Bursa’da önce Reno
işçilerinin sonra Tofaş dahil diğer fabrikaların Reno ile dayanışma içinde işi
bıraktığını; kendilerine işveren lehine tehdit eden sendikaları Türk Metal’den
toplu olarak istifa ettiklerini öğrenince seksen öncesi Bursa’da yürüttüğüm bir
grevde yaşadıklarım aklıma gelince; o grevin başarısında büyük payı olan
Remziye ablayı hatırladım.
Remziye ablayı
örgütlendiğimiz işyerine üye kaydı sırasında tanımıştım.
Orası sendikasız bir
yerdi. Öyle olunca çok gizli örgütlenme çalışması zorunda kalmıştık; öyle de
yaptık.
Geceleri işçilerin
evlerine birbirlerinden habersiz ayrı ayrı gidiyorduk. Yani gittiğimiz işçi
kimin sendikaya üye olduğunu bilmiyordu. Yanımda onlarla aynı fabrikada çalışan
bir işçi vardı. Hepsi Hürriyet Mahallesi denen Bursa’nın dışında varoş
sayılacak bir yerde otuyordu.
Mahalle Mudanya yolu
üzerindeydi. Yalnız o bizim örgütlediğimiz işçiler değil o sıra Mudanya yolu
üzerinde kurulu bütün fabrikalarda; daha doğrusu o sıra Bursa’daki fabrikaların
tamamında çalışanların çoğu o mahallede oturuyordu. Mahalle sakinlerinin çoğu
da Bulgaristan göçmeniydi. Arada Balkanların diğer bölgelerinden gelen
göçmenler olsa da ben hepsini Bulgar göçmeni sanıyordum.
Hemen hepsi
“Türkiye’de herkes özgür, isteyen istediği kadar para kazanıyor, iş çok, para
bol” diye mektuplar aldıkları için bulundukları ülkeyi terk edip Türkiye’ye
gelmişler hükümetler de Balkan savaşından sonra zorunlu göçler yaşandığı sırada
gelip yurt tutanların çok olduğu Bursa’ya yerleştirmiş onları.
Sanırım bunun bir
diğer nedeni de Bursa ve çevresinde hızla büyüyen sanayiye ve geleneksel tarıma
işçi sağlamak içindi.
Öyle veya böyle
Remziye abla ve kız kardeşi gelip Hürriyet mahallesine yerleşmişti.
“Evlimiydiler? Çocukları eşleri var mıydı?” çok hatırlamıyorum.
Benim aklımda kalan
Remziye abla ve kız kardeşinin sendikaya üye olmak için beni çok
uğraştırmasıydı.
Üye oluyorlar sonra
kafalarına bir şey takılıyor “bizim buradan başka gidecek yerimiz yok. İşimizi
kaybedip aç kalırız sonra” diye üyeliklerini iptal etmem için o sıra birlikte
olduğumuz işçiyle haber gönderiyorlardı.
Yani kolay olmamıştı
onları diğer işçileri üye yapıp yetki almamız o iş yerinde.
Neyse uzatmayayım;
yetkiyi alıp işverene çağrı yapınca da bir başka gerçekle karşılaşmıştık. Hiç
akla gelmeyecek şey olmayacak şey olmuş; fabrikanın sahibi “benim işçim bana
nasıl karşı gelir?” diye işçilere küsmüş sözleşme görüşmelerimize cevap bile
vermiyordu.
Öyle olunca mecburen o
iş yerinde grev kararı aldık. İşveren bu duruma da hiç oralı olmayınca mecburen
greve çıktık.
Çıktık; ama grev
yapacak hiç gücümüz yok.
Ben işverenin iş
bağlantılarının yoğun olduğunu öğrenince “nasıl olsa kısa sürede pes eder” diyordum;
ama aklımda işçilere hiç ödeme yapamayacak olmanın kaygısı vardı.
Dile kolay iki yüz
elliye yakın işçi. En az biner lira ödesek iki yüz elli bin lira eder. Ben de
iki yüz elli lira yok. Sendika da yok.
Yardım bulurum diye
bir yerlere başvurdum. Bırak yardım bulmayı neredeyse “tam Maden-İş’in yetki
zamanı bu grevi niye başımıza bela ettin. Bu grev batarsa seni mahvederiz”
tehditiyle karşılaştım. Ama beni tehdit edip kızanların bilmediği gerçek biz o
greve çıkmaya mecbur kalmıştık. Yoksa oradan geri çekilseydik asıl zararımız o
zaman olacaktı düşündükleri yerlere.
Beni tehdit eden
kişiye bunu söyledim ve “ben o grevi kaldırmıyorum. Kaldıracak varsa buyursun
gelsin. Ben buradan çeker giderim; ama biz o grevi başarıyla bitireceğimize
inanıyorum” dedim; ama dilim öyle söylese de nasıl başaracağımızı ben de
bilmiyorum.
Para için gittiğimden yerden üstelik aç billaç geri grev yaptığımız fabrikaya geldim; grev yerinde pişen yemeği işçilerle birlikte yedim. Her günkü gibi akşam yemeğinden sonra bir süre fabrikanın arka tarafında ‘fabrikaya dışarıdan bir zarar gelmesin diye’ nöbet tutan işçilerin yanlarında onlarla sohbet ettim. Vakit epey ilerleyince grev çadırının önündeki grev ateşinin yanına geldim. Orada bir taşın üstüne oturdum. Aklımda ‘bu grevi nasıl başaracağız? İşçilere para ödeyemeyeceğimizi nasıl söyleyeceğim?’ soruları gözümü grev ateşine dikmiş bakıyordum.
Para için gittiğimden yerden üstelik aç billaç geri grev yaptığımız fabrikaya geldim; grev yerinde pişen yemeği işçilerle birlikte yedim. Her günkü gibi akşam yemeğinden sonra bir süre fabrikanın arka tarafında ‘fabrikaya dışarıdan bir zarar gelmesin diye’ nöbet tutan işçilerin yanlarında onlarla sohbet ettim. Vakit epey ilerleyince grev çadırının önündeki grev ateşinin yanına geldim. Orada bir taşın üstüne oturdum. Aklımda ‘bu grevi nasıl başaracağız? İşçilere para ödeyemeyeceğimizi nasıl söyleyeceğim?’ soruları gözümü grev ateşine dikmiş bakıyordum.
İşte o sıra üye
olurken bana kök söktüren Remziye ablanın göçmen şivesiyle “a be başkan. Ne
düşüneysin öyle be ya. Karadeniz’de gemilerin mi battı?” dediğini duyup başımı
kaldırıp ona baktım; ama ne cevap vereceğimi bilemiyordum. O “ben senin
düşündüğünü bilirim be ya. Sen aradın, bize verecek parayı bulamadın. Onu
düşünürsün be ya” dedi ve devam etti “başkan bak ne diyeceğim sana. Te bak. Bu
ka insan biz sendikanın vereceği üç kuruşu almak için çıkmadık greve. Biz
istesek yarın iş başı yaparız kimsecikler bizi tutamaz öyle değil mi?” dedi.
Benim cevap vermemi beklemeden “biz senin sözüne güvendik çıktık bu greve. Sen
dersen ben bu işte yokum o zaman başka. Ama sen dersen ben sizin başınızdayım;
biz senden bir kuruş istemeden ölene kadar bu grevi sürdürüz Te o ka” dedi. O
sıra çıt çıkmıyordu sonra bir alkış koptu. Oradaki gençlerden biri “Uludağın
eteğinde bir cehennem şehir var” türküsünü söylemeye başladı. Bizim bu
gürültümüzü duyan Reno ve diğer iş yerlerinden çıkan işçiler koşup geldi.
O moralle bir kuruş
ödeme yapamadan altı ay süren grev başarıyla sona erdi. Tabi o altı ayın gün be
gün nasıl geçtiğinin uzun bir hikayesi var. Ancak burada öne çıkarmak istediğim
işçilerin kendilerine ve önlerine düşen kimse ona inandıkları zaman ne kadar
kararlı olacağı ve içlerinden nasıl önderler çıkarabildiğidir.
TİS oturduğumuzda
işveren adına sözleşmeye oturan Bursa MESS temsilcisinin bana ilk sözü “bırak
şimdi sözleşmeyi. Ben biliyorum sen o işçilere kuruş ödemedin. Ama biz
işverenin İpek çarşısındaki dükkanına her gün grevdeki işçilerden çağırıp para
veriyorduk. Nasıl oluyorsa para verdiğimiz işçi ertesi gün grev gözcüsü
önlüğüyle kapının önüne dikiliyordu. Bunu nasıl oluyordu? Sen bunu anlat
bana” derken aynı şeyin merakı içindeydi. Yani “siz bu kadar olanaksızken bu
işi nasıl başardınız” derken öğrenmek istediği yukarıda yazdıklarımdı; ama bunu
anlaması olanaksızdı tabi.
Çünkü ona bu
şaşkınlığı yaratan ve o grevimizi başarıya ulaştıran işçilerin birbirine ve
bize; bizim onlara güvenimizdi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder