28 Ekim 2016 Cuma

ÖTEKİLERİN HİKAYESİ CUMHURİYETİN AYDINLANMA SÜRECİNİN HİKAYESİDİR



Bir süredir geçmiş yaşamların izlerinde gezinerek toplumsal yapımızı anlamaya anlatmaya çalışıyorum.
Çünkü toplumsal yapımızın ortak özelliklerini doğru bilmeden birbirimizi doğru anlama olanağımız yok. Birbirimizi doğru anlamadıkça da toplumsal huzura; daha doğrusu barışa kavuşmamız olanaksız.
Yani bence öyle…
Bu düşünceyle özellikle cumhuriyetin kuruluşundan bu yana yaşanan süreci bir şekilde öğrendiğim gerçek yaşanmışlıklardan kimi anekdotlar etrafında ördüğüm öykülerle anlatmayı seçtim.
Bunlardan ‘Öykülerle Yolculuk’ adını verdiğim uzun öykü dizisinde İstanbul özelinden hareketle ellilerin başından itibaren Anadolu’dan İstanbul’a göçen insan öykülerinden yola çıkarak toplumsal farklıklarımızın birbiriyle ilişkisini ve çelişkisini öykü diliyle anlatmaya çalışıyorum.
Bir de ‘Onun Hikayesi’ adını verdiğim uzun öyküm var. Onda da ellili yıllarda kırsal kesimdeki bir çocuğun ve ailesinin çocuğun eğitimini sağlamak için yaşadıklarını anlatarak o yıllara ayna tutmaya çalıştım.
Öykülerim genelde gerçek bir yaşanmışlık etrafında örülse de hepsi anonim özellik taşıdığı için öykü kahramanlarına gerekmedikçe isim vermeden genel nitelikleriyle öyküde yer vermeyi seçtim.
Öykülerimi isimsiz tanımlayarak onların anlattığı anonim yaşamlara sadık kalmaya çalışıyorum.
‘Onun Hikayesi’ başlığını bu düşünceyle kullanmış, Onun kim olduğunu belli etmemiştim.
Çünkü bana göre toplumsal yaşamımızın ifadesi ‘onun, ötekinin, diğerinin, berikinin, yani herkesin, hepimizin’ yaşamından izlerin ortalamasıdır.
Bu düşünceyle ‘Onun hikayesi’ isimli öykü kahramanlarının isimlerinin olmayışı sorun yaratmadığı için bir iki kahraman hariç hepsini belirsiz sıfatlarla ‘pompacı, pazarcı, kahveci, şoför, öğretmen gibi’ tanımlamıştım.
Bana göre cumhuriyetin en büyük kazanımı aydınlanma sürecidir. Bu süreci adeta bayraklaştıran Köy Enstitülerini anlamayı ve anlatmayı da aynı anlayışla yazmayı düşündüm. Ancak ‘Onun Hikayesi’ ile farkı vardı.
Yani Köy Enstitülerini öyküleştirirken de ‘gerçek bile olsa’ ve salt bir çocuğu değil birden çok çocuğu ve yaşamlarını öykünün merkezine oturtmam gerekti.
Ayrıca Köy Enstitülerini anlamak için sadece okulların içinde bulunduğu dönemi değil; onun ötesinde o sürece gelene kadar bütün cumhuriyet dönemini ve onun  öncesini de bir şekilde kurgulamak gerektiğini düşündüm.
O zaman da ortaya bir uzun öykünün ötesinde roman özellikli çok kahramanlı bir anlatım çıktığı için; bu anlatıya ‘Ötekilerin Hikayesi’ adını verdim ve hikayede karışıklığı önlemek için öykü kahramanlarıma isim vermeyi gerekli gördüm.
Buradaki isimlendirme ancak belirsizliği ve karışıklığı önleme kaygısını gidermeyi amaçlıyor. Yoksa burada da kişilerin çoğu kurgu yani anonim özellikteler.
Bu açıklamayı ‘Onun Hikayesi’ ile ‘Ötekilerin Hikayesi’ arasında ilgiyi ve ilgisizliği anlatmak için yaptım. Her hafta sonu bölüm bölüm bu blogda yayınlamayı düşündüğüm hikayenin birinci bölümü aşağıdaki gibi başlıyor. Umarım beğenerek okuyacağınız bir öykü dizisi olur.
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------
Goca Hamza koca çınarın dibindeki taşın üstüne kapanmış, sırtını da güneşe vermiş güneşleniyordu. O sıra Goca Hamza’yı tanımayanlar çınarın dibine bir kirpi oturmuş sanırdı. Goca Hamza’nın sırtı o kadar kıllıydı yani.
Köylüler ona ‘Hamza dede’ diye hitap ederdi. Çünkü o köyde herkesin dedesi gibiydi. Biri merak edip de köyden birine onun yaşını sorsa; alacağı cevap “Hamza dedenin tevellüdü kayıp” olurdu. Bu konuda sanki ağız birliği yapmışlardı. Sonra “o tam beş padişah görmüş biridir” diye onunla övünürlerdi.
 Çevre köyler ise onu “Çamdibi köyünden Goca Hamza” olarak tanır bilirdi.
Goca Hamza’nın ‘Gocalığı’ yaşından çok fil kafası gibi kafasından, kocaman kulaklarından, yaba gibi ellerinden ve kürek gibi ayaklarından geliyordu.
Biraz yağlı güreşten anlayan biri Goca Hamza’nın ezilmiş kulaklarına bakınca onun pehlivan olduğunu bilirdi.
Gerçekten Goca Hamza bilinmedik zamanlarda çok namlı pehlivanmış. Bunu da bir kendisi biliyordu. Çünkü Goca Hamza’yı yakından bilip tanıyıp da sağ kalan hiç kimse yoktu.
Ancak onu kıt mıt tanıyan yaşlılar pehlivanlığını bilmeseler de Goca Hamza’nın vakti zamanında dağ gibi olduğunu, yürüdüğü zaman bastığı toprağın titrediğini söylerdi.
Zamanın amansızlığı herkes gibi Goca Hamza’yı törpülemiş, kemiklerini eritmişti. Bu nedenle vücudu küçücük kalmış; ama nedense yaşlandıkça ‘sanki’ kafası, kulakları, elleri ve ayakları bir misli büyümüştü. Ayrıca sakalları, kaşı ve bıyığı kırlaşsa da aynı gençliğinde olduğu gibi çok gürdü. Vücudu da ayı vücudu gibi kılla kaplıydı. Kendinin söylediğine göre ‘gençliğinde güreş tuttuğu zamanlarda soyunup meydana çıkınca; onu tanımayanlar dağdan kara bir ayının indiğini sanır ürperirmiş.’
Şimdiyse çınarın dibinde taşın üstüne domalınca karşıdan kocaman bir kirpi gibi görünüyordu.
Bugün köyün çamaşır günüydü.
Her yeri bit kaplayınca muhtar çareyi bütün kadınların aynı gün köy meydanında taşlardan yapılan ocağa koydukları kazanlarda çamaşırları birlikte kaynatmasında bulmuştu.
Bu nedenle kadınlar çamaşır günü ‘yaz kış fark etmez’ koca çınarın dibinde çamaşırlık denen gürül gürül ocağın üzerinde ‘hiç kalkmadan duran bir kocaman iki orta boy kazanın etrafında çamaşır günü toplaşır kazanlardaki suyla çