Doktorumun “senin yürümen lazım… Ama kendini yormadan…
Kısa kısa; durup dinlenerek yani” diye önerisine uyarak yürüyüşe çıkıp
yorulunca o sıra boş olan otobüs durağındaki banka oturmuş soluklanıyordum;
elinde telefon “ben biliyon ona yapıcemi” deyip oturunca yanıma ‘fark ettim
onu.’
"Hayırdır arkadaş; bu öfken kime?" diyecektim; kendimi
tuttum. Ters bir şey söyleyebilirdi. Çünkü burnundan soluyordu; belli ki çok
öfkeliydi.
Yanıma oturduktan sonra elindeki telefonu
ufalayacakmış gibi sıktı sıktı; sonra telefon etmek için numara çevirmeye
kalktı; sonra vazgeçti “döyüsün oğlu. Ben bilirim ona edicemi” dedi.
Belli ki biriyle atışmış; ama öfkesini alamamıştı.
Habire “ben ona göstericen. O gahba çocuğu kime çatddını görsün bi yol” diye
söyleniyordu.
Bu sıra benimle göz göze geldi. Gözlerinde öfkeyle
karışık çaresizlik vardı. Kendimi tutamadım “hayırdır bizim oğlan. Sorması ayıp
olmasın; kime öfkelisin bu kadar?” dedim. Ben öyle deyince birden sinirlerinin
boşaldığını fark ettim. “İyi de bizimoğlan ‘sorması ayıp olmasın’ dedin. Gine
de sordun” dedi ve bastı kahkahayı. Deli deli kafasını sallayarak gülüyordu.
Korkmuştum. Gerçi öyle çok iri yarı değildi. Hatta ufak tefek bile sayılırdı. Zayıf damarları
çıkmış kuru elleri, avurtları çökmüş çene kemikleri fırlamış kırmızı yüzü,
yeşil ve mavi arası ‘gök’ gözleri açık alnının gerisinde kısa diken gibi
kırlaşmış saçlarıyla öyle korkulacak biri gibi gözükmüyordu. Bizim buraların
insanına da pek benzemiyordu; ama şivesi çok tanıdıktı. Üstüne başına bakınca
‘sıradan’ SSK emeklisi birine benzettim onu.
Bir süre benim ‘sorması ayıp olmasın’ deyip soruşuma
güldü; neden sonra sakinleşti. “Kusura bakma bizim oğlan. Bu döyüsün çocuğu
bene kafayı yedirdi” dedi.
“Döyüsün çocuğu” dediği aslında yabancısı değil;
uzaktan akrabası oluyormuş.
“Eşşoğlu eşeğe adam zannedip benim gızı verdim. Vermez
oleydim. Döyüsün biriymiş” dedi.
Oğlanın babası ölmüş. Amcasıyla kalıyormuş. Amcasının
hali vakti yerindeymiş. “Ben öyle biliyodum” dedi. Öyle düşünüp ‘amcası da kös
kös gelip gızı isdeyince’ “ele verceme tanış birine veririn. Gızıma iş kesmez,
iyi bakar” demiş vermiş. Başlangıçta iyilermiş. Ne olmuşsa olmuş bu bir gün
“buba; ben Almanya’ya çalışmaya gidicen” demiş.
Meğer oğlan zibidinin biriymiş. Amcası üveymiş; bunu
yetim diye alıp büyütmüş. Yoksa babasından öyle mal maşat kalmamış. “Ne bilem
ben? Onlan köylüleri ‘amcaları çok zengin’ deyincek; ben de ‘amcası zengin
olanın kendi de zengindir’ dedim. Arayıp sormudan verdik bu zibidiye gızı”
dedi. Sonra “Bu döyüsün oğlu o gün gelip ‘buba ben Almanya’ya gidicen. Orda bi
arkıdeş bene iş bulcek’ deyince; ne bilem ben? Saflıma denk geldi. İyi git bakam
dedim. Giddi. Sonra döndü geldi. ‘Buba orda galmam için ordan birinle evlenmem
lazımmış’ dedi. Ben ‘eee!’ deyincek ‘ben garıya boşeyen. Orda işçi olarak galma
işini halledince, dönüp gelirin; gine nikah yaparın’ dedi. Benim gine saflıma
denk geldi. Çünkü üç dene evladı var. Sonra bizim ordan böyle gidip orda oturma
izni alanla var; emme onla adam evladı. Dönüp geldile, gine garılanı nikahlana
alıp götürdüle. Bu döyüsün oğlunun ‘tövbe tövbe; bubası da ölük’ niyeti
başkaymış. Niyeti gızı benim üsdüme atıp gurtulmağımış. Ula döyüsün oğlu ‘ozman
bu çocukları neye eddin? Benim gızın kusur ne?’ de mi?” dedi durdu “üç çocuğu
var arkıdeş; üçü de valla pırlanta. Çocuklara bu döyüsün çocuğu demeye bin
şahit iste; emme benim gız helal süd emmiş. Sokaktan bulmadı ya bunlara? Bu
döyüsün dölleri tabi” dedi.
