Bir süredir geçmiş yaşamların izlerinde gezinerek
toplumsal yapımızı anlamaya anlatmaya çalışıyorum.
Çünkü toplumsal yapımızın ortak özelliklerini
doğru bilmeden birbirimizi doğru anlama olanağımız yok. Birbirimizi doğru
anlamadıkça da toplumsal huzura; daha doğrusu barışa kavuşmamız olanaksız.
Yani bence öyle…
Bu düşünceyle özellikle cumhuriyetin kuruluşundan
bu yana yaşanan süreci bir şekilde öğrendiğim gerçek yaşanmışlıklardan kimi
anekdotlar etrafında ördüğüm öykülerle anlatmayı seçtim.
Bunlardan ‘Öykülerle Yolculuk’ adını verdiğim uzun
öykü dizisinde İstanbul özelinden hareketle ellilerin başından itibaren
Anadolu’dan İstanbul’a göçen insan öykülerinden yola çıkarak toplumsal
farklıklarımızın birbiriyle ilişkisini ve çelişkisini öykü diliyle anlatmaya
çalışıyorum.
Bir de ‘Onun Hikayesi’ adını verdiğim uzun öyküm
var. Onda da ellili yıllarda kırsal kesimdeki bir çocuğun ve ailesinin çocuğun eğitimini
sağlamak için yaşadıklarını anlatarak o yıllara ayna tutmaya çalıştım.
Öykülerim genelde gerçek bir yaşanmışlık etrafında
örülse de hepsi anonim özellik taşıdığı için öykü kahramanlarına gerekmedikçe
isim vermeden genel nitelikleriyle öyküde yer vermeyi seçtim.
Öykülerimi isimsiz tanımlayarak onların anlattığı
anonim yaşamlara sadık kalmaya çalışıyorum.
‘Onun Hikayesi’ başlığını bu düşünceyle kullanmış,
Onun kim olduğunu belli etmemiştim.
Çünkü bana göre toplumsal yaşamımızın ifadesi
‘onun, ötekinin, diğerinin, berikinin, yani herkesin, hepimizin’ yaşamından
izlerin ortalamasıdır.
Bu düşünceyle ‘Onun hikayesi’ isimli öykü
kahramanlarının isimlerinin olmayışı sorun yaratmadığı için bir iki kahraman
hariç hepsini belirsiz sıfatlarla ‘pompacı, pazarcı, kahveci, şoför, öğretmen
gibi’ tanımlamıştım.
Bana göre cumhuriyetin en büyük kazanımı aydınlanma
sürecidir. Bu süreci adeta bayraklaştıran Köy Enstitülerini anlamayı ve
anlatmayı da aynı anlayışla yazmayı düşündüm. Ancak ‘Onun Hikayesi’ ile farkı
vardı.
Yani Köy Enstitülerini öyküleştirirken de ‘gerçek
bile olsa’ ve salt bir çocuğu değil birden çok çocuğu ve yaşamlarını öykünün
merkezine oturtmam gerekti.
Ayrıca Köy Enstitülerini anlamak için sadece
okulların içinde bulunduğu dönemi değil; onun ötesinde o sürece gelene kadar
bütün cumhuriyet dönemini ve onun öncesini de bir şekilde kurgulamak gerektiğini
düşündüm.
O zaman da ortaya bir uzun öykünün ötesinde roman
özellikli çok kahramanlı bir anlatım çıktığı için; bu anlatıya ‘Ötekilerin
Hikayesi’ adını verdim ve hikayede karışıklığı önlemek için öykü kahramanlarıma
isim vermeyi gerekli gördüm.
Buradaki isimlendirme ancak belirsizliği ve
karışıklığı önleme kaygısını gidermeyi amaçlıyor. Yoksa burada da kişilerin
çoğu kurgu yani anonim özellikteler.
Bu açıklamayı ‘Onun Hikayesi’ ile ‘Ötekilerin
Hikayesi’ arasında ilgiyi ve ilgisizliği anlatmak için yaptım. Her hafta sonu
bölüm bölüm bu blogda yayınlamayı düşündüğüm hikayenin birinci bölümü aşağıdaki
gibi başlıyor. Umarım beğenerek okuyacağınız bir öykü dizisi olur.
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------
Goca Hamza koca çınarın dibindeki taşın üstüne
kapanmış, sırtını da güneşe vermiş güneşleniyordu. O sıra Goca Hamza’yı
tanımayanlar çınarın dibine bir kirpi oturmuş sanırdı. Goca Hamza’nın sırtı o
kadar kıllıydı yani.
Köylüler ona ‘Hamza dede’ diye hitap ederdi. Çünkü
o köyde herkesin dedesi gibiydi. Biri merak edip de köyden birine onun yaşını
sorsa; alacağı cevap “Hamza dedenin tevellüdü kayıp” olurdu. Bu konuda sanki
ağız birliği yapmışlardı. Sonra “o tam beş padişah görmüş biridir” diye onunla
övünürlerdi.
Çevre
köyler ise onu “Çamdibi köyünden Goca Hamza” olarak tanır bilirdi.
Goca Hamza’nın ‘Gocalığı’ yaşından çok fil kafası
gibi kafasından, kocaman kulaklarından, yaba gibi ellerinden ve kürek gibi
ayaklarından geliyordu.
Biraz yağlı güreşten anlayan biri Goca Hamza’nın ezilmiş
kulaklarına bakınca onun pehlivan olduğunu bilirdi.
Gerçekten Goca Hamza bilinmedik zamanlarda çok
namlı pehlivanmış. Bunu da bir kendisi biliyordu. Çünkü Goca Hamza’yı yakından
bilip tanıyıp da sağ kalan hiç kimse yoktu.
Ancak onu kıt mıt tanıyan yaşlılar pehlivanlığını
bilmeseler de Goca Hamza’nın vakti zamanında dağ gibi olduğunu, yürüdüğü zaman
bastığı toprağın titrediğini söylerdi.
Zamanın amansızlığı herkes gibi Goca Hamza’yı
törpülemiş, kemiklerini eritmişti. Bu nedenle vücudu küçücük kalmış; ama
nedense yaşlandıkça ‘sanki’ kafası, kulakları, elleri ve ayakları bir misli
büyümüştü. Ayrıca sakalları, kaşı ve bıyığı kırlaşsa da aynı gençliğinde olduğu
gibi çok gürdü. Vücudu da ayı vücudu gibi kılla kaplıydı. Kendinin söylediğine
göre ‘gençliğinde güreş tuttuğu zamanlarda soyunup meydana çıkınca; onu tanımayanlar
dağdan kara bir ayının indiğini sanır ürperirmiş.’
Şimdiyse çınarın dibinde taşın üstüne domalınca
karşıdan kocaman bir kirpi gibi görünüyordu.
Bugün köyün çamaşır günüydü.
Her yeri bit kaplayınca muhtar çareyi bütün
kadınların aynı gün köy meydanında taşlardan yapılan ocağa koydukları
kazanlarda çamaşırları birlikte kaynatmasında bulmuştu.
Bu nedenle kadınlar çamaşır günü ‘yaz kış fark
etmez’ koca çınarın dibinde çamaşırlık denen gürül gürül ocağın üzerinde ‘hiç
kalkmadan duran bir kocaman iki orta boy kazanın etrafında çamaşır günü toplaşır
kazanlardaki suyla çamaşır yıkardı.
Kazanların hemen yanında ‘kimin nereden nasıl
getirdiğini kimsenin bilmediği’ irili ufaklı mermer bloglar vardı. O mermer
blogların üzerinde kadınlar kazanda kaynattıkları çamaşırları tokuçlardı. Bu
nedenle mermer bloklara dayalı meşe ağacından yapılmış üç dört tokuç vardı.
Kazanların altını her çamaşır günü sırayla bir
aileden bir veya iki kadın yakardı. Ocağı yakan kadın veya kadınlar aynı
zamanda yandaki dereden taşıdıkları suyla kazanları doldururdu.
Bugün aynı amaçla kır bekçisi Çolak Rıza ve karısı
Zehra birlikte erkenden kalkmış; kazanların altına attıkları meşe kökleriyle
ocağı ateşlemiş; yandaki dereden bakırla taşıdıkları sularla kazanları
doldurmaya başlamışlardı.
Aslında kazan doldurma işi kadınların işiydi.
Kadınlar tek başına zorlanırsa ya kızını; ya da gelin vb. akraba kadını yanında
getirirdi.
Ama Zehra kambur ufak tefek bir kadındı. Köyde
kocasından başka bir tek kocamış babası ve küçük iki çocuğu vardı. Çelimsiz ve
kambur olunca yalnız başına kazanları doldurmaya gücü yetmediği için köy
bekçisi olan kocası her çamaşır günü kazanın altını yakma ve kazanları doldurma
işinde ona yardım ederdi. Köyün kadınları kaç kere Zehra kadına “gız bize habar
ed. Biz sene yardım ederiz” dese de Rıza karısına hem kıyamaz, hem de onun
bunun onu acımsına tahammül edemez karısından önce “sağolun biz ikimiz
birbirimizi tamaleyoz. Biz kedi işimizi kendimiz görürüz” derdi.
Gerçekten ikisi çok uyumlu ve birbirini
tamamlıyordu. Çünkü Zehra kambur Rıza’nın da bir kolu çolaktı. Gerçi çok pratik
olduğu için ilk gören anlamazdı; ama sonra onun sağ kolunun bileğin hemen
üstünden kopuk olduğunu fark ederdi.
Köyden Çanakkale savaşına katılanlardan sağ olarak
köye yalnız o dönebilmişti. Sağ dönmüştü; ama şarapnelin uçurduğu sağ elini Conkbayır’ın
çukurunda bırakıp dönmüştü.
O sırada yaşadıklarını çok anlatmazdı. İlk
geldiğinde Goca Hamza’ya ne anlattıysa herkes yalnız onu bilirdi. Köylülerden
yaşı büyük olanlar “ya Rıza” veya kendinden küçük onlalar “ya Rıza dayı; bu iş
nasıl oldu?” diye sorsa Rıza hemen ciddileşir “arkıdeş. Orda o gadar arkıdeş
şehit olup duruken benim bi golun ne mühümü var? Oldu işde” der susardı. Onun
bu huyunu iyice öğrenen köylü daha ona bir şey sormaz olmuştu. Kışın özellikle
komşu köyden gelen olur veya yukarıdaki ağıllarda onlardan biriyle
karşılaşırlarsa ve ‘Rıza’dan laf açıldı mı?’ sanki hepsi de oturmuş Rıza’ya
olan biteni anlattırmış gibi onun Goca Hamza’ya anlattıklarını naklederlerdi.
Rıza köye döndüğü sıra köyde yaşlı birkaç kişiyle
birlikte hepsinden kocamış Goca Hamza, çocuklar ve kadın, kız kalmıştı.
Zaten köyün hepi topu elli ellibeş haneydi. Osmanlı’nın
seferlerine gide gele köyde erkek kalmamıştı. Askerden kaçan üç beş kişi de
dağlardaki eşkiyaya katılmış ve köye uğramamıştı.
Savaşa gidenlerin şehit haberleri eşkiyaya
katılanların çatışmalarda öldüğü haberi gele gele herkesin gidenin geri
döneceğinden umudunu kestiği sıra Rıza çıkıp gelmişti.
O sıra Goca Hamza karşılamış onu. Kimi kimsesi
olmadığı için de yanında misafir etmişti. İşte o sıra Rıza Goca Hamza’ya
Çanakkale’de nasıl savaştıklarını, kolunun nasıl koptuğunu bir bir anlatmıştı.
Goca Hamza da sonraki günlerde dam arkalarında bölük pörçük Rıza’dan
dinlediklerini köylülere anlatmıştı.
Rıza’nın anlattığına göre Çanakkale’de çok çetin
savaşlar olmuş. Dağı taşı ölen şehitlerin ve düşman askerinin ölüleri kaplamış.
Öyle ki her iki taraf arada bir savaşa ara verip ölülerini toplayıp gömermiş.
İşte o çatışmaların en civcivli zamanında bizim
asker İngiliz’e karşı taarruza kalkmış. Taarruz dediysek düşman iki adım ötede.
Az hızlı koşsan düşmanla kafa kafaya çarpışacaksın. O kadar yakınmış düşman
yani. İşte o yakındaki düşmana hücuma kalkınca Rıza’nın anlattığına göre bir
anda ayakları yerden kesilmiş. Bütün aklında kalan buymuş. Gözünü bir sahra
hastanesinde açmış. Ona bakan doktor binbaşı “oğlum şansın varmış. O kadar çok
kaybettin ki! Ben ‘bu da kesin şehit oldu’ demiştim. Ama dayandın aferin”
demiş.
Binbaşı öyle övünce Rıza’nın içi ‘biçeşit’
ağlamaklı olmuş; öpmek için komutanın eline sarılmış. İşte o zaman anlamış sağ
kolunun sargıda olduğunu. Komutan çok üzgün “oğlum, seni kurtardık; ama elini kurtarmadık”
demiş. Rıza o sıra “vatan sağolsun komutanım” dediğini hatırlıyormuş.
Binbaşı iki üç gün sonra gelip “seni yarın taburcu
edeceğim. Memleketine dönersin” deyince Rıza “komutanım arkıdeşle noldu?” diye
sormuş. İşte o zaman komutan ağlamaklı olmuş. Çünkü o taarruzdan yalnız Rıza
kurtulmuş. Gavur yanındaki arkadaşların hepsini biçmiş.
Rıza’nın Goca Hamza’ya anlattığı bu kadarmış. Rıza
böyle anlatınca Goca Hamza’nın gözüne yaş dolmuş. “Doksan üç harbi de öyle
olduydu. İki dene gardeşim o harpde galdı. Dönüp gelen arkıdeşleri bene aynı
senin dedin gibi gardeşlemi dediydi. Zaten ondan keri çok savaş oldu. Heç eyi
habar gelmedi” demiş.
Bekçi Rıza onun söyledikleriyle meraklanıp “dede
sen heç harbe gidin mi?” diye sormuş. Goca Hamza kafayı ‘ganırmış’ “gidmedim
dedem. Ben ozmanla eşkiyaydım. Dağlada doleşiyodum”diye cevap verince bekçi
Rıza çok şaşırmış tabi.
Orada üstüne düşürüp de ‘nerede eşkiyalık yaptın?’
diye soramamış.
Taa ki! Yunan Buldan’a dayandığı sırada ‘Yunan’dan
korkan köylüye’ Goca Hamza’nın “korkman… Daha Goca Hamza ölmedi. Goca Hamza
burdeyken Yunan bureye adımı bile atımaz” dediği zamanlarda Ardıçlıkta Goca
Hamza ile nöbete yattığı sıralarda laf arasında sormuş ona.
Goca Hamza da neden askere gitmediğini ‘daha
doğrusu askerden niye kaçtığını’ nerede kiminle eşkiyalık yaptığını ve iki
kardeşinin 93 harbi denilen Rus savaşına gidişini ilk ve son kez o sırada anlatmış
uzun uzun.
Yunan kaçıp gidip köy normal yaşama döndükten
sonra Goca Hamza bunlardan bir daha hiç bahsetmemiş.
Bekçi Rıza da bir daha bu konuları hiç açmadığı
gibi Goca Hamza’nın anlattıklarını kimselere anlatmamış.
Yıllar geçip Goca Hamza göçtüğünde bekçi Rıza bu
hikayenin kahramanı oğluna Goca Hamza’dan bahsederken onun o sıra anlattıklarını
anlatmış ve ‘Osmanlı’nın yıkılışı o sıralar başlamış oğul. Cumhuriyet son
nokdayı goydu” demişti.
Neyse ileride tekrar döneceğiz buraya.
Rıza’yı anlatıyordum…
Rıza köye döndüğünde bir süre Goca Hamza’nın
yanında kalmış. O sıra köylü ona ‘Çanakkale’de şehit kalan’ köylülerinin
hatırası olarak çok sahiplenmiş. İlk geldiğinde henüz gücü kuvveti yokmuş. Köye
geldikten kendini toplamış yavaş yavaş.
O sıra cumhuriyet ilan edilmiş. Kasabanın
kaymakamı kurtuluş savaşına katılan ve orada onbaşı olan Ali onbaşıyı köye
muhtar yapmış. O da Goca Hamza’nın sözüyle Rıza’yı yanına bekçi almış.
Yine o sıra Goca Hamza Rıza’ya “sene bu gızı alam”
deyi çok ısrarcı olup; köylüler de Goca Hamza’ya katılınca onu Kör Emin’in kambur
kızı Zehra ile evlendirmişler ve yine köylüler ‘köycek’ el ele verip evini
döşemişti.
O sıra bekçilik yaptığı için evlendikten sonra da köylünün
muhtarlığa ödediği haktan ‘paydan’ ücretini alıp; o şekilde geçinip gidiyordu.
Zehra da ufak tefek ve kambur kadındı; ama tatlı
dili ve hamaratlığıyla Rıza’ya kendini çok sevdirmişti. Rıza’nın da babayiğit
merhametli kişiliği Zehra’nın ona aşık olmasına yetmiş; bu şekilde köy
yerlerinde pek bilinmeyen sevgiyle kendi aralarında dayanışarak birbirinin
eksiliğini tamamlayarak çok mutlu yaşıyorlardı.
Zehra ufak tefek haline bakmadan peş peşe bir
oğlan, bir de kız doğurmuştu. Herhalde kendi anasız büyüdüğü için olacak;
çocuklarını bir panter, bir şahin gibi sahiplenir; onları gözünden bile
kıskanırdı. Nereye gitse onları da mutlaka yanında taşırdı.
Şimdi de kocasıyla kazanları doldururken Goca
Hamza’ya güvendiği için çocuklarını Hamza dedenin yanına bırakmış “dede
çocuklarım sana emanet; aman göz kulak ol” diye de tembih etmekten geri
durmamıştı.
Goca Hamza nedense bu kambur kızı ‘sanki’ kendi
torunu, kızı bellemiş ve Rıza ile evlenmesine en çok o sevinmişti. Sanki Kambur
kadının koruyucusu gibi gözü hep onun üzerindeydi. Şimdi de çocuklarını kendine
emanet edince çok mutlu olmuş; üzerine kapandığı kayadan doğrulmuş “tamam dedem
sen bak işine; Hamza dedeleri onları gözü gibi bakar” demiş ve çok sevdiği
sırtındaki bitleri kovmak için Güneşe sırtını vermeyi bir süre ertelemişti.
Gerçekten Goca Hamza yaz kış fark etmez, her
çamaşır günü yıkanacak çamaşırlarını bohça yapıp getirir kazanların yanına
bırakır ve çınarın altındaki kayalardan güneşe bakanına kapanıp sırtındaki
bitlerin Güneş ışıklarından veya sabahın ayazından kaçıp gitmesiyle veya
etrafında dolanan tavukların bitleri didiklemesiyle bitlerden arınmaya
çalışırdı.
Çünkü o yıllar bitlerin padişahlığını ilan ettiği
yıllardı. Her yerde bitten geçilmiyordu. Bitten bulaşan hastalık insan
ölümlerinde en önde gelen nedenlerdendi.
Onun için özellikle bit ölümlerinden en çok
ölümlerin olduğu köylerde bitle mücadele çok önem kazanmıştı.
Bitten arınmak için en geçerli yol da çamaşırları
kaynatmak veya Goca Hamza’nın yaptığı gibi açık havada Güneş’e sırtını veya
vücudunu sergileyerek bitin vücudu terk etmesi sağlamaktı.
O yıllar sabun vb. malzeme hiç bilinmezdi. Bilinse
de satın alıp kullanmaya kimin gücü yetecekti ki?
Çamaşır temizliği için küllü su kullanılırdı. Tabi
her odunun külünün gücü çamaşır yıkamaya veya biti öldürmeye yetmez. Bu konuda
en güçlü kül meşe odununun külüdür. Bu köyler de hep dağ eteğine kurulu olduğu
için meşe külü bol olur.
Kadınlar küllü suda çamaşırları yıkadıktan sonra
artan küllü suyla kendileri, çocukları ve kocaları yıkanırdı.
Çamaşır günü çocukları kazanların hemen dibinde
küllü suyla yıkayan kadınlar daha sonra kaplara doldurdukları külle ahırda
kocalarını yıkar, daha sonra da artan küllü sularla kendileri yıkanırdı.
Küllü su vücudu bir süre bitten korurdu; ama
deriyi de çok gererdi.
Ama insanları kısmen bitten arındırdığı için
özellikle kadınlar küllü suya çok önem verirdi.
İşte bugün de kazanların altına meşe kökü
yakılmıştı. Bugün kazanlara konan kül daha önceki haftalarda kazanların altına
yakılan köklerin külüydü.
Yani köy dağ köyü olunca külden yana sıkıntıları
yoktu. Ama kasabalarda ova köylerinde meşe kökü zor bulunduğundan kül sıkıntısı
çekilirdi. Bunu bilen kimi kurnazlar dağ köylerinden neredeyse bedava aldıkları
külleri kül sıkıntısı çekilen köylerde üzüm, yumurta gibi kıymetli ürünlerle
değiştirirdi.
Bugün Çamdibi’nde sabah sabah Bekçi Rıza ve karısı
kambur Zehra’nın telaşı yukarıda yazdığım nedenlerdendi.
Goca Hamza bütün köyün dedesi olduğu için her
kadın onu kendi babası veya dedesi sayar; çamaşır günü kazanın yanına koyduğu
kirli çamaşır çıkınını hiç tiksinmeden alır onu da yıkardı.
Zehra kadın kazan dolmak üzereyken birden Goca
Hamza’nın çamaşırlarını hatırladı. Çocuklarını emanet ettiği ve kendine hep
dedesi gibi gelen Goca Hamza’nın çamaşırını bir başka kadın alır yıkar da ayıp
olur düşüncesinin telaşıyla “eyvah” deyip kazanların hemen ilerisindeki çamaşır
çıkınının yanına gitti oradan Goca Hamza’ya “Hamza dede senin çıkın bu değil
mi?” diye sordu.
O sıra Zehra kadının çocuklarına masal anlatan
Goca Hamza Zehra kadının sorusuna “benim gelin torunum. O çıkın benim” diye
cevap verdi.
Karısının “eyvah!” deyip telaşlandığını gören
bekçi Rıza sağlam elinde tuttuğu bakırı telaşla yere bırakıp karısına “ne var?”
diye soracağı sırada onun Goca Hamza’nın çamaşırını yıkamak için telaşlandığını
görünce “ilahi kadın. Çocuk gibisin” dese de karısının Hamza dedenin çamaşırını
yıkama gayretinden çok memnundu.
O sıra karısıyla oraya gelen muhtar Zehra kadının
telaşlı halini görüp ve Rıza’nın mırıldanışını duyunca karısına “bunla
birbirine emme yakışdı ha” demekten kendini alamadı.
Zehra kadın da muhtarın ve muhtarın karısının
kendine bakıp; onunla ilgili bir şeyler konuştuğunu fark edince utandı; onlar
bir şey demeden telaşını “şey! Hamza dedemin çamaşırını ben yıkayen deyi öyle
şey eddiydim” diye açıklamaya çalışıyordu.
Bekçi Rıza karısının bu açıklamasından memnun olsa
da; kızmış gibi yapıp “eyi Zehra da. Bunu bu gadar tavetirlendirecek ne var?”
diye karısına çıkışınca Zehra’nın niye öyle yaptığını anlayan muhtarın karısı
“bırak Irza dayı. Laf söyleme Zehra bacıya. O Hamza dedeye çocuklana bakıve
deyi bırakınca; dedenin çamaşırlana benim yıkımam lazım deyi öyle şey edmiş.
Yanim bi başkası dedenin çamaşılana yıkayınca öte garılan ‘garı çocuğunu
bakdırmayı biliyo da; adamın çamaşırlana yıkamaya gelince o deyillikden oluveyo’
demesinle deyi öyle şey edmişdir. Sen bilmezsin Zehra’nın ne arlı oldunu” dedi.
Bekçi Rıza muhtarın karısının açıklaması ve “sen
bilmezsin Zehra’nın ne arlı oldunu?” dediğini duyunca karısına sevisi bir fazla
akmış; içinden “iyi ki Zehra’yı almışım. Hakkadden çok hakikatlı çıktı” diye
söyleniyordu. O sevgiyle muhtarın karısına “bilmemin yenge. Onu benim yanımdaki
gıymatı gadar kimin var ya?” dediği sırada muhtar bekçisinin mahcup olduğunu
gördü; karısına “emme lom laflısın ha” diye çıkıştı.
Muhtarın karısı köyün cazgır karılarından halasına
çekmişti; muhtarın dediği gibi biraz ‘lom laflıydı. Onun için ‘hiç altta kalır
mı?’ “Nolmuş? Zehrayla ben barabar böyüdük. Elbet ben onu gocasından eyi
tanırın. Benim demem ‘Irza dayı garın gıymatını bil. O heç yanlış iş yapmaz’
deyi anlatmakdı” diye açıklama yaptı.
Hem muhtar hem bekçi Rıza kadınlara dalaşmanın iyi
bir şey olmadığını biliyordu. Muhtarın “hadi Rıza dayı gidem burdan. Bunlan
eline düşesek valla bizi Goca Hamza bile gurtaramaz” demesi işe yaramıştı.
Muhtarın karısı “aboov! Bunlara da heç
yaranılmıyo” diye gülerken etraftan diğer kadınlar da ellerinde çamaşır çıkınlarıyla
gözükmüştü.
Muhtar ve Rıza birlikte çınarın dibinde Rıza’nın
çocuklarına ebelik yapan Goca Hamza’nın yanından geçip köy odasına yöneldiler.
Az sonra köyün bütün kadınları yetişkin kızları
çamaşırlığa dolmuş kendi aralarında kikirdeyerek şakalaşmaya başlamıştı.
Hiç biri Goca Hamza’yı erkekten saymadığı için çok
rahat şakalaşıyordu. Hem zaten Hamza dedeyi erkekten saysalar ne olacak? Yıllar
Hamza dedenin kulaklarının işitmesini çok köreltmişti. O sesleri ancak yanında
bağırırlarsa anlayabiliyordu. Yoksa onun için sesler olağan gürültü gibi; hiç
anlaşılmıyordu.
Neyse her çamaşırda olduğu gibi bu çamaşır günü de
böyle başlamıştı. O sıra Zehra’nın oğlu yanında kız kardeşi muhtarın karısının
ikiye bölerek verdiği içinde yumurta olan yufkayı yemeye çalışırken Goca Hamza
da muhtarın karısının onun için yaptığı dürümü dişsiz kocaman ağzının içinde
döndüre döndüre yemeye çalışıyordu.
İlerde köy odasının önünde bir hareketlenme vardı.
Muhtar bekçi Rıza’nın hazırladığı atına binmiş
Rıza’ya “varen ben Kasabaya giden. Öğlenden sonra kaymakamın orda toplantı var.
Hökümetin yeni emirleri varımış. Onları örenen gelen” deyip atını kasabaya
doğru sürdü.
İlerden muhtarın atına binip gittiğini gören
köylülerden meraklı olanlar bekçi Rıza’nın yanına gelip muhtarın nereye
gittiğini sordular.
Bekçi Rıza önemli bir sır sahibiymiş gibi “bilmen;
muhtar gelince söyler zaar” dedi. Soran köylü onun bu sözlerine kızmıştı; ama
bir şey söylemeden ilerde yıkıntının dibine çönmüş köylülerin yanına döndü.
Onlara Rıza’nın söylediklerini söyledi. Kimisi
bekçiye kızarken, kimisi ‘mesuliyet sahabı adam böyle davranır” diye bekçiye
hak verdi; ama hiç kimse Rıza için ileri geri konuşmadı.
Çünkü köyden Çanakkale savaşına giden ve şehit
olup orada kalan yedi köylünün tek şahidi ve silah arkadaşıydı o.
Ayrıca Yunan Buldan’a dayanınca hem Çamdibi’ni hem
de diğer köyler paniğe kapılınca Goca Hamza ile birlikte köylülere cesaret
vererek onların korkudan sinmesinin önüne geçmişti.
Bu nedenle bekçi Rıza bir kolu çolak olsa ve çok
fakir biri olsa da hem bu köyde hem çevre köylerde hatta kasabada bile çok
sevilen ‘babayiğit bir kişi olarak bilinen’ biriydi.
Hikaye ilerledikçe Bekçi Rıza’yı ve Goca Hamza’yı
tanıdıkça siz de köylülere hak vereceksiniz.
Neyse yıkıntı dibine toplanan köyün erkekleri
sabırla karılarının çamaşırları yıkayıp bitirmesini; sıranın kendilerinin
yıkanmasına gelmesini beklemeye başladı.
Bu sırada bir kısmı kendi aralarında taş kaydırma
denen ‘genelde gençlerin ve çocukların oynadığı’ oyunu oynarken; bir kısmı da kasaba
pazarına giden bir köylünün kahvede duyduğu haberleri anlatmasını dinlemeye
başlamıştı.
Diğer kadınlar da ‘evde bıraktıkları çocuklar
sökün edince’ çocuklarını Hamza dedeye havale etmişti.
O sıra Hamza dede etrafına toplanan çocuklara
onlara her zaman anlattığı masallarını anlatmaya başlamıştı. Öyle güzel masal
anlatıyordu ve sesi o kadar gür çıkıyordu ki; çamaşır yıkayan kadınlar bile
konuşmayı kesmiş kulaklarını Hamza dedeye çevirmişti.
Goca Hamza’nın en sevilen masalları arasında
Hz.Ali’nin Hayber Kalesi cengi, Kan kalesi, battal Gazi, bir de Tozlu bey
masalı vardı.
Goca Hamza masalları her defasında değiştirerek
anlattığı için onun masalını önceden dinleseler de her seferinde hiç bıkmadan
dinliyorlardı.
Goca Hamza masalını anlata koysun; bu sırada atın
üzerinde kasabaya doğru giden muhtarın kafasında “hökümetin emirleri ne acaba?”
sorusu vardı. Çünkü cumhuriyet kurulduktan sonra hükümet sürekli yeni emirler
yayınlıyordu.
Şapka kanunu bile böyle bir emirle köylere
muhtarlar vasıtasıyla duyurulmuştu. Onun için muhtarların kasabalarda
kaymakamla yapacakları toplantıya, kaymakamların vilayette valilerle yapılacak
toplantıya giderken benzer merak içinde olması olağandı.
Cumhuriyetin kurulduğu günden bu yana birçok
alışkanlıklar terk edilmiş, emirle toplumda yeni alışkanlıklar kazandırılmaya
çalışılıyordu.
Bu durum zaman zaman sıkıntı yaratsa; emirlere
kimi itirazlar yükselse de değişim heyecanı genelde emirlere uyumu kolaylaştırıyordu.
Örneğin şapka kanunu çıkınca halk şapka edinmek
için seferber olmuş; şehir ve kasabalarda şapka üretimi ve ticareti yeni iş
sahası oluşturmuş; giyilen şapkalara alışıncaya kadar epey latife konusu
olmuştu.
Ama herkes bu değişiklikleri kolay kabul etmiyordu
tabi. Eskinin devamından yana olan; saltanatın, özellikle hilafetin kaldırılmasına
tepkili hacı hoca takımı şapka için de “gavur icadı” diye çok tepki göstermiş;
ama sonunda mecbur kabul etmişlerdi.
Çünkü kabul etmeyen veya sesli itiraz edenlerin
hiç gözünün yaşına bakılmıyordu.
Ancak Çamdibi köyünde bunlar hiç sorunsuz kabul
ediliyordu. Bunda en çok muhtarın Kurtuluş Savaşına katılıp onbaşı olması,
bekçi Rıza’nın Çanakkale savaşında adını çok duyduğu Kemal paşaya bağlılığı ve en
çok da Goca Hamza’nın davranışları etkili oluyordu.
Goca Hamza ne kadar kocamış olsa da; yeri geldi mi
“bene bakın adamın kafasını gızdırman bak” dediği zaman köylüler ondan hep
çekinirdi. Çünkü herkes kulaktan kulağa onun namlı eşkiyalardan olduğunu; bir
zamanlar yaylaya çıkan köylüsüne baskın yapan eşkıyadan intikam almak için dağa
çıktığını duymuştu.
Ama kaç kere sordularsa bu konuda Goca Hamza’nın
ağzından laf alamamışlardı.
Ayrıca Goca Hamza Yunan Buldan’a inince paniğe
kapılan kendi köylülerini ve civar köylerini teskin edip güven vermiş; o sıra
yanına aldığı bekçi Rıza ve köylerden biraz işe yarayacakları toplayıp günlerce
Yunan’ın gelirse geçeceği yer olarak Ardıçlıkta nöbet tutmuştu.
Onun bu davranışı ona kendi köyünde ve çevre
köylerde çok saygınlık kazandırmıştı.
Kaymakam da Goca Hamza’nın bu ününü bildiği için o
tarafa her gelişinde mutlaka Goca Hamza’yı ziyaret edip hatırını sorardı.
Muhtar aklında çeşitli düşüncelerle kasaba yolunda
giderken köyde köy odasının ilerisindeki düzlükte taş kaydırma oyunu oynayanlar
kendilerini oyuna öyle kaptırmıştı ki; onların şamatasını duyan muhtarın karısı
çamaşırlıktan koşup geldi. Baktı adamlar taş kaydırma oyununun şamatasında. “Hay
Allah müstahkınızı versin” deyip dönerken gözü bekçi Rıza’ya takıldı.
Bekçi Rıza dibeğin üstüne çömelmiş öylesine dalıp
gitmişti. Muhtarın karısı ona laf atacaktı vazgeçti. ‘Kim bilir garibin
aklından neler geçiyor’ deyip çamaşırlığa döndü.
Rıza ne köylülerin oyun gürültüsünden ne de
muhtarın karısının gelip gittiğinden haberi yoktu.
Aklında kasabadan köylere çıkarılan tellalların
köye gelip askerliği gelenleri seferberlik için ‘silah altına alma’ çağrısı
vardı.
Osmanlının on sekizinci yüzyılın ortalarında başlayan
ve giderek artan savaşları sonucu köylerde hep bir telaş vardı. Askerliği
gelenler hep tedirginlik içinde toplanıyor. Çoğu kişi çocuğunu askere göndermek
istemiyor; ihtiyatlar da askere gitmemek için bin türlü hileye başvuruyordu.
Bu nedenle dağlarda kum gibi asker kaçağı
kaynıyordu. Eşkiyalık yol kesme olayları çok artmıştı. Çünkü askere gitmek
istemeyenler kaçak sayısında da artış vardı.
O gün 1 nci muhtar olan topalın Hasan köyde
askerliği gelen gençleri dibeğin önünde toplamıştı.
Toplananlar Rıza dahil on yedi kişiydi. Köylüler
onları uğurlamak için toplanmıştı.
O sıra özellikle analar çok telaşlı ve üzgündü. Herkesin
anası babası oradaydı; Rıza’yı uğurlamaya
gelen yoktu. Çünkü anası onu doğururken vefat etmişti. Babası da o beş yaşına
geldiğinde ‘ince hastalık denen’ veremden ölmüş; onu ninesi büyütmüş; ancak ninesi
o on üç yaşına geldiğinde vefat etmişti. Onun köyde yakını olarak yalnızca üvey
amcasının çocukları vardı. Onlarla da araları yoktu. Yani Rıza askere gitmek
için meydana geldiğinde köyün en garibiydi.
O sıra onu uğurlamak için yanında yalnız Goca
Hamza vardı. Onun köyde sağ hiç yakını kalmadığını bilen ve Rıza’yı oğlu torunu
gibi bellemiş olan Goca Hamza o sıra sağ olan Zehra kadının anasına onun için
yolluk katmer, börek falan yaptırıp getirmiş; böylece Rıza’nın kendini
yapayalnız hissetmemesini sağlamıştı.
Şimdi dibeğin üzerine çömelmş bunları aklından
geçiren Rıza’nın aklına Goca Hamza’nın asker dönüşü onun Zehra kadını alması
için ısrarlı oluşu ve askere gitmeden önce Zehra’nın özellikle anasına
akrabasıymış davranışı aklına geldi.
Ne zamandır Goca Hamza’ya “Hamza dede senin Zehra
ile bir yakınlığın var mı?” diye sormayı aklına koymuş; ama bir türlü denk
getirip de soramamıştı.
Aynı soru şimdi yine aklına takılmıştı. Denk
getirip Goca Hamza’ya bunu sormaya karar verdi. Yalnız münasip bir şekilde
sorması gerekiyordu. Çünkü Hamza dede nedense kendiyle ilgili konuşmayı
sevmiyordu.
Kendiyle ilgili yalnızca Rıza’nın ona askerlik
anılarını anlattığı sırada sorduğu zaman söyledikleri vardı.
O gün ‘niye askere gitmediğini; niçin dağa
çıktığını; o sıra dağda yaşadıklarını ve yıllar sonra yeninden köye dönüşünü’
anlatmıştı uzun uzun.
Ona “ben köye döndüğüm zaman sen oğlun kadar anca
vardın” demişti.
Bunlar aklına gelince oğlu aklına geldi; içine bir
güven duygusu kapladı. “Kerata adamın hası olacak” diye mırıldandı.
O sıra yanına gelen kayın pederi Kör Emin “kim
kerata damat?” deyince irkildi. “heç buba öylesine söyledim” dedi.
Kör Emin ilk Yemen’e gidenlerden… Orada topçu olan
Kör Emin’nin ateşlediği topun geri tepmesi sonucu barut iki gözünü de yalamış.
O günden beri etrafı ‘alacakaranlık’ aydınlığında ‘iyi kötü seçebiliyordu’
Şimdi de eliyle önünü yoklayarak yanaştığı damadının kendi kedine
söylediklerini merak etmişti.
Çünkü hayatta yakını olarak tek kızı vardı. Onu da
Rıza’ya vermişti. Rıza da ‘kambur ambur’ dememiş iyi sahiplenmişti kızını. Bu
nedenle Rıza’yı oğlu kadar kendine yakın görüyordu.
Duvarın dibindekiler “Emin gıga senin damadın bir
tasası var her hal deyince; dibe dayanmış; bit dutmuş tavık gibi düşünüyo”
deyince ‘elinden bir şey gelmese de’ damadın ‘bir tasası varsa; belki çare
olurum’ diye düşünüp gelmişti yanına.
Rıza kayınpederinin bu samimi davranışına
duygulanmış; kayınpederinin önünü seçmek için uzattığı elini tutup “şöyle gel
buba. Yorulmuşsun; otur diben üstüne” dedi.
Kör Emin damadının yardımıyla oturduğu dibeği
eliyle yoklayip “ne günlemiz geçti bu diben yanında? Gençlimizde burda az
keşkek dövmedik” derken geçmişinin özlemi içindeydi.
Onu ilerden duyan Savruk Kazım yanlarına gelirken
“ne o goca kör? Gençlin mi geldi aklına?” diye söylendi.
Kör Emin olsun, Savruk Kazım olsun, Topal’ın Hasan
olsun, Mırrık Hüseyin olsun köyde hepsi on on iki kişi olan ve köyün yaşlıları
sayılanlar Osmanlı’nın savaş gazileriydi. Bunlardan ayrı otuza yakın kişi de
değişik savaşlardan dönememişti. Onların kimisi şehit olmuş, kimisi de asker kaçağı
olarak dağdaki eşkiyalara katılmıştı.
On sekizinci yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı
buralarda yönetim zafiyeti gösterince dağ taş eşkıya dolmuştu. Öyle ki;
özellikle yaylaya çıkan köylülere rahat huzur yoktu. Ayrıca şehre hayvan veya
mal götürüp satmak da meseleydi. Çünkü gidişte veya dönüşte mutlaka yolları
kesiliyordu. İşte bu yol kesen eşkiyaların çoğu asker kaçağıydı.
Bu nedenle köyler çok tedirgindi; ama eşkıya
korkusu köylüler arasında bir dayanışma oluşturmuştu. Ayrıca boş zamanlarda
gidecek yer olmadığından bu köyde köylüler ya bu dibeğin etrafında; ya da koca
ardıcın oradaki meydanda toplaşırdı.
Eskiden köylerde dirlik düzenlik varken; özellikle
bayramlarda ve düğünde bütün köylüler kadın erkek buralarda toplanır; koca
ardıca kurulan salıncakta kızlar ve erkekler ayrı ayrı gurup oluşturur salıncak
binerdi.
Ayrıca düğünde köyün gençleri bu dibeğin yanında
gece yaktıkları ateşin etrafında oyun çıkarır bütün köylüler o oyunu
seyrederdi.
Ayrıca özellikle bayramlarda bayramlıklarını giyen
kızlar ve delikanlılar oralarda evlenecekleri kızı seçer veya yavuklusu olanlar
karşıdan karşıya ‘kikirdeyerek’ birbirine name yapardı.
Yine orada ilerideki höyükten öküzlere
çektirilerek getirilen mermer kütlesini musalla taşı olarak kullanırlar. Ölenin
cenazesi oradan kaldırılırdı. Zaten köy odasının hemen yanında küçük bir cam
vardı.
Yani köylülerin hepsi bir yerde kederde, kıvançta
kader birliği içindeydi. Ölüsüyle dirisiyle ne yaşamışlarsa hep birlikte buralarda
yaşamışlardı.
Kör Emin’in dediği gibi bu dibek de onların köy
yaşamlarındaki gençlik günlerinin tek şahidi gibiydi. Hepsi de o günleri,
gençliklerini “henk” günleri diye anıyordu şimdi ve içleri buruktu. Çünkü
çocukluklarını, gençliklerini birlikte yaşadıkları birlikte ‘henk’ ettikleri
birçok arkadaşlarının ‘imi timi’ kayıp mezarları bile yoktu.
Köy yaşamını yaşamayanlar bilmez. Televizyonun,
sinemanın, radyonu olmadığı, gazetenin bilinmediği o eski zamanda kurulan
dostluklar; ‘şimdi birçok insana ilkel gelen; ama o yıllarda büyük keyif veren’
sosyal yaşamın insanı saran sıcaklığını kelimelerle anlatmak çok zordur.
Onların kendi aralarında konuşurken “ne var ne
yok?” diye soran “dert etme geçer” diye teselli eden veya “ne günledi be!” diye
geçmişe özlem belirten o kısa cümlelerin içine sıkışmış öylesine öyküler vardır
ki!
İşte Savruk Kazım’ın “ne o goca kör? Gençlin mi
geldi aklına?” soruları da hem bir soru hem de Savruk Kazım’ın Kör Emin gibi
gençlikte yaşadıklarına göndermelerinin özetiydi.
Hani hep ‘Kadim Anadolu tarihinin kültürü’ veya
kısaca ‘Anadolu’nun kültürü’ diye ifade etmeye çalıştığımız kültürel doku var
ya. Öykülerinde, masallarında, destanlarında, folklorunda yaşayan, yaşatılmaya
çalışılan Anadolu’nun sosyal ve kültürel yapısını olarak ifade edilen süreç.
Halklar o süreçleri yaşarken kendilerini ve destanlarını kısa, kelime fakiri;
ama özlü ifadelerle anlatmayı çok iyi becermişlerdir.
Bu nedenle bizim sosyal yapımızda kelime ve vücut
ifadesi iç içe geçmiş ve bu şekilde çok zengin bir ifade dili ortaya çıkmıştır.
Tıpkı Savruk Kazım’ın “ne o goca kör? Gençliği mi
hatırladın?” sorusuna Kör Eminin elini sallarken “Ne günlerdi onlar değil mi
Savruk? Hep birlik neler yaşamıştık değil mi?” demek istediği ve
karşısındakinin tam böyle anladığı gibi.
Neyse; Kör Emin’le Savruk Kazım’ın bu şekilde
Rıza’nın yanında sohbete başlayınca Rıza’nın keyfi kaçtı.
Çünkü ‘dağ başında keçilerle bir başına kaldın
mı?’ yapacağın şey hem keçileri gözlemek hem de kendi kendine konuşmak ve türkü
çağırmaktı. Bekçi Rıza o sıralar daha çocuktu ve dağda keçileriyle baş başa
kalınca ‘belki sesi güzel olmadığından; belki türkü bilmediğinden’ en çok hayal
kurmayı severdi.
Özellikle ‘keçileri getirip; kimin keçilerini
güdüyorsa onun ağıla kapattı mı?’ gecenin uzununda evde karanlıkta yanan ocağa
gözünü diker; ateş varsa oynayan ateşte; ateş yoksa ıldır ıldır parlayıp sönen
közde bin türlü şekil üreterek vakit geçirirdi. Çünkü kardeşi olmadığından hep
bir başına yaşamıştı.
Gerçi o sıralar ninesi vardı; ama akşam yemeğini
yedikten sonra ninesi başlardı uyuklamaya. Nine yaşlı olduğu için gelen giden
de olmazdı. Ayrıca yetişkinlerin gittiği ‘tırkaz’ denen yere yaşı küçük
olanları alınmadığından oraya da gidemezdi. O sıra ‘ah bir kardeşim olaymış’
diye yakınırdı.
Çünkü koca köyde tek çocuklu aile birkaç aileyi
geçmezdi. Garip anası onu doğururken ölünce Rıza’yı bir başına koyup gitmişti.
Babası hastalıklı olunca başka bir kadın da alamamış; zaten oda çok yaşamamıştı.
Ninesi “buban birez dırtlıydı… Ananı bile öksüz
oldundan vermişlerdi. Buban anan ölünce evlenmek istedi; emme varan olmadı.
Halbuki dul garı dolup duru. Emme buban fakiridi. Ondan varan olmadı. Bu fakirliğin
gözü kör olsun gadın torunum. Sen maşallah eyisin. Dayına çekmişsin ondan.
Dayın çok gabadayıydı” diye onun niye tek çocuk kaldığını anlatıp teselli
etmeye çalışmıştı. Çünkü o da torunun bir başına garip kalmasına içerliyordu. ‘Kör olası övey oğlanlan oğlanları varıdı;
emme nalet adam Irza’nın bubasıyla küs oluncek oğlanlanıla Irza’ya düşman
edmişdi. Sankim bubalandan çiftlik galdı da onu paylaşamamış gibi. Her hal;
anası ölüncek bubası onu aldı deyi gızıyodu” Rıza’nın ninesi Rıza’nın amca
çocuklarının Rıza’ya küslüğünü böyle yoruyordu.
Nine hastalanınca ‘Rıza bir başına kalmasın’ diye
o sıra sağ olan amcasına gitmiş “oğlum benle küssün biliyon; emme Irza hem
öksüz hemi de yetim. Ben de eyi değilin. Ölür galırsam Irza’ya sahip çık deye
sene yalvarıyon” dese de ‘cavır adam kafayı ganırmış’ “bene ne Irza’dan. Anası
bene güvenip de mi? doğurdu” diye terslemiş onu. ‘Cavır adam kendi de çoğu
varmıdan dağda buyup gebermiş; emme oğlanlana sankim yemin vermiş ki. Oğlanla
bubaları öldükten sonra bile Irza’ya dönüp bakmamış’.
Rıza’nın ninesinin hastalandığında aklından bunlar
geçiyor; Rıza bir başına kalacak diye ‘tasalanıyordu’. Korktuğu gibi o
öldüğünde Rıza on üç yaşındaydı ve bir başına kalmıştı.
Ondan sonra da onun bunun keçilerini gütmüş, onun
bunun verdiklerini yemiş ve giymişti. O nedenle Rıza hep yalnızlığı seviyor; o
sıra aklında kurduğu hayallerle avunuyordu.
Şimdi de öyle yapmaya çalışmış; ama önce kayın
pederi sonra Savruk Hasan keyfini bozmuştu.
Rıza “yav dayılar; nezman bi araya gelseniz
başleyosunuz ‘ne günle?’ demeye. Yav Hamza dede bile siz gada yakınmeyo” dedi.
Sonra kayınpederine “buba ben eve gidicen. Sabah çalılara arddığımız yatağı
yorganı ters çeviren; yoğusam Zehra gızar” deyince onu duyan Savruk Hasan da
“hakkadden yav. Benim de aklımdan çıkdı. Varen ben de giden de örtüleri ters
yüz eden” dedi.
Onları o sıra yanlarına gelen Kılkuyruk Hüsnü “sizi
gidi gılıbıkla; goşun bakam. Yoğusa garılardan dayağı yersiniz” diye dalgasını
geçiyordu. Oysa o buraya gelmeden çalıların üzerine havalansın diye serdikleri
yatakları, yorganları ters yüz edip gelmişti.
Çünkü çamaşır günü bütün erkeklerin görevi buydu.
Sabah kalkınca ilk işleri karı koca ve yetişkin çocuk varsa onlarla hep birlik
yere yatmak için serdikleri yatağı yorganı evlerin önündeki çitlerin veya
çalıların üzerine serer; günde iki üç sefer ters yüz edilir. Böylece bitler
sıcak, soğuktan; daha doğrusu ‘sanırım temiz havanın etkisiyle’ serilen yatak
yorganı, yere serilen çul, hasırı vb.eşyaları terk ederler.
İşte bu nedenle Rıza da kayın pederiyle birlikte
eve açık havaya çıkarılan eşyaları ters yüz etmek için eve gitti.
Bu sırada oralarda vakit geçen erkekler de
hareketlendi; aynı görevi yapmak için evlerine gidiyordu.
Rıza evinin önüne vardığında bahçedeki tavuklar
‘başlarında horozları’ telaş içinde çalıya serilen yatak yorgandan düşen bitleri
kapışıyordu. Bazı tavuklar da bitlerden nasiplenmek çalıya serilmiş yatak
yorgan üzerine çıkmış oralarda geziniyordu.
Tabi temiz yer gören tavuğun orayı pisleme alışkanlığı burada da devam
ediyordu.
Yatak, yorgan ve çarşaflar üzerinde yer yer tavuk
pisliği gören Rıza önce tavukları ‘kişleyip’ oradan kovmayı düşündü; ama sonra
“yav bitleri arındırsınla da boklanı guruyunca çitileveriz” diye düşünüp
vazgeçti.
Yanında etrafı seçmeye çalışan kayın pederini evin
önünde güneşe bakan bir taşın üstüne oturttu. “Buba sen burda otura goy. Ben
sene bir dürüm yapıp gelen… Sen onu yerken ben çalının üstündekleri ters yüz
eden” dedi. Kör Emin “olur damat. Tavıkla didikleyomu bitleri?” diye sorunca
Rıza gülümseyerek “duymuyon mu sesleni? Keratala telaş içinden yataklan üstüne
bile çıkmış, öyle bitleri gagalıyo” dedi. Kör Emin “yav kiş de onlara. Yataklan
üstüne hep sıçala” şeklinde tepkisine Rıza “sıçsınla varsınla. Bitleden
arındırsınla da. Sonra bokları kuruyunca çitileveriz” diye cevap verdi ve içeri
kayınpederine dürüm yapmaya girdi.
Sabah Zehra’nın yufka suladığını biliyordu. İçinde
yufka olan bezi açtı; içinden sulandığı için yumuşayan yufkalardan birini aldı;
bir de kendi için alacaktı “önce işimi gören sonra yerin ben” deyip elindeki
yufkanın içine tel dolaptaki tabağın içinden aldığı keçi peynirini eliyle
ovalayıp yaydı. Yanda kutunun içinden bir soğan aldı. Ocak başında duran
bıçakla soğanı soyup dilimledi. Onları da peynirin üstüne yayıp yufkayı güzelce
dürdü. Götürdü kayın pederine verdi “al şunu; peynirin üstüne sovan da
doğradım; bek güzle oldu. Valla benim de ağzım sulandı. Afiyetle ye. Boğazını
alırsa şundan su içesin” diye kırmızı toprak ibriği de yanına koydu ve yatak
yorganı ters yüz etmek için çalının yanına gitti.
Onun çalıya yöneldiğini gören bitleri didikleyen
tavuklar ve yanlarındaki horoz sağa sola kaçışınca “durun gıgam. Ben şunları
ters yüz eden. Sonra siz ziyafete gine devam edersiniz; emme gören sizi şu
bitlen kökünü gırın da sayenizde gaşınmıdan bi güzel uyku çekem” derken önce
kayın pederinin altına serilen ‘üzerinde yata yata incelmiş şipidi çıkmış’
yatağı ve aynı durumdaki yorganı ters yüz etti. Sonra kendi yattıkları yatak ve
yorganı ters yüz etti. Bu sırada kendi yataklarının da aynı durumda olduğunu
görünce “Hallaç önümüzde hafta gelir her hal. Ozman parayı gıyen de şunları
atdıren. Valla tezekli tarlıda yatar gibiyiz” diye söyleniyordu.
(Rıza’nın dediği gibi seyyar hallaç her ay köylere
yün atmaya çıktığında Çamdibi’ne de uğrar yatak, yorganın yününü attıracak
olanların yünlerini ‘atardı’.
O yıllar buralarda pamuk pek bilinmezdi. Yün
boldu. Kendi koyunlarından her sene baharda kırptıkları yünlerle yatak yorgan
yapar; yün fazlası olunca kasabada satarlardı. Keçinin kılı da iyi para ederdi.
Başka yerlerden halıcılar keçi kılına çok para verirdi. Zaten köyün kaynağı bu
yün ve kıllardan, ayrıca kasaba pazarında sattıkları yağ, yoğurt ve peynirden
olurdu.
Çamdibililerin keçi peyniri çok meşhurdu. Kendi
kasabalarına veya çevredeki diğer iki kasabaya da peynir yaparlardı.)
Neyse; Rıza içinden hallaca yatak ve yorganlarını
attırmayı düşündüğü sırada kaymakamlıkta da bir telaş vardı. Katip elinde kara
tahtayı zorlukla kaymakamın odaya çıkarmıştı.
Bu sırada kasabaya gelen muhtarlar kaymakamın
öğleden sonra ikide toplantı yapacağını öğrenince üzerine binip geldikleri
atlarını kasabadaki Hacı Arif’in hanına bağlayıp hancıya teslim etmiş ve
kasabaya dağılmışlardı. Her biri köylerinden aldıkları siparişleri almanın
derdine düşmüştü.
Muhtarların hepsinin birlikte at ve eşeklerine
binip kasabaya gelmesi de kasabada merak konusu olmuş; gördükleri muhtara
‘hayrola böyle baskın yapar gibi hepiniz kasabaya yığıldınız?’ diye muhtarların
ne için toplandığını öğrenmeye çalışıyordu. Ama muhtarların da bu toplantıdan
haberi oktu. Ancak bazı kurnaz muhtarlar ‘sanki çok mühim bilgi sahibiymiş de
söylemek istemiyormuş’ gibi çalımlı davranış içinde “heç canım. Gazi paşanın
yeni emirleri varmış da” deyip soranların daha meraklanmasına sebep oluyordu.
Muhtarlar kimi böyle çalımlı kimi de Çamdibi
muhtarı gibi efendice kasabadaki işlerini gördüler. Kimi muhtar öğle namazı
için kasabanın ortasındaki camiye gitti. Diğerleri onları etraftaki kahvelerde
bekleşti. Sonra hep birlikte kasabanın tek lokantası olan Yayla lokantasında
güzelce karınlarını doyurdular. Toplantı saatine kadar oyalandılar ve sonra
yine buluşup kaymakamlığa toplantıya gittiler.
Onları kaymakamlığın alt katında kaymakamın katibi
bekliyordu. Muhtarların hepsinin geldiğini görünce “beyler kaymakam toplantı
için sizi mahkeme salonunda bekliyor” dedi.
Gerçekten kaymakamlığın toplantı yapmaya müsait
olan yeri yoktu. Böyle kalabalık toplantılar için hakimle görüşüp onun mahkeme
salonu olarak kullandığı geniş odayı kullanıyordu. Çünkü o odada gelenlerin
oturması için üç sıra vardı. Yanına kaymakamlığın yanındaki kahveden temin
edilen sandalyelerle kasabanın yirmi beş muhtarı için oturma olanağı
sağlamışlardı. Kısaca mahkeme salonu toplantıya hazır hale getirilmişti.
Muhtarlar toplantının mahkeme salonunda olacağını
duyunca çok heyecanlanmıştı. Çünkü her yurttaş gibi o sıra herkesin içinde
olmayı en çok istemediği yer mahkeme salonuydu. Buna davalılar da dahildi.
Neyse muhtarların hepsi ürküntü içinde katibin
peşinden mahkeme salonu olarak kullanılan odaya doluştu.
Mahkeme salonuna ilk defa giren veya her hangi bir
dava için önceden girmiş olan muhtarların ilk gözüne çarpan şey kürsü olarak
kullanılan yerde duvara yaslanmış kara bir tahta idi.
Kara tahtanın oraya niye konduğunu bilemeyen
muhtarlar önce birbirlerine soran gözlerle baktı. Sonra en yaşlıları olan Ovaköy
muhtarı Emin efendi “yav ben da önce bu mahkemeye şahitlik için geldim; emme
ozman bu tahta yoğudu” deyince Kavak Muhtarı Osman efendi “bu sıra böyle
şeylere alışcen Emin efendi. Daha ne masgaralıkla görcez kimbilir” dedi. Kavak
muhtarı şapka kanunu çıktığında da giymemek için direnmiş; o sırada “bu Kemal
paşa bizi maymuna benzedicek her hal. Gavurun nesi varısa bulup bulup geliyo”
diye tepki göstermişti.
