Böylelikle ilk geldikleri sıradaki gerginlik
gitmişti.
Bundan memnun olan Tahsin efendi “durun o zaman
size bir kahve söyleyeyim. Malum bir kahvenin kırk yıllık hatırı varmış.
Yanınızda hatırlı olalım” dedi.
Onun bu sözlerine Ali efendi de Hayri efendiyle
birlikte itiraz edip “olur mu Tahsin efendi. Sizin hatırınız zaten var” diye
cevap verdi.
Tahsin efendi onların bu gevşemesinden memnun
kahve söylemeye çıkıyordu; Hayri efendi “sen zahmet etme. Bizim Arif efendiye
sözümüz var. Kahveyi onunla içeceğiz. Biz hatırını soralım diye şöyle bir uğradık.
Öyle değil mi Ali aga?” deyince o sıra boş bulunan Ali efendi “ne dedin
anlamadım?” diyecekti; ama hemen kendine geldi “Hayri aga doğru söyler Tahsin
efendi. Biz sonra içelim kahveni” dedi. O sıra ayağa kalkan Hayri efendiyle
birlikte Tahsin efendiyle vedalaşıp çıkıp gittiler.
Arkalarından bakan Tahsin efendi yanına merakla
gelen Çetin efendiye “ağalar laf almaya geldi; ama havalarını aldı. Bir gaz
verdim havalara uçtu kerizler” dedi.
Onun bu sözleri Çetin efendiyi çok rahatlatmıştı.
Çünkü son zamanda çok korkak olmuştu. Hele jandarma komutanı geçen hafta onu
çağırıp “Çetin efendi köylerde abuk sabuk konuşuyor, Gazi hazretlerini
kötülemeye kalkıyormuşsun ayağını denk al” dediğinden bu yana daha
korkaklaşmıştı. Aslında Tahsin efendinin durumu da aynıydı; ama huyundan da
vazgeçemiyordu. Nedense cumhuriyete karşı içinde kin vardı.
Ama Hayri efendi o sıra Ali efendiye “bu
mendeburların önüne zor geçilecek Ali aga. Bunların hakından gelmek için
cumhuriyete dört elle sarılmalı” diye söyleniyordu
Bu şekilde kendi aralarında Tahsin efendiyi
çekiştirip Gaziyi överek hana vardılar. Hancı Arif efendi her zaman olduğu gibi
hanın yanındaki kahvenin önünde çınar ağacının altında sandalyeye oturup çelmiş
bacağını nargile tokurdatıyordu. Muhtarları karşıdan gelirken görünce
gülümseyerek “nereden böyle muhtarlar?” dedi.
Hayri efendi erkenden davranarak “kaymakamın
toplantıdan Arif efendi” deyince Arif efendi “arkadaşlarınız gelip gideli çok
oldu” diye cevap verdi. O sıra Hayri efendi oradan bir sandalye aldı; Ali
efendi de arkasında elinde sandalye gelip Arif efendinin yanına oturdular.
Hayri efendi “doğru; biz geriye kaldık. Kaymakamın tembihleri vardı. Oradan
Tahsin efendiye uğradık” deyince Arif efendi “Ne yapıyor Tahsin efendi?” diye
sordu.
Hayri efendi “Kavak muhtarıyla laflıyorlarmış.
Biraz da biz lafladık. Kahve ısmarlayacaktı; ‘Arif efendiye sözümüz’ var deyip
kalkıp buraya geldik” dedi.
Ali efendi onun Tahsin efendiyle konuşmalarını,
çıktıktan sonra “bu mendeburların önüne zor geçilecek Ali aga. Bunların
hakkından gelmek için cumhuriyete dört elle sarılmak gerek” deyip şimdi burada
Arif efendiye böyle konuşmasını görünce içinden “bu Hayri aga valla komitacı.
Gevezelik ne bilmiyor” diye geçiriyordu.
Gerçekten Hayri efendi şen şakrak biri görünmesine
karşı laf taşıma konusunda çok ketumdu. Burada da gerekmediği için Tahsin
efendiyle konuşmalarının ayrıntısına girmek istememişti.
Onun bu ketum hali Arif efendinin hoşuna gitmişti.
İçinden “Hayri efendinin ağzı sıkı… Aferin” diye geçirirken gülümseyerek “doğru
ben de nargileyi kurdum; kahve içmek için bir arkadaş bekliyordum” dedi ve
dışarı çıkan garsonu çağırdı. Nasıl kahve içtiklerini sordu. Muhtarlar ‘orta’
deyince; üç orta kahve siparişi verdi.
Kahveler geldiği sırada köşedeki kasaba giren
doktor Süleyman bey onları gördü. Kasap dükkanında kıyma siparişini verdi; Kasap
Hasan efendiye “Hasan efendi siz benim siparişi hazırlayın ben Arif efendiye
bir merhaba diyeyim. Sonra gelir alırım” dedi.
Hasan efendi gülümseyerek “baş üstüne doktor bey.
Ben şimdi hazırlarım. Sonra belki gelip size katılırım. Hacı efendi yakın
komşum; ama epeydir ben de görmedim; ben de bir merhaba diyeyim” dedi.
Doktor gülümseyerek “olur ben sana orada yer
ayırtırım” deyip çıktı ve Hacı Arif efendilerin yanına yürüdü.
Onun yanlarına geldiğini ‘yönü o tarafa dönük
olan’ Hayri efendi gördü ve gülümseyerek ayağa kalkmaya davrandı. Arif efendi
muhtara “niye kalktın?” diyecekti; baktı doktor yanı başına gelmiş; hemen
toparlandı “ooo! Doktorum. Seni hangi rüzgar attı böyle?” dedi.
Doktor Süleyman bey gülümseyerek “baktım
muhtarları almışsın karşına. ‘Ben de katılayım da iki laflayayım’ dedim Hacı
efendi. Herhalde bir kahve de bana ısmarlarsın” deyince Arif efendi “o nasıl
söz doktorum. Senin başımız üstünde yerin var. Kahve ne demek? İstersen sana
oğlak kesip çeviririm” diye karşılık verdi ve garsona doktor için de kahve
söyledi.
Onlar birbirine böyle iltifat yağdırırken
muhtarlar saygılı bir tavırla bakışıyordu…
Arif efendi “bugün kaymakam bey muhtarları
toplamıştı. Ben de arkadaşlara o toplantıyı soruyordum. Malumunuz Ankara yeni
yeni kararlar alıyor” diye niye muhtarlarla birlikte olduğunu açıkladı.
O böyle deyince doktor birden ciddileşti. “Ee!
Yeni bir devlet kuruluyor. Her gün yapacak iş vardır mutlaka. Yeni bir
cumhuriyet kurmak kolay değil. Gazi hazretleri düşmanı denize döktü; ama asıl
şimdi işi zor. Bu millete yenilikleri kabul ettirmek kolay değil” deyince Arif
efendi “doğru söylersin doktor bey. Kızıl ağız çok. Ellerinden gelse her şeyi
ters yüz edecekler; ama sağolsunlar bizim muhtarlar gibi dirayetli yöneticiler
var. Allahın izniyle Gazi hazretlerinin yükünü elbirliğiyle üzerinden alacağız.
Bak şimdi de millet mektepleri açılıyormuş. Millete yeni yazıyla okuma yazma
öğretecekler” dedi.
Onun bu sözleri doktoru heyecanlandırmıştı. “Deme
yahu. O ne muazzam teşebbüs öyle. İnşallah başarılır. Çünkü her melanetin başı
cehalet… Cehaletin karanlığı. O karanlık yırtılmadan cumhuriyeti kuranlara
dirlik yok. Yalnız bu karar ne zaman alınmış? Dün kulüpte kaymakamla beraber
bezik oynadık; hiç bahsetmedi” deyince Arif efendi “kaymakam ciddi adam. Devlet
işini ortalık yerde konuşursa işin cılkı çıkar diye düşünmüştür” dedi. Sonra
muhtarlara dönüp “anlatsınlar bak. Nasıl olacak o iş” deyince doktor
geldiğinden bu yana saygılı sessizlik içinde olan muhtarlar kendilerine söz
düşünce heyecanlanmıştı.
Birbirlerine bakıştılar ‘sanırım’ Hayri efendi
daha yaşlı olduğu için söz ona düşer diye bakışarak karar verdiler; Hayri
efendi “doğru dersin doktor bey. Kaymakam tam sizin dediğiniz gibi dedi bize.
‘Karanlığı yırtmamamız lazım. Vatandaş okuma yazma bilecek ki; gazete kitap
okuyacak. Süylenen lafı anlayacak’ dedi. Sonra en mühimi da ‘ana babalar okuma
yazma üğrenirken çocuklara haves gelecek’ dedi. Biz şimdi küylerde münasip
yerleri vatandaş gelip okusun diye yer açacağız” dedi.
Baş muallim Fehmi beyin söylediklerini aktardı. Bu
sırada konuşurken baya heyecanlanmıştı. “İşte doktor bey… Kaymakam bize bu gürevi
verdi. Biz de gidip o gürevleri yerine getireceğiz” dedi.
Onun böyle millet mekteplerini heyecanla anlatması
hem Arif efendiyi, hem de doktoru duygulandırmıştı.
Doktor “muhtarların hepsinin bu işte gönlü var
değil mi?” diye sorunca Hayri efendi “yok be ya doktor bey. Aramızda birkaç
gızıl ağız var. Mırın gırrın etdiler; emma kaymakam onlara çok sert çıkınca
pıtsılar. Kaymakam beye dedik biz. Sıkma canını kaymakamım. Biz o gızıl
ağızları yola getirmesini biliriz dedik” diye anlattı.
Karşı çıkanların her zaman olduğu gibi Kavak ve
Kayaköy muhtarları olduğunu, çoğunun sessiz kaldığını; ama ‘evelallah’ yola
geleceklerini söyledi. Kasabada Tahsin efendinin onlara yüz verdiğini; ama onun
da çok korkak biri olduğunu söyleyip, “az önce buraya gelmeden uğradık yanına.
Ağzını yokladık. Oradan buraya geldik” dedi.
Doktor Hayri efendiyi gıpta ile izliyordu. İçinden
“işte kurtuluş savaşını bunlarla kazandık biz. Akılları erdi mi? Dağları
devirecek bunlar’ diye geçirdi; Hayri efendiye “bravo muhtar. Kaymakam bey
sizden bahsetmişti; dediği kadar varsınız; bravo” dedi sonra “o muhtarların
derdi neymiş?” diye sordu.
Onlardan önce Arif efendi “dertleri ne olacak
doktorum. Eskiden hacı hoca muska üfürük işi bitiyorlardı. Şimdi öyle mi? Yasak
hepsi… Ondan sokurdanırlar. Yani cumhuriyet menfaatlerine dokundu. Medeni
nikahı getirdi. Kadınlara mirastan pay verdi. Tabi bunlara hep karşıydı bunlar”
dediği sırada doktor gülümseyerek “hacı hoca işi bitiriyorlar dedin Arif
efendi. Sen de hacısın. Seni de sevmiyor bunlar” deyince Arif efendi “benim
hacılığım da hocalığım da kedime doktorum. Sevabı da benim günahı da” dedi.
Onun bu sözlerine gülüştüler ve o sıra gelen
kahveleri yudumlamaya başladılar.
Doktor Ali efendiye “sizin Hamza dede vardı. Nasıl
sağlığı iyi mi? Geçenlerde ona Sıhhiye Musa efendiyle ilaç gönderdim” dedi.
Ali efendi “iyidir doktor bey. Hamza dede maşallah
sağlığı yerinde” dediği sırada lafa giren Arif efendi “ne zamanın Hamza pehlivanı
o. Maşallah kaya gibi sağlamdır” dedi.
Doktor biraz şaşırmış gibi “Hamza dede pehlivanlık
mı yapmıştı?” diye sordu.
Arif efendi “hem de ne pehlivan? Namı buralardan
Aydın, Söke ovasına kadar yayılmış. Benim dedemin dostudur o. Dedem onu efeliği
zamanından tanırmış” deyince doktor daha şaşırdı “Hamza dede efelik de mi
yapmış?” diye sordu.
Arif efendi “tabi ya onun efeliği de vardır. Ama
öyle hırsız, uğursuzlardan değil” diye cevap verdi; doktorun merakla baktığını
görünce devam etti. (Ali efendi de goca Hamza için bir şeyler biliyordu; ama o
bildikleri bekçi Rıza’ya söyledikleri; daha doğrusu Bekçi Rıza’nın ona anlattığı
kadar biliyordu. Hayri efendi de kurtuluş savaşı sırasında Yunan Buldan’a
dayanınca Goca Hamzanın köylerinden eli silah tutanları ‘Yunana pusu için’
almaya geldiğinde tanımıştı onu. O sıra sağ olan dedesi Hamza dedeye çok itibar
etmiş; o köyden altı kişiyi peşine takıp gittikten sonra anlatmıştı onu. Yani ‘Hamza
dedenin bir zamanlar yaylalarına eşkıya basıp anasının ırzına geçip katlettiği
sırada intikam için dağa çıktığını; epey dağda kaldığını’ onların bildikleri
hepsi bu kadardı.)
Arif efendi doktor ve diğerlerinin merakla
baktığını görünce “Hamza dedeyi bana dedem anlatmıştı. Bunların köy yaylaya
göçtüğünde yaylayı eşkıya basmış. Hamza dede o sıra Aydın tarafında bir bey
düğününde güreş tutmak için ordaymış.
Eşkıyalar yaylayı basıyor. Epey mallarını
çalmışlar. Karşı koymaya kalkanlardan dört beş kişiyi öldürmüşler. Hamza
dedenin babasını ve kardeşlerini yaralamışlar. O sıra üstlerine atılan anasının
da ırzına geçip öldürmüşler. Hamza dede neden sonra yaylalarına eşkıya
bastığını duyup köyüne geliyor. Orada köylülerden babasını ve kardeşlerinin
başına geleni; anasının ırzına geçilip öldürüldüğünü öğrenince çılgına dönüyor.
Silahını kaptığı gibi onları bulmak için dağlara vuruyor. Oralarda epey
dolaşmış. Sonra Aydın zeybeklerinden Arap Şükrü efe ile buluşmuş. Arap Şükrü’yü
Aydın ovasında güreş tuttuğu sırada tanımışmış. Arap Şükrü o sıra düze inip
silah bırakan zeybeklerdenmiş. Hamza dede onun sayesinde buluştuğu Zeybek Kamil
isimli efeye katılıyor. Zeybek Kamil’in ve adamlarının yardımıyla yaylalarını
basan eşkiyaları bulup haklamış. Sonraları epey dağda gezmiş.
O sıralar bu dağlar bile kum gibi eşkıya
kaynarmış. Asker kaçakları, köyünde biriyle maraza çıkaran kaptı mı silahı ‘ver
elini dağlar’ Hepsi de kendine uygun bir gurup bulur onun içinde kalırmış.
Daha yakınlarda kadar bile bizim burdan şehre gece
gidemezdik. Mutlaka bir yol kesen olurdu. Yola çıkan gece olmadan kendini yol
üzerinde bir hana atardı. Sağolsun Kemal paşa o işe de el attı. Şehirdeki
jandarmaya takviye göndermiş. Yakaladıklarını astılar; ‘çok şükür’ onlar kısa
sürede asayişi sağladılar. Şimdilerde tek tük kaldı. Onlar da gece silahlı
gündüz külahlı cinsinden” diye epey ayrıntılı anlattı.
Doktor “deme yahu. Ben de onun hakkında bazı
şeyler duymuştum; ama bunları bilmiyordum. O kurtuluş savaşı sırasında köyleri
Yunan baskınına karşı tedbir aldırmıştı galiba. Ben jandarma komutanından onu
duymuş; çok etkilenmiştim” dedi.
Sözün kendine geldiğini düşünen Ali efendi “doğru
söylersin doktor bey. Hamza dede o sıra ova köylerine sahip çıkmış. Onların
paniğe kapılmasının önüne geçmiş. Şimdi bütün ova onu çok sever; hep hatırını
sorar” dedi.
Hayri efendi de kendi bildiklerini anlattı.
Kısacası konu millet mekteplerinden Hamza dedeye
kaymıştı.
Ali efendi “Hamza dede şimdi cumhuriyetin en has
savunucusu. Ne emir gelirse ilk o uygular ve köylüye de ‘bugünlerin gıymatını
bilin. Biz Gaziye çok borçluyuz. Bizi insan yerine o koydu’ der” diye devam
etti.
Söz döndü dolaştı yine millet mekteplerine geldi.
Muhtarlar Arif efendiden ve doktor beyden gitmek için izin istedi.
Hayri efendi “biz vakıtlıca gidelim be ya. Derslik
için yer hazırlıcaz. Köylüye millet mekteplerini anladıcaz. Kaymakam ‘elinizi
tez dutun… Bugün yarın ders için öğretmen gelir’ dedi be ya” deyince Arif
efendi ve doktor “size müsaade’ derken doktor “Köylüye iyi anlatın bunları. Hep
beraber cumhuriyetimize sahip çıkalım” dedi.
Hayri efendi Ali efendi hana girdiler; bağladıklar
yerden atlarını çıkarıp bindiler üzerine ve ‘ver elini köyüm’ deyip çıkıp
gittiler.
Onların arkasından bakan doktor Arif efendiye
“biliyormusun Arif efendi? Gazi ‘köylü milletin efendisidir’ diye bunun için
söyledi. Biz kurtuluş savaşını bu köylüyle kazandık. Cumhuriyetin başarısını da
bu köylüyle elele verip sağlayacağız. Yeter ki inancımızı kaybetmeyelim” dedi.
Millet mekteplerinin çok iyi olacağını, özellikle
köylülerin cehaletten kurtulacağında görüş birliği içindeydiler.
O gün muhtarlar vasıtasıyla kasabanın esnafı
millet mekteplerini öğrenmiş; dükkanlarda, kahvelerde ve akşam evlerde
konuşulan hep bu millet mektepleri olmuştu.
Kimse aslının ne olduğunu tam bilmediği bu olay
için kendince bir fikir yürütüyordu. Genel kanı halk için iyi olacağı yönündeydi.
Gerçi eski yazının terk edilmesinden homurdanan yok değildi. İyi kötü eski yazı
öğrenmiş olanlar veya bir yerlerde okumuş olanlar yeni yazıyla mektep
açılacağını duyunca kendilerini kara cahil gibi görmüş “ne yani; şimdi biz sil
baştan yeniden okula mı gidicez?” diye tepki göstermişlerdi.
En çok tepki gösterenler yine hacı hoca takımıydı.
Ne zamandır okuma, muska gibi şeyler yasaklandığından birçoğunun ekmek kapısı
kesilmişti. Çünkü halk arasında özellikle muskaya inanan çoktu.
Kaynanasından şikayetçi gelin veya kocası gözü
dışarıda olan eş, evde kalmış kız vb. bir çok konuda dilek ve temennisi olan
işi muskayla halledeceğini sanıp iyi muska yazmakla tanınan hacı hocaya
taşınıyordu.
Öyle ki; çoğu muskacı kendinin tanıtılması için ‘dümenci’
reklamcı olan ve kazançtan pay alan adam bile tutmuştu. Şimdi işler kesilince o
aracı olanlar da ekmeğinden olmuş; onlar da bu tekke zaviyelerin kapatılıp
okuma muska işlerinin yasaklanmasından ‘en az’ o işi yapanlar kadar
şikayetçiydi.
Yani cumhuriyet hükümeti yeni yeni kararlar
alırken her kararı karşısından ‘ayrık otu gibi toplum içinde bitmiş’ o
kararlardan çıkarı bozulanların engelini de aşmak zorundaydı.
Yani işler öyle ‘al Ankara’dan bir karar, herkes
uysun’ olmuyordu.
Alınan her kararın köylere kadar benimsetilmesi
gerekiyordu. Yoksa ‘öyle zart zurtla’ zorlamayla varılacak bir hedef yoktu.
Ankara da bunun farkında; her aldığı karar öncesi birçok hesap kitap yapıyor;
alınan kararların nasıl uygulanacağı, engel olanların nasıl aşılacağı konusunda
enine boyuna düşünülüyordu.
Şapka kanununun Kastamonu’da açıklanması ve
Gazinin ilk şapkayı orada giymesi tesadüf değildi. Çünkü Kastamonu İç Anadolu,
Karadeniz Bölgesi ve Doğu Anadolu’nun merkezi gibi karakteristik özelliğe
sahipti. İlk şapka orada tanıtılınca bu uygulama dalga dalga Türkiye’nin en zor
coğrafyasına yayılıp benimsetilmişti. Çünkü Batı ve Güney bu tür yeniliklere
çok kapalı değildi.
Buna rağmen hemen her yerde özellikle serpuş denen
başlığın terk edilmesi; sarığın din adamları dışında yasaklanması Anadolu kırsalının
tamamında tepkiyle karşılaşmış ve uygulamasında epey zorlama olmuştu.
Ama Çamdibi köyündeki Hamza dede gibi köylerde Gaziye
gönülden bağlı çok insan vardı. Onlar Gazinin her emrini gözü kapalı yapmaya
hazırdı. Alınan karar veya getirilen yeniliklerin en yaman savunucuları da
onlar oluyordu.
Bu nedenle kırsal kesimde yöneticiler böyle
kişileri arayıp buluyor; onların katkısıyla cumhuriyet için konan her tuğla
daha bir kolaylaşarak konuyordu.
Gerçekten cumhuriyet tıpkı bir yapının tuğlalar
dizilerek yükselmesi gibi yükseliyor; bu tuğlaların harcı da cumhuriyete;
özellikle Gaziye gönülden bağlı olanların inancı ve kararlılığı oluyordu.
Ancak bu şekilde Tahsin Efendilerin, Çetin
efendilerin veya Muhtar Osman veya Emin efendilerin veya İmam Hüsnü gibilerin engeli
aşılabiliyordu.
Cumhuriyetin getirdiği yeniliklerin en önemlisi
olan yeni harf ve okuma yazma seferberliğinin başarısı bu engellerin aşılmasına
bağlıydı. Onun için yöneticiler işi çok sıkı tutuyordu. Bunun yani okuma
yazmanın adeta bir seferberlik gibi olması düşünülmüştü.
Çünkü cumhuriyetin başarısı, kalıcı hale gelmesi
bu seferberliğinin başarısına; yani toplumun cehaletin karanlığından çekilip
çıkarılmasına bağlıydı.
Çünkü her melanetin başı cehaletti. Cahil insanlar
sürü gibi kolay kandırılıp, istismar edilebiliyordu. Osmanlı yıllarca
Anadolu’yu cahil bırakarak Anadolu insanını kendini besleyen bir tarla gibi
görmüş o anlayışla bakmıştı. Anadolu insanına ‘adeta’ sultanın kulu olduğu
benimsetilmişti. Analar babalar sorgusuz sualsiz “bu çocuklarımız nereye, niçin
gidiyor? Dönecekler mi?” vb soruları soramadan yıllarca saltanatın seferlerine
asker vermişti evlatlarını.
O seferlerin ganimetinden saltanat faydalanırken
Anadolu insanına yitip giden canlarının acısı ve geride bıraktığı çoluğun,
çocuğun kaygısı kalmıştı.
Bu son seferberliğe kadar hep böyle olmuştu. O
yıllarda evinden şehit vermeyen, kolunu bacağını cephede bırakmayan veya giden
canından hiç haber alınamayan aile yok gibiydi.
Özellikle köylerde kadınlar koca olacak erkek
bulamaz olmuş, dullar geride kalan çocuklarına hem analık hem babalık yapmış;
bir lokma için kadınlar kalan erkeklerin eşleri üzerine eş olmaya, kuma olmaya
gönüllü olmuşlardı.
Üretim çok ilkel, yaşam çok zor koşullar altında
sürdürülüyordu. Ama bunca zorluğa, sıkıntıya, horlanmaya rağmen Anadolu insanı
son savaşında inandığı bir önderin peşine gözünü kırpmadan düşmüş; Osmanlının
savaşlarında esir düşmüş olanlar esir dönüşünde ayağının tozuyla yeniden “bu
kez kendinin ailesinin, yurdunun kurtuluş savaşı için’ yeniden yollara düşmüş
‘kimi kendini bilmezlerin küçümsemeye veya küçümsetmeye çalıştığı’ her türlü
zorluğu yenip ülkesinin kurtuluş savaşını kazanmayı bilmişti.
İşte Anadolu insanının inandırıldığı zaman dağları
devirme kararlılığını gören Gazi ve arkadaşları yokluğun içinde yok olup
gitmenin eşiğinde olan Anadolu insanıyla yeni bir devlet kurma savaşını göze
almıştı.
Bu yeni kurulacak devletse o yılların gözdesi olan
cumhuriyet olacak; halk kendini yönetecekleri kendi seçecek; kimsenin kulu
kölesi olmadan özgür yurttaş olarak yaşacaktı.
İddia çok büyüktü. Bu büyük iddianın kazanılması
için de mutlaka; ama mutlaka cehaletten kurtulmak gerekiyordu. Çünkü hedef
alınan çağdaş dünya başarısını yaşadığı aydınlanmaya borçluydu.
Anadolu insanı geç kalınmış bir yolculuğa çok
geriden başlıyordu; ama daha önce yola çıkanlara yetişmeden de cumhuriyetin
sağlamlaşması olanaksızdı.
Bu yazdıklarım o sıra cumhuriyet heyecanı duyan
herkeste olduğu gibi; o kasabanın kaymakamında da vardı.
O gün muhtarlarla toplantı yapıp en son Çamdibi ve
Yusufçuk ve diğer iki köyün muhtarıyla görüştükten sonra büyük iç huzuruyla
çıkmış; her gün uğramaya alışkanlık edindiği şehir kulübüne gitmişti. Orada
kendine beyaz peynir ve bir duble rakı söylemiş ve bir köşeye çekilmişti;
aklında millet mekteplerinin uygulanması için neler yapacağı soruları vardı.
Çamdibi ve Yusufçuk muhtarlarına bu iş için çok güveniyordu. En kısa zamanda
yanına o iki muhtarı alıp köyleri dolaşmaya karar verdi. O sıra aklına Hamza
dede geldi. Ne zamandır merak ediyordu onu.
Çünkü Hamza dedenin kasaba ve köyler için bir
efsane olduğunu biliyordu. ‘Ah ata binebilseydi’ köylere dolaşırken onu da
yanına alsaydı çok iyi olurdu.
Bu aklına gelince içi daha rahatladı. Kendini çok
şanslı hissediyordu. Çünkü her kaymakamın böyle muhtarları ve Hamza dede gibi
çok sevilip sayılan bir destekçisi yoktu. O keyifle bardaktaki rakıyı
diplemişti. Onu karşından izleyen kulüpçü Mehmet saygılı bir şekilde gelip
“keyfiniz yerinde kaymakamım; bir kadeh daha istermisin?” diye sorunca kaymakam
‘şöyle bir düşündü sonra keyfini eşiyle paylaşmayı düşündü ve’ “sağ ol Mehmet efendi.
Gerçekten çok keyifliyim; ama eve gitmem lazım” dedi hesabı ödeyip gitmek için
kalktı.
Karşıda zahire tüccarı Şaban efendi demleniyordu.
Bir an için ona takılmayı düşündü. Çünkü Şaban efendinin ova köylüleriyle çok
iyi ilişkisi vardı ve cumhuriyet yanlısıydı. Millet mekteplerinin başarısı için
ondan yardım isteyebilirdi; ama Mehmet efendiye “eve gideceğim” diye kalktığı
için; karasızlık göstermiş olmamak için Şaban efendiye karşıdan “afiyet olsun
efendim” dedi. Onun “buyur kaymakam bey” diye davetine teşekkür etti. Çıkarken
durdu “Şaban efendi yarın bana uğrayın. Sizinle konuşacaklarım” var dedi. Şaban
efendi kaymakamın bu sözleri üzerine heyecanlanmıştı; ayağa kalkıp geldi “emrin
olur kaymakam bey. Buyrun bir şey ikram edeyim” dedi. Kaymakam “olur” dememek
için kendini zor tuttu “sağolun eve erken gitmem lazım. Yarın onda sizi
bekliyorum” dedi vedalaşıp gitti.
Onun arkasından bakıp kalan Şaban efendi yanına
gelen Mehmet efendiye “kaymakam bu ara çok değişti” deyince kulüpçü Mehmet
efendi “işi zor Şaban efendi. Her gün yeni bir emir geliyor. Kasaba halkı, onca
köy… Kolay değil; ama bugün çok neşeliydi” dedi. Şaban efendi yerine dönerken
“haklısın Mehmet efendi. İşi çok zor bunun. Ama biz de elimizden geldiğince
yardımcı oluyoz. Sen bana biraz daha peynir getir” deyip yerine oturdu.
O sırada Çamdibi muhtarı ve Yusufçuk muhtarı
köylerinin yol ayrımına gelmişlerdi. Yolda ikisinin kafasını da Arif efendinin
Hamza dede ile söyledikleri meşgul ettiğinden pek konuşmamışlardı.
Yol ayrımına gelince atların gemini çektiler.
Yusufçuk muhtarı “Ali efendi sana burdan selametle. Bu mektep işini sıkı
tutalım. Ders verilecek yerleri ilk biz düzenleyem de öteki muhtarların hevesi
gelsin. Ben bizim köy odasını derslik yapıcem. Orası geniş. Epey insan alır”
dedi. Ali efendi “doğru ilk işimiz bu derslikler olsun. Bizim köy güççük. Benim
muhtarlık odasının yanında dışarıdan gelen misafirler için bir yer var. Ya
orayı ya da aşağıda köylülen toplandığı yer var. Orayı yapıcen” dedi. Sonra en
kısa zamanda bir araya gelmeye karar verip vedalaştılar ve köylerine doğru
atları sürdüler.
Bu sırada Çamdibi’nde çamaşır telaşı bitmiş;
herkes ‘yunup arınmış’ en sona kalan sırttan çıkan çamaşırlar da kaynatılıp
serilmişti. Şimdi herkes dışarıya serdikleri hazır, yatak yorgan gibi şeylerin
üstlerindeki tavuk, kuş pisliklerini çiteleyip tozlarını silkerek evlere
taşıyordu.
Rıza da hem kendilerinin hem kayın pederinin hem
de Hamza dedenin dışarı serili yatağı yorganı evlere taşıyordu. Zaten daha önce
karısı Zehra ile birlikte her üç odayı da güzelce süpürmüşlerdi.
Rıza taşıdığı yatağı yerli yerince koyup çıktı. En
son kendi eşyalarını koymuştu. O sıra evin önünde kardeşiyle oynayan oğlu
Ali’yi ve küçük kızını iki koluna aldı ve sokağa muhtarlığa doğru çıktı.
Rıza’nın en büyük zevki oğlu Ali ve yeni dillenen
kızı Fatma ile sohbet etmekti. Küçük kız her şeyi yavan; ama çok tatlı
söylüyordu. Henüz ç harfini çok iyi çıkaramıyor ç yerine t diyordu. Şimdi de
Rıza’nın “gızım anan bugün ne yaptı?” diye sorduğunda “tamaşır yudu” derken çok
tatlıydı. Onun bu haline Rıza ve öbür kolundaki Ali katıla katıla gülüyordu.
Ali arada bir “abem tamaşır değil çamaşır” diye düzeltirken de tam abi gibiydi.
Rıza’nın başka kardeşi yoktu. Onun için iki çocuğu
olduğuna çok seviniyordu. Karısı zayıf olmasa daha çok çocuğu olmasını isterdi;
ama ‘ne çare?’ karısı hem zayıf hem de hastaydı. Bu iki çocuğu gören “bunları
bu garı mı doğurmuş?” derken şaşkınlık gösteriyordu.
Rıza’nın kolunda çocukları o sıra kafasında gelip
giden konular bunlardı.
Muhtarlık yakındı. Oraya dibeğin oraya doğru
yürümüştü ki; karşıdan at üzerinde muhtar gözüktü.
Rıza muhtarı görünce çocuklarla ona doğru yürüdü.
Muhtar Rıza’yı görünce gülümsedi ve atından indi. O sıra kafasında köye varınca
Rıza’ya köyde tellal çağırtıp köylüyü akşama muhtarlığa davet etmek vardı.
Çünkü bir an önce kaymakamın talimatı üzerine
derslik yapmaya başlaması gerektiğini düşünüyordu. Kaymakam en son ayrılmadan “arkadaşlar bu
konu milletimizin geleceği için çok önemli. Milleti cehaletten kurtarmak için
elimizi çabuk tutalım ki kafası karışık muhtarlar ve köyler sizi görüp harekete
geçsin” demişti.
Kafasında bu düşünceler atı yedeğinde Rıza’nın
yanına geldi. Rıza da çocuklarını yere bırakıp doğrulmuştu. “Hoş geldin muhtar.
Yüzün gülüyor. Hayırdır yeni bir şey mi var?” dedi.
Rıza’nın muhtara böyle soru soruşuna yadırgamayın.
Rıza her ne kadar köy bekçisi olsa ve muhtar onun amiri olsa da Ali efendi
Rıza’ya öyle amir gibi değil bir arkadaş veya ağabeysi gibi davranır; Rıza da
şımarıp haddini aşmazdı. Hele yabancıların yanında hep muhtarın bir adım
arkasında olurdu. Ama şimdi baş başaydı.
Ali efendi Rıza’nın sorusu üzerine “hem ne iş Rıza
aga, hem ne iş?” dedi. Bu sırada atın geminden tutan Rıza’nın oğlu Ali’nin
kafasını okşuyordu.
Merakla bakan Rıza’ya Ali efendi “köylüye mektep
açıyoz” dedi. Rıza bir şey anlamamış boş gözlerle bakıyordu. Ali efendi devam
etti “Gazi millet mektepleri açılmasını, vatandaşın cahillikten gurtarılmasını
emretmiş. Yakında çocuklar için de okul açılcekmiş. Ali de gider artık o okula.
Okur büyük adam olur” derken Rıza’nın oğlu Ali’nin başını şefkatle okşuyordu.
Rıza muhtarın söylediklerinden heyecanlanmıştı…
Çünkü Çanakkale Savaşına İstanbul’dan genç genç çocuklar gelmişti. Hepsi
öğrenciydi. Çoğu orada şehit olmuştu. Çatışma arasında onlardan bir ikisiyle
konuşma fırsatı yakalamıştı. Galatasaray lisesinden okuyorlarmış. Çanakkale
savaşına gönüllü gelmişler. Onlar da o sıra “bizim en büyük sorunumuz cehalet.
Avrupa’da herkes okuyor. İlim irfan peşinde. İnşallah bu İngilizi defedersek
biz ülkemizde de İttihat Terakki her yere okullar açacakmış” demişler ve ona
evli olup olmadığını sormuşlar; bekar olduğunu öğrenince “abi sağ salim
dönersen ve evlenip çoluk çocuğa karışırsan onları ne yap yap okut” demişlerdi.
Kendi kolu uçup hastaneye kaldırıldığından
hastabakıcılara o öğrencileri sormuştu. Sorduğu hastabakıcı kadınının gözleri
yaşarmış “çoğu şehit oldu. Öbür tarafta senin gibi yaralılardan var” demişti.
Rıza o sıra gördüğü okullu çocuklar aklına gelince
hafif sarardı. Muhtar bunu fark edince “ne o aga hastamısın?” diye sordu. Rıza
kısaca aklına gelenleri anlattı. Onun bu sözleri muhtarı da heyecanlandırmıştı.
“İşde aga. Bunun için işi sıkı dutucez. Sen şimdi al davulu; köy içine şöyle bi
doleş. Köylüye akşam yemenden sonra muhtarlığa gelmesi için çağır. Yatsıdan
önce işi bitirem” dedi.
Rıza “olur muhtar; şimdi dolaşırım” deyip
çocukları yakındaki evine bırakmak için gitti.
Muhtarın aklından Rıza’nın kısaca anlattığı
Çanakkale savaşında şehit olan mektepli çocuklar vardı. Akşam köylüye okuma
yazma öğrenmenin niye önemli olduğunu anlatırken o mekteplilerden bahsedecekti.
Ayrıca kaymakam bey gelince Rıza’ya bunları anlatmasını isteyecekti.
Rıza çocukları götürüp eve bıraktı. O sıra akşam
için yemek pişirmeye hazırlanan Zehra kadın “ne o çocukları çabık getirdin. Ha
azcık da oyaleydin. Şindi bene iş keser bunlar” deyince kapıdan çıkmak üzere
olan Rıza “muhtar vazife verdi. Köyde dellal çağırıcen. Bubana seslen o baka
goysun; ben hemen gelirin” dedi ve muhtarlığa yürüdü.
Muhtar da odasında asılı davulu almış muhtarlığın
ahşap merdivenlerinden aşağı indirmişti. Rıza “varayın ben köy içine dolaşıp geleyim.
Toplantıyı nerde edicen?” diye sordu. Muhtar düşündü “şindi bütün köy gelecek;
galabalık olur. Gençlerin odasını temizlersin orda yaparız. Nasıl olsa orda
çepeçevre oturucek sıra var” deyince Rıza davulu boynuna asılıp çıktı.
Ve köy içinde “gomşular akşam yemenden keri adamlar muhtarlığa gelsin. Orda muhtar toplantı yapıcek. Toplantı çok mühimmiş. Duyduk
duymadık demeyin. Gelmemezlik edmen haa!!” diye dolaştı.
Köy küçüktü; ama dağın eteğinde kurulduğu için
bazı ev aralarında yüksek kaya ve tepecikler vardı.
Rıza ‘endamınla’ köyde köşe bucak dolaşıp bütün
köylüye haber ettikten sonra dönüp muhtarlığa geldi. Muhtar gözükmüyordu. Davulu
yukarıda muhtarlığın odaya astı ve merdivenden aşağı inip gençlerin soğuklu
günlerde toplanıp vakit geçirdiği odanın kapısını açıp girdi.
Bu muhtarlık binası yeniydi.
Burayı Ali efendi muhtar seçildikten sonra
yapmışlardı.
Öteki muhtarlık meydanın ötesindeki yıkıntıydı.
Burayı yaparken o muhtarlık binasının işe yarayacak tahta, kapı pencere gibi
şeyleri sökülmüş duvarları öyle yıkıntı halinde bırakmışlardı. Orası şimdi daha
çok çocukların içinde oyun çıkardıkları bir yer olmuştu.
Ali efendi bu muhtarlık binasının biçimini yani
planını Yusufçuk köyünün muhtarlığına benzetmeye çalışmıştı. Tabi Yusufçuk köyü
hem büyük hem de zengin bir köydü. Muhtarlık binaları da köyün zenginliğini
yansıtıyordu. Dışını sıvamışlar; içinin duvarlarını da tıpkı evlerde olduğu
gibi turayla dönmüşlerdi. Yer döşemesi falan hep tahtaydı. Çünkü Yusufçuk
köyünde bir de hizar vardı. Motorla çalışıyordu ve hiç boş da kalmıyordu.
Bütün çevre köylerinin kapı pencere kasaları,
tavan tahtaları hep bu hizardan çıkıyordu.
Ali efendi muhtar olduktan sonra onlara özenmiş;
yanına köyden bir usta alıp gitmiş; Yusufçuk köyünün muhtarlığını güzelce
incelemişler ve Çamdibine de buna benzer bir muhtarlık yapmışlardı.
Yusufçuk köyü muhtarlığı da iki kattı; ama onun
odaları ve yaşlılar ve gençler için kışları toplanıp sohbet edeceği odaları
salon gibi büyüktü. Ayrıca Yusufçuklular çocuklar için de bir bölüm yapmıştı.
Üst katta da muhtar odasının yanında iki de konuk
odası yapmışlar içlerini evlere gösterdikleri özeni gösterip döşemişlerdi.
Ayrıca hem üst katta hem de aşağıda binaya bitişik tuvalet yapmışlardı.
Ali efendi Çamdibi’ne daha küçük; yine iki katlı;
ama üstte muhtar odasının yanında bir konuk odası, aşağıda da sadece yaşlılar
ve gençler için daha küçük iki kısım yapmışlardı. Aşağı odaların dibi Yusufçuk
köyünde olduğu gibi tahta döşeme değildi. Yer topraktı. Ayrıca tuvalet de
sadece aşağıdaydı; ama o da binaya bitişikti.
Ayrıca onlar Yusufçuk gibi henüz muhtarlığın dış
duvarlarını sıvayamamışlardı. Ama köylüler onu eski muhtarlığa göre daha asri
buldukları hele tuvaleti binaya bitişik olduğu için çok memnun olmuşlardı.
Çünkü köylüler genelde kışın ‘yaşlı ve gençler kendi bölümlerinde’ kışın
toplanırdı. O sıra tuvalet ihtiyacı gelen için binaya bitişik tuvalet kolaylık
oluyordu.
Öteki köylerdeyse muhtarlık binaları eski düzendi.
Ve tuvalet falan yoktu.
Bırakın muhtarlığı evlerde bile tuvalet yoktu.
Olan da binadan uzakta üstü açık çalı veya taşla etrafı çevrilmiş şeylerdi. Veya
açık alandı. İhtiyaç gidermek isteyenler ya sabahın ayazında kimsenin ortalıkta
olmadığı zaman ihtiyaç giderir ya da geceyi bekler ve alanda bir yerde işini
görürdü; yani öyle ilkel yaşamları vardı.
İşte bu koşullardaki köylerde açılan Millet
mektepleri ile ilgili aşağıdaki ön bilgiyi paylaşmayı düşündüm. Hikayeye bu bilgilenmenin
üzeriden devamının daha verimli olacağını düşündüm.
İlk önce yeni harf düşüncesinin ilk nereden
kaynaklandığını paylaşmak isterim. Yani Latin alfabesine gelmeden çok önce harf
değişiklik düşüncesi ilk olarak 1862 yılında Maarif Nazırı Mehmet Münif
Paşa’dan gelmişti.
Gerekçesi ‘Arap harfleri ve alfabesiyle okuma
yazma öğrenmenin ve basın yayın faaliyetlerinin zorluğuydu’. Bu zorluğun
giderilmesi için Münif Paşa üyesi olduğu Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye’de bir
konferansta bu konuyla ilgili olarak harf değişikliğine gitmeden Arap
alfabesinin ıslahını-harekelerin sayılarını artırıp, sözcükleri oluşturan
harflerin ayrı ayrı yazılmasını önermişti.
Azarbeycanlı yazar-şair Ahunzade Fethali de Münif
paşanın başkanı olduğu Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye’de Latin alfabesinin
alınması gerekliliği üzerinde durmuş ve harf değişikliğine dinin bir engel
teşkil etmediğini savunmuştu.
Daha sonra bu konuda Latin harflerinin kabulü ve
harflerin ıslahı üzerine çok tartışma yaşandı. Bunlar Latinciler ve Latinciliğe
karşıcılar olarak ikiye ayrılmıştı.
Bu tartışmalara daha sonra Enver paşa da katılmış
ve orduda Arap harflerinin ıslahının bir denemesini de yapmıştı.
Yine yeni harf üzerine tartışmalar Kurtuluş
Savaşından sonra da devam etmiş; Latin alfabesine karşı olanların başında Kazım
Karabekir Paşa da yer almıştı. Kazım Karabekir Paşa kongre başkanlığı yaptığı 1923
İktisat Kongresinde Latin alfabesi için bir öneri sunulunca bu öneriye karşı ‘İslam
aleminin birliği açısından Arap alfabesinde kalmayı savunmuş’ ve bunu için uzun
gerekçeler sunmuştu
Ancak 1926 yılında Sovyet yetkililerin S.S.C.B.
içindeki Türk dilleri için de Latin alfabesini kabul etmesiyle Türkiye’de bu
tartışma yeninde alevlenmişti. Toplumun değişik kesimlerinde her iki fikrin
savunucuları kendi görüşlerini savunmaya devam etmişti. 1926 yılında Akşam
gazetesinin “Latin harfleri kabul edilmeli mi? Edilmemeli mi?” şeklindeki soru
anketinde de özellikle yazarlar bu konuda ikiye ayrılmıştı.
Ancak cumhuriyetin ilanından sonra bu tartışmalarda
konu Türkçenin daha rahat ve işlevsel olup olmamasından çok kültürel hamle
yönünde ele alınmaya başladı.
Dini Referans alan Osmanlı kültürü yerine Latin
harflerinin kabulüyle çağdaşlaşmanın tercihi de bu tartışmalarda dile
getirildi.
1926 yılında bu tartışmaların yoğun olduğu dönemde
Milli Eğitim Bakanlığı harf değişikliğine yönelik çalışmaları başlatmış; 1926
yılında kabul edilen “Maarif Teşkilatına Dair Kanun”un birinci maddesine göre;
“Türk dili ve buna müteallik bilcümle ilmî meselelerle iştigal etmek üzere
Maarif Vekâletinde bir Dil Heyeti teşkil” edilmiştir. Heyetin oluşturulmasından
sonra Latin harflerinin kabulü için hazırlıklar yapılmaya başlanmıştır.
Bu çalışmalar devam ederken 1927 yılında CHP kurultayında
bu harfler vurgulanmış ve 1928 yılında hayata geçirilecek şekilde o kurultay
sonrası çalışmalar hızla başlatılmıştı.
Yine 1928 yılında TBMM de görüşülen Latin esaslı
rakamların alınması kanun teklifi de Latin Alfabesinin kabulünün hızlanmasına
katkı sağladı.
Bütün bunlar yapılırken de Latin alfabesini
öğretecek kadrolar da hızla yetiştiriliyordu.
Atatürk, Encümenlikten aldığı rapor doğrultusunda
9 Ağustos 1928 akşamı Sarayburnu Parkı’nda Harf Devrimi’yle ilgili konuşmasında
devrimin hazırlık döneminden uygulama dönemine geçildiğini “Şimdi sözden ziyade
iş zamanıdır. Artık benim için, hepiniz için çok söz söylemeye ihtiyaç kalmadı,
kanaatindeyim. Bundan sonra bizim için faaliyet, hareket ve yürümek lazımdır.
Çok işler yapılmıştır, amma bugün yapmaya mecbur olduğumuz son değil, lakin çok
lüzumlu bir iş daha vardır: Yeni Türk harflerini çabuk öğrenmelidir. Vatandaşa,
kadına, erkeğe, hamala, sandalcıya öğretiniz. Bunu vatanperverlik ve
milliyetperverlik vazifesi biliniz” sözleriyle ifade etmişti.(Atatürk’ün söylev
ve demeçleri TTK 1989 Ankara basımı)
Böylece Mustafa Kemal Atatürk Sarayburnunda
yaptığı bu konuşmayla Latin alfabesine geçileceğini resmen açıklamış ve yeni
harf öğrenme çalışmalarını başlatmıştı.(Cumhuriyet 11 Ağustos ve 28 Ağustos
1928 baskıları)
Yeni harflere geçiş ve uyum konusuyla ilgili
olarak da kamuoyunda farklı görüşler ortaya kondu. Toplumu yeni harflere
alıştırmanın hiç de kolay olmayacağını hatta bu sürenin Yunus Nadi’ye göre on
yıl, Kazım Karabekir’e göre ise en az on üç yıllık bir sürede
gerçekleşebileceği ifade edilmiştir. 18. 19 Ağustos 1928’de ise Atatürk, Yunus
Nadi’ye yeni Türk harfleriyle bir mektup göndermiştir. Bu mektupta Atatürk yeni
Türk harflerine geçiş ve sonrasında toplumun uyumu için çok uzun bir zamana
ihtiyaç olmadığını, yeni harflerin uygulanmasına 1 Kasım 1928’den sonra
kesinlikle geçileceğini belirtmiştir. “Alfabe Seferberliği”nin ilan edilmesini
izleyen aylarda Mustafa Kemal ülkeyi dolaşarak yeni harfler hakkında
açıklamalar yapmış ve herkesin bu harfleri hızla öğrenmesini istemiştir.
(Cumhuriyet 28 Ağustos 1928)
Bu arada yurt gezilerinde vatandaşları da yeni
harflerden sınav yapmıştır. Örneğin 28 Ağustos 1928’deki Bursa gezisi sırasında
ilin valisi Fatin Bey ve valilikteki görevli bütün memurları yeni harflerden
“imtihan” etmiştir. 19 Ağustos 1928’den itibaren gazetelerin büyük bir bölümü,
sayfalarının bir kısmını yeni harflerle yazılmış kısa yazılara ayırarak, halkı
yeni harflere alıştırmaya çalışmışlardır.(28 Ağustos 1928 Cumhuriyet)
Harf devrimi yasası 1 Kasım 1928 de kabul
edilmeden iki üç ay önce öğretmenler belli bölgelerde halka bu harfleri
öğretmeye başlamıştı bile. Ancak Ağustos 1928 den itibaren yeni harfleri
öğrenme kursları açılsa da istenen heyecan ve hız sağlanamamış ve bu kurslar
sınırlı bir alan içinde kalmıştı. Bu durum bütün yurtta bu kursların açılması
için çareler aranmasına yol açtı.
Bu sırada 1 Kasım 1928 yılında yasanın çıkmasından
itibaren millet mektepleri için tüzükler hazırlanmış ve Atatürk millet
mektepleri başöğretmeni ünvanını kabul etmiş ve bu da tüzükte yer almıştı.
Millet Mektepleri örneği dünyada pek yoktu.
Türkiye Danimarka’nın bu konuda başarılı bir uygulamasını esin kaynağı alarak
Millet mekteplerini açtı. Bu çok iddialı bir projeydi ve hedefi çok büyüktü.
O sıra çok büyük çoğunluğu kara cahil olan bir
halka okuma yazma öğretme iddiası. Başarılırsa o sıra cumhuriyetin kendine
hedef koyduğu çağdaşlaşma ve çağdaş bir toplum haline gelebilme yönünde çok
büyük bir adım atılmış olacaktı. Ancak başarısızlığın bedeli de kuşkusuz çok
ağır olacaktı.
Başbakan olan İnönü Millet Meclisinde yeni
harflerinin kabulü ile ilgili görüşmeler sırasında ilk olarak Türkiye’de
cehaletin ortadan kaldırılması için millet mektepleri açılacağı haberini “Hükümet halktaki şevki de göz özünde
bulundurarak bir an önce okuma yazma oranını halkın tüm katmanlarına yayabilmek
için ciddi çalışmalar yapacaktır. Bu kolaylıktan (yeni harflerin getirdiği)
hakkiyle istifade etmek ve bu neticeleri birkaç sene içinde göze görünür bir
hale getirmek için hükümet ciddî mesai sarf edecektir. Hükümet bütün memlekette
millet mektepleri halinde, işinde, tarlasında, fabrikasında çalışan
vatandaşlara ayaklarının ucuna getirilen, kolaylıkla öğretecek muallimlerle,
kolay tedarik olunacak vesaitle bu yeni alfabeden tamamiyle istifade etmeleri
için, bütün mesaisini sarf edecektir” şeklinde verdi. (TBMM zabıtlarından)
O sıra Maarif Vekili olan Mustafa Necati’nin
bizzat kaleme aldığı “Millet Mektepleri Teşkilatı Talimatnamesi’ 11 Kasım 1928
yılında bakanlar kurulunda onaylanıp kabul edildi ve 24 Kasım 1928 tarihinde
resmi gazetede yayınlandı.
Mustafa Necati, Millet Mektepleri aracılığıyla
yeni harfleri topluma aktaracak olmanın gururunu ve sevincini “Muallim Arkadaş”
diye başladığı mektubunda öğretmenlerle paylaşmıştır. Mektubunda “Özellikle bu
yıl yeni Türk harflerini genelleştirme gibi onurlu bir ödevin daha vardır.
Bütün yurt yavrularını biran önce yeni harflerle okutarak Türkiye’de okuma
yazma bilmeyen bir tek kişi bırakmayacak ölçüde geniş bir azimle çalışmak
zorunluluğundasın. Bunun için yeni Türk harflerini çabuk öğren ve hemen herkese
öğretmeye başla. Bu ereğe varmak için kürsü, okul gerekmez. Her yerde gördüğünü
kadın, erkek, yoksul, zengin, çiftçi, tüccar, köylü ve kentli ayırmayarak hemen
öğreteceksin. Ulusumuza yeni bir yükselme alanı yaratacak olan bu büyük utkuyu
kısa bir zamanda kazanacağına kanmış olarak görevlerinde başarı diler ve işe
başlama haberini beklerim” diye ifade etmişti. (M. Rauf İnan’ın Mustafa Necati
isimli İş bankası yayını)
Bu mekteplerde hiç okuma yazma bilmeyenler A
gurubu diye adlandırılıp 4 ay kurs; okuma yazma bilenlere de B gurubu diye 2 ay
kurs açılmış; ayrıca kursa katılma şartları düzenlenmiş 16 ve 45 yaş arası
mecburi tutulmuş; katılmayanlara para cezası kesileceği duyurulmuştu.
Millet Mektepleri için bölgenin iklim vb durumları
gözetilmiş Sabit Millet Mektepleri, Seyyar Millet mektepleri, Özel Millet
Mektepleri gibi farklı özelliklere uygun millet mektepleri ve kasaba ve
şehirlerde Halk Okuma Odaları açılmıştır.
Ayrıca Milli Eğitim Bakanlığının ulaşamadığı
yerlerde okuma yazma öğrenimi için de yatılı Köy Millet Mektepleri açılmıştı.
Millet mektebi açılma hedeflenen köyde en az otuz kişilik katılım kaydı
alındıktan sonra oraya okuma yazma kursu için öğretmen gönderildi.
Milli Eğitim Bakanlığı 1929 yılında kadrosunda 13
bin civarında öğretmenle her yıl yarım milyon vatandaşın okuryazar hale
getirilmesini hedeflemişti.
Bu şekilde Türkiye 1929-1934 yılları arasında
işçi, köylü, esnaf, erkek, kadın ve çocuktan oluşan 1.200.000 kişiye okuma
yazma öğretmiş gazete kitap dergi basımında başlangıçta hayal bile edilemeyecek
rakamlara ulaşılmış.
Yukarıdaki bilgileri bir kısmını kaynak göstererek
internetten aynen aldım, önemli kısmını da okuduklarımdan kendim özetledim.
Yani Türkiye cumhuriyetin kuruluşundan sonra dini
referans alan Osmanlı kültürü yerine çağdaş kültürü hedef alarak başlattığı ve
başlangıçta ne sonuç alınacağı belli olmayan millet mektepleri seferberliğiyle
beş yılın sonunda da hedeflediği noktaya ulaşmanın mutluluğunu yaşamıştır.
Bütün bu yazılanlardan anlaşılacağı gibi cehaletin
alaca karanlığındaki kimilerinin yazarak söyleyerek iddia ettiği gibi millet bir
gecede cahil bırakılmamış; aksine yeni harf uygulaması mevcut duruma uygun
olarak uzun tartışma ve araştırmalar sonucu tedricen uygulamaya sokulmuştu.
Yine buraya kadar yazılanlardan anlaşılacağı gibi
bugün Osmanlıca eğitim önerisi yapanlar veya cumhuriyete yoğun eleştiri
yöneltenler de bir gün ortaya çıkmadı. Onlar özellikle Tanzimattan bu yana hep vardılar ve onlar hep ilerlemenin,
yeninin karşısında eskinin veya mevcudun savunucusu oldular.
Mustafa Kemal Atatürk o kafayı çok iyi tanıyordu.
Kurtuluş savaşı boyunca da onlarla hep mücadele etti. Cumhuriyeti kurduktan
sonra Osmanlının bağlarından kurtulup çağdaş toplum hedefinde yine o gizli açık
engellemeler aşıldı. Mecellenin yerine medeni kanunu getirildi. Karmakarışık
‘kimin din adamı olduğu kimin olmadığı belli olmayan ve o haliyle toplumu hep
taassubu dayatan anlayışı temsil eden’ kılık kıyafetin yerine çağdaş kıyafet ve
şapka kanunu çıkarıldı. Öğreniminin zor
olduğu geçmişten bu yana tartışılan Arap harfleri yerine Latin harflerini,
kadının erkekle eşit olduğu ve sosyal yaşamda seçme ve seçilmede ve eğitimde
kadının da yeri olduğunu hayata geçirildi.
Bu süreçte Osmanlı subayı iken cephelerde tanıdığı
‘inandırıldığı zaman gözünü kırpmadan dağları devirmeye kalkışacak olan’
Anadolu insanına güvendi; hep onun sevgisini ve güvenini kazanmayı önemsedi.
O çalışmaların içinde en önemlisi yatılı Köy
Millet Mektepleriydi. Milli Eğitimin ulaşamadığı köylerden getirilen ve yatılı
olarak açılan Köy Millet Mektebinde eğitilen köylü çocuklar geldikleri
köylerine gönderilip oralarda okuma yazma öğrenimi sağlanmıştı. Öğretmenler
yetişinceye kadar eğitmen yetiştirilmesi de bu süreçteki eğitimlerle şekillendi
ve eğitmen yetiştirmede önemli deneyimler kazanıldı.
O deneyimlerin sonucunda daha sonra açılacak olan ve
Anadolu aydınlanmasının birer meşalesine dönüşecek olan Köy Enstitüleri düşüncesi
oluştu.
İşte o kasabada da kaymakam Ankara’dan gelen
talimatla muhtarlarla yaptığı toplantı sonrası kasaba ve kasabaya bağlı
köylerde ‘yukarıda ayrıntılı olarak anlattığım’ millet mektepleri hamlesini
başlatmıştı.
Neyse biz hikayemize kaldığı yerden devam edelim.
Rıza yukarıda anlattığım bu muhtarlık binasının
gençlere ayrılan odasını temizlemek için odaya girdi. Baktı yerde çer çöp
yoktu. Sıraları arka arkaya dizip oturma düzeni verdi. Baktı ‘yapacağı başka
bir şey olmadığını gördü’ ve çekip kapıyı evine gitti.
Kapıdan bahçeye girince dedelerinin yanında
oturuşan çocuklar kalkıp sevinçle ona koştular. Rıza onları iki koluna aldı.
Çolak koluna kızı almıştı. Çünkü o kızı kıpırdaktı. Sağlam eliyle ona destek
veriyordu. İçeriden Zehra kadın çıktı “çabuk geldin. Neymiş muhtarın zoru?” diye
sordu.
Ali çocuklarını koklayarak “Garıı! Köyümüze mektep
açılıyo. Hepimiz okuma yazma örenicez gari” diye cevap verince Zehra kadın
hafif bir çığlık atıp “garılar da mı?” diye sordu.
Rıza “ben sene ne deyon? Herkezle bu mektebe
gelicek. Sonra çocuklamız için okul açılıcek. Benim Alim orda okuyup böyük adam
olucek. De mi ula Ali?” derken Ali’yi koklamaya devam ediyordu.
Zehra kadın oğlunun okula gideceğini, okuyup büyük
adam olacağını duyunca içine baygınlık geldi oracığa oturdu ve ağlamaya başladı
“demek benim güçcük oğlum da gurbete okumaya gidecek; okuyup böyük adam olucek
ha?” dedi.
Rıza “Dur gız hemen muslukları açma deli garı.
Oğlumuz yeter ki okusun. Hem yalınız o mu okuycek? Bu da bu, bu kınalı gızım da
abesi gibi okuycek” deyince Zehra “git ordan deli. Heç gız kısmı okurmuymuş?
Alim okusun yete bene” dedi; ağlaması da geçmişti.
O sıra kızının ağlak sesini duyan babası “gızım ne
ağlıyon, bi şey mi oldu?” diye sorunca Zehra’dan önce Rıza “yok buba köye
mektep açılıyo da. Zehra ‘oğlumuz okuyup büyük adam olmak için köyden gidicek.
Ona hasret galırız deyi’ öyle şey eddi” diye cevapladı.
Kör Emin “hey gidilinin gazisi; da neler çıkarıcek
kim bilir? Garılara iresmi nikah gıydırdığı yetmiyomuş gibi şimdi bi de bunları
okuducek ha?” dedi.
Belli ki o da bu mektep işine sevinmiş; ‘kendi
kaçırdığı fırsata yanıyor gibi’ “daha neler görücez kimbilir? Emme iyi ediyo. Eskiden
köylüye adam yerine goyan mı varıdı? Gazi ne derse dört elle sarılın siz.
Bizden geçdi ya! Bunla okusun adam olsun” dedi.
Rıza “senden ne geçmesi buba. Köy içeri garı adam
herkes okuma yazma öğrenicek. Kaymakam öyle demiş” dedi. Kör Emin bu bilgiye
kıs kıs gülerken “de hadi gari. Bırakın maytap geçmeyi de benim garnım aç;
garnımızı doyuram” dedi.
Rıza lafının ‘maytap’ olmadığını söyleyecekti
‘yemekten sonra muhtarlığa gidince işin aslını nasıl olsa öğrenecek’ diye
vazgeçti. Karısına “bubam doğru diyor Zehra. Çabuk garımızı doyuralım. Ben muhtarlığa
gidicen. Millet gelmeden orda olmam lazım” dedi.
Kör Emin “muhtar köylüyü neye topleyomuş?” deyince
Rıza “buba sen de gelicen nasıl olsa. Orda öğrenirsin” deyip Zehra’ya yardım için
çocukları yere bırakıp içeri odaya girdi.
Zehra bol soğanlı bulgur plavı pişirmişti…
Rıza gelince “Irza hadi sen de yoğurt ez be.
Çamaşır çok yordu bene” deyince Rıza “ayıp ediyon garı. Derhal” dedi ve önce
ocaklığın yanındaki keseden bir baş sarımsak çıkardı. O sarımsaktan dört çiğ
ayırıp kalanını keseye koydu ve keseyi ocağın yanındaki yerine astı. Sonra
sarımsakları bir çanağın içine koydu. Üstüne tuz ekti. Sonra sağlam eline
aldığı kemik saplı bıçağın sapıyla sarımsakları güzelce ezdi. Bunu yaparken
çolak koluyla da çanağı tutmaya çalışıyordu.
Yoğurdu ezdikten sonra dışarı çıktı. Tavana yakın
yere asılı keseden kaşıkla bir topak keçi yoğurdu çıkardı. Yoğurt kesede taş
gibi olmuştu. Sağlam eliyle önce çanağa su döktü ve yoğurdu yavaş yavaş güzelce
ezdi. Biraz da sulu yapmıştı.
Bütün bunları alışkın ellerle yapıyordu. Çünkü
bütün ev işinde ‘çolak kolunu engel görmeden’ karısına yardım ederdi.
Onların arasındaki bu ilişkiyi ne bu köyde ne de
çevre köylerde göremezdiniz. Ayrıca herkese bunu kabul ettirmişlerdi. Bir başka
erkek karısına böyle yardım etse arkadaşları onu “kılıbık” der; tefe kor
oynatırdı. Ama kimse Rıza’ya böyle bir yakıştırma yapmıyordu.
Sanki Rıza’nın elinin çolaklığıyla Zehra’nın
kamburunun birbirini tamamlayıp ikisinin bir insan olduğunu kabul etmişlerdi.
Tabi bunda Rıza’nın ciddi burnundan kıl aldırmaz tavrı da etkendi.
Neyse Zehra Rıza’nın ezdiği yoğurda kaşığı sokup
kaldırdı “tam gıvamında olmuş. Bubam sarımsaklı yoğurdula bulgur aşını
gaşıklamaya bek sever” deyince Rıza “gız bi bubam mı? Ben de severin ya” dedi.
Böyle gülüm balım yere safra bezini sermiş oturup bekleşen
dede ve çocukların önündeki sini olarak kullanılan tahtanın üzerine bulgur
pilavını ve yoğurdu koydular. Rıza iki baş soğan getirdi; onları yumruğuyla bir
güzel ezdi. Zehra da ekmekleri sardığı bezin içinden sabah suladığı yufkalardan
çıkarıp tahtanın üstüne koydu ve “buyur buba” dedi.
Kör Emin “ne pişirdin gız?” dedi. Zehra “bulgur
aşı buba” dedi. Kör Emin “yoğurt va mı yoğurt, sovan” diye sorunca Rıza “olmamı
buba. Yoğurt tam senin sevdiğin gibi az cıvık. İşte Irza’nın ezdiği soğan
burda” dedi. Kör Emin kızının verdiği bu bilgiler sonucu keyiflenip “anaam! Verin
gari gaşığı” deyince herkes gülüştü.
Kaşıkların içine aldıkları bulgur pilavını
yufkanın içine düründüler; dürünürken arasına da soğan sıkıştırdılar ve o
dürümü yerken yoğurdu kaşıklayarak çabucak karınlarını doyurdular.
Rıza “of iyi oldu be. Sabahdan beri acımdan
ölüyomuşum” deyişine Zehra “aboov!” diye telaşlandı “siz garnınızı doyurmadınız
mı yoğusam?” dedi. Rıza o sıra toprak testinin ağzından su içiyordu. Zehra öyle
sorunca testiyi ağzından ayırdı “yok be. Bubamın garnını doyurdum. Ben de
yecedim; üşendim” diye cevap verdi ve tekrar suyunu içti.
Sonra “sen de sorucu Arap gibisin ha! Ben lafa
dalmayan da giden… Biliyon benim muhdarlıkda işim var. Buba sen de arkamdan
gelirsin” dedi ve ayağa kalktı.
Oğlu Ali “buba ben de gelem mi?” diye sorunca Rıza
önce düşündü, Zehra’ya baktı sonra “tabi oğlum. Sen de deden elinden dut.
Barabar gelin” deyip çıktı.
O sıra Zehra sini gibi kullandıkları tahtanın
üstündekileri tavuklar yesin diye bahçeye döktü. Sofra bezini de oraya silkeledi
ve tahtayı getirip ocağın yanına dayadı. Sofra bezini de yerine koydu.
Yemek yediği çanağı ve yoğurt yedikleri çanağı, kaşıkları
aldı dışarıda lavabo olarak kullandığı taşın üstüne tabakları ve kaşıkları
koydu. Sonra tabakların içine kül koydu güzelce ovdu. Kaşıkları da külle ovdu.
Ocak üzerindeki büyük tenceredeki sıcak suyu alıp gelip onları güzelce duruladı
ve her zamanki yerlerine koydu.
Bu sırada Kör Emin ayaklanmış Ali’ye “hadi dedem
gidem bakam” dedi. Küçük Fatma “dede ben de gelicen” deyince Kör Emin’den önce
Ali “abem sen çocuksun orda ne işin var senin” dedi. Onun bu sözleri Kör Emin ve
Zehra’yı çok güldürdü. Zehra kadın “abu benim Ali’me. Kendi deliganlı oldu
gari” diye sarıldı. Ali ciddiyetini hiç bozmadan “dede hadi gidem gari.
Herkesle gelmiştir” deyince Kör Emin onun elinden tuttu; birlikte çıkıp
gittiler.
Zehra aralarından bakarken derin bir iç geçirdi.
Ali henüz altı yaşındaydı; ama her zaman böyle olgundu. Zehra onun okumak için
köyden gideceğini düşününce içini bir hüzün kapladı “okusun böyük adam olsun
da. Ben bağrıma daş basarın” derken sanki Ali yarın okumak için gidecekmiş gibi
bir duygu içindeydi.
Bu sırada Muhtarlık yavaş yavaş köylülerle dolmaya
başlamıştı. Muhtar henüz yoktu; gelen köylü Rıza’ya “hayrola Irza neymiş mühüm
olan?” diye soruyor Rıza gayet ketum “Muhtar gelince size malumat verir”
diyordu.
Aslında ona soranlar bu cevabı alacağını
biliyordu. Çünkü Rıza ‘muhtar ona istediği kadar samimi davransın’ görevini
asker disipliniyle yapıyordu. Onun bu halini bilenler “eee!! Onca adam varıken
hayrına buna çavuş yapmadıla. Demek bi bildikleri varımış” diye farkında
olmadan ona saygı duyar ve överlerdi.
Rıza köylülerin sorularını geçiştirmeye çalışırken
köyün imamı Emin hoca kapıda gözüktü. Rıza Emin hocayı görünce ona yöneldi “hoş
geldin Emin hoca” dedi. Emin hoca Rıza’ya “hoş bulduk” derken gözü
köylülerdeydi. Rıza’ya “Rıza efendi köylüyü toplamışsın. Hayırdır?” diye
sorunca köylülere ketum davranıp cevap vermeyen Rıza “mektep meselesi varımış
Emin hoca. Muhtar köylülere onu devecek” dedi.
Emin hoca “yassıdan sonra olsa olmamıydı?” diye
sordu. Rıza “muhtar ondan herkesi akşam yemenden sonra ‘gelin’ dedi. Yassıya
gadar toplantıyı bitircek” diye cevap verirken muhtar yukarıdan inip geldi.
Emin hocayı görünce “oo’ Hoca efendi. Sende mi geldin? İyi iyi. Senin
diyeceklerim için desteğin lazım olucak” dedi.
Kısaca hocaya toplantının amacını anlatıp
köylülere döndü. “Hoş geldiniz gomşular. Bugün kaymakam muhtarlarıla toplantı
yaptı. Ankara’dan yeni emirler gelmiş. Onları söyledi. Şindi ben de size onları anladıcen” dedi ve millet mektepleri hakkında bilgi verdi. Kadın erkek herkesin
bu kursa katılmaya mecbur olduğunu; daha sonra köye okul açılacağını ve orada
kız erkek bütün çocukların okuyacağını söyledi.
O sıra köylülerden Kaykının Hasan “na bu yav. Bu
yaşdan sonra ne gerek varıdı? Hem garılan okumada ne işi varmış canım?” dedi.
Muhtar Kaykının Hasan’a cevap vermeye
hazırlanırken Emin efendi “bi dakika arkadaşla. Sen de dinle Hasan arkadaş. Temin
muhtar anlattı. Ne güzel devlet okulu ayağınıza getiriyi… Cahillik çok kütüdür…
Okuma yazma üğrenmek lazım. Benim dedem geldikleri yerde herkesin okula
gittiğini süylerdi. Gavur tee oralarda okul açmış. Orda kadın erkek okula
gidermiş. Biz burda cahil galmışız. Kemal paşa bizi cahillikten kurtarmak ister
be ya. Sonra kadın erkek ayrı olur mu be ya? Her işe kadın gidecek, okuma yazma
deyince ona olmaz denecek. Ayıp be ya… Sonra Günah bu çok günah be ya…
Peygamber efendimiz kadınları erkeklerden hiç ayırmadı. Cennet analan ayakları
altındaymış. Kadınla olmasa biz neyiz ki be ya? Yani diyecem biz kadın erkek küycek
bu işe dört elle sarılacaz; üğrenecez okuma yazmayı. Ne demiş peygamber
efendimiz ‘ilim Çin’de de olsa. Arayıp bulun’ demiş be ya” deyince köylüler
“doğru söylüyo imam efendi” deyip başını sallamaya başlamıştı.
Muhtar, Emin hocanın konuşmasını ve köylünün onu
onaylamasını görünce sevindi içinden “bunu kaymakam beye söylemek lazım” diye
geçiriyordu.
Emin efendi konuşmasını bitirince Kör Eminin
yanında oturan Goca Hamza “bi Dakka Emin efendi. Benim de diyecem şeyle var” dedi
sonra köylüye döndü “bakın gomşular deminden beri dinleyon. Hana garışmeyen
dedim; emme kendimi dutumadım” dedi sonra Kaykı’nın Hasan’a dönüp “bak oğlum.
Bu köyde en yaşlınız benin. İçinizdeki en yaşlı benim oğlum sayılır. Siz
bilmezsiniz. Ben gençliğimde çok güreşdim. Taa İzmir’e gadar giddim. Orlada bey
evlerinde misafir oldum. Oralada gördükleme bakıyon da; bizim yaşantımız yaşantı
değil. Daha biz doğru dürüst kenef yapmayı beceremedik be. Çoğumuz gece gece gizlice
gidip alana sıçıyo, Daşıla götünü siliyo. Aharda su giriniyoz. Muhtar buruya
kenef yapdı; şindi gışda gıyametde başında gırılıyoz. Emme kendiliğimizden akıl
edip bi şey yapmeyoz. Yapam deyene aynı Kaykının Hasan gibi depesinden laf
ediyoz” deyince gülüşmeler oldu. Hamza dede o kalın sesiyle gülümserken “bunun
bubası da böyleydi. Lafın daşşanı alnına getiri, olmaz deye bi kere kaykıldı mı
öldür Allah beri getirimezdin. Haliyle bu da gırık dölü olmadığından aynı
bubasına çekmiş” dedi; sonra o sıra kızarıp bozaran Kaykının oğluna “gızma
dedem. Ha ben öyle deyivedim. Hem ben bubanı çok severdim” deyip köylüye döndü “yani
demem biz yaşamıyoz gomşular. Ölmüşüz de habarımız yok. İz bilmeyiz izan
bilmeyiz. Allah vermiş bi Kemal paşa başımıza; ondan keri azcık bi şeye
benzemişiz. Gomşular demem o ki; Kemal paşa bizi insan gibi yaşatmak için
çırpınıyor. Ona ne Çamdibi köyü cahil galmış? İnsandan sayılmeyomuş? Baka
keyfine öyle demi?” dedi köylülerde deminki şakalardan sonraki gevşeme gitmiş;
çıt çıkarmadan onu dinliyorlardı.
Goca Hamza devam etti “emme öyle değil. Kemal paşa
buba adam. Bizi evlat bellemiş bi kere; ‘şunlara bi guş yakışana gaten’ deyi çırpınıp
duruyo. Ne yapıryosa bizim insan gibi yaşımamız için yapıyor. Her belanın başı
cahillikdir çocuklar. Cahil adam korkak olur. Biliyorsunuz Yunan Buldan’a dayandığında
bütün köylerin götü üç buçuk atdı; saklanıcek delik aradı. Ben o deyillikden
ortaya çıkdım ‘Yunan kim oluyormuş. Geliceği varısa görüceği de var’ dedim hepiniz
cesaretlendi coşdunuz. Sonra biliyorsunuz barabar köylere dolaştık. Yunanın
hakından geliriz dedik. Onlar da inandı; düşdü peşimize. Gittik Ardıçlıkta pusu
gurduk. Şindi soruyon size. O zaman Yunan geleydi biz onu nasıl durdurcedik?
Neyle durdurcedik? Elimizde benim gırık mavzerden başka silah varmıydı? Yoo!
Çoğunuzun elinde tırpan, dirgen varıdı o gadar. Emme korkmadan orda nöbet
duttuk. Niye? Çünkü hepimiz birbirimize güvendik. Sona orda garıla bizim
yanımızda değilmiydi? Onlar da bizle barabar oralarda değilmiydi? Ne demek istediğimi
anladınız değilmi? Biz o adama inanıcez. Öyle garı adam ayırmeycez. Hep barabar
düşücez yola. Ondan keri korkman valla; dağları deviriz evelallah” diye sözünü
bitirdi. Sonra Kaykının Hasan’a baktı. “Ne demek isdediğimi anladın mı Kaykının
oğlan?” dedi. O böyle sorunca Kaykının Hasan eğilip onun elini öptü “anladım
Hamza dedem. Hemi de eyi anladım. Hem biliyon mu? Bubam da sene bek severdi.
Bene Goca Hamza gel derse düş peşine. O adamı yarı yolda gomaz derdi” dedi.
Onun bu iltifatı haliyle Goca Hamza’nın hoşuna
gitmiş; belli etmemeye çalışıyordu. Köylüler de sessizlik içindeydi.
Muhtar Goca Hamza’nın söyledikleriyle kasabada
Hacı Arif efendinin onun hakkında söylediklerini birleştirdi; içinden “adam
dedin böyle olur. Hele kadınlar için söylediği. Çok iyi oldu. Ben bunu da
gaymakam beye aynen anladayım” diye geçirdi ve Goca Hamza’ya “çok sağ ol Hamza
dede. Sen bizim galemizsin. Senin sayende bugüne geldik. Bugünden keri de
Çamdibi köyü köycek her şeyde en birinci olucek evvel Allah” dedi. Heyecanlanmıştı
Emin efendiye döndü “Emin hoca sen oku gari ezanı” dedi.
Emin hoca giderken köylüler hareketlenmiş ve hepsi
Goca Hamza’ya saygıyla bakıyordu. Hepsinin aklında Goca Hamza’nın pehlivanlığı
vardı. Bir gün ona bunları anlattırmayı umarak dağıldılar.
Bu sırada Goca Hamza Kör Emin’in yanındaki Ali’yi
kucakladı “gördün değil mi dedem? Herkez okuyucek. Cahillıkdan gurtulucek. Sen de
okuyucen değil mi dedem?” dedi. Ali söylenenlerden pek bir şey anlamamıştı; ama Goca
Hamza’nın davudi sesi onu çok etkilemişti. Onun sorusu üzerine “tabi okuycen
dede. Bubam bene ‘oğlum okuycek böyük adam olucek’ dedi. Emme Fatma’da okuycek”
diye cevap verdi.
Onları dinleyen Kör Emin’in gözü yaşarmıştı. Goca
Hamza “ne o goca kör?” diye sorunca Kör Emin “biz erken doğmuşuz Hamza dayı.
Ona yanıyon. Alim okuyup böyük adam olucek. Fatmam okuycek. ‘Kimbilir ben
görürmüyüm bunları?’ deyi aklıma geldi de” dedi.
Goca Hamza onun omzuna koca eliyle yavaş yavaş
vurarak “seni kör seni. Maraklanma sen daha çok yorgan yırtarsın. Öyle ölüp
gurtulmak yok” deyince o sıra onları dileyen muhtar Rıza birlikte bu söze
güldüler ve dışarı çıktılar.
Rıza odanın kapısını kapattı. Muhtarla bir süre
yürüdü sonra “muhtar efendi ben oğlanı eve goyen. Camide buluşuruz” dedi ve
Ali’nin elinden tutup yürüdü.
Geride kalan Kör Emin, Goca Hamza ve muhtar bir
süre onların arkasından baktı. Muhtar “Ali yavuz çocuk… Bak! Kardeşini de
düşünüyor. Benim ondan çok umudum var” dedi sonra “Hamza dede biz bunla için
yaşeyecez. Ne yaparsak onlar için yapıcez gari” dedi birlikte camiye yöneldiler. O
sırada Emin hoca da ezana başlamıştı.
Çamdibi köyünde bunlar olurken aynı saatlerde
kasabaya bağlı köylerde köylüler benzer çağrılarla muhtarlığa gelmişti. Yalnızca
Kavak ve Kayaköy muhtarları böyle bir çağrı yapmamıştı. Yatsı namazından sonra
caminin yanındaki mescitte köylüye söylemeye karar vermişlerdi. Çünkü bu millet
mektebi işini bir türlü kabullenmek istemiyorlardı. Hele kadınların da okuma
yazma öğrenmesine hiç kabullenmek istemiyorlardı.
Yusufçuk köyündeyse toplantıya kadın erkek gelmiş;
kadınlar sıralara otururken erkekler arkada ayakta sıralanmıştı.
Muhtar Hayri efendi kaymakamın toplantıda
söylediklerini anlattı. Sonra onları geri bıraktırdığını; bütün köylerde zorluk
çıkmaması için millet mektebi konusunda yardım istediğini, Kavak muhtarı Osman
efendinin yine aykırı davrandığını, özellikle kadınların okumasına karşı
çıktığını anlattı.
Toplantıya katılan kadınlara Kavak ve Kaya köyden
çalışmaya gelen kadınlara mektep işini, okuma yazma öğrenme yazmanın
faydalarını anlatmalarını istedi.
Bu köyün yaşlıları geldikleri Balkan
topraklarından yaşamın ne olduğunu büyüklerinden çok dinlemişti. Kemal paşanın
“muasır milletler seviyesine çıkacağız” demesi bu köyde çok olumlu yankı
uyandırmıştı.
Gerçi oralardan kovulmuş, yolda çok eziyet
çekmişlerdi; ama daha o yıllarda aydınlanma yaşayan yerlerdeki yaşamı hep
özlemişler, o özlemlerini çocuklarına torunlarına aktarmışlar; onlar gibi
yaşamak için ilimde fende ileri gitmek gerektiği; bunun için de cahilliği
yenmeleri adeta genlerine işlenmişti.
Cumhuriyeti en yürekten destekleyen bir köydü
burası. Ayrıca köy yaşamına getirdikleri kolaylıklarla diğer köyler üzerinde
çok saygınlıkları vardı. Çünkü yalnız bu köyde evler ve yollar belli plana göre
yapılmış, tuvalet ve banyo evlerin içindeydi. Diğer köylerden çalışmak için
gelen kadınlar buralardaki evlerde olanları görüp imrenmişti.
Kendi evlerinin de benzer olması, en azından
tuvaletin evin içinde; olmadı hemen yanına yapılması için kocalarıyla
didişiyordu.
Ama eski alışkanlıkları terk edip yeniyi
kabullenmek, kabul ettirmek öyle kolay değildir…
Yani kadınlar kocalarına bunları henüz kabul
ettirememiş, evlerini Yusufçuk köyünün evlerine benzetememişti; ama en azından
gördükleriyle gözleri açılmıştı.
İşte Yusufçuk muhtarı Hayri efendi tam buraya
işaret edip kadınlara çalışmaya gelen köylü kadınlara millet mektebini
işlemesini söylemişti.
Bu konuşmalardan sonra; Yusufçuk köylüleri
yarından itibaren mektep için ne gerekiyorsa yapmaya karar verip dağıldılar.
Bu sırada kasabada Kaymakam evde yemeğini yemişti.
Aklında kulübe gitmek vardı. Çünkü her akşam orada bir iki tek atma gibi bir
alışkanlığı vardı. Ancak kulübe gidip gitmemekte kararsızdı.
Eşi kaymakamın huzursuz olduğunu fark etmişti.
Kocasının böyle sürekli bir şeylerle uğraşmakta olmasının sağlığını bozacağı
endişesini taşıyor; her fırsatta kocasını memnun etmek için adeta çırpınıyordu.
Şimdi de kocasının sessizliği dikkatini çektiği
için “kaymakam bey. Huzursuz gibisin.
Canını sıkan bir şey mi var?” diye sordu. Kaymakam karısının bu sorusuyla
içinde bulunduğu iç sıkıntısından kurtulmuştu; çünkü birilerine bir şeyler
anlatamazsa adeta patlayacaktı. Onun için karısının sorusuna “hayır karıcığım.
Yeni gelen bir karar var da; onu uygulatmanın heyecanı içindeyim” diye cevap
verdi. Karısının o uygulamanın ne oluğunu soracağına emindi.
Tam düşündüğü gibi karısı “kocacığım. Seni böyle
heyecan içine bırakan şey de neymiş?” diye sorunca kaymakam adeta makaradan
boşalırcasına gelen millet mektepleri emrini anlattı.
İstenen şeyin çok zor olduğunu söyledi. “Düşünsene
zır cahil bir topluma okuma yazma öğretmemi istiyorlar” dedi sonra “gerçi
kursları muallimler verecek; ama sonuç doğrudan beni ilgilendiriyor.
Başaramazsam gelecek için iyi şeyler umut etmem zorlaşacak” dedi.
Ama kararlı olduğunu başaracağını söyledi. Ali
efendiyi, Hayri efendiyi anlattı. “Böyle muhtarlarım oldukça başaramam
imkansız” dedi. Kasabada Ankara’nın kararlarına çoğunlukla uyulduğunu söyledi.
“Ama burada istenen kadın erkek 16 kırk beş yaş arası herkesin kursa katılması.
Bunun mecbur olacağı. Düşünsene senin görüştüğün kasap Hasan’ın, Belediye
başkanının hatta hakimin savcının hanımı, sen bile bu kursa katılacaksın”
deyince karısı “ne varmış bunda. Cahillikten kurtulmayı kim istemez. Ben seve
seve katılırım” dedi.
Karısının bu desteği kaymakamı daha rahatlatmıştı.
“sağ ol karıcığım. Hep olduğu gibi bana burada da destek olacağın için sana
minnettarım” dedi.
Uzun uzun yapacaklarını anlattı. Sonra “karıcığım
ben kulübe bir gideyim. Eminim orada da bu konuşuluyordur. Kim destek veriyor,
kim karşı bir öğreneyim” dedi ve hazırlandı kulübe geldi.
Karısı kapıda ona “kocacığım sıkma canını. Bu
kasaba halkı seni çok seviyor. Seni çok sevdikleri için de bana çok itibar ediyorlar;
sen bunu başarırsın” deyince kaymakamın keyfi ve kendine güveni bir fazla
arttı. Karısına teşekkür ettikten sonra o keyifle evden çıktı.
Kulüp kasaba meydanında bir binanın üst katıydı.
O günlerde kasabanın tek ortak sosyal mekanı orası
olduğu için hemen herkes geliyordu. Kulübün kurucusu olan iki esnaf “herkesi
almayalım; buranın itibarı düşüyor” diye kendine yağcılık yapınca kaymakam
“içkinin kumarın itibarı mı olur efendim. Hem sizin ötekilerden ne farkınız
var?” deyince o iki esnaf sesi kesmiş; isteyen herkesi üye yapmıştı.
O herkes dediğim de yine esnaf kesimiydi. Ayrıca
belediye başkanı, daire amirleri doktor, baş muallim ve muallimlerinde tek
gidecek yeri burasıydı. Öyle olunca halk e devlet erkanı aynı mekanda pek güzel
kaynaşıyordu. Yani kaymakamın düşüncesi böyleydi.
Kaymakam aklında millet mektebi kulüp binasına
geldi, merdivenden çıktı kapıyı açıp girdi.
İçeride gelen seslerden kulübün o akşam epey
kalabalık olduğu anlaşılıyordu.
Kaymakam içeride fötr şapkasını kendini karşılayan
kulüpçü Mehmet efendiye verirken “Mehmet efendi kimler var?” diye sordu.
Mehmet efendi nezaket içinde “herkes burada
kaymakam bey” dedi.
Bu sırada kaymakam kulübün içki servisi yapılan
tarafına geçmek için yürürken oyun oynanan kısma gözü kaydı. Orada kimsecikler yoktu.
Kaymakam kulüpçü Mehmet efendiye “hayırdır. Bugün
oyun yok mu?” diye sorunca Mehmet efendi aynı nezaketle “bugün kimsenin eli
oyuna varmıyor kaymakam bey” dedi.
Kaymakam “niyeymiş?” diye sordu. Kulüpçü “valla
bilmem. Bugün herkes ‘mektep işi mi ne?’ onu konuşuyor” deyince kaymakam
içinden “anlaşılan ben gelmeden haberi gelmiş” diye geçirdi ve içki servisi
yapılan salonun kapısını açtı. İçeri girince içerinin dolu olduğunu gördü. Bu
sırada herkesin kendine baktığını fark etti “akşamınız hayır olsun efendiler”
dedi.
Bu sırada gözü doktora ilişti; o tarafa yöneldi.
Doktor kaymakamı görünce “oo!! Hoş geldiniz
efendim. Bugün geç kaldınız” deyince kaymakam “bugün gelmeyecektim. Sonra
dayanamadım geldim” dedi. Bu sırada yanlarına gelen kulüpçü Mehmet efendiye
bakıp kaymakama doktor “bir kadeh içersiniz değil mi? Efendim” diye sordu.
Kaymakam önce bir düşündü sonra “içeyim doktorum. İçimdeki heyecanı başka türlü
bastıramayacağım” deyince doktor kulüpçüye bir sürahi rakı ve yanına bir şeyler
getirmesini söyledi.
Kulüpçü gidince doktor tahmin ettiği halde
“af edersiniz; heyecanınıza sebep olan ne?” diye sordu.
Kaymakam da zaten böyle bir soru bekliyordu.
“Sorma birader. Dün yeni bir emir aldım. Onun
heyecanı” dedi ve millet mektepleri konusunu anlatmaya başladı. Doktor
“biliyorum muhtarlar söyledi” diye araya girmeden kaymakamı dinledi.
Kaymakam millet mekteplerini anlatmaya başlayınca
kulüpte herkes kulağını kaymakam vermiş onu dinliyordu.
Kaymakam “Epeydir bu emri bekliyordum. Başka
yerlerde zaten başladı. Biliyorsun biz de geçen sene yeni alfabe öğrenimi
yaptık. Ancak azizim bu iş öyle çok kolay bir şey değil. Düşünsene hiç okuma
yazma bilmeyen kadın erkek herkese okuma yazma öğreteceğiz. Bunu kabul ettirip
kurslara kaydı sağlama bile mesele. Gerçi cezası var. Öyle olunca kayıt
yaptırmayan pek olmaz. Ayrıca ben köylerdeki sorunu çözerim. Becerikli
muhtarlarım var. Onlar sorun çıkartmaz. Ama aynı şeyi kasabada da yapacağız.
Beni asıl düşündüren o” dedi.
Bu sırada kulüpçü rakıyı bardağı mezeleri
getirmiş; masaya servis ediyordu. Arkasından baş muallim de kulübe
gelmişti.
Kulüpçü dışarıda baş muallime “servisi kaymakama
götürüyorum” deyince onun ardından salona gelmiş, kulüpçünün peşi sıra
kaymakamın olduğu masaya gelmişti. Kaymakamın arkası dönüktü. Doktor baş muallimin
geldiğini görünce sanırım kaymakama söylemişti. Çünkü kaymakam başını geri
çevirmiş ve baş muallime “ooo Fethi bey. Buyrun buraya. Doktora yeni gailemizi
anlatıyordum” dedi.
Baş muallim zaten oraya geliyordu; ama kaymakamın
davetine teşekkür etmeyi ihmal etmedi ve masanın bir tarafına oturdu.
Kaymakam “millet mektebi meselesini anlatıyordum.
Biliyorsun önümüzdeki günlerde kasaba halkına da tek tek duyuru tebliğ edeceğiz
de bu işin zor olacağını söylüyordum” dedi. Fethi bey “niye zor oluyor kaymakam
bey. Milleti hazır cehalette kurtaracağız. Daha minnettar olmalılar” dedi.
Onun bunu söylediği sırada Tahsin efendi de
yanında Çetin efendi kulübe gelmişti.
Bu sırada kaymakam biraz yüksek sesle “doğru
dersin Fethi bey. Yarından itibaren bölüm bölüm erkekleri kaymakamlığa çağırıp
söyleyelim. Onlar da evlerinde eşine kızına, oğluna söyler” dedi.
Kendisine bakan doktora “azizim senin anlayacağın
kasabada 15 kırk beş yaş arası herkesi bu kursa mecbur tutacağız. Tahsili
olanlara iki ay, hiç okuma yazma bilmeyene dört ay okuma yazma kursu açacağız”
dedi.
Doktor “çok iyi bir şey; böylece cahil kalmaz.
Herkes buna seve seve katılır” dedi.
O sırada yakınlarındaki masada Çetin efendinin
yanına oturan Tahsin efendi kasabanın en zengin mağaza sahibi olmanın güveniyle
“iyi de kaymakam bey. Ben müşterilerime tuttuğum defterde veresiyeyi hep eski
yazı yazdım. Şimdi o defteri yırtıp yeni defter mi tutacağım” diye sordu.
Kaymakam doktora “al bak işte” der gibi işaret
ettikten sonra Tahsin efendiye “öyle uzaktan sorma. Kaymakamlığa gelince
etraflıca anlatacağım. Yalnız şu kadarını söyleyeyim. Gazi bu işi şapkadan da
fazla önemsiyor. Affı yok Tahsin efendi” dedi.
Kaymakam böyle deyince Tahsin efendi yutkundu. O
sıra yanlarına gelip “bir şey ister misin? Tahsin efendi” diyen kulüpçüye ‘kaymakam
cevap verememenin keyifsizliğiyle’ “sağ ol. Mehmet efendi. Ben yarın şehre mal
almaya gideceğim. Onun için içmeyeyim. Zaten erken kalkacağım” dedi. Yanında
oturan Çetin efendi onun niye kaçamak yaptığını anlamadığı için “hayırdır.
Gündüzden öyle bir şey yoktu” deyince Tahsin efendi onun yalanını meydana
çıkarmasına kızıp sinirlice “her şeyde sana hesap mı vereceğim Çetin efendi?”
diye onu tersledi gitmek için kalktı.
Kaymakam gülümseyerek “Tahsin efendinin mektep
işine kafası bozuldu. Bu hep böyle yapar. ‘Şapka giymem’ dedi, gitti herkesten
farklı fötr şapka aldı. Tahsin efendi böyledir işte” deyince Tahsin efendi
durakladı bir şey söyleyecekti; söyleyemedi. Bunu fark eden kaymakam “sen hele
gel. Bir kadeh rakımı iç. Ben senin aklını erdireceğim” deyince kaymakamdan
özür dileyip geldi yanına sandalye çekip ilişti.
Kaymakam “ya Tahsin efendi. Sen muhalif olmaya
yeminlimisin? Devlet senin hayrına iş tutuyor olmaz diyorsun. Anlamadım gitti”
dedi.
Tahsin efendi bir şey söylemeye hazırlanıyordu; o
sıra salona girmiş olan Arif efendi “boşuna uğraşma kaymakam bey. Onun babası
da böyleydi. Bir şeye olmaz desin. Öldür Allah ‘olur’ dedirtemezsin” dedi.
Onun bu sataşması Tahsin efendiyi rahatlatmıştı.
Çünkü kaymakama ne diyeceğini bilememişti.
Kaymakam “ooo!! Hacı efendi. Burada günah
işliyorlar. Sen gelirmiydin bu tarafa?” dedi.
Gerçekten Arif efendi bazı zamanlar nargile içmek
için gelirdi. Çünkü kulüpçü de nargile içtiği için iyi nargile sarıyordu. Ama
Hacı Arif efendi hacıya gidip geldikten sonra “günah olur” diye içki içenlerden
uzak dururdu. Oysa hacıya gitmeden önce içkisiyle ünlenmişti. Tabi kaymakam
bunu bilmiyordu.
Arif efendi “estağfurullah kaymakam bey. Ben o
günahı vakti zamanında çok işledim. Şimdi canım çekmesin diye uzak duruyorum.
Allah muhafaza hacılığı sakatlarım” dedi.
Onun bu latifeli cevabı kaymakamın hoşuna
gitmişti. “Buyur gel o zaman Hacı efendi. Biz şimdi sevap işini konuşuyoruz. O
seni korur” dedi.
Haci Arif efendi merakla “hayırdır kaymakam bey.
Neyin sevabı?” dedi.
Kaymakam bey “bildiğiniz üzere Hz. Ali ‘bana bir
harf öğretene kırk yıl köle olurum’ diyerek harf öğrenmenin ve buna sebep
olmanın çok sevap bir iş olduğunu söylemiş. Biz de bütün halka yirmi dokuz harf
öğreteceğiz. Onu diyordum” dedi.
Millet mekteplerini ona anlatmaya başladı. Hacı
Arif efendi “biraz malumatım var benim” deyince kaymakam şaşırdı “nerden
malumatınız var?” diye sordu.
Hacı Arif efendi doktora bakarak “sizin muhtarlar
uğradı. Onlar söyledi efendim. Köylere millet mektebi açıyormuşsunuz” diye
cevap verdi.
Kaymakam içkinin etkisiyle biraz şakacı olmuştu
“bak sen. Bizim muhtarlar devlet sırrını ifşa etmiş; ancak siz eksik
biliyorsunuz. Yalnız köyler değil kasabada da aynı mekteplerden açacağız.
Tahsin efendiye onu anlatıyordum” dedi.
Tahsin efendi Hacı Arif’in de kendisi gibi medrese
tahsilli olduğunu bildiği için kendine destek vereceğiniz sandı; ama
yanılmıştı.
Hacı Arif efendi “ooo! Çok iyi olmuş. Böylece
hepimiz cahillikten kurtulacağız” dedi.
Onun bu sözlerine şaşıran Tahsin efendi “Hacı
efendi siz biz medresede okuduk ya. Neyin cehaleti?” deyince Hacı Arif efendi
“haa! Anladım az önce kaymakam beye ‘benim tahsilim var’ demişsin. İyi de mirim
herkes yeni yazıya geçerse; gazete mecmua yeni yazı olursa. Biz onları
okuyamayacağız. O zaman cahil sayılmayacak mıyız? Haa! Sen devlet biz
tahsilliler için de ayrı gazete mecmua çıkarır diyorsun. İyi de kaymakam bey,
doktor bey o kadar tahsilden sonra yeni yazı öğrenmişse; biz tahsilliler niye
kaçınacağız?” derken ‘tahsilli’ lafını bilerek bastırarak söylüyordu.
Yani Tahsin efendiye “o kadar okumuş tahsilli
öğrenmişken bana sana ne oluyor?” demek istemişti ve Tahsin efendi de tam onun
söylemek istediği gibi anlamış içinden ‘puşt yine benle dalga geçti’ diye
geçirirken “haklısın Hacı efendi. Ben orasını düşünmemiştim” diye teslim
bayrağını çekti.
Onları ilgiyle izleyen kaymakam içinden “köylerin
koca Hamza’sı varsa; bizim de Hacı Arif’imiz var” diye geçiriyordu.
Tahsin bey lafını bitirince kaymakam “işte tam ben
de doktor beye bunu anlatıyordum. Köylerde Hamza dede sayesinde zorluk
çekmiyorduk. ‘Kasabada ne yaparız’ diyordum; siz yetiştiniz hacı efendi. Hay
ağzına layık… Benim bir dünya laf etsem de belki ikna edemeyeceğim şeyi siz iki
kelamla halettiniz” dedi. Onun bu yorumuna doktor bey de kafasıyla onaylıyordu.
Hacı Arif efendi “ee! Kaymakam bey sizin diliniz
memuran dili. Biz az kaba konuşuruz; ama birbirimizle kısa anlaşırız. Çünkü
edecek laf bilemeyiz. Goca Hamza bile köylüye ‘arkadaşla fazla gürültü etmen.
Bu iş olucek; o gadar’ dedi mi? Akan sular dururdu” dedi.
Kaymakam Hacı Arif’in “sizin dil memuran dili. Biz
çok laf bilmeyiz” derken kendisine laf çarptırdığını düşünmüştü; sonra bu
düşünceyi aklından sildi. Çünkü Hacı Arif efendi olanı söylüyordu.
Hacı Arif’in bu sözleri gülüşmeye neden oldu.
Tahsin efendi de zoraki gülümsemek zorunda kalmıştı.
O sıra Millet Mektepleri üzerine sohbet
koyulaşmış; Baş muallim Fehmi beye sorular soruluyor. O da her soruya sabırla
cevap veriyordu.
Hemen herkesin kafasında “niye mecbur oluyoruz?”
veya “Arapça okuma yazma bilenler niye tekrar okula gidecek? Çocukla okula
başladı. Yalnız onlar öğrense yetmiyor mu?” gibi sorular vardı.
Aslında bu soruları soranların çoğu samimiydi.
Çünkü önlerine birden hiç bilmedikleri bir ufuk açılıyordu. Esnafların hemen
hepsi okuma yazma biliyordu. Çünkü veresiye defteri taa o zamanlardan
gündemdeydi.
Onların içinde en tahsillileri Tahsin beyle Arif
efendiydi. İkisi de şehirde okula gitmişlerdi. Diğerleri kasabada cami
yanındaki medreselerde okuma yazma öğrenmişti.
Fehmi efendi hiç birinin arasında fark olmadığını;
önemli olanın harfleri tutuşturmayı bilmek olduğunu; bu anlamda şehirde okulda
okuyanla kasabada medresede okuyanların hepsi tahsilliler için belirlenen
mekteplerde okuyarak Latin alfabesini ve Latin harfleri kullanmasını öğreneceğini
söylüyordu.
Kaymakam önceden Fehmi beyle erkekler için sınıfın
şehir kulübündeki iki salonun uygun olacağını düşünmüşlerdi. Bu düşünceyle
kaymakam bu sabah odacıyla bir kara tahtayı gönderip kulüpçü Mehmet efendiye
teslim ettirmişti.
Akşam kulübe uğradığında “yarın onda sizi
bekliyorum” dediği zahire tüccarı Şaban efendi kulübün yöneticilerindendi.
Kulübü o yanına aldığı birkaç arkadaşıyla açmıştı.
Kaymakam Şaban efendiye millet mektebini anlatıp,
uygulama için kulübü düşündüğünü söyleyecekti. Aslında talimatla da bunu
yapabilirdi; ama bu kasabada göreve geleli beri prensip olarak her şeyi elinden
geldiğince yurttaşa danışıp onları da işin içine katarak yapacağı şeyi yapmaya çalışıyordu.
Şimdi Fehmi efendi millet mekteplerini anlatırken
kulüpte bulunanların ilgisinin arttığını fark edince Fehmi efendiye “Fehmi bey
isterseniz bir uygulama gösterin. Ben bugün buraya kara tahta gönderdim”
deyince Fehmi bey “ala olur Kaymakam bey. Çok münasip olur” dedi. Kaymakam kapıya
yakın duran ve millet mektebi muhabbetine kendini kaptırmış olan kulüpçü Mehmet
efendiye eliyle yanına gelmesi için işaret etti.
Önce anlamayan Mehmet efendi yanındaki esnafın
uyarısıyla “buyurun kaymakam bey” diye kaymakamın yanına geliyordu.
Kaymakam “Mehmet efendi bugün size gönderdiğim
siyah tahtayı getirirmisin?” dedi.
Kulüpçü “tabi efendim” deyip çıktı; az sonra
elinde kara tahtayla geldi. Kaymakam kara tahtaya arkalık da yaptırmıştı.
Kulüpçü kara tahtayı çelenk için hazırlandı sanıyordu. İçeri elinde kara
tahtayla girince kaymakam “onu duvara dayayın” dedi.
Kulüpçü kara tahtayı duvara dayadığı sırada
kaymakam “bir de paket olacaktı” dedi. Bir kutu da tebeşir göndermişti.
Kulüpçüye onu getirmesini söyledi; sonra Fehmi beye “buyurun Fehmi bey” dedi.
Fehmi bey tahtanın yanına gitti. O sıra kapıdan
elinde tebeşir paketi olan kulüpçüyle birlikte Şaban efendi girdi geldi.
Şaban efendi Fehmi beyin niye tahtanın önünde
dikildiğini, niye herkesin yönünün ondan tarafa olduğunu anlamamış; şaşkın
bakıyordu. İlerden kaymakam bey “Şaban efendi buraya buyurun” deyince Şaban
efendi şaşkın bir yüz ifadesiyle kaymakamın yanına gelip boş olan sandalyeye
oturdu.
Kaymakam “siz devam edin Fehmi bey” dedikten sonra
Şaban efendiye “biraz Fehmi beyi izleyelim size söyleyeceklerim var” dedi.
Baş muallim Fehmi bey Latin alfabesi öğretme
konusunda deneyimliydi. Daha Latin alfabesinin tartışılmaya başladığı yıllarda
ilk yetiştirilen eğitim kadrosundandı.
Latin alfabesinin kabulünün ertesi yılı kasabada
daha önce Arapça eğitim veren okulun Latin alfabesine geçişinde öğretim
kadrosunun başına baş muallim olarak atanmıştı. Okulda altı arkadaşıyla birlikte
eğitim veriyordu. Okulun ilk yılı normal öğrenimin yanında medrese tahsilini
tamamlamış gençlere köylerde yararlanmak için kursa tabi tutmuş; oldukça
başarılı sonuç almıştı.
Şimdi o kursta kendi yetiştirdiği sekiz öğrencisi
ile köylerde okuma yazma seferberliğini yapacağının haklı gururu içindeydi.
Onun bu başarıları ve çalışkanlığı kasaba haklı
üzerinde haklı olarak sevgi saygı kazanmasını sağlamıştı.
Şimdi kara tahtada kulüpte toplananlara Latin
alfabesini anlatmaya başlarken kulüpte bulunan esnaf Fehmi beye saygılarından
sanki öğrenciymiş gibi heyecanlanmıştı. O heyecana katılmayan “anlatsın
bakalım; ne anlatacaksa? Görelim” lakaytlığında olan tek Tahsin efendi vardı.
Onunla her gün birlikte olan yorgancı Çetin efendi bile ilgiyle gözünü,
kulağını Fehmi beye dikmişti.
Fethi bey kulüptekilerin bakışından onların
heyecanını ve ilgisini anlamış olmanın keyfiyle yumuşak etkileyici sesiyle
tahtaya Latin alfabesinin harflerini yazıp, sonra onların nasıl tutturulacağını
anlatmaya başlamıştı.
Bu sırada kaymakam yanında gözünü tahtaya dikmiş
Şaban efendiye usulca “kulübü halkın okuma yazma öğrenmesi için kullanmayı
düşünmüştüm. Onun için sizin izninizi isteyecektim” dedi.
Onun bu sözlerine Şaban efendi “izin ne demek
efendim? Hepimiz her şeyimizle sizin yanındayız. Bittabi; burası çok münasip
olur” dedi.
Kaymakam onun bu samimi sözlerinden çok memnun
olmuştu. Birlikte Fehmi beyi dinlemeye başladılar.
O sıra salona sinek uçsa vızıltısı duyulacaktı. Herkes;
hatta giderek Tahsin efendi bile sessizlik içinde can kulağıyla Fehmi beyi
dinliyorlardı.
Baş muallim yarım saate yakın kara tahtada
tebeşirle yazarak, kulüpçünün yardımıyla yazılanı temizleyip tekrar yazarak
kulüpteki esnafa yeni yazıyla okuma yazma kursu verdi.
Çok uzatırsa esnafın sıkılacağını düşündü ve “işte
arkadaşlar; gördüğünüz gibi yeni alfabede harfleri tanımak bu kadar kolay. İlginizi
gördüm. Sizin kısa sürede bu yeni alfabeyle okuma yazma olayını halledeceğinize
inanıyorum. Beni ilgiyle dinlediğiniz için teşekkür ederim” dedi.
Kasabada böyle devlet büyüğü konuşunca alkışlama
adeti başlamıştı. Fehmi bey konuşmasını bitirince onu yürekten alkışladılar.
Hem kaymakam hem de Fethi bey talimatname geleli
beri ‘esnafa bu işe nasıl ısındırız?’ kaygısı içindeydi.
Ancak kaymakamın pratikliği ve iş bitiriciliği
sayesinde; tabi herkesin saygı duyduğu Hacı Arif efendinin de az önceki
desteğiyle kolayca esnafa ulaşmayı başarmışlardı.
Artık bir program dahilinde erkeklere ve kadınlara
kursa açmaya sıra gelmişti.
Kaymakam içinden o kurslar için ‘bu ilgi
kaybolmadan en kısa zamanda kursları başlatmalı’ diye içinden geçiriyordu.
Yarın baş muallime bunu önerecekti.
Fehmi bey elindeki ve üzerindeki tebeşir tozunu
silkmek için dışarı tuvalete gitti. Az sonra temizlenmiş olarak geldi.
O sırada esnaf masalarına dönmüş Fehmi beyin
anlattıklarını konuşuyordu. Hafiften kafalar çakırlaştığı için sohbet
gülüşmelerle devam ediyordu. Bu sırada kaymakam da Hacı Arif efendi ve Şaban
efendiye ilk okuma yazma kursunu burada kulüpte açılması konusunu konuşuyordu.
Yanlarına gelen Fehmi beye “buyurun hocam.
Tebrikler. Çok güzel anlattınız” dedi. Fehmi bey teşekkür ederken kaymakam
devam etti. “Ben Şaban beye bu iş için burayı uygun gördüğümüzü söyledim. Sağ
olsun kabul ettiler” dedi. Onun bu sözlerine Şaban efendi “estağfurullah
efendim? Ne demek emriniz olur” kaymakam “emir yok Şaban efendi; emir yok. Yeni
bir devlet kuruyoruz. Eskinin yerini yeniyi koymak istiyoruz. Hepimiz bu
çabaları anlayıp severek katılırsak çok daha başarılı oluruz. Yoksa öyle kuru
emirlerle bir yere varılmaz” derken Hacı Arif efendi içinden ‘eferin kaymakama.
Adam evladı’ diye geçiriyordu.
Kaymakam “doğru değil mi Hacı efendi?” deyince
kendini topladı “çok haklısınız kaymakam bey. Bu işler gönüllü olur. İstiklal
savaşına bile bizim burada kimseyi mecbur tutmadılar. Herkes gönüllü gitti. Bizim
millet bi şeye inandı mı? Evelallah dağları bile devirir” dedi.
Böylece tatlı başlayan gecenin geç saatine kadar
herkes kulüpte bu mektep meselesini konuştu. Birbirinin aklını erdirdi ve çoluk
çocuk bu kurslara katılmaya karar verdi.
Gece epey ilerleyince kaymakam orada olanlardan
izin istedi; Fehmi bey ve Hacı Arif efendi ve Şaban efendiyle birlikte
çıktılar. Zaten o sıra oyun oynanan kısımda oyun masaları kurulmuştu.
Bu kasabanın halkı çok iyi hoştu; bir de şu kumar
tutkusu olmasa.
Kaymakam kasabaya gelince bu kumar tutkusunu fark
etmiş; önce önlem almaya çalışmıştı; ama önlem alsa da başaramayacağını
anlayınca bu kulübün açılmasına izin vermişti. Ne olacaksa göz önünde olsun
istemişti. Öteki gibi kimi evlerde kumar oynatılmasının önüne geçemeyeceğini görmüştü.
Evi zaten yakındı. Yarın Şaban efendi ve Hacı Arif
efendinin kaymakamlığa gelmelerini rica etti. “Yarın enine boyuna bu işi
konuşalım. Hacı efendi siz kasabayı çok iyi tanıyorsunuz. Kasaba halkının sevip
saydığı bir insansınız. Şaban efendi de öyle. Sizin bu işte çok yararınız
olacak” deyince Hacı efendi ve Şaban efendi “estağfurullah efendim” deseler de
koltukları kabarmıştı.
Onlarla böyle randevulaştıktan sonra onlardan Fehmi
beyle ayrıldı. Birlikte eve doğru yürüdüler. Çünkü ikisi komşuydu.
Kaymakam evin önüne gelince durdu “bu akşam çok
iyi oldu değil mi Fehmi bey?” deyince Fehmi bey “sayenizde efendim. Bugün oraya
kar tahta göndermeniz çok münasip olmuş” dedi.
Kaymakam “yarın sizi de bekliyorum. Birlikte bu
eşrafla konuşalım” dedi. Fehmi bey “tabi münasiptir” efendim deyip eve doğru
yürümüştü; kaymakam “bugün komutan yoktu. Haberiniz var mı? Bir yere mi gitti?”
dedi. Fehmi bey “kayınpederiyle kayınvalidesi gelmiş efendim. Sanırım ondan
akşam çıkamadı” deyince kaymakam güldü komutanın kayınvalidesi için “ee! Komutanı
gelmiş. O izin vermezse çıkmak zor tabi” deyince Fehmi efendi de gülümsedi;
birbirine tekrar “iyi geceler” deyip evlerine girdiler.
Kaymakam beyin eşi daha yatmamıştı. Onu kapıda
karşıladı. Kaymakam bey gayet neşeli “siz daha yatmadınız mı?” diye sorunca
kocasının keyifli haline sevinen hanımı “nasıl yatarım? Heyecanla sizi
bekliyordum” dedi.
Kaymakam “iyi oldu. İyi ki akşam kulübe gitmişim. Bu
mektep işini halka kabul ettirmede epey mesafe aldık. Yarın daha iyi olacak
inşallah” dedi ve kulüpte olanları anlatmaya başladı.
Aynı saatlerde Çamdibi köyünde uykusu kaçan bekçi
Rıza hava almak için dışarı çıkmıştı. Muhtarlığa dibeğin olduğu yere doğru
yürüdü. O sırada aşağıdan tarla sulamaktan gelen köylüleri gördü.
Gelenler Devecinin Halil’le Kaykının Hasan’dı.
Kürekleri omuzlarına koymuşlardı. Rıza efendiyi görünce ona yöneldiler.
Rıza efendi “hayırdır gomşular. Böyle kafa kafaya
verdiniz nerden geliyorsunuz?” dedi.
Aslında ikisinin de yonca sulamadan geldiğini
biliyordu. Kavak köyünün altından geçen dere Çamdibililerin tarlalarının hemen
üstünden geçip gidiyordu.
O derenin ‘köylüler ona çay diyordu’ suyu Kavak;
Çamdibi, aşağıda Söğüt ve Pancar köylerinin tarlalarını suladıktan sonra ovaya
akıyordu. Suyun en son vardığı yer çayırlıkta ‘öz’ denen bataklık bir yerdi.
Oralar genelde bütün çevre köylerin at eşek, varsa inek öküz ve koyun güttüğü
yerlerdi.
Yani yedi sekiz köyün ortak çayırıydı. Ancak her
evde at, eşek olduğu için yonca da ekiliyordu. İyi su verdin mi? Yoncalıktan
yonca hiç bitmez, kesilenin yerini yenisi yetişirdi.
İşte Devecinin Halil ve Kaykının Hasan yonca
tarlasını sulamadan dönüyordu. Rıza efendinin nereden geldiklerini bilerek
sorusu üzerine ikisi de “heç davşan avlımaya giddik” dedi. Kaykının Hasan
“gahbam Irza emmi. Bizlen dalga mı geçiyon. Bu vakıt insan ovaya neye gider
bilmeyon mu?” deyince Rıza efendi “biliyom Hasan da. Hana laf edem deyi öyle
sordum. Yoğusam sizin yonca sulumudan geldinizi bilmemin heç?” deyince ikisi de
gülüştü.
Rıza efendiden büyük olan Devecinin Halil
“kayırdır yeğen. Sen nediyon burda?” diye sorunca Rıza efendi “uykum gaçtı be
dayı” dedi. Halil gülümseyerek “çalgıcı Hallenin gızı gibi ha?” dedi.
Onun bu sözlerine Kaykının Hasan gülerken Rıza
efendi “hah tam işde öyle. Mübarek uykuyu yakalayıp geliyon; gine gaçıyo
Çalgıcı Hallenin Dudu gibi” derken gülüyordu.
Dudu babası çalgıcı olunca düğünlerde onun yanında
gider erkeklerin olduğu yerde oynarmış. Öyle dansöz gibi çıplak oynadığını
sanmayın.
O yılların bu kadınlar köy kadınlarından zor
ayrılırdı. Yani aynı kılık kıyafetle oynarlardı. Çalgıcı Hallen kızı eski
oynaklardandı. Köylerde onu Hallenin Dudu veya “gahba Dudu” diye bilirlerdi.
Kaç sefer kocaya vardıysa hepsinden bir başka erkekle kaçarak ayrılmıştı. Şimdi
gocalsa da namı yerinde duruyordu. O yörede Dudu’nun kocadan kocaya kaçması
“Çalgıcı Hallenin gızı gibi gaçmak” diye deyim haline gelmişti.
Devecinin Halil eski kulağı kesiklerden olduğu
için Dudu’nun oynatıldığı alemlerde çok bulunmuştu. Şimdi de Rıza efendi “uykum
kaçtı” deyince “Çalgıcı Halenin gız gibi ha?” demişti.
Böyle başlayan sohbet dereden tepeden devam etti.
Sabah ezanına yakın Devecinin Halil “yatmeverem gari. Az sonra Emin hoca ezan
okur. Sabah namazını gılar öyle yatarız” deyince üçü de dibeğe yaslandı. Ovanın
ürünü olan tütünden çıkarıp birer sigara sardılar. Halil efendi alışkın ellerle
çakmak taşıyla kavı yakıp sonra sigarasını yaktı, kavı önce Rıza efendi sonra
Kaykının Hasan aldı. Onlar da sigaralarını yakıp sohbete başladı.
Deveci Halil “bu dibek ne yarenlikleri dinledi kim
bilir? Dili olsa da deyiverse” dedikten sonra gençliğinde yayla günlerini, Rıza
efendinin babasıyla geçirdikleri günleri anlatmaya başladı.
Sohbet koyulaşmıştı ki; Emin efendi “Allahü Ekber!”
diye ezana başladı. Ezan başlayınca sohbeti kestiler, aşağı dereden abdest
almak için oraya doğru yürüdüler.
O sırada ezanı bitiren Emin usta minareden aşağı
inince aşağıda muhtarla karşılaştı. Muhtarın da uykusu kaçmıştı. Sabah ezanını
duyunca namazı camide kılmak için gelmişti.
Aşağıdan Devecinin Halil, Kaykının Hasan ve
yanlarında bekçi Rıza’yı görünce “hayırdır? Bu kafadarlar ne zaman buluşmuş?”
diye merakla onları bekledi. Yanına gelince “hayırdır Irza dayı? Bunlarla ne
ara buluşdun?” dedi. Rıza “uykum gaçınca diben yanına geldiydim. Halil dayı
Hasan’la yonca sulumadan geldi. Laflaken ezan vaktı gelince; ha namazı gılamda ondan keri yatam dediydik”
deyince muhtar “ula arkıdeş. Bu uykulara noldu böyle yahu. Benim de uykum
gaçınca namazı camide gılen deyi geldim” dedi.
Devecinin Halil “sizin hepinizin uykusu Çalgıcı
Hallenin dudu gibi olmuş. Gaçıp duru” deyince hep birlikte gülüştü. Muhtar
“ilahi Halil dayı… Nerden buluyon bu lafları?” dedi.
Bu şekilde camiye girdiler. Orada gülmeler
kesildi. Emin hocanın arkasında diğer gelen köylülerle saf tutup sabah namazını
kıldılar.
Caminin dışına çıkınca Halil ve Hasan “biz accık
kestirem” deyip giderken muhtar bekçi Rıza’ya “dayı sen de git kestir biraz.
Ben lazım olursan çağırın seni” deyince Rıza da evine gitti. O sıra kalkmış
olan Zehra’ya uykusu kaçtığı için dışarı çıktığını, sabah namazını kılıp
geldiğini söyleyip “ben azcık kesdircen. Çocuklara gürültü yapdırma” dedi ve
kendi odalarına girdi.
Ali’yle kız uyuyordu. Onların yanında usulca hiç
soyunmadan olduğu gibi yatağına uzandı. Az sonra horlamaya başlamıştı.
Muhtar da muhtarlığın önünde Emin hocayla sohbete
dalmıştı.
O saatlerde kasabada da okula giden çocuklar evde
okula hazırlanma telaşındayken fırıncı çoktan fırını yakmış, ilk posta ekmeğini
çıkarmıştı. Kasabada üç kahve vardı. Meydandaki kahve de çoktan çayı demlemiş,
camiden gelenlere ve fırındaki çalışanlara ilk çay servisini yapmıştı.
Kaymakamın hanımı da kocası “yarın erken
gideceğim” dediği için erkenden kalkmış kocası için çayı demlemiş, yumurtaları
kaynatmıştı. Bir oğlu, bir kızı vardı. İkisi de şehirde halalarının yanında
okula gidiyorlardı. Onun için kaymakam ve eşi evde bir başlarınaydı.
Kadın kahvaltıyı hazırlayınca kocasını kaldırdı.
Zaten kaymakam uyanıktı. Aklında erken kalkıp jandarma komutanıyla buluşmak ve
onu, savcıyı, doktoru ve baş muallimi alıp köyleri dolaşmak vardı.
Dünden beri içi içine sığmıyordu. Akşam kulüpte
işler yolunda gidince, Şaban beyle de gece görüştüğü için bir an önce köyleri
dolaşmak, sıcağı sıcağına millet mektepleri için ne yapılacağını yerinde görmek
istiyordu.
Eşi uyarmak için gelince “zaten uyanıktım” dedi ve
hızlıca kalkıp lavaboya gitti. Tuvalette işini gördükten sonra hızlıca tıraşını
oldu, elini yüzünü yıkadı; bu sırada eşinin hazırladığı kahvaltı masasına geldi
ve kahvaltıya başladı.
Eşi “hayırdır kocacığım. Uykun mu kaçtı?” deyince
“yok; köyleri dolaşmak istiyordum da onun için erken uyandım” dedi.
Eşi “yalnız mı dolaşacaksın?” diye sorunca “hayır!
Komutan, Savcı, Doktor ve Baş Muallimle birlikte dolaşacağım” dedi.
Eşi “bu mektep işine çok önem veriyorsun” deyince
“karıcığım her şey buna bağlı. Yani halkı okuma yazma öğretmeye bağlı. Alınacak
daha çok yol var. Yeni bir devlet kuruyoruz. İşi sıkı tutmazsak başaramayız”
dedi.
Eşi kocasının bu heyecanını kendi içinde duyuyor,
kocasının başarısı için elinden ne gelirse yapmak istiyordu.
“Ben de bugün belediye başkanının hanımına
gidecektim. Oraya başka hanımlar da gelir. Onlara bu mektep konusunu anlatayım
mı?” deyince kaymakam eşinin kendine yardım etmek için gayretine duyduğu
minnetle eşine baktı “çok iyi olur karıcığım. Sana anlattığım kadarıyla anlat.
Kendinin de bu mektebe devam edeceğini, aslında İstanbul kız lisesi mezunu
olduğunu; ama yeni harfleri bilmediğini söyle. Böylece hem senin tahsilli
olduğunu; hem de tahsilli olduğun halde bu mektebe katılacağını öğrenirlerse
onlara da gayret gelir” dedi.
Kahvaltısını bitirmişti. “Eşine ben çıkıyorum”
dedi,
Köylere atla gideceği için suvari pantolonunu
giymişti. Üzerine spor gömleğini giydi. Üzerine deri ceketini giydi. Çizmesini
giydi; eline meşin kırbacını aldı. Eşine hoşça kal deyip çıktı.
Dışarı çıktığında kendini süvari gibi hissetmişti.
Mart ayının başı; havalar erkenden ısınmıştı.
Jandarma karakolu yakındı. Oraya doğru yürüdü.
Kapıda nöbetçi vardı. Kaymakamın karakola geldiğini görünce esas duruşa geçti.
Kaymakam yanına gelince sert bir tonda tekmil verdi.
Kaymakam bu tür durumlara alışkın değildi. Asker
tekmilini bitirmeden eliyle ‘tamam’ der gibi elini sallarken kapıdaki
nöbetçinin sesini duyan nöbetçi çavuş koşarak karakoldan çıktı. Kaymakamın
geldiğini görünce koşarak onun yanına geldi. Kaymakam nöbetçi çavuşu görünce
“komutan daha gelmedi mi?” dedi. Aslında saatin erken olduğunu biliyordu tabi.
Sırf nöbetçi çavuşunun da bağırarak tekmil vermesini önlemek için öyle
söylemişti.
Nöbetçi çavuş yüzbaşının daha gelmediğini
söyleyecekti; karakolun hemen yanındaki lojmanda oturan yüzbaşı nöbetçi askerin
tekmilini duyup balkona çıkmıştı. Kaymakamı görünce elini salladı “şimdi
geliyorum efendim” deyip hazırlanmak için içeri girdi.
Kaymakam da nöbetçi çavuşa “ben kamelyada
bekleyeyim” deyip karakolun önündeki kamelyaya geçti.
Burayı yüzbaşı yaptırmıştı. Etrafı çiçek
tarhlarıyla ve çimenle çevrilmişti. Özellikle ilkbaharda bütün çiçekler açınca
orası akşam serinliğinde hoş bir yer oluyordu.
Bir çok akşam kaymakam, doktor, savcı, hakim, baş
muallim eşleriyle gelip komutan ve eşiyle birlikte oturuyorlardı.
Kamelyanın etrafındaki çiçeklerin hoş görüntüsünü
seyrederken yüzbaşı giyinip geldi. Kaymakamın süvari kıyafetini görünce
“hayırdır kaymakam bey” deyince kaymakam “kusura bakmayın yüzbaşım. Sizin de
misafiriniz varmış. Komutanınız gelmiş” deyince yüzbaşı gülümseyerek “evet
kaymakam bey; ani dün baskın yedim” dedi. Kaymakam “ben size sormadan bir karar
aldım. Biliyorsunuz millet mektepleri konusu vardı. Şimdi biz de kasaba ve
köylerinde uygulamaya geçiyoruz. Dün siz yoktunuz. Kulüpte güzel bir hava yakaladık.
Esnafa bu konuyu anlatma fırsatı yakaladık. Ayrıca dün muhtarlara bu konuyu
anlattık. Bugün sıcağı sıcağına köylere dolaşalım diye düşündüm. Kavak köyü ve
Kayaköy muhtarları yine aksilik çıkaracak gibi. Özellikle o köylere sıcağı
sıcağına gitmeyi düşündüm. Onun için gelmiştim. Sizin de misafiriniz var; acaba
izin verirleri mi?” dedi.
Yüzbaşı “ne demek kaymakam bey? Ankara onca çaba
içindeyken bizim burada hiç kaytarma hakkımız olmamalı. Ben izin verin; eve
gidip durumu anlatıp geleyim. Ondan sonra hemen hazırlanıp gideriz” dedi ve
evine gitti.
Kaymakam o sıra yanında bekleyen çavuşa “çayınız
varsa. Bana çay getirirmisin?” deyince çavuş “emredersiniz” deyip karakola
girdi.
Erdoğan arkadaşım merhaba; bazı yazım hataları bulunan 50 sayfalık hikâyeni okudum, eline diline sağlık. Fakat o kocaman hikâyenin ortasına kocaman bir tarihsel doküman yerleştirmek ne kadar uygun bilemem. Eğer ayrı bölüm açıp (Google alıntıları değil de) eş zamanda Ankara'da yaşananları anlatmış olsaydınız sanırım hikâye ile daha iyi örtüşürdü (tıpkı kaymakamın evinde, kulüpte ve köylerde yaşananları anlattığınız gibi) diye düşünüyorum. Selamlar…
YanıtlaSilMerhaba sevgili dostum. Yorumunu şimdi gördüm. Eleştirinde haklısın ancak bu çalışmam henüz bitip tümüyle elden geçmedi.Sonuçta bunun bir hikaye özelliğinde kalmasını için sizin eleştirinizi de dikkate alarak bütün özeni göstereceğim.Yorumla katkın için çok teşekkür ederim.
YanıtlaSil