Yani sizin anlayacağınız uzaktan akrabası olan hali
vakti yerinde biri ‘yeğenim’ diye bunun kızı istetmiş. Bu da ‘amcasının hali
vakti yerinde… Öyle oluncek; bunun da öyledir’ demiş kızı rahat etsin diye
ikiletmeden tutmuş vermiş kızını.
“Ne bileyim ben. Döyüsün oğlu meteliksiz zampara,
içkicinin biriymiş. Almanya’ya daa önce giden arkıdeşleri buna ‘Alman garıları
çok güzel, çok faydalı’ demişle. Bu döyüsün oğlu da onlara tav olup gitmiş. Biz
de ‘pezevengin oğlu oraya çalışmaya gidiyo; benim gızı da yanına alcek’ deyi
boşanmasına ‘eh’ dedik. Yani gız ‘eh’ dedi. Şindi gelmiş yanında o Alman
garısıyla; bi de benim gıza nisbet ediyo; emme ben ona edicemi biliyon” dedi.
Yaşadıkları sıradan yurdum insanının; daha doğrusu
yurdum kadınlarının yaşadığı sıradan dramlardan biriydi. Başka insanlardan
böyle yaşanmışlıkları biliyordum. Bir tanesi borçları yüzünden icralık olunca
karısına “boşanalım sen zarar görme” demiş; gitmiş başkasıyla evlenmiş; üç
çocuğuyla kadıncağızı ortada bırakmıştı. Kadıncağız o üç çocuğunu büyütmek için
el kapılarında çok çile doldurmuştu.
Bu nedenle adının Halil olduğunu öğrendiğim bu
arkadaşın ve kızının başına gelenler beni çok şaşırtmamıştı. Yalnız Halil
efendinin iki de bir “ben biliyom yapıcemi” deyişi merakıma gitmişti. Gitmişti;
ama “öyle diyorsun da elinden gelen ne? Ne yapacaksın damadına?” da denmezdi
tabi.
Az önce telefonla konuştuğu damadının arkadaşıymış.
Onunla haber göndermiş damadı.
Tekrar telefonu eline aldı; numaraları çevirdi; sonra
aniden vazgeçti. “ben biliyom onu edicemi. Şindi o berduş arkıdeşlene güvenip
bene bi şey edimez sanıyo emme ben biliyon onu edicemi. Alnı şakından vurmayan
Halil’in anasını domuz siksin” dedi.
Öyle deyince baktım. Çok çaresizdi. Çaresizlik ona her
şeyi yaptırabilirdi. Canım acımıştı adama. “Öyle diyorsun arkadaş da. Diyelim
sen onu çektin vurdun. Kızın, torunların. Onlar ne yapacak? Onlara bakıp sahip
çıkacak biri var mı?” dedim.
Çaresizlik içinde gök gözleriyle baktı “yok” dedi. O
sıra gözünden iki damla yaş süzüldü. “İyi de bizimolan nedicen ben şindi? Bu
döyüs yaptınla mı gelıcek? Benim gıza eddiklenin hiç cezasını çekmeycek mi bu?”
dedi.
Gerçekten çok çaresizdi. Ona benim bildiğim kocasının
borçları yüzünden boşayıp sonra oralı olmadığı kadını anlattım. Bildiğim benzer
başka yaşanmışlıklardan örnek verdim. “Bunu bir sen yaşamıyorsun. O cezasını
zaten kendine vermiş” dedim. “Nasıl?” dedi. “Nasılı var mı? O çocukların yarın
ona hayır soluğu olur mu? Serseri herif çocuklarının lanetiyle yaşayacak. Onun
iki yakası daha bir araya gelmez. Sen bırak onu. Sittiret. Kızına torunlarına
sahip çık yeter” dedim.
Zaten çaresizdi. “Ben onu edicemi biliyom” deyişi
çaresizliğindendi. Az sonra beklediği otobüs geldi. Otobüse binerken “çok sağol
bizim oğlan. Bene çok rahatladın. Allah senden razı olsun” dedi. Otobüs tam
hareket ederken binip gitti.
Hani derler ya "yokluğun gözü kör olsun" diye. İşte yokluğun çilekeş insanlarımıza yaşattıkları...
YanıtlaSilMerhaba Emin bey. Kalabalıklar içinde öyle fark edilmeyen dramlar yaşanıyor ki! Nazım'ın dediği gibi; "benim hikayelerim hep dramlar üzerine kurulu. Amacım insanlara yaşamın fark edilmeyen gerçeklerini fark ettirmek.
YanıtlaSil