6 Ekim 2016 Perşembe

KENDİ ÇARESİZLİĞİ İÇİNDE KIVRANAN BİR İNSAN












Doktorumun “senin yürümen lazım… Ama kendini yormadan… Kısa kısa; durup dinlenerek yani” diye önerisine uyarak yürüyüşe çıkıp yorulunca o sıra boş olan otobüs durağındaki banka oturmuş soluklanıyordum; elinde telefon “ben biliyon ona yapıcemi” deyip oturunca yanıma ‘fark ettim onu.’

"Hayırdır arkadaş; bu öfken kime?" diyecektim; kendimi tuttum. Ters bir şey söyleyebilirdi. Çünkü burnundan soluyordu; belli ki çok öfkeliydi.

Yanıma oturduktan sonra elindeki telefonu ufalayacakmış gibi sıktı sıktı; sonra telefon etmek için numara çevirmeye kalktı; sonra vazgeçti “döyüsün oğlu. Ben bilirim ona edicemi” dedi.

Belli ki biriyle atışmış; ama öfkesini alamamıştı. Habire “ben ona göstericen. O gahba çocuğu kime çatddını görsün bi yol” diye söyleniyordu.

Bu sıra benimle göz göze geldi. Gözlerinde öfkeyle karışık çaresizlik vardı. Kendimi tutamadım “hayırdır bizim oğlan. Sorması ayıp olmasın; kime öfkelisin bu kadar?” dedim. Ben öyle deyince birden sinirlerinin boşaldığını fark ettim. “İyi de bizimoğlan ‘sorması ayıp olmasın’ dedin. Gine de sordun” dedi ve bastı kahkahayı. Deli deli kafasını sallayarak gülüyordu.

Korkmuştum. Gerçi öyle çok iri yarı değildi. Hatta ufak tefek bile sayılırdı. Zayıf damarları çıkmış kuru elleri, avurtları çökmüş çene kemikleri fırlamış kırmızı yüzü, yeşil ve mavi arası ‘gök’ gözleri açık alnının gerisinde kısa diken gibi kırlaşmış saçlarıyla öyle korkulacak biri gibi gözükmüyordu. Bizim buraların insanına da pek benzemiyordu; ama şivesi çok tanıdıktı. Üstüne başına bakınca ‘sıradan’ SSK emeklisi birine benzettim onu.

Bir süre benim ‘sorması ayıp olmasın’ deyip soruşuma güldü; neden sonra sakinleşti. “Kusura bakma bizim oğlan. Bu döyüsün çocuğu bene kafayı yedirdi” dedi.

“Döyüsün çocuğu” dediği aslında yabancısı değil; uzaktan akrabası oluyormuş.

“Eşşoğlu eşeğe adam zannedip benim gızı verdim. Vermez oleydim. Döyüsün biriymiş” dedi.

Oğlanın babası ölmüş. Amcasıyla kalıyormuş. Amcasının hali vakti yerindeymiş. “Ben öyle biliyodum” dedi. Öyle düşünüp ‘amcası da kös kös gelip gızı isdeyince’ “ele verceme tanış birine veririn. Gızıma iş kesmez, iyi bakar” demiş vermiş. Başlangıçta iyilermiş. Ne olmuşsa olmuş bu bir gün “buba; ben Almanya’ya çalışmaya gidicen” demiş.

Meğer oğlan zibidinin biriymiş. Amcası üveymiş; bunu yetim diye alıp büyütmüş. Yoksa babasından öyle mal maşat kalmamış. “Ne bilem ben? Onlan köylüleri ‘amcaları çok zengin’ deyincek; ben de ‘amcası zengin olanın kendi de zengindir’ dedim. Arayıp sormudan verdik bu zibidiye gızı” dedi. Sonra “Bu döyüsün oğlu o gün gelip ‘buba ben Almanya’ya gidicen. Orda bi arkıdeş bene iş bulcek’ deyince; ne bilem ben? Saflıma denk geldi. İyi git bakam dedim. Giddi. Sonra döndü geldi. ‘Buba orda galmam için ordan birinle evlenmem lazımmış’ dedi. Ben ‘eee!’ deyincek ‘ben garıya boşeyen. Orda işçi olarak galma işini halledince, dönüp gelirin; gine nikah yaparın’ dedi. Benim gine saflıma denk geldi. Çünkü üç dene evladı var. Sonra bizim ordan böyle gidip orda oturma izni alanla var; emme onla adam evladı. Dönüp geldile, gine garılanı nikahlana alıp götürdüle. Bu döyüsün oğlunun ‘tövbe tövbe; bubası da ölük’ niyeti başkaymış. Niyeti gızı benim üsdüme atıp gurtulmağımış. Ula döyüsün oğlu ‘ozman bu çocukları neye eddin? Benim gızın kusur ne?’ de mi?” dedi durdu “üç çocuğu var arkıdeş; üçü de valla pırlanta. Çocuklara bu döyüsün çocuğu demeye bin şahit iste; emme benim gız helal süd emmiş. Sokaktan bulmadı ya bunlara? Bu döyüsün dölleri tabi” dedi.

Yani sizin anlayacağınız uzaktan akrabası olan hali vakti yerinde biri ‘yeğenim’ diye bunun kızı istetmiş. Bu da ‘amcasının hali vakti yerinde… Öyle oluncek; bunun da öyledir’ demiş kızı rahat etsin diye ikiletmeden tutmuş vermiş kızını.

“Ne bileyim ben. Döyüsün oğlu meteliksiz zampara, içkicinin biriymiş. Almanya’ya daa önce giden arkıdeşleri buna ‘Alman garıları çok güzel, çok faydalı’ demişle. Bu döyüsün oğlu da onlara tav olup gitmiş. Biz de ‘pezevengin oğlu oraya çalışmaya gidiyo; benim gızı da yanına alcek’ deyi boşanmasına ‘eh’ dedik. Yani gız ‘eh’ dedi. Şindi gelmiş yanında o Alman garısıyla; bi de benim gıza nisbet ediyo; emme ben ona edicemi biliyon” dedi.

Yaşadıkları sıradan yurdum insanının; daha doğrusu yurdum kadınlarının yaşadığı sıradan dramlardan biriydi. Başka insanlardan böyle yaşanmışlıkları biliyordum. Bir tanesi borçları yüzünden icralık olunca karısına “boşanalım sen zarar görme” demiş; gitmiş başkasıyla evlenmiş; üç çocuğuyla kadıncağızı ortada bırakmıştı. Kadıncağız o üç çocuğunu büyütmek için el kapılarında çok çile doldurmuştu.

Bu nedenle adının Halil olduğunu öğrendiğim bu arkadaşın ve kızının başına gelenler beni çok şaşırtmamıştı. Yalnız Halil efendinin iki de bir “ben biliyom yapıcemi” deyişi merakıma gitmişti. Gitmişti; ama “öyle diyorsun da elinden gelen ne? Ne yapacaksın damadına?” da denmezdi tabi.

Az önce telefonla konuştuğu damadının arkadaşıymış. Onunla haber göndermiş damadı.

Tekrar telefonu eline aldı; numaraları çevirdi; sonra aniden vazgeçti. “ben biliyom onu edicemi. Şindi o berduş arkıdeşlene güvenip bene bi şey edimez sanıyo emme ben biliyon onu edicemi. Alnı şakından vurmayan Halil’in anasını domuz siksin” dedi.

Öyle deyince baktım. Çok çaresizdi. Çaresizlik ona her şeyi yaptırabilirdi. Canım acımıştı adama. “Öyle diyorsun arkadaş da. Diyelim sen onu çektin vurdun. Kızın, torunların. Onlar ne yapacak? Onlara bakıp sahip çıkacak biri var mı?” dedim.

Çaresizlik içinde gök gözleriyle baktı “yok” dedi. O sıra gözünden iki damla yaş süzüldü. “İyi de bizimolan nedicen ben şindi? Bu döyüs yaptınla mı gelıcek? Benim gıza eddiklenin hiç cezasını çekmeycek mi bu?” dedi.

Gerçekten çok çaresizdi. Ona benim bildiğim kocasının borçları yüzünden boşayıp sonra oralı olmadığı kadını anlattım. Bildiğim benzer başka yaşanmışlıklardan örnek verdim. “Bunu bir sen yaşamıyorsun. O cezasını zaten kendine vermiş” dedim. “Nasıl?” dedi. “Nasılı var mı? O çocukların yarın ona hayır soluğu olur mu? Serseri herif çocuklarının lanetiyle yaşayacak. Onun iki yakası daha bir araya gelmez. Sen bırak onu. Sittiret. Kızına torunlarına sahip çık yeter” dedim.

Zaten çaresizdi. “Ben onu edicemi biliyom” deyişi çaresizliğindendi. Az sonra beklediği otobüs geldi. Otobüse binerken “çok sağol bizim oğlan. Bene çok rahatladın. Allah senden razı olsun” dedi. Otobüs tam hareket ederken binip gitti.


 


                                             

2 yorum:

  1. Hani derler ya "yokluğun gözü kör olsun" diye. İşte yokluğun çilekeş insanlarımıza yaşattıkları...

    YanıtlaSil
  2. Merhaba Emin bey. Kalabalıklar içinde öyle fark edilmeyen dramlar yaşanıyor ki! Nazım'ın dediği gibi; "benim hikayelerim hep dramlar üzerine kurulu. Amacım insanlara yaşamın fark edilmeyen gerçeklerini fark ettirmek.

    YanıtlaSil