oldukça başaramam imkansız” dedi. Kasabada Ankara’nın kararlarına çoğunlukla uyulduğunu söyledi. “Ama burada istenen kadın erkek 16 kırk beş yaş arası herkesin kursa katılması. Bunun mecbur olacağı. Düşünsene senin görüştüğün kasap Hasan’ın, Belediye başkanının hatta hakimin savcının hanımı, sen bile bu kursa katılacaksın” deyince karısı “ne varmış bunda. Cahillikten kurtulmayı kim istemez. Ben seve seve katılırım” dedi.
Karısının bu desteği kaymakamı daha rahatlatmıştı. “sağ ol karıcığım. Hep olduğu gibi bana burada da destek olacağın için sana minnettarım” dedi.
Uzun uzun yapacaklarını anlattı. Sonra “karıcığım ben kulübe bir gideyim. Eminim orada da bu konuşuluyordur. Kim destek veriyor, kim karşı bir öğreneyim” dedi ve hazırlandı kulübe geldi.
Karısı kapıda ona “kocacığım sıkma canını. Bu kasaba halkı seni çok seviyor. Seni çok sevdikleri için de bana çok itibar ediyorlar; sen bunu başarırsın” deyince kaymakamın keyfi ve kendine güveni bir fazla arttı. Karısına teşekkür ettikten sonra o keyifle evden çıktı.
Kulüp kasaba meydanında bir binanın üst katıydı.
O günlerde kasabanın tek ortak sosyal mekanı orası olduğu için hemen herkes geliyordu. Kulübün kurucusu olan iki esnaf “herkesi almayalım; buranın itibarı düşüyor” diye kendine yağcılık yapınca kaymakam “içkinin kumarın itibarı mı olur efendim. Hem sizin ötekilerden ne farkınız var?” deyince o iki esnaf sesi kesmiş; isteyen herkesi üye yapmıştı.
O herkes dediğim de yine esnaf kesimiydi. Ayrıca belediye başkanı, daire amirleri doktor, baş muallim ve muallimlerinde tek gidecek yeri burasıydı. Öyle olunca halk e devlet erkanı aynı mekanda pek güzel kaynaşıyordu. Yani kaymakamın düşüncesi böyleydi.
Kaymakam aklında millet mektebi kulüp binasına geldi, merdivenden çıktı kapıyı açıp girdi.
İçeride gelen seslerden kulübün o akşam epey kalabalık olduğu anlaşılıyordu.
Kaymakam içeride fötr şapkasını kendini karşılayan kulüpçü Mehmet efendiye verirken “Mehmet efendi kimler var?” diye sordu.
Mehmet efendi nezaket içinde “herkes burada kaymakam bey” dedi.
Bu sırada kaymakam kulübün içki servisi yapılan tarafına geçmek için yürürken oyun oynanan kısma gözü kaydı. Orada kimsecikler yoktu.
Kaymakam kulüpçü Mehmet efendiye “hayırdır. Bugün oyun yok mu?” diye sorunca Mehmet efendi aynı nezaketle “bugün kimsenin eli oyuna varmıyor kaymakam bey” dedi.
Kaymakam “niyeymiş?” diye sordu. Kulüpçü “valla bilmem. Bugün herkes ‘mektep işi mi ne?’ onu konuşuyor” deyince kaymakam içinden “anlaşılan ben gelmeden haberi gelmiş” diye geçirdi ve içki servisi yapılan salonun kapısını açtı. İçeri girince içerinin dolu olduğunu gördü. Bu sırada herkesin kendine baktığını fark etti “akşamınız hayır olsun efendiler” dedi.
Bu sırada gözü doktora ilişti; o tarafa yöneldi.
Doktor kaymakamı görünce “oo!! Hoş geldiniz efendim. Bugün geç kaldınız” deyince kaymakam “bugün gelmeyecektim. Sonra dayanamadım geldim” dedi. Bu sırada yanlarına gelen kulüpçü Mehmet efendiye bakıp kaymakama doktor “bir kadeh içersiniz değil mi? Efendim” diye sordu. Kaymakam önce bir düşündü sonra “içeyim doktorum. İçimdeki heyecanı başka türlü bastıramayacağım” deyince doktor kulüpçüye bir sürahi rakı ve yanına bir şeyler getirmesini söyledi.
Kulüpçü gidince doktor tahmin ettiği halde “af edersiniz; heyecanınıza sebep olan ne?” diye sordu.
Kaymakam da zaten böyle bir soru bekliyordu.
“Sorma birader. Dün yeni bir emir aldım. Onun heyecanı” dedi ve millet mektepleri konusunu anlatmaya başladı. Doktor “biliyorum muhtarlar söyledi” diye araya girmeden kaymakamı dinledi.
Kaymakam millet mekteplerini anlatmaya başlayınca kulüpte herkes kulağını kaymakam vermiş onu dinliyordu.
Kaymakam “Epeydir bu emri bekliyordum. Başka yerlerde zaten başladı. Biliyorsun biz de geçen sene yeni alfabe öğrenimi yaptık. Ancak azizim bu iş öyle çok kolay bir şey değil. Düşünsene hiç okuma yazma bilmeyen kadın erkek herkese okuma yazma öğreteceğiz. Bunu kabul ettirip kurslara kaydı sağlama bile mesele. Gerçi cezası var. Öyle olunca kayıt yaptırmayan pek olmaz. Ayrıca ben köylerdeki sorunu çözerim. Becerikli muhtarlarım var. Onlar sorun çıkartmaz. Ama aynı şeyi kasabada da yapacağız. Beni asıl düşündüren o” dedi.
Bu sırada kulüpçü rakıyı bardağı mezeleri getirmiş; masaya servis ediyordu. Arkasından baş muallim de kulübe gelmişti. 
Kulüpçü dışarıda baş muallime “servisi kaymakama götürüyorum” deyince onun ardından salona gelmiş, kulüpçünün peşi sıra kaymakamın olduğu masaya gelmişti. Kaymakamın arkası dönüktü. Doktor baş muallimin geldiğini görünce sanırım kaymakama söylemişti. Çünkü kaymakam başını geri çevirmiş ve baş muallime “ooo Fethi bey. Buyrun buraya. Doktora yeni gailemizi anlatıyordum” dedi.
Baş muallim zaten oraya geliyordu; ama kaymakamın davetine teşekkür etmeyi ihmal etmedi ve masanın bir tarafına oturdu.
Kaymakam “millet mektebi meselesini anlatıyordum. Biliyorsun önümüzdeki günlerde kasaba halkına da tek tek duyuru tebliğ edeceğiz de bu işin zor olacağını söylüyordum” dedi. Fethi bey “niye zor oluyor kaymakam bey. Milleti hazır cehalette kurtaracağız. Daha minnettar olmalılar” dedi.
Onun bunu söylediği sırada Tahsin efendi de yanında Çetin efendi kulübe gelmişti.
Bu sırada kaymakam biraz yüksek sesle “doğru dersin Fethi bey. Yarından itibaren bölüm bölüm erkekleri kaymakamlığa çağırıp söyleyelim. Onlar da evlerinde eşine kızına, oğluna söyler” dedi.
Kendisine bakan doktora “azizim senin anlayacağın kasabada 15 kırk beş yaş arası herkesi bu kursa mecbur tutacağız. Tahsili olanlara iki ay, hiç okuma yazma bilmeyene dört ay okuma yazma kursu açacağız” dedi.
Doktor “çok iyi bir şey; böylece cahil kalmaz. Herkes buna seve seve katılır” dedi.
O sırada yakınlarındaki masada Çetin efendinin yanına oturan Tahsin efendi kasabanın en zengin mağaza sahibi olmanın güveniyle “iyi de kaymakam bey. Ben müşterilerime tuttuğum defterde veresiyeyi hep eski yazı yazdım. Şimdi o defteri yırtıp yeni defter mi tutacağım” diye sordu.
Kaymakam doktora “al bak işte” der gibi işaret ettikten sonra Tahsin efendiye “öyle uzaktan sorma. Kaymakamlığa gelince etraflıca anlatacağım. Yalnız şu kadarını söyleyeyim. Gazi bu işi şapkadan da fazla önemsiyor. Affı yok Tahsin efendi” dedi.
Kaymakam böyle deyince Tahsin efendi yutkundu. O sıra yanlarına gelip “bir şey ister misin? Tahsin efendi” diyen kulüpçüye ‘kaymakam cevap verememenin keyifsizliğiyle’ “sağ ol. Mehmet efendi. Ben yarın şehre mal almaya gideceğim. Onun için içmeyeyim. Zaten erken kalkacağım” dedi. Yanında oturan Çetin efendi onun niye kaçamak yaptığını anlamadığı için “hayırdır. Gündüzden öyle bir şey yoktu” deyince Tahsin efendi onun yalanını meydana çıkarmasına kızıp sinirlice “her şeyde sana hesap mı vereceğim Çetin efendi?” diye onu tersledi gitmek için kalktı.
Kaymakam gülümseyerek “Tahsin efendinin mektep işine kafası bozuldu. Bu hep böyle yapar. ‘Şapka giymem’ dedi, gitti herkesten farklı fötr şapka aldı. Tahsin efendi böyledir işte” deyince Tahsin efendi durakladı bir şey söyleyecekti; söyleyemedi. Bunu fark eden kaymakam “sen hele gel. Bir kadeh rakımı iç. Ben senin aklını erdireceğim” deyince kaymakamdan özür dileyip geldi yanına sandalye çekip ilişti.
Kaymakam “ya Tahsin efendi. Sen muhalif olmaya yeminlimisin? Devlet senin hayrına iş tutuyor olmaz diyorsun. Anlamadım gitti” dedi.
Tahsin efendi bir şey söylemeye hazırlanıyordu; o sıra salona girmiş olan Arif efendi “boşuna uğraşma kaymakam bey. Onun babası da böyleydi. Bir şeye olmaz desin. Öldür Allah ‘olur’ dedirtemezsin” dedi.
Onun bu sataşması Tahsin efendiyi rahatlatmıştı. Çünkü kaymakama ne diyeceğini bilememişti.
Kaymakam “ooo!! Hacı efendi. Burada günah işliyorlar. Sen gelirmiydin bu tarafa?” dedi.
Gerçekten Arif efendi bazı zamanlar nargile içmek için gelirdi. Çünkü kulüpçü de nargile içtiği için iyi nargile sarıyordu. Ama Hacı Arif efendi hacıya gidip geldikten sonra “günah olur” diye içki içenlerden uzak dururdu. Oysa hacıya gitmeden önce içkisiyle ünlenmişti. Tabi kaymakam bunu bilmiyordu.
Arif efendi “estağfurullah kaymakam bey. Ben o günahı vakti zamanında çok işledim. Şimdi canım çekmesin diye uzak duruyorum. Allah muhafaza hacılığı sakatlarım” dedi.
Onun bu latifeli cevabı kaymakamın hoşuna gitmişti. “Buyur gel o zaman Hacı efendi. Biz şimdi sevap işini konuşuyoruz. O seni korur” dedi.
Haci Arif efendi merakla “hayırdır kaymakam bey. Neyin sevabı?” dedi.
Kaymakam bey “bildiğiniz üzere Hz. Ali ‘bana bir harf öğretene kırk yıl köle olurum’ diyerek harf öğrenmenin ve buna sebep olmanın çok sevap bir iş olduğunu söylemiş. Biz de bütün halka yirmi dokuz harf öğreteceğiz. Onu diyordum” dedi.
Millet mekteplerini ona anlatmaya başladı. Hacı Arif efendi “biraz malumatım var benim” deyince kaymakam şaşırdı “nerden malumatınız var?” diye sordu.
Hacı Arif efendi doktora bakarak “sizin muhtarlar uğradı. Onlar söyledi efendim. Köylere millet mektebi açıyormuşsunuz” diye cevap verdi.
Kaymakam içkinin etkisiyle biraz şakacı olmuştu “bak sen. Bizim muhtarlar devlet sırrını ifşa etmiş; ancak siz eksik biliyorsunuz. Yalnız köyler değil kasabada da aynı mekteplerden açacağız. Tahsin efendiye onu anlatıyordum” dedi.
Tahsin efendi Hacı Arif’in de kendisi gibi medrese tahsilli olduğunu bildiği için kendine destek vereceğiniz sandı; ama yanılmıştı.
Hacı Arif efendi “ooo! Çok iyi olmuş. Böylece hepimiz cahillikten kurtulacağız” dedi.
Onun bu sözlerine şaşıran Tahsin efendi “Hacı efendi siz biz medresede okuduk ya. Neyin cehaleti?” deyince Hacı Arif efendi “haa! Anladım az önce kaymakam beye ‘benim tahsilim var’ demişsin. İyi de mirim herkes yeni yazıya geçerse; gazete mecmua yeni yazı olursa. Biz onları okuyamayacağız. O zaman cahil sayılmayacak mıyız? Haa! Sen devlet biz tahsilliler için de ayrı gazete mecmua çıkarır diyorsun. İyi de kaymakam bey, doktor bey o kadar tahsilden sonra yeni yazı öğrenmişse; biz tahsilliler niye kaçınacağız?” derken ‘tahsilli’ lafını bilerek bastırarak söylüyordu.
Yani Tahsin efendiye “o kadar okumuş tahsilli öğrenmişken bana sana ne oluyor?” demek istemişti ve Tahsin efendi de tam onun söylemek istediği gibi anlamış içinden ‘puşt yine benle dalga geçti’ diye geçirirken “haklısın Hacı efendi. Ben orasını düşünmemiştim” diye teslim bayrağını çekti.
Onları ilgiyle izleyen kaymakam içinden “köylerin koca Hamza’sı varsa; bizim de Hacı Arif’imiz var” diye geçiriyordu.
Tahsin bey lafını bitirince kaymakam “işte tam ben de doktor beye bunu anlatıyordum. Köylerde Hamza dede sayesinde zorluk çekmiyorduk. ‘Kasabada ne yaparız’ diyordum; siz yetiştiniz hacı efendi. Hay ağzına layık… Benim bir dünya laf etsem de belki ikna edemeyeceğim şeyi siz iki kelamla halettiniz” dedi. Onun bu yorumuna doktor bey de kafasıyla onaylıyordu.
Hacı Arif efendi “ee! Kaymakam bey sizin diliniz memuran dili. Biz az kaba konuşuruz; ama birbirimizle kısa anlaşırız. Çünkü edecek laf bilemeyiz. Goca Hamza bile köylüye ‘arkadaşla fazla gürültü etmen. Bu iş olucek; o gadar’ dedi mi? Akan sular dururdu” dedi.
Kaymakam Hacı Arif’in “sizin dil memuran dili. Biz çok laf bilmeyiz” derken kendisine laf çarptırdığını düşünmüştü; sonra bu düşünceyi aklından sildi. Çünkü Hacı Arif efendi olanı söylüyordu.
Hacı Arif’in bu sözleri gülüşmeye neden oldu. Tahsin efendi de zoraki gülümsemek zorunda kalmıştı.
O sıra Millet Mektepleri üzerine sohbet koyulaşmış; Baş muallim Fehmi beye sorular soruluyor. O da her soruya sabırla cevap veriyordu.
Hemen herkesin kafasında “niye mecbur oluyoruz?” veya “Arapça okuma yazma bilenler niye tekrar okula gidecek? Çocukla okula başladı. Yalnız onlar öğrense yetmiyor mu?” gibi sorular vardı.
Aslında bu soruları soranların çoğu samimiydi. Çünkü önlerine birden hiç bilmedikleri bir ufuk açılıyordu. Esnafların hemen hepsi okuma yazma biliyordu. Çünkü veresiye defteri taa o zamanlardan gündemdeydi.
Onların içinde en tahsillileri Tahsin beyle Arif efendiydi. İkisi de şehirde okula gitmişlerdi. Diğerleri kasabada cami yanındaki medreselerde okuma yazma öğrenmişti.
Fehmi efendi hiç birinin arasında fark olmadığını; önemli olanın harfleri tutuşturmayı bilmek olduğunu; bu anlamda şehirde okulda okuyanla kasabada medresede okuyanların hepsi tahsilliler için belirlenen mekteplerde okuyarak Latin alfabesini ve Latin harfleri kullanmasını öğreneceğini söylüyordu.
Kaymakam önceden Fehmi beyle erkekler için sınıfın şehir kulübündeki iki salonun uygun olacağını düşünmüşlerdi. Bu düşünceyle kaymakam bu sabah odacıyla bir kara tahtayı gönderip kulüpçü Mehmet efendiye teslim ettirmişti.
Akşam kulübe uğradığında “yarın onda sizi bekliyorum” dediği zahire tüccarı Şaban efendi kulübün yöneticilerindendi. Kulübü o yanına aldığı birkaç arkadaşıyla açmıştı.
Kaymakam Şaban efendiye millet mektebini anlatıp, uygulama için kulübü düşündüğünü söyleyecekti. Aslında talimatla da bunu yapabilirdi; ama bu kasabada göreve geleli beri prensip olarak her şeyi elinden geldiğince yurttaşa danışıp onları da işin içine katarak yapacağı şeyi yapmaya çalışıyordu.
Şimdi Fehmi efendi millet mekteplerini anlatırken kulüpte bulunanların ilgisinin arttığını fark edince Fehmi efendiye “Fehmi bey isterseniz bir uygulama gösterin. Ben bugün buraya kara tahta gönderdim” deyince Fehmi bey “ala olur Kaymakam bey. Çok münasip olur” dedi. Kaymakam kapıya yakın duran ve millet mektebi muhabbetine kendini kaptırmış olan kulüpçü Mehmet efendiye eliyle yanına gelmesi için işaret etti.
Önce anlamayan Mehmet efendi yanındaki esnafın uyarısıyla “buyurun kaymakam bey” diye kaymakamın yanına geliyordu.
Kaymakam “Mehmet efendi bugün size gönderdiğim siyah tahtayı getirirmisin?” dedi.
Kulüpçü “tabi efendim” deyip çıktı; az sonra elinde kara tahtayla geldi. Kaymakam kara tahtaya arkalık da yaptırmıştı. Kulüpçü kara tahtayı çelenk için hazırlandı sanıyordu. İçeri elinde kara tahtayla girince kaymakam “onu duvara dayayın” dedi.
Kulüpçü kara tahtayı duvara dayadığı sırada kaymakam “bir de paket olacaktı” dedi. Bir kutu da tebeşir göndermişti. Kulüpçüye onu getirmesini söyledi; sonra Fehmi beye “buyurun Fehmi bey” dedi.
Fehmi bey tahtanın yanına gitti. O sıra kapıdan elinde tebeşir paketi olan kulüpçüyle birlikte Şaban efendi girdi geldi.
Şaban efendi Fehmi beyin niye tahtanın önünde dikildiğini, niye herkesin yönünün ondan tarafa olduğunu anlamamış; şaşkın bakıyordu. İlerden kaymakam bey “Şaban efendi buraya buyurun” deyince Şaban efendi şaşkın bir yüz ifadesiyle kaymakamın yanına gelip boş olan sandalyeye oturdu.
Kaymakam “siz devam edin Fehmi bey” dedikten sonra Şaban efendiye “biraz Fehmi beyi izleyelim size söyleyeceklerim var” dedi.
Baş muallim Fehmi bey Latin alfabesi öğretme konusunda deneyimliydi. Daha Latin alfabesinin tartışılmaya başladığı yıllarda ilk yetiştirilen eğitim kadrosundandı.
Latin alfabesinin kabulünün ertesi yılı kasabada daha önce Arapça eğitim veren okulun Latin alfabesine geçişinde öğretim kadrosunun başına baş muallim olarak atanmıştı. Okulda altı arkadaşıyla birlikte eğitim veriyordu. Okulun ilk yılı normal öğrenimin yanında medrese tahsilini tamamlamış gençlere köylerde yararlanmak için kursa tabi tutmuş; oldukça başarılı sonuç almıştı.
Şimdi o kursta kendi yetiştirdiği sekiz öğrencisi ile köylerde okuma yazma seferberliğini yapacağının haklı gururu içindeydi.
Onun bu başarıları ve çalışkanlığı kasaba haklı üzerinde haklı olarak sevgi saygı kazanmasını sağlamıştı.
Şimdi kara tahtada kulüpte toplananlara Latin alfabesini anlatmaya başlarken kulüpte bulunan esnaf Fehmi beye saygılarından sanki öğrenciymiş gibi heyecanlanmıştı. O heyecana katılmayan “anlatsın bakalım; ne anlatacaksa? Görelim” lakaytlığında olan tek Tahsin efendi vardı. Onunla her gün birlikte olan yorgancı Çetin efendi bile ilgiyle gözünü, kulağını Fehmi beye dikmişti.
Fethi bey kulüptekilerin bakışından onların heyecanını ve ilgisini anlamış olmanın keyfiyle yumuşak etkileyici sesiyle tahtaya Latin alfabesinin harflerini yazıp, sonra onların nasıl tutturulacağını anlatmaya başlamıştı.
Bu sırada kaymakam yanında gözünü tahtaya dikmiş Şaban efendiye usulca “kulübü halkın okuma yazma öğrenmesi için kullanmayı düşünmüştüm. Onun için sizin izninizi isteyecektim” dedi.
Onun bu sözlerine Şaban efendi “izin ne demek efendim? Hepimiz her şeyimizle sizin yanındayız. Bittabi; burası çok münasip olur” dedi.
Kaymakam onun bu samimi sözlerinden çok memnun olmuştu. Birlikte Fehmi beyi dinlemeye başladılar.
O sıra salona sinek uçsa vızıltısı duyulacaktı. Herkes; hatta giderek Tahsin efendi bile sessizlik içinde can kulağıyla Fehmi beyi dinliyorlardı.
Baş muallim yarım saate yakın kara tahtada tebeşirle yazarak, kulüpçünün yardımıyla yazılanı temizleyip tekrar yazarak kulüpteki esnafa yeni yazıyla okuma yazma kursu verdi.
Çok uzatırsa esnafın sıkılacağını düşündü ve “işte arkadaşlar; gördüğünüz gibi yeni alfabede harfleri tanımak bu kadar kolay. İlginizi gördüm. Sizin kısa sürede bu yeni alfabeyle okuma yazma olayını halledeceğinize inanıyorum. Beni ilgiyle dinlediğiniz için teşekkür ederim” dedi.
Kasabada böyle devlet büyüğü konuşunca alkışlama adeti başlamıştı. Fehmi bey konuşmasını bitirince onu yürekten alkışladılar.
Hem kaymakam hem de Fethi bey talimatname geleli beri ‘esnafa bu işe nasıl ısındırız?’ kaygısı içindeydi.
Ancak kaymakamın pratikliği ve iş bitiriciliği sayesinde; tabi herkesin saygı duyduğu Hacı Arif efendinin de az önceki desteğiyle kolayca esnafa ulaşmayı başarmışlardı.
Artık bir program dahilinde erkeklere ve kadınlara kursa açmaya sıra gelmişti.
Kaymakam içinden o kurslar için ‘bu ilgi kaybolmadan en kısa zamanda kursları başlatmalı’ diye içinden geçiriyordu. Yarın baş muallime bunu önerecekti.
Fehmi bey elindeki ve üzerindeki tebeşir tozunu silkmek için dışarı tuvalete gitti. Az sonra temizlenmiş olarak geldi.
O sırada esnaf masalarına dönmüş Fehmi beyin anlattıklarını konuşuyordu. Hafiften kafalar çakırlaştığı için sohbet gülüşmelerle devam ediyordu. Bu sırada kaymakam da Hacı Arif efendi ve Şaban efendiye ilk okuma yazma kursunu burada kulüpte açılması konusunu konuşuyordu.
Yanlarına gelen Fehmi beye “buyurun hocam. Tebrikler. Çok güzel anlattınız” dedi. Fehmi bey teşekkür ederken kaymakam devam etti. “Ben Şaban beye bu iş için burayı uygun gördüğümüzü söyledim. Sağ olsun kabul ettiler” dedi. Onun bu sözlerine Şaban efendi “estağfurullah efendim? Ne demek emriniz olur” kaymakam “emir yok Şaban efendi; emir yok. Yeni bir devlet kuruyoruz. Eskinin yerini yeniyi koymak istiyoruz. Hepimiz bu çabaları anlayıp severek katılırsak çok daha başarılı oluruz. Yoksa öyle kuru emirlerle bir yere varılmaz” derken Hacı Arif efendi içinden ‘eferin kaymakama. Adam evladı’ diye geçiriyordu.
Kaymakam “doğru değil mi Hacı efendi?” deyince kendini topladı “çok haklısınız kaymakam bey. Bu işler gönüllü olur. İstiklal savaşına bile bizim burada kimseyi mecbur tutmadılar. Herkes gönüllü gitti. Bizim millet bi şeye inandı mı? Evelallah dağları bile devirir” dedi.
Böylece tatlı başlayan gecenin geç saatine kadar herkes kulüpte bu mektep meselesini konuştu. Birbirinin aklını erdirdi ve çoluk çocuk bu kurslara katılmaya karar verdi.
Gece epey ilerleyince kaymakam orada olanlardan izin istedi; Fehmi bey ve Hacı Arif efendi ve Şaban efendiyle birlikte çıktılar. Zaten o sıra oyun oynanan kısımda oyun masaları kurulmuştu.
Bu kasabanın halkı çok iyi hoştu; bir de şu kumar tutkusu olmasa.
Kaymakam kasabaya gelince bu kumar tutkusunu fark etmiş; önce önlem almaya çalışmıştı; ama önlem alsa da başaramayacağını anlayınca bu kulübün açılmasına izin vermişti. Ne olacaksa göz önünde olsun istemişti. Öteki gibi kimi evlerde kumar oynatılmasının önüne geçemeyeceğini görmüştü.
Evi zaten yakındı. Yarın Şaban efendi ve Hacı Arif efendinin kaymakamlığa gelmelerini rica etti. “Yarın enine boyuna bu işi konuşalım. Hacı efendi siz kasabayı çok iyi tanıyorsunuz. Kasaba halkının sevip saydığı bir insansınız. Şaban efendi de öyle. Sizin bu işte çok yararınız olacak” deyince Hacı efendi ve Şaban efendi “estağfurullah efendim” deseler de koltukları kabarmıştı.
Onlarla böyle randevulaştıktan sonra onlardan Fehmi beyle ayrıldı. Birlikte eve doğru yürüdüler. Çünkü ikisi komşuydu.
Kaymakam evin önüne gelince durdu “bu akşam çok iyi oldu değil mi Fehmi bey?” deyince Fehmi bey “sayenizde efendim. Bugün oraya kar tahta göndermeniz çok münasip olmuş” dedi.
Kaymakam “yarın sizi de bekliyorum. Birlikte bu eşrafla konuşalım” dedi. Fehmi bey “tabi münasiptir” efendim deyip eve doğru yürümüştü; kaymakam “bugün komutan yoktu. Haberiniz var mı? Bir yere mi gitti?” dedi. Fehmi bey “kayınpederiyle kayınvalidesi gelmiş efendim. Sanırım ondan akşam çıkamadı” deyince kaymakam güldü komutanın kayınvalidesi için “ee! Komutanı gelmiş. O izin vermezse çıkmak zor tabi” deyince Fehmi efendi de gülümsedi; birbirine tekrar “iyi geceler” deyip evlerine girdiler.
Kaymakam beyin eşi daha yatmamıştı. Onu kapıda karşıladı. Kaymakam bey gayet neşeli “siz daha yatmadınız mı?” diye sorunca kocasının keyifli haline sevinen hanımı “nasıl yatarım? Heyecanla sizi bekliyordum” dedi.
Kaymakam “iyi oldu. İyi ki akşam kulübe gitmişim. Bu mektep işini halka kabul ettirmede epey mesafe aldık. Yarın daha iyi olacak inşallah” dedi ve kulüpte olanları anlatmaya başladı.
Aynı saatlerde Çamdibi köyünde uykusu kaçan bekçi Rıza hava almak için dışarı çıkmıştı. Muhtarlığa dibeğin olduğu yere doğru yürüdü. O sırada aşağıdan tarla sulamaktan gelen köylüleri gördü.
Gelenler Devecinin Halil’le Kaykının Hasan’dı. Kürekleri omuzlarına koymuşlardı. Rıza efendiyi görünce ona yöneldiler.
Rıza efendi “hayırdır gomşular. Böyle kafa kafaya verdiniz nerden geliyorsunuz?” dedi.
Aslında ikisinin de yonca sulamadan geldiğini biliyordu. Kavak köyünün altından geçen dere Çamdibililerin tarlalarının hemen üstünden geçip gidiyordu.
O derenin ‘köylüler ona çay diyordu’ suyu Kavak; Çamdibi, aşağıda Söğüt ve Pancar köylerinin tarlalarını suladıktan sonra ovaya akıyordu. Suyun en son vardığı yer çayırlıkta ‘öz’ denen bataklık bir yerdi. Oralar genelde bütün çevre köylerin at eşek, varsa inek öküz ve koyun güttüğü yerlerdi.
Yani yedi sekiz köyün ortak çayırıydı. Ancak her evde at, eşek olduğu için yonca da ekiliyordu. İyi su verdin mi? Yoncalıktan yonca hiç bitmez, kesilenin yerini yenisi yetişirdi.
İşte Devecinin Halil ve Kaykının Hasan yonca tarlasını sulamadan dönüyordu. Rıza efendinin nereden geldiklerini bilerek sorusu üzerine ikisi de “heç davşan avlımaya giddik” dedi. Kaykının Hasan “gahbam Irza emmi. Bizlen dalga mı geçiyon. Bu vakıt insan ovaya neye gider bilmeyon mu?” deyince Rıza efendi “biliyom Hasan da. Hana laf edem deyi öyle sordum. Yoğusam sizin yonca sulumudan geldinizi bilmemin heç?” deyince ikisi de gülüştü.
Rıza efendiden büyük olan Devecinin Halil “kayırdır yeğen. Sen nediyon burda?” diye sorunca Rıza efendi “uykum gaçtı be dayı” dedi. Halil gülümseyerek “çalgıcı Hallenin gızı gibi ha?” dedi.
Onun bu sözlerine Kaykının Hasan gülerken Rıza efendi “hah tam işde öyle. Mübarek uykuyu yakalayıp geliyon; gine gaçıyo Çalgıcı Hallenin Dudu gibi” derken gülüyordu.
Dudu babası çalgıcı olunca düğünlerde onun yanında gider erkeklerin olduğu yerde oynarmış. Öyle dansöz gibi çıplak oynadığını sanmayın.
O yılların bu kadınlar köy kadınlarından zor ayrılırdı. Yani aynı kılık kıyafetle oynarlardı. Çalgıcı Hallen kızı eski oynaklardandı. Köylerde onu Hallenin Dudu veya “gahba Dudu” diye bilirlerdi. Kaç sefer kocaya vardıysa hepsinden bir başka erkekle kaçarak ayrılmıştı. Şimdi gocalsa da namı yerinde duruyordu. O yörede Dudu’nun kocadan kocaya kaçması “Çalgıcı Hallenin gızı gibi gaçmak” diye deyim haline gelmişti.
Devecinin Halil eski kulağı kesiklerden olduğu için Dudu’nun oynatıldığı alemlerde çok bulunmuştu. Şimdi de Rıza efendi “uykum kaçtı” deyince “Çalgıcı Halenin gız gibi ha?” demişti.
Böyle başlayan sohbet dereden tepeden devam etti. Sabah ezanına yakın Devecinin Halil “yatmeverem gari. Az sonra Emin hoca ezan okur. Sabah namazını gılar öyle yatarız” deyince üçü de dibeğe yaslandı. Ovanın ürünü olan tütünden çıkarıp birer sigara sardılar. Halil efendi alışkın ellerle çakmak taşıyla kavı yakıp sonra sigarasını yaktı, kavı önce Rıza efendi sonra Kaykının Hasan aldı. Onlar da sigaralarını yakıp sohbete başladı.
Deveci Halil “bu dibek ne yarenlikleri dinledi kim bilir? Dili olsa da deyiverse” dedikten sonra gençliğinde yayla günlerini, Rıza efendinin babasıyla geçirdikleri günleri anlatmaya başladı.
Sohbet koyulaşmıştı ki; Emin efendi “Allahü Ekber!” diye ezana başladı. Ezan başlayınca sohbeti kestiler, aşağı dereden abdest almak için oraya doğru yürüdüler.
O sırada ezanı bitiren Emin usta minareden aşağı inince aşağıda muhtarla karşılaştı. Muhtarın da uykusu kaçmıştı. Sabah ezanını duyunca namazı camide kılmak için gelmişti.
Aşağıdan Devecinin Halil, Kaykının Hasan ve yanlarında bekçi Rıza’yı görünce “hayırdır? Bu kafadarlar ne zaman buluşmuş?” diye merakla onları bekledi. Yanına gelince “hayırdır Irza dayı? Bunlarla ne ara buluşdun?” dedi. Rıza “uykum gaçınca diben yanına geldiydim. Halil dayı Hasan’la yonca sulumadan geldi. Laflaken ezan vaktı gelince;  ha namazı gılamda ondan keri yatam dediydik” deyince muhtar “ula arkıdeş. Bu uykulara noldu böyle yahu. Benim de uykum gaçınca namazı camide gılen deyi geldim” dedi. 
Devecinin Halil “sizin hepinizin uykusu Çalgıcı Hallenin dudu gibi olmuş. Gaçıp duru” deyince hep birlikte gülüştü. Muhtar “ilahi Halil dayı… Nerden buluyon bu lafları?” dedi.
Bu şekilde camiye girdiler. Orada gülmeler kesildi. Emin hocanın arkasında diğer gelen köylülerle saf tutup sabah namazını kıldılar.
Caminin dışına çıkınca Halil ve Hasan “biz accık kestirem” deyip giderken muhtar bekçi Rıza’ya “dayı sen de git kestir biraz. Ben lazım olursan çağırın seni” deyince Rıza da evine gitti. O sıra kalkmış olan Zehra’ya uykusu kaçtığı için dışarı çıktığını, sabah namazını kılıp geldiğini söyleyip “ben azcık kesdircen. Çocuklara gürültü yapdırma” dedi ve kendi odalarına girdi.
Ali’yle kız uyuyordu. Onların yanında usulca hiç soyunmadan olduğu gibi yatağına uzandı. Az sonra horlamaya başlamıştı.
Muhtar da muhtarlığın önünde Emin hocayla sohbete dalmıştı.
O saatlerde kasabada da okula giden çocuklar evde okula hazırlanma telaşındayken fırıncı çoktan fırını yakmış, ilk posta ekmeğini çıkarmıştı. Kasabada üç kahve vardı. Meydandaki kahve de çoktan çayı demlemiş, camiden gelenlere ve fırındaki çalışanlara ilk çay servisini yapmıştı.
Kaymakamın hanımı da kocası “yarın erken gideceğim” dediği için erkenden kalkmış kocası için çayı demlemiş, yumurtaları kaynatmıştı. Bir oğlu, bir kızı vardı. İkisi de şehirde halalarının yanında okula gidiyorlardı. Onun için kaymakam ve eşi evde bir başlarınaydı.
Kadın kahvaltıyı hazırlayınca kocasını kaldırdı. Zaten kaymakam uyanıktı. Aklında erken kalkıp jandarma komutanıyla buluşmak ve onu, savcıyı, doktoru ve baş muallimi alıp köyleri dolaşmak vardı.
Dünden beri içi içine sığmıyordu. Akşam kulüpte işler yolunda gidince, Şaban beyle de gece görüştüğü için bir an önce köyleri dolaşmak, sıcağı sıcağına millet mektepleri için ne yapılacağını yerinde görmek istiyordu.
Eşi uyarmak için gelince “zaten uyanıktım” dedi ve hızlıca kalkıp lavaboya gitti. Tuvalette işini gördükten sonra hızlıca tıraşını oldu, elini yüzünü yıkadı; bu sırada eşinin hazırladığı kahvaltı masasına geldi ve kahvaltıya başladı.
Eşi “hayırdır kocacığım. Uykun mu kaçtı?” deyince “yok; köyleri dolaşmak istiyordum da onun için erken uyandım” dedi.
Eşi “yalnız mı dolaşacaksın?” diye sorunca “hayır! Komutan, Savcı, Doktor ve Baş Muallimle birlikte dolaşacağım” dedi.
Eşi “bu mektep işine çok önem veriyorsun” deyince “karıcığım her şey buna bağlı. Yani halkı okuma yazma öğretmeye bağlı. Alınacak daha çok yol var. Yeni bir devlet kuruyoruz. İşi sıkı tutmazsak başaramayız” dedi.
Eşi kocasının bu heyecanını kendi içinde duyuyor, kocasının başarısı için elinden ne gelirse yapmak istiyordu.
“Ben de bugün belediye başkanının hanımına gidecektim. Oraya başka hanımlar da gelir. Onlara bu mektep konusunu anlatayım mı?” deyince kaymakam eşinin kendine yardım etmek için gayretine duyduğu minnetle eşine baktı “çok iyi olur karıcığım. Sana anlattığım kadarıyla anlat. Kendinin de bu mektebe devam edeceğini, aslında İstanbul kız lisesi mezunu olduğunu; ama yeni harfleri bilmediğini söyle. Böylece hem senin tahsilli olduğunu; hem de tahsilli olduğun halde bu mektebe katılacağını öğrenirlerse onlara da gayret gelir” dedi.
Kahvaltısını bitirmişti. “Eşine ben çıkıyorum” dedi,
Köylere atla gideceği için suvari pantolonunu giymişti. Üzerine spor gömleğini giydi. Üzerine deri ceketini giydi. Çizmesini giydi; eline meşin kırbacını aldı. Eşine hoşça kal deyip çıktı.
Dışarı çıktığında kendini süvari gibi hissetmişti.
Mart ayının başı; havalar erkenden ısınmıştı.
Jandarma karakolu yakındı. Oraya doğru yürüdü. Kapıda nöbetçi vardı. Kaymakamın karakola geldiğini görünce esas duruşa geçti. Kaymakam yanına gelince sert bir tonda tekmil verdi.
Kaymakam bu tür durumlara alışkın değildi. Asker tekmilini bitirmeden eliyle ‘tamam’ der gibi elini sallarken kapıdaki nöbetçinin sesini duyan nöbetçi çavuş koşarak karakoldan çıktı. Kaymakamın geldiğini görünce koşarak onun yanına geldi. Kaymakam nöbetçi çavuşu görünce “komutan daha gelmedi mi?” dedi. Aslında saatin erken olduğunu biliyordu tabi. Sırf nöbetçi çavuşunun da bağırarak tekmil vermesini önlemek için öyle söylemişti.
Nöbetçi çavuş yüzbaşının daha gelmediğini söyleyecekti; karakolun hemen yanındaki lojmanda oturan yüzbaşı nöbetçi askerin tekmilini duyup balkona çıkmıştı. Kaymakamı görünce elini salladı “şimdi geliyorum efendim” deyip hazırlanmak için içeri girdi.
Kaymakam da nöbetçi çavuşa “ben kamelyada bekleyeyim” deyip karakolun önündeki kamelyaya geçti.
Burayı yüzbaşı yaptırmıştı. Etrafı çiçek tarhlarıyla ve çimenle çevrilmişti. Özellikle ilkbaharda bütün çiçekler açınca orası akşam serinliğinde hoş bir yer oluyordu.
Bir çok akşam kaymakam, doktor, savcı, hakim, baş muallim eşleriyle gelip komutan ve eşiyle birlikte oturuyorlardı.
Kamelyanın etrafındaki çiçeklerin hoş görüntüsünü seyrederken yüzbaşı giyinip geldi. Kaymakamın süvari kıyafetini görünce “hayırdır kaymakam bey” deyince kaymakam “kusura bakmayın yüzbaşım. Sizin de misafiriniz varmış. Komutanınız gelmiş” deyince yüzbaşı gülümseyerek “evet kaymakam bey; ani dün baskın yedim” dedi. Kaymakam “ben size sormadan bir karar aldım. Biliyorsunuz millet mektepleri konusu vardı. Şimdi biz de kasaba ve köylerinde uygulamaya geçiyoruz. Dün siz yoktunuz. Kulüpte güzel bir hava yakaladık. Esnafa bu konuyu anlatma fırsatı yakaladık. Ayrıca dün muhtarlara bu konuyu anlattık. Bugün sıcağı sıcağına köylere dolaşalım diye düşündüm. Kavak köyü ve Kayaköy muhtarları yine aksilik çıkaracak gibi. Özellikle o köylere sıcağı sıcağına gitmeyi düşündüm. Onun için gelmiştim. Sizin de misafiriniz var; acaba izin verirleri mi?” dedi.
Yüzbaşı “ne demek kaymakam bey? Ankara onca çaba içindeyken bizim burada hiç kaytarma hakkımız olmamalı. Ben izin verin; eve gidip durumu anlatıp geleyim. Ondan sonra hemen hazırlanıp gideriz” dedi ve evine gitti.

Kaymakam o sıra yanında bekleyen çavuşa “çayınız varsa. Bana çay getirirmisin?” deyince çavuş “emredersiniz” deyip karakola girdi. 

2 yorum:

  1. Erdoğan arkadaşım merhaba; bazı yazım hataları bulunan 50 sayfalık hikâyeni okudum, eline diline sağlık. Fakat o kocaman hikâyenin ortasına kocaman bir tarihsel doküman yerleştirmek ne kadar uygun bilemem. Eğer ayrı bölüm açıp (Google alıntıları değil de) eş zamanda Ankara'da yaşananları anlatmış olsaydınız sanırım hikâye ile daha iyi örtüşürdü (tıpkı kaymakamın evinde, kulüpte ve köylerde yaşananları anlattığınız gibi) diye düşünüyorum. Selamlar…

    YanıtlaSil
  2. Merhaba sevgili dostum. Yorumunu şimdi gördüm. Eleştirinde haklısın ancak bu çalışmam henüz bitip tümüyle elden geçmedi.Sonuçta bunun bir hikaye özelliğinde kalmasını için sizin eleştirinizi de dikkate alarak bütün özeni göstereceğim.Yorumla katkın için çok teşekkür ederim.

    YanıtlaSil