Kasaba kaymakamı tecrübeli bir beydi. Getirilen
yeniliklere böyle tepkiler geleceğini biliyordu. Onun için Kavak muhtarının o
sözleri kendine söylendiğinde hemen tepki vermemiş; sonra Osman efendiyi
çağırtıp “Osman efendi bazı densizler Gazi Hazretleri hakkında ileri geri
konuşuyormuş. Siz yaşını başını almış adamsınız; onların kulağını çekin de bir
tatsızlık olmasın. Bakın çevre kasabalar içinde hiç sorun olmayan tek
kasabayız. Kasabamızın bu sakinliğini bozdurmayalım” demişti.
Tabi Osman efendi ‘kaçın kurrası’ kaymakamın o
sözleri kendinin söylediğini bildiğini anlamış hemen; ama hiç bozuntuya
vermeden “tabi kaymakam bey. Ben o densizi bulur gulanı çekerin” demiş ve ilk
iş olarak kendine yeni bir kasket almış; böylece o sözleri nedeniyle başı
ağrımamıştı.
Ama özellikle hilafetin kaldırılmasına için için
çok kızıyordu. “Kemal paşa Müslüman alemini başsız bıraktı” diye kendine yakın
gördükleri yanında çok sızlanmıştı. Zaten en iyi anlaştığı Kaya köy muhtarıydı.
O da kendi gibi hilafetin kaldırılmasına ve iki de bir kaymakamın toplantılarda
‘muasır milletler seviyesine çıkacağız’ diye söze başlamasına “bizi bunlar
gavur yapacak” diye öfkeleniyordu.
Kasabadaki kimi esnaflar da bunlar gibi düşündüğü
için kasabaya her gelişlerinde mutlaka onlarla buluşurlardı.
Bugün de sabah toplantının ikide olacağını
öğrenince o esnaflardan Manifaturacı Tahsin efendinin dükkanına uğramışlar; o
sıra yanlarına gelen yorgancı Çetin efendiyle birlikte epey sohbet etmişler; o
sıra hepsi de kaymakamın bugün de yeni bir gavur adetini onlara önereceği
üzerinde görüş birliğine varmışlar ve toplantı sonrası yine Manifaturacı Tahsin
efendinin dükkanında buluşup toplantıda kaymakamın söyleyecekleri üzerine
görüşmeyi kararlaştırmışlardı.
Manifaturacı Tahsin efendi koyu saltanat ve
hilafet yanlısı biriydi. Tıknaz, göbekli, yanaklarından kan fışkıran, fıldır
fıldır dönen renkli gözlü, etrafına sürekli ürkerek; ama hep merakla bakan
biriydi.
Yorgancı Çetin efendi Tahsin efendinin aksine uzun
boylu, renksiz suratı, ölü koyun gözüne benzer gözü ve donuk poker suratlı yüz
ifadesiyle konuşurken sanki söylenenle hiç ilgisi yokmuş gibi boş boş bakan;
karşısındakinde ürküntü uyandıran biriydi.
Bu ikisi kasabada cumhuriyete en düşman kişiler
olarak bilinse de Manifaturacı Tahsin efendi fırıldaklığı, her kaba uyan
karakteriyle kendilerine tepki yönelmesini önlemeyi biliyordu.
Şimdi de Kavak ve Kayaköy muhtarları gelince
hemen önlerine iki top kumaş açmış; bu şekilde o sıra dükkana gelen biri olursa
onların müşteri zannedilmesini sağlamayı düşünmüştü.
Çünkü İzmir suikastı sonrası hükümet her şeyi çok
sıkı aldığından Tahsin efendi eskiden olduğu gibi çok rahat değildi.
Onun için muhtarlarla bir süre görüştükten sonra
onlar toplantı için giderken kapıya kadar çıkmış ‘yan taraftaki esnafların
duyacağı ses tonuyla’ “yine buyurun efendim” diyerek onları uğurlamıştı.
Bu tedbirlerle etrafın dikkatini çekmemeye
çalışıyordu.
Gerçi vali kaymakamlarla yaptığı en son toplantıda
onlara ‘inkilapların halka benimsetilmesi için elden geldiğince dikkatli
olunması ve kimi tepkilerin; eğer tehlikeli değilse görmezden gelinmesini’ söylemişti.
Kasabanın kaymakamı da bu nedenle halka karşı
oldukça yumuşak başlı yaklaşımı benimsemişti.
Bugün muhtarları toplantıya çağırırken de aynı
düşüncedeydi.
Ancak cumhuriyetin topluma benimsetmeye çalıştığı
yeniliklere karşı bazı çevreler her fırsatta kinlerini kusmaktan geri
kalmıyorlardı. Kavak köyü muhtarı mahkeme salonundaki sözleri de aynı kin
nedeniyle söyleyivermişti.
Kaya köy muhtarının ilerden kaşıyla “şimdi bu
lafların yeri mi?” der gibi işaretini görünce cumhuriyete en bağlı muhtarlardan
Çamdibi Muhtarı Ali efendiye ‘yılışarak’ “gerçi Gazi Hazretleri ne yapıyosa
milletin eyiliği için yapıyo; emme bazı gızıl ağızla bunu anlamıyo da ben onlan
şeyini şey eden dedim” dedi. Onun bu sözlerine Muhtar Ali efendi hiç yaşından
beklenmeyen bir şekilde “üzme kendini Osman emmi. Belli; o gızıl ağızlar golay
yola gelmeyecek; emme Kemal paşa nasıl Yunanı denize dökmeyi becerdiyse onlan
da hakkından gelecek evvelallah. Çünkü millet ona çok güveniyo; her zaman onun
arkasında durucek” diye cevap verdi.
Onun bu cevabı özellikle Yusufca köy muhtarının
çok hoşuna gitmişti. Muhtar Ali efendiye “hay ağzının yağını yiyem be ya. Doğru
dersin. Gazi Hazretleri yedi düveli devirmesini bildiği gibi o kendini bilmezlerin
de dersini verecek tabi. Görmedin İzmir’de canına göz dikenleri. Sallandırı
sallandırıverdi be ya?” deyince Osman efendinin rengi sapsarı olmuş ortalığı
bir sessizlik kaplamıştı.
Tam o sırada kaymakam yanında kendi gibi kır saçlı
biriyle geldi. Yanındakine “siz şöyle buyurun muallim efendi” derken ona
saygılı davranışı bütün muhtarların dikkatini çekmiş hepsinin içinden “kim
acaba bu?” sorusu geçmişti.
Kaymakama teşekkür eden muallim efendi kara
tahtanın önünde durdu.
Kaymakam muhtarlara hitaben “efendiler bu bey kasabamızın
başmuallimi Fehmi bey. Şimdi sizlere diyecekleri var. Onu dikkatle dinleyin”
dedikten sonra “buyurun efendim söz sizin” deyip biraz kenara çekildi.
Baş muallim Fehmi bey önce hafif öksürdü sonra
tatlı bir ses tonuyla konuşmaya başladı.
“Sevgili muhtar efendiler; Gazi Hazretlerinin
milletin okuyup yazmasını kolaylaştırmak için yeni harflerin kabulünü ilan
etti. Çünkü eski yazı harflerle okuyup yazmak çok zordu.
Gazi Hazretleri şimdi de bu yeni harflerle
herkesin kadın erkek okuma yazma öğrenmesi için millet mektepleri açılması
talimatını verdi. Köyler dahil her yerde açılacak olan millet mekteplerinde on
dört yaşından yukarı, kırk beş yaşına kadar herkesin devam etmesi mecbur
tutuldu. Epeydir başka yerlerde başlatıldı. Birçok yerde birçok insan okuma
yazma öğrendi. Şimdi sıra bizim kasabaya gelmiş. Kaymakam beyle yaptığımız
görüşme sonunda sizleri buraya çağırıp bu millet mektepleriyle ilgili bilgi
vermeyi kararlaştırdık” dedi ve millet mektepleri için her köyde köy odasında
veya müsait bir yerde bir yerin ayrılması gerektiğini söyledi.
Bu yere gelenlerin oturması için sıra benzeri
şeylerin çakılmasını söyledi.
Bu sırada kendini tutamayan Kavak muhtarı Osman efendi
elini kaldırdı. Kaymakam onun yine bir densizlik yapacağını düşündü; ama
müdahale etmedi.
Muallim Fehmi bey Osman efendiye “buyur muhtar”
deyince Kavak muhtarı “siz bu millet mekteplerine on dört yaşından kırk beş
yaşına gadar herkezin gatılacağını dediniz. Bu mekteplere garılada mı gatılcek
yani” deyince muallimden önce kaymakam “Osman efendi bir kere ‘garılar’ değil
‘kadınlar’ diyeceksin. Sonra sizin köyde kadınlar tarlaya erkeklerle birlikte
gitmiyor mu?” deyince muhtar Osman efendi biraz şaşaladı “efendim benim garı
dedime bakmayın. Köylük yerinde biz öyle deyiveriz de ondan öyle dedim” deyince
kaymakam “sen benim soruma cevap ver. Tarlada, bağ bahçede kadınlarla birlikte
değil misiniz?” diye sordu. Muhtar “öyle efendim de onla bizim garıla; pardon
bizim gadınla. Elin erkeğinin bizim gadınlan yanda ne işi olcek ki?” deyince
kaymakam diğer muhtarlara döndü “Osman efendi doğru mu söylüyor. Yani kadınlar
sadece kendi kocalarının veya kendi ailesinin erkeklerinin yanında mı çalışır?”
diye sorunca muhtarlardan çoğu “olur mu efendim hep barabar çalışırık” derken Yusufcuk
Köyü muhtarı elini kaldırdı. Muallim ona söz verince “Osman efendi biraz eski
kafadır gaymakam bey. Ondan öyle dedi. Oysa bizim tütün işine onlan köyden
gadın erkek hep beraber gelir beraber çalışır. Öyle değil mi Osman aga?”
deyince diğer muhtarlar gülüştü. Osman efendi kızarıp bozardı “öyle de. O ayrı,
mektep işi ayrı” deyince ayakta olan Yusufçuk muhtarı “şimdi olmadı Osman aga.
Tarlada hep birlik olur da mektep neye olmaz be ya. Yoğusam sen kendine
güvenmeymisin?” dedi. Onun bu sözleri Muhtar Osman efendiyi temelli şaşırtmıştı
“kendime güvenirin tabi” deyince Yusufçuk muhtarı “işde ben onu derin bey ya.
Osman aga iyi adamdır da az esgi gafadır. Yoksa görecen gaymakam bey en güzel
mektebi Osman aga açacak köyüne” dedi.
Bunları ilgiyle izleyen muallim kaymakamın
yönetimdeki ustalığıyla muhtarların kendi aralarında sorunu tatlıya
bağlamalarını çok beğenmişti.
O beğeniyle keyfi geldi ve önce muhtar Osman
efendiye “siz sorunuzun karşılığını tam almadınız. Köy yerinde geniş sınıf
olmayacağı için kadınlar ve erkekler ayrı saatlerde okuyacak. Ama daha sonra
açılacak okullarda kız ve erkek öğrenciler birlikte okuyacak. Çünkü kurtuluş
savaşını kadın erkek omuz omuza veren millet pek ala yan yana aynı okulda
okuyabilir” dedi.
Osman efendiye yönelik bu açıklamayı yaptıktan
sonra uzun uzun okumanın yazmanın faydalarını anlattı; anaların kimsenin
yardımı olmadan askerdeki çocuklarına mektup yazacağını askere gidenlerin kendi
mektubunu kendi okuyacağını söyledi. Ana
babalarının okuma yazma öğrendiğini gören çocuklarda okuma hevesi artacağını;
okuyan çocukların köyün tozundan toprağından kurtulup efendi insanların mesleğini
yapacağını söyledi. Ayrıca milletin kalkınması için halkın okuma yazma
öğrenmesinin çok önemli olduğunu, köylere açılacak biçki dikiş kursları gibi
meslek edinme kurslarında okuma yazma bilen kadınların daha başarılı olacağını,
okuma yazma bilen köylülerin ziraat üzerine dağıtılan dergilerden modern ziraat
öğreneceğini anlattı.
Sonra kara tahtaya döndü “köylerinize açılan
millet mekteplerine ders vermek için gelen muallimler beraberinde böyle kara
tahtalar getirecek. Yeni harfleri tebeşirle bu tahtalara yazarak size öğretecek”
dedi.
Ayrıca muallimlerin yanlarında yeteri kadar kalem,
defter ve silgi getireceğini, kalemlerin uçlarının nasıl açılacağını
öğreteceğini, muallimin anlattığı şeyleri mektebe katılanların defterlere yazıp
evde onları tekrar okumaları gerektiğini söyledi.
Yeni harfleri öğrenmenin çok kolay olduğunu
söyledikten sonra eline aldığı tebeşirle ‘Ali, Veli, Gel’ gibi harfleri önce eski
yazı denen yazıyla tahtaya yazdı. Sonra yeni harflerle yazdı. Sonra “hangisi
daha kolay?” diye sordu. Bu soruya cevap olarak Kavak ve Kaya köy muhtarları
dışında kalanlar yeni harflerin kolay olduğunu söyledi.
Kaymakam Kavak ve Kaya köy muhtarlarının sessiz
kalışını fark edince Kaya köy muhtarına “muhtar sence hangisi daha kolay?”
dedi. Muhtar eski yazı bildiği için “efendim ben eski yazı okumasını biliyom”
deyince kaymakam biraz daha sert “sana onu sormadım. Hangisini öğrenmesi daha
kolay?” deyince muhtar ‘zoraki’ “yeni yazı efendim” dedi.
Kaymakam muhtarlara döndü “az önce Yusufcuk
muhtarının dediği gibi bazı arkadaşlar eski kafada. Onun için eski olan ne
varsa ona sarılıyorlar. Yeni olan şeyi kabul etmek istemiyor. Efendiler Gazi
Hazretleri halkın okur-yazar olmasını Avrupa devletlerini yakalayıp geçmesini
istiyor. Doğru olan da bu… Eskiye rağbet olsa bitpazarına nur yağardı… Halkımız
Osmanlı devrinde her şeyden geri bırakıldığı gibi okur-yazarlıkta da geri
bırakıldı. Bugün eski yazıyı bilen üç beş kişi. Geri kalan halk kara cahil.
Cumhuriyet halkı bu cehaletten kurtarmaya kararlı. Millet mekteplerini de bu
amaçla açtı. Halkın önderi olan sizler bu yeniliğe dört elle sarılacaksınız.
Sallananı, ikircikli davrananı yeniye, güzele aç bu millet çiğner geçer. Herkes
bunu böyle bilsin. Köylere gidince köylüye bunları ‘yanına yalan katmadan’ doğru
bir şekilde anlatın” dedikten sonra “efendiler toplantı bitmiştir” dedi.
Gitmek için davranan muhtarlardan Çamdibi,
Yusufçuk, Ovaköy, Dereköy muhtarlarına “siz kalın. Sizlere söyleyeceklerim var”
deyince o muhtarlar diğerlerinden ayrılıp kenara çekildi. Öteki muhtarlar
köylerine gitmek için üzerine binip geldikleri hayvanları bağladıkları hana
yöneldi. Kavak ve Kayaköy muhtarları “bizim az işimiz var” deyip kasaba meydanına
doğru gittiler.
Kaymakam “siz kalın” dediği muhtarlara katiple
birlikte yukarı çıkmalarını ve kendini beklemelerini söyledi ve baş muallim
Fehmi beyle çıkıp gitti.
Kaymakamın “siz kalın” dediği muhtarlar merak
içinde katiple birlikte yukarı çıktılar. Katip yukarı çıkarken “çay içersiniz
değil mi?” deyince muhtarlar “içeriz” diye cevap verdi. Muhtarlar yukarı
çıkarken katip aşağıdaki çay ocağında beş çay söyleyip muhtarların ardından
yukarı çıktı.
O sıra muhtarlar katibin odadaki sandalyelere oturmuştu.
Yusufçuk muhtarı “a be kaymakam bizi niye geri
bıraktırdı?” deyince içlerinde en yaşlısı olan Ovaköy muhtarı “var bir diyeceği
her hal” deyince muhtarlar kafasını sallarken Yusufçuk muhtarı “doğru diyorsun
be ya. Turşumuzu kuracak değil her hal kaymakam” deyince hepsi gülüştü.
Çünkü Yusufçuk muhtarı göçmendi. Çok latife eden
şen şakrak biriydi. Şivesi de farklı olunca en ciddi lafı da etse komikleşirdi.
Yirmi beş köy içinde yalnızca Yusufçuk göçmen
köyüydü. Ve yüz kırk haneden oluşuyordu. Kavak köyünden sonra ikinci büyük
köydü.
Yusufçuklular Doksan üç harbinden sonra gelen ilk
göçmenlerdendi. Bu kasabanın bağlı olduğu sancağa gönderilen göçmenler
kasabadaki ovanın Kızıltepe denen bölgesine yerleştirilmiş; padişah arazisi
olan ovadan her haneye yirmi beşer dönüm de tarla verilmişti.
Gelen göçmenler ilk iş olarak Kızıltepe’nin ovaya
bakan yüzündeki kıraç sırta evlerini yapmıştı. Kasabadaki kadı köyün kurulması
sırasında içlerinden birini seçmelerini istemişti. Onlar da geldikleri yerde
muhtarları olan Emin efendiyi seçince kadı köyün kurulması sırasında onun görev
yapmasını istemişti.
Göçmenler Emin efendinin idaresinde Kızıltepe’nin sırtını
‘ovaya doğru’ kendi aralarında paylaşmış ve ev yerlerini belirlemişti.
Evlerini geldikleri yerdeki köylerine uyguna olarak
aralarında düzgün sokaklar olan arsalarına birbiriyle dayanışarak yapmıştı. Ve
her hane evini yaptıktan sonra evinin etrafını duvarla çevirmiş; avlu denilen
bu yerlere giriş için iki kanatlı geniş kapı takmışlardı.
Yani ‘bu iki kanatlı kapıyı kapadın mı?’ sokaktan
geçenin bahçeyi görmesi olanaksızdı.
Göçmenlerin avlularının bir köşesinde ‘işlik’
adını verdikleri küçük bir oda vardı. Her evde o odalara yakın fırın
yapmışlardı. Bu fırınlarda “göçmen ekmeği” denen kendi yiyecekleri ekmeklerini
yapıyorlardı.
Gelen göçmenlerde her ailenin mutlaka bir mesleği
vardı. Hemen hepsi çok becerikli insanlardı. Bu becerilerini evlerini yaparken
göstermişler; sonrasında her biri kendi uzmanlık dalında atölyeler açmıştı.
Köyde kısa sürede üç at araba atölyesi, dört
demirci atölyesi faaliyete geçmişti. Ayrıca üç dört de saraç dükkanı faaliyete
geçmişti.
Zaten vilayetteki kadı bu göçmen kafilesinin
özelliklerini bilerek bu kasabaya yönlendirmişti. Çünkü bu yöre halkı
göçerlikten kalma özelliklerini bu ovaya taşımış ve buradaki yaşamlarına uydurmuştu.
Bu nedenle kasabada ve kasabaya bağlı yirmi dört
köyde ve yakındaki kasaba ve köylerde her evde mutlaka at eşek ve katır vardı.
Ulaşımı bunlarla ve at arabalarıyla yapıyorlardı.
Bu becerikli göçmenlerin zanaatları bütün kasaba
ve köylerde duyulmuş ve çok memnuniyet uyandırmıştı.
Göçmenler köylerini kurarken ovanın etrafında ve dağ
yamaçlarında kurulu diğer köylerin halkı onlara çok yardımcı olmuş; o sıra
onların kendilerinden farklı olduklarını görüp çok şaşırmıştı. Çünkü
göçmenlerin köylerini kurarken hesap kitap yapması, ev kuracakları arsaların
arasında düzgün sokaklar bırakması ve ev yaptıktan sonra bahçenin etrafını
düzgün duvarlarla çevirmesi bugüne kadar görüp bilmedikleri şeylerdi.
Yusufçuk köyü kurulduktan sonra ovadaki ve
çevredeki bütün kasaba ve köylerle çok ilgi çekti.
Eskiden Aydın’dan alınıp gelen at arabalarını
şimdi Yusufçuklular üretiyordu. Sadece at arabası değil tabi. Koşum takımları,
tarımda gerekli tüm tarım araçları da bu köyde üretiliyordu. Ayrıca köyün
sırtını verdiği kızıl tepenin kırmızı toprağından da çanak çömlek
üretiyorlardı. Artık her evde Yusufçuk işi en azından su testisi ve toprak
tencere mutlaka vardı.
Yusufçukluların bu üretim becerisi, ilişkilerdeki
dürüstlük ve kibarlık kısa sürede bu köyü diğer köylerden bir adım öne
çıkarmıştı. Ayrıca cumhuriyetin yeniliklerini hiç itirazsız kabul eden köylerin
başında geliyordu. Hepsi dindar insanlar olmasına karşın yeniliklere çok
açıktı.
Tarımda da farklılık yaratmışlardı. Köye
yerleştikten sonra kendilerine verilen toprakları işlemeden önce güzelce
sürmüşler, tarladaki taşları tek tek ayıklamışlardı.
Onların tarlalarının bu özelliği çevrede espri
konusu olmuştu. Birbirlerine “Kafa göz yarmadan dövüşeceksen ya da güreşeceksen
Yusufçukluların tarlasına git” derlerdi. Çünkü onların tarlalarda kavgada
birbirinin kafasını yaracak veya güreşirken insanı yaralayacak kıymık kadar taş
bulmazdın.
Onların bu hamaratlığı nedeniyle Yusufçuktan gelin
almak veya gelin vermek diğer köylerin hepsinin arzuladığı şey olmuştu. Çünkü
bilirlerdi ki; gelin giden kızları ‘hoş tutulur ve varlıklı yaşar’ Yusufça’dan
gelin gelen kızlar da ‘geldikleri eve
bet bereket getirirdi’.
Yusufçuk muhtarıyla en iyi anlaşan muhtar Çamdibi
muhtarıydı.
Yusufçuk muhtarı Hayri efendi buraya anasının
karnında gelmişti; burada köy kurulurken doğmuştu. Onun için “sen nerelisin?”
diye soranlara “ben yolcu köydenim” derdi. Yaşından umulmayacak hoş sohbet
biriydi. Ayrıca çevrede lafı sözü dinlenen biriydi.
Çamdibi köyü muhtarıyla tanışması o sıra yeni
seçilen Çamdibi muhtarı Ali efendinin kaymakamlıktaki toplantıda vefat eden köy
imamı yerine imam aradığını söylemesiyle olmuştu.
Zaten Ali efendinin genç; ama ağırbaşlı samimi
hali Hayri efendinin dikkatini çekmişti. O gün Ali efendi köye imam aradığını
söyleyince “bizim köyde Emin hoca var be Ali aga. Temiz adamdır. Süyleyem ona;
gelsin sizin köye” deyince Ali efendi çok sevinmişti.
Bu şekilde tanışmaları daha sonra aralarındaki
dostluğu artırmıştı.
Çünkü zaten; Yusufçuk köyünün bilinen özellikleri
ve Çamdibi köyünde de Goca Hamza’nın kurtuluş savaşındaki güven verici tavrı
nedeniyle zaten ünlü olan iki köyün muhtarlarının samimiyeti artırması onları
diğer muhtarların arasında bir adım öne çıkarmıştı.
Buna cumhuriyetin getirdiği yenilikleri halka
benimsetmedeki gayretleri ve becerileri de eklenince kasaba kaymakamının en
güvendiği muhtar haline gelmişlerdi.
Hükümetin yeni emirleri geldikçe kaymakam bu iki
köy muhtarın katkısıyla köylerde çok sorun yaşamamıştı. Hatta çevredeki
kasabalar arasında en sorunsuz kasaba da denebilir. Çünkü kasabalarda ve
köylerde özellikle hilafetin kaldırılmasına kimi imamların ve ‘eşraf’ diye
nitelenen kimi kasaba efradının ‘homurtusu’ eksik olmuyordu. İçten içe kimi
yeniliklere karşı halkı kışkırtıyor, gündeme gelen yenilikler için milletin
dinsizleştirileceği dedikodusunu ustaca yayıyorlardı.
Vali bu tepkilerin ustaca hakkından gelinmesini,
bu kışkırtıcıların halk üzerindeki etkisinin kırılarak etkisizleştirilmesini
istiyordu. Valilik bu uygulamalar sırasında en başarı olarak bu kasabayı
gördüğü için bu kasabanın kaymakamını diğer kaymakamlara hep örnek
gösteriyordu.
Tabi kaymakamın başarısında sadece bu iki muhtar
değil; onlarla yakın ilişkide olan üç dört muhtarın da katkısı vardı.
Bu muhtarlar aralarında itilaf çıkaran kimi
muhtarları ustalıkla etkisiz hale getirip onların diğer muhtarları
kışkırtmasını şimdiye kadar önlemesini bilmişti. En çok da şapka kanunu çıktığı
sırada özellikle Çamdibi imamının görev zamanı dışında kasket giymesi kimi
imamların ve özellikle Kavak ve Kayaköy muhtarının şapkaya muhalefetini etkisizleştirmişti.
İşte bugün de bu nedenle kaymakam toplantı sonrası
onlara ve diğer iki muhtara “siz kalın” demişti.
Onlar katip odasında merakla kaymakamı beklerken
Çamdibi köyünde çamaşır gününün telaşı daha bitmemişti.
Sabah erkenden gelen kadınlar yatak yorgan
çarşafları dahil evde yıkanacak ‘öte berinin’ yanı sıra giydikleri bütün
çamaşırları yıkamışlar, etraftaki çalı ve taşların üzerine kurumaları için bu
yıkadıklarını güzelce sermişler; o sıra etrafta oyun oynayan çocuklarını
çağırmış; onları da bir güzel yıkamışlar; yanlarında getirdikleri yeni
çamaşırları giydirip, çıkardıklarını biti, piresi ölsün diye küllü su dolu
kaynayan kazanlara atmışlardı.
Şimdi sıra kendilerine, kocalarıne ve yetişkin kız
ve erkek çocuklarına gelmişti.
Bu nedenle kadınlar, yanlarında varsa onlara yardım
eden yetişkin kızları onlarla birlikte daha önce getirdikleri tenekelere
doldurdukları küllü suları ve çamaşır yıkarken çamaşıra sürttükleri kaya gibi
sabunları alıp evlerinin yolunu tutmuştu.
Evlerde de erkekler ve yetişkin erkek çocuklar
çalılara serili yatak yorganı ikişer kere ters yüz ederek onların ‘daha çok
tavukların ve kuşların marifetiyle’ bitten arınmasını sağlamışlar ve hemen evin
yanına veya önüne yaktıkları ateş üstünde tenekelerde veya Yusufçuk işi toprak
güğümlerde ‘yunacakları’ suyu kaynatıyordu.
Kadınlar eve geldiklerinde her evde benzeri
hengame yaşanmaya başlamıştı.
Bekçi Rıza da aynı şekilde çalıların üzerine
serdikleri yatak yorgan vb. şeyleri ikişer üçer kere ters yüz etmiş; bu sıra
kendinin ve kayın pederinin karnını doyurmuş; daha sonra çamaşır yıkanan yere
gidip karısına getirecekleri şeyde yardım etmek üzere çamaşırlığa gitmişti.
Çünkü karısı kambur ve çok zayıftı. Her işte
Rıza’nın yardımına muhtaçtı. Daha doğrusu Rıza karısına çok değer verdiği için
ona yardımı görev biliyordu.
Zehra kadın kambur ve çelimsizdi; ama çok hamarat
ve gayretliydi. O eksiliklerine rağmen hem Rıza hem de çocukları köyde en temiz
giyinen insanlardı. Bir kere öyle delik yırtık pırtık şeyi ne kocasına ne de
çocuklarına giydirmezdi.
Çorap ve çamaşırlarda sökük dikik bir şey varsa
maharetleri elleriyle onları yamar diker yep yeni yapardı. Çok tatlı dilli ve
çok fedakardı… Hele çocukları için adeta bir kartal gibi etraflarında döner,
onları her gittiği yerde yanında taşır, üstlerinde adeta titrerdi. Kocasına
karşı da çok saygılı ve sevgiliydi. Bütün bu özelliklerinden dolayı onun
kamburu Rıza’ya hiç kusur gibi gelmiyordu.
Onların bu sevdalı halleri bütün köyde ilgi
konusuydu. Kadınlar kocalarına ‘yarı şaka’ “olmalı olmalı da Rıza gibi birine
varmalıydı” dediklerinde kocaları da “olmalı olmalı Zehra gibi birini
almalıydı” diye karşılık verirdi. Yani köyde Rıza da karısı Zehra da çok
sevilen örnek karı kocaydı.
Şimdi Rıza’nın karısına yardım için çamaşırlığa
gelmesi oradaki öteki kadınların hiç gözünden kaçmamış; şaka yollu Rıza’ya “valla
Rıza abe. Pes doğrusu. Ha biz yardım ederdik Zehra bacıya” dediler. Rıza da
‘biraz mahçup’ karısının elindeki tenekeyi almış “sağolun yengele; Zehra gine
bene beklerdi. Ondan şey eddim” diye açıklayıp karısıyla birlikte evlerine
yollandı.
O sıra arkalarından diğer kadınlar imrenerek
bakarken ‘kimbilir akıllarından neler geçiyordu?’
Köyde bu şekilde sıra erkeklere, kadınlara ve
yetişkin kız erkek çocuklara geldiğinde kasabada kaymakam katip odasına
bekleyen muhtarları odasına çağırmıştı.
Muhtarlar odaya girince kaymakam hemen söze girdi.
Onlara toplantıda söylenenleri tekrar ettikten sonra “arkadaşlar bu millet
mektepleri çok önemli. Gazi paşa halkın çok cahil bırakıldığını, Osmanlının
bütün okuma yazma hakkını İstanbul’da oturanlara ve ‘gayrı Müslimlere’ verdiğini
söylüyor. Memlekette okur yazar parmakla
gösterilecek kadar az. Köylerde ve kasabalarda imamların verdiği kuran
derslerini sayma. Çünkü onlarla insanlar meramlarını yazıp anlatamıyor. Kitap
okuyan desen hiç yok. Gazi paşa muasır milletler seviyesine ancak okuyan, yazan
bir milletle varılacağını söylüyor. Ayrıca bu millet mektepleri evlerde
çocukların okuma hevesini artıracak. Okuma yazmanın zevkine varan ana babalar
kısa bir süre sonra açılacak okullarda çocuklarını okumaya heves edecek” dedi.
Bu sırada muhtarların birbirine bakıştığını fark
edince “evet yakın zamanda önce büyük köylerde sonra bütün köylerde okullar
açılacak. Şimdi onun planları yapılıyor. O okullarda okutacak muallim
yetiştirmek için uğraşıyorlar.
Yalnız biliyorsunuz; her şeyde olduğu gibi
özellikle köylerde bu işe de zorluk çıkaracaklar olacak. Az önce gördünüz.
Kavak ve Kayaköy muhtarları yine muhalefet yaptı. Şimdi biliyorum onlar buradan
çıkınca doğru manifaturacı Tahsin efendiye gitti. Onları kuran o. Bir de
yorgancı Çetin efendi var” deyince Yusufçuk muhtarı Hayri efendi kendini
tutamadı “te be. Doğru mu söylersin kaymakam bey. O zaman diyeyim bizim
köylülere o pezevenklerle kessin alışverişi” dedi.
Onun göçmen şivesiyle bu sözleri kaymakam ve
muhtarları güldürmüştü.
Kaymakam “doğru söylerim Hayri efendi… Yalnız bu
herifleri birden karşıya almak olmaz. Ben Kavak ve Kayaköy muhtarının kimden
akıl aldığını bilesiniz diye öyle dedim” deyince yine Yusufçuk muhtarı “anladım
kaymakam bey. Düşmanla ilişkini kesmeyeceksin ki onun ne halt yediğini bilesin”
deyince kaymakam “hah tam öyle. Ben bu kasabada bunların hepsini tanıyorum ve
adımımı ona göre atıyorum. Ben öyle yaptığım için Tahsin efendi sırf beni
kandırmak için gitti fötr şapka giydi. İyi de oldu. Kendi giyince aleyhinde
olsa bile kimseye ‘şapka giymeyin’ diyemedi, dese bile etkili olamadı.
Neyse ben size durumu bilin diye öyle söyledim. Bu
millet mekteplerinde de biliyorum zorluk çıkaracaklar” deyince yine Yusufçuk
muhtarı “işte o zor kaymakam bey. Millet mekteplerine zorluk çıkaramazlar”
dedi.
Kaymakam meraklanmıştı “niye?” diye sorunca
Yusufçuk muhtarı “bizim tütüne en çok bu iki köyden işçi gelir. Dayı başları da
muhtarlar. Ben bir kaş eğdim mi? Basacak yer bulamazlar da ondan be ya kaymakam
bey” diye cevap verdi.
Onun böyle konuşmasına kaymakam hiç kızmıyordu. Çünkü
onun şivesinin böyle olduğunu biliyordu. Bu nedenle içinden “bu muhtarlar
oldukça her zorluğu yenerim” diye geçirdi ve “işte ben sizi bunun için ayırdım.
Arkadaşlar siz şimdi bu millet mekteplerini açmada diğer köylere ön ayak
olacaksınız. Zaten çocuklar için ilk önce okul açılacak köylerin arasında sizin
köyler başta geliyor. Sizinle el ele verdik mi? Yapamayacağımız hiçbir şey,
aşamayacağımız engel yoktur” dedi.
Onun bu sözleri muhtarlarının koltuğunu kabartmış;
heveslerini artırmıştı. Can kulağıyla kaymakamı dinliyorlardı.
Kaymakam bir süre daha okuma yazmanın faydalarını;
çocuklarımıza daha güzel geleceğin ancak onları eğitime kazandırarak
sağlanacağını anlattı; sonra o köylerin ve öteki köylerin sorunları üzerinde muhtarlarla
konuştu. Köyleri için bir istekleri olup olmadığını sordu. İsteği olan söyleyince onları not aldı.
Sonunda “göreyim arkadaşlar. Bu mektep işini de birlikte başaralım” dedi.
Muhtarlar toplantının sonuna geldiğini anlamıştı.
Hepsi kaymakamdan izin isteyip çıkarken kaymakam Ali efendiye “Hamza dede
nasıl… Sıhhati afiyette mi? Ona çok selam söyle önümüzdeki günlerde onun
ziyaretine geleceğim” dedi.
Kaymakamın bu sözleri Ali efendiyi
gururlandırmıştı. “Şeref veririsiniz efendim. Emriniz başım üstüne. Hamza
dedeye selamınızı iletirim” dedi ve diğer muhtarların ardından çıktı.
Öteki muhtarlar kaymakamın bu sözlerini duymuştu.
Hepsi de teker teker Hamza dedeye selamlarını söyledi.
Öteki iki muhtar atlarını bağladıkları hana
giderken; arkalarında kalan Yusufçuk muhtarı Ali efendiye “gel şu Tahsin
efendiye uğrayalım. Bizimkiler orda mı? Bakalım” dedi.
Birlikte Tahsin efendinin manifatura mağazasına
doğru yürüdüler. Zaten yakındı. Mağazadan içeri girince kaymakamın dediği gibi
Kavak ve Kayaköy muhtarı sandalyelere yayılmış Tahsin efendi ve yorgancı
Çetin’le hararetli sohbet içindeydi. Hayri efendi ve Ali efendi içeri girince
hepsi “engibek olmuş’ çok şaşırmıştı. Tahsin efendi onlara “ooo muhtar
efendiler sizi hangi rüzgar attı?” derken Kavak köyü muhtarı Osman efendiye
“sizin siparişleri yazdım. Gelince haber veririm” dedi.
Onun bu sözlerine şaşkın bakan Kavak muhtarı neden
sonra kendini toplayıp “çok sağ ol Tahsin efendi. Ben o zaman geleyim” dedi.
Aynı şaşkınlıktaki Kaya köy muhtarına “hadi biz gidelim” dedi ve Hayri
efendiyle Ali efendiye de “hoşça kalın” deyip çıkıp gittiler.
Onların arkasından yorgancı Çetin efendi de
dükkanda işi olduğunu söyleyip gitmek için ayağa kalkınca Yusufçuk köyü muhtarı
“şimdi olmadı be ya. Biz geldik hepiniz tuz buz dağıldınız. Size rahatsızlık
verdik her hal” deyince yorgancı Çetin durakladı; ‘ama Hayri efendinin ne çakal
olduğunu bildiği için’ kalırsa ‘ağzından hükümet aleyhine bir laf kaçırırım’
endişesiyle “yok Hayri efendi. Ben zaten gidecektim de; Osman efendi torun
everecekmiş. Ona yorgan siparişi vereceğini söyleyince burdan ona yorganlık
kılıf seçtik. Şimdi gideyim. Dünya kadar iş var” deyip çıkıp gitmek istedi.
Çetin efendi tedirginlikte haklıydı. İzmir
suikastı sonrası toplanan mahkemenin verdiği idam kararları her yerde
cumhuriyete; özellikle Mustafa Kemal’e tepki duyanları tedirgin etmişti.
Mustafa Kemal’e tepkiler özellikle hilafeti
kaldırdığı için; bir de yenilik diye aldığı şapka kanunu ve tekke, medreselerin
kapatılması ve Mecelleyi yani şer’i hükümleri iptal edip kadıların yerini hakim
ve savcıların alması ve evlenme boşanma ve mirasla ilgili kadına yeni haklar tanıyan
medeni hükümlerin getirmesi nedeniyleydi.
Tekke ve Zaviyelerin kapatılması özellikle köy ve
kasabalarda öteden beri hastalara tedavi için dua okuyarak veya muska yazarak
geçimini sağlayan hacı hoca ve köy imamlarını çok rahatsız etmişti. Gerçi eskisi
gibi olmasa da özellikle köylerde yine hastaya şifa için okuma ve muska yazma
yapılıyordu. Ama ‘örneğin kız kaçırma, kaynana veya gelin dilini bağlama gibi’
uçuk kaçık muskalara son verilmiş veya çok el altından yapılıyordu.
Bu kasaba ve köylerde muskacılığı meslek edinen
zevat şaşkın tedirgindi. Ancak kendi gibi düşünen insanların olduğu yerde
konuşup dertleşebiliyorlardı. Ayrıca kasaba kaymakamı baskı ve şiddet yoluyla
insanların üzerine gitmek istemiyor; daha çok ikna yoluyla ve halkı etkileme
gücüne sahip cumhuriyet yanlısı muhtar, imam veya kasaba eşrafının yardımıyla
cumhuriyet karşıtlığını aşmaya çalışıyordu.
Çok şükür bu kasabada öteki kimi kasabalarda
olduğu gibi çok derin zıtlaşmalar yoktu.
Kasabada hilafetin kaldırılmasına en muhalif
gözüken Manifaturacı Tahsin efendi bile ‘şimdilik kaydıyla’ şapka kanunu
çıktıktan sonra ve ‘kaymakamın kimi ikazları üzerine’ hemen kendine ‘nereden
edindiyse’ bir fötr şapka edinerek düşüncesini gizlemeye çalışmıştı.
Ama kasaba çok küçük olunca bir de Tahsin efendi
kasabanın önde eşraflarından olmasının yanı sıra ‘onun kasabadan veya köylerden
gelen cumhuriyet karşıtlarının mağazasında yakınmaları için zemin hazırladığı;
bu nedenle’ muhalif olduğu kolay anlaşılmıştı.
Ama mübarek tam ticaret adamıydı. Fıldır fıldır
dönen renkli gözleri ve kırmızı yanaklatı tombalak vücuduyla ilk görende saf
kolay kanan biri gibi intiba bırakması kasaba kaymakamının ona açık tavır
almasını engelliyordu.
Bir keresinde makamına çağırdığı Tahsin Efendiye
kaymakam açıkça “bak Tahsin efendi. Herkesi kandırmasını iyi beceriyorsun. İyi
ticaret yapıyorsun. Öyle ota boka fazla karışma da sevimsizleşme” demişti.
Tahsin efendi ‘lep’ demeden ‘leblebiyi’ anlayan
biri. Kaymakamın neyi kastettiğini anlamış; işte o saat o fötr şapkayı edinmiş
ve ertesi gün başına geçirdiği fötr şapka ile kasaba meydanını boydan boya
dolaşıp mağazaya öyle gelmiş; o sıra herkesi güldürmüştü.
Sonraları ‘şapkayla niye öyle gösteriş yaptın?’
diye soranlara “eee! Birader; ben ticaret adamıyım. ‘Helva’ da derim, yeri gelir
‘halva’ derim. Devir o devir” diye ustaca cumhuriyete muhalif olduğunu; ama
‘şimdilik’ uyduğunu söylemek istemişti.
Onun bu sözlerini kaymakama ilettiklerinde
kaymakam Tahsin efendinin ‘ne demek istediğini?’ pek ala anlamış ve o haberi
getirene “doğru Tahsin efendi bu. ‘Helva da der. Yeri gelince halva da der’
Yalnız ona selam söyleyin; dikkat etsinde helva veya halva derken şaşırıp
boğazına aldırmasın” demişti.
Sonraları kaymakamın bu sözleri Tahsin efendiye
iletilince; gülümsemiş “tabi dikkat ederim. Doğru; dikkatli yemezsen ‘ne yersen
ye’ insanın boğazını alır” demişti; ama içinden “göreceğiz bakalım kaymakam
efendi halva kimin boğazını alacak, göreceğiz” diye geçirmişti.
İşte Tahsin efendi böyle ‘kendine munhasır’ tipik
kasaba eşrafıydı. Kasabaya taşradan tayinle gelen memuru ‘görevi ne olursa
olsun’ ilk ‘hoş geldin’ için ziyaret eden Tahsin efendiydi. Bu kurnazlığı
nedeniyle hükümet binasında; özellikle yeni adliyede epey dost edinmişti.
Anlaşıp kafaya alamadığı kaymakam, Jandarma
komutanı ve kasabanın yerlisi olan baş muallim Fehmi efendi ve diğer
muallimlerdi.
Bir de kasaba doktoru Süleyman beyi kafaya
alamamıştı. Bir de en büyük hasmı Hancı Hacı Arif efendiydi.
Hacı Arif efendi ‘Goca Hamza’nın şehit olan
kardeşlerinin arkadaşı’ doksan üç harbi gazisi Hacı Nuri efendinin oğluydu.
Babası ve onun babası o kasabanın en hatırlı kişileriymiş. Hacı Arif efendi de
dededen devir aldığı itibarı aynen devam ettiriyordu ve ‘nedense’ Tahsin
efendiye hiç yüz vermezdi. ‘Gerçi o yüz vermese de Tahsin efendi her gördüğü
yerde ona yalakalıktan geri kalmıyordu ya!’
Neyse; Tahsin efendinin huyu böyleydi.
Bükemeyeceği bilek olunca; kendini zorlamaz el öperdi. Onun bu özelliği
nedeniyle; ona en çok kızan bile sonunda mutlaka yumuşardı.
Yorgancı Çetin ise küt akıllı; daha çok Tahsin
efendinin ağzına bakan biriydi. Aslında o da kendine kurnazdı. Çünkü Tahsin
efendi ‘babadan’ çok varlıklı; öteden beri eşraf bir aile çocuğuydu. Çetin
efendi ise Kayaköylüydü. Sonradan kasabaya göç ettiğinde önce bir süre etrafı
gözlemişti.
Öyle ya ‘kasabanın köyünden de olsa’ yabancı
sayılırdı.
Kasabada yabancıya en fazla itibarı Hacı Arif
efendi gösterirdi. Çünkü ona göre kasabanın nüfusu artarsa kasaba güç
kazanırdı. Ancak sert; daha doğrusu ciddi biri olduğu için ilk görende ürküntü
yaratırdı. Ama Tahsin efendi öyle mi? İlk kimi görürse görsün hemen önceden
tanış gibi davranırdı.
Onun bu esnaf özelliği nedeniyle Çetin efendi
kendine Tahsin efendiyi yakın görüp; dükkanını onun mağazasının yanına açmıştı.
Tahsin efendi Çetin efendinin dükkan sahibiyle
görüşüp uygun kira vermesini de sağlamıştı. Bundan dolayı Çetin efendi yün
atmak için köylere gitmediği zamanlar dükkanında olunca mutlaka Tahsin efendiye
uğrardı.
Çünkü; yün atmaya ‘atına yüklediği hallaç
takımıyla’ kendi gitse de dükkanda yorganı o dikmezdi. Bu iş için yetiştirdiği
kalfasına diktirirdi. Bu nedenle epey boş vakti olduğundan gününü Tahsin
efendinin orada geçirirdi. Özellikle güneşli havalarda Tahsin efendinin
mağazası önünde onunla veya gelen gidenle oturur tavla oynardı. Güzel zar
tuttuğundan tavlada ünlüydü. Kasabaya yeni gelen memur vb. kimse tavla merakı
varsa mutlaka Çetin efendiye çatar ve dersini alırdı.
Çetin efendi sayesinde Tahsin efendinin dükkanın
önü ‘adeta’kahveye dönerdi. Çay kahve parasını da tavlada yenilen vereceği için
ve hep Çetin efendi galip geldiğinden öyle fazla çay kahve masrafı da olmazdı.
Yani Çetin efendi Tavla mahareti sayesinde ‘daha
önceleri epey çak kahve masrafı olan Tahsin efendiyi’ çay kahve masrafından
kurtardı. Gerçi koca Tahsin efendiye ‘çay kahve’ masrafı hiç koymazdı. Nedeni
aşağıda anlattığımdı.
Neyse; Tahsin efendiden başka ova köylerinden
gelip kasabaya mağaza açan iki kişi daha vardı; ama onlar esnaflıkta Tahsin
efendinin eline su dökemezdi. Daha çok Tahsin efendiden yaka silken peşinci
müşterilere mal satarlardı.
Zaten Tahsin efendinin müşterisi kasabadan ziyade
köylerdendi.
Köylülere uzun vadeli mal verirdi. Onlar da senet
karşılığı aldıkları bu malların fiyatını sormazlardı tabi. Günüde de ödeyemezdi
çoğu. Artık ondan sonrası Tahsin efendinin insafına kalmıştı. Senetleri
istediği şekilde doldurur çoğunu icra ile tahsil ederdi. Tahsil için de zorluk
çekmezdi. Çünkü adliyede başkatip olan Hüsnü efendi aynı zamanda icar memuru ve
Tahsin efendinin yakın ahbabıydı. Zaten mesai harici her daim onun mağazasında
olur; genellikle mağazaya gelen eş dostla tavla oynayarak vakit geçirirdi. Ve
başkatiple işbirliği sayesinde edindiği yüksek kazanç nedeniyle Tahsin efendi
için mağazaya gelip gidenin içtiği çay kahve masrafı koymazdı; ama yine de
Çetin efendinin tavla maharetinden memnundu.
Çetin efendi ve Tahsin efendi arasında dostluk bu
şekilde sürüp gidiyordu. Ayrıca Çetin efendi aynı zamanda Tahsin efendinin
muhalifliğinin sırdaşıydı.
Onun için Ankara’dan gelen her emir ve kararları
birlikte değerlendirip dedikodusunu yapar; kasaba ve köylerden muhalif olanlarla
dertleşirlerdi. Gerçi bu muhalif olanlar sayıca çok değillerdi. Ama kasabada
olsun köylerde olsun muhalif imam, hacı hoca takımı sayesinde alttan alttan
halkı işlemekten geri kalmazlardı.
Ancak ‘yukarıda da yazdığım gibi’ İzmir suikastı
sonrası mahkemelerin verdiği üst üste idam ve ağır hapis cezaları çok ünlü
kişilere olduğu için şu sıralar çok daha temkinliydiler.
Az önce Kavak ve Kayaköy muhtarı gelip millet
mekteplerinden bahsetmişti. Hepsi de özellikle kadınların okuma yazma
öğrenmesine ve açılacak okullarda kız ve erkek çocukların okumasına “iyi
günlerde kalmadık” diye tepki göstermişti. Çünkü ‘zaten’ iki yıl önce çıkan
medeni kanun kadınlara evlenme ve boşanmada çok hak tanımıştı. Şimdi ‘garılar
okuma yazma öğrenirse; artık depelerine çıçardı’. Yani onlar öyle düşünüyordu;
ama yapacakları bir şey yoktu. ‘Ancak ileride ayrıntılı göreceksiniz kadınlar
cumhuriyeti hele medeni kanunla evlenmeleri düzene girip, mirastan eşit pay
alma hakkı kazanınca cumhuriyete ve söylenen her şeye çok sıkı sarılıyordu.
Yani o yıllar cumhuriyet saltanat ve hilafet
yanlılarının tepkilerini engellemeye ‘o sıra’ kadınlar sayesinde kolaylaşmıştı.
Bunu bu kasaba köylülerinin yaşam öykülerinde ileride daha ayrıntılı
değineceğiz. Bunu dipnot olsun diye burada yazdım.’
Neyse; Tahsin efendi muhtarlara “aman dikkatli
olun. Sizi muhtarlıktan etmesinler. Siz imamları kışkırtın. Kaymakam efendi
onlarla uğraşadursun. Gün doğmadan neler doğar. Bakarsın becerikli biri çıkar
halleder Gazi’yi. Şimdilik böyle kalalım” diye kararlaştırışlardı.
Zaten Tahsin efendi şimdilik ticarete ağırlık
veriyordu.
Köylüler çok yoksuldu. Ancak yoksul olunca
ihtiyaçlara boş verilmiyordu ki!. Özellikle düğünlerde mecbur bir şeyler
alınacak. Tahsin efendide de ‘yok’ yok. Yani ne ararsan var. Öyle olunca
köylülerin en çok uğrak yeriydi. Bu da köylülere çaktırmadan işlemek için iyi
fırsat yaratıyordu. var. Senetle de verince köylü ‘üçü beşi aramıyor’ gelip
ondan alıyordu. Başkatiple de kurduğu işbirliği sonucu köylünün Tahsin efendi
karşısında boynu kıldan inceydi. Öyle olunca kimi köylüler Tahsin efendinin
muhalif sözlerinden alınsa da ‘eli mecbur yutkunup’ susuyor; onu şikayet
edemiyordu.
Ancak özellikle Tahsin efendinin senet tuzağı
Yusufçuk ve Çamdibi köylüsüne pek işlemiyordu.
Yusufçuk köyü zaten zengindi; peşin alış veriş
yaparlardı. Çamdibililer de hem kurtuluş savaşında onbaşı olan muhtarları hem
de Goca Hamza sayesinde uyanık ve dik başlıydı. Ayrıca onlar da özellikle
davarcılıkta en zengin köylerdendi.
Onun için Yusufçuk Köyü ve Çamdibi köyü muhtarlarının
kasabada; hatta şehirde bile itibarı iyiydi.
Zaten ‘alışveriş veya mağaza’ dediğime bakıp
köylünün öyle metre metre kumaş aldığı sanmayın.
Çünkü köylerde erkekler ilerdeki kasabada dokunan
kalın bezden, beli lastikli veya uçkurlu ak don giyerdi. Az zenginleri de koyun
yününden dokunup taş boyayla siyaha boyanmış adına ‘çağşır’ denen beli uçkurlu;
yani ipten kemerli potur giyerdi. Çağşırlık da kimi köylerde örneğin Çamdibi
köyünde bile dokunurdu.
Hele Çamdibili ‘güzel Ayşa’nın’ dokuduğu ‘çağşırlık’
sık dokumasıyla çok ünlüydü. Evinde iki çıkrık vardı. Kocası gelini, kızı ‘ev
içeri’ gece gündüz çağşırlık dokurlardı. Çoğu dağ ve ova köylerinde de durum
aynıydı.
Erkekler bu beyaz bez ve ‘adına çağşır denen’ yün
donları giyer; sonra adına ‘göynek’ denen kollu atleti giyer; üstüne ‘sidiklikten
düdüklüğe kadar’ kuşak kuşanırlardı. Artık çokları yaz kış onun üstüne ceket
meket giymezdi. Ayaklarına da Tahsin efendiden satın aldıkları ‘kimilerinin de
kendi yaptığı’ nalın giyerlerdi.
Kadınlar da ‘bağlama paça’ denen koca don; üzerine
peştamal gerinirdi. Yine onların da ‘kenarı su taşı işlemeli veya başka’
işlemeli ‘göynekleri’ vardı. Onlar da kuşak gerinirdi. Ama onların kuşağı
‘Buldan işi’ renkli bezden olurdu. Yani şimdiki gibi elbiselik entari veya
elbise giyen ‘özellikle köylerde’ pek olmazdı. Tabi Yusufçuklular hariç.
Nalın kadın erkek ‘köy yerinde’ herkesin
ayakkabısı sayılırdı. Tahsin efendi ‘özellikle’ gelinlik kızlar için meşin
atkısı işlemeli nalın satardı. Ayrıca erkeklerin ve kimi kadınların çift
çubukta ve ya dağda bayırda giydiği çarık vardı. Çarığın tabanı kamyon iç
lastiği gibi kalın lastikten veya meşinden ve üstü açık yemeni gibi kıvrık
olurdu. Onun da sicimden bağları olurdu. Ayrıca meşinden yapılmış yemeni de
olurdu; ama bunu ancak zenginler alıp giyerdi.
Yani Tahsin efendinin mağazası köylünün bu
ihtiyaçları; yanında ‘Aydın işi’ sabun, lamba, gemici feneri, lamba camı ve
kandil vb. bakkaliye malzemeleri dahil ‘zurna, kaval, silbinç, beşik, zıbın’;
ayrıca gelinlik kızlar için üç etek, entarilik, renkli veya düz kuşak, kasaba
eşrafı ve memurla için elbiselik kumaş, iskarpin ayakkabı, fren gömleği,
boyunbağı yani ‘o yıllar üretilen’ akla ne gelirse vardı.
Mağazaya giren bir kişi ‘burada yok’ lafını hiç duymazdı.
Ancak peşin para alışverişçileri ‘bir de öteki mağazalar bakmak için’ almadan
çıkardı.
İşte Yusufçuk köyü muhtarı ve Çamdibi köyünün
girdiği mağaza sahibi ve o sıra izin isteyip çıkan yorgancı Çetin efendi
yukarıda yazdığım kişiliklerdi. Mağazanın özelliği de yazdıklarım gibiydi.
Yukarıda da yazdım; Yusufçuk Köylüleri ve
Çamdibililer pek Tahsin efendinin müşterisi sayılmazdı; ama paralı alışveriş
yaptıkları için; ayrıca kasabada itibarları olduğu için Tahsin ev çetin
efendiler diğer kasaba eşrafı gibi onlara itibar etmekten geri kalmazdı.
Az önce mağazaya girdiklerinde onlardan tedirgin
olsa da Tahsin efendi çabuk kendini toplamış ve tedirginliği belli olan Çetin
efendi bir pot kırmasın diye “tamam Çetin efendi sana müsaade. Ben senin
yorganlık siparişini kasabada bakayım” deyip Çetin efendiyi de rahatlattı.
Tahsin efendi rahatlatınca Çetin efendi dükkanına
geçmek için mağazadan çıkmıştı ki; arkasından seslenen Çamdibi muhtarı “Çetin
efendi. Yün atmaya gelmecen mi? Valla yataklan yünü düğüm düğüm oldu. Tezekli
tarlada gibi yatıyoz” deyince Çetin efendi duraksadı sonra “önümüzdeki hafta
yün atmaya çıkacam muhtar” deyip dükkanına geçti.
Çamdibi muhtarı Ali efendinin “valla tezekli
tarlada gibi yatıyoz” sözü gülüşmelere neden oldu ve girişteki soğuk hava
ısındı.
O sıra muhtarların arkasından bakan Yususçuk köyü
muhtarı az önce giden muhtarlar için “bizim arkadaşlar çok gayretli. Bir
bakaysın orada, bir bakaysın burada. Bravo valla” deyince Tahsin efendi Yusufça
köyü muhtarının kinayesini anlamıştı; ama tepki vermedi “hoş gelmişiniz be
muhtarlar. Ne yapalım sizin yüzü gören cennetlik. Onlar her gelişte uğrar sağ
olsunlar. Biraz lafladık onlarla” dedi sonra “önce bişey ikram edeyim. Sonra
demeyin Tahsin efendi bizi savuşturdu” diye sözünü bitirip muhtarların
arkasından bakan Hayri efendiye baktı.
Muhtar Ali gençti; ama Tahsin efendinin bu kıvrak
manevrasını o da sezmişti. “Sağol Tahsin efendi. Osman efendigile ne ikram
ettiysen aynısından isteriz. Değil mi Hayri aga?” diye Yusufça muhtarına
sorunca Hayri efendi “hay ağzına sağlık ve Ali aga. Doğru dersin be ya. Bizim
neyimiz eksik kalmış ki Osman agadan? Tahsin efendi de öyle düşünüyordur. Öyle
değil mi Tahsin efendi?” dedi.
Tahsin efendi bu imalı soruyu anlamıştı; ama
anlamamazılıktan geldi. “Doğru söylersin Hayri efendi. Sizin neyin eksikmiş
Osman efendilerden? Hele senin; eksik değil fazlan var. Bugüne bugün ovanın en
zengin köyünün muhtarısın. Her esnafın başının üstünde yerin var senin” dedi.
Onun bu manevrası işe yaramıştı. Övülmekten
hoşlanan her insan gibi Hayri efendinin de koltukları kabarmıştı; ama belli
etmemeye çalışarak “öyle deme be ya. Bizim köylü ‘affedersin’ eşek gibi
çalışır. O zaman da bey gibi yemeye hak eder. Hepsi bu ya… Sonra el ne yerse
biz de onu yeriz. Ne eksik ne fazla” diye biraz övünerek köylüsünü savunur gibi
yaptı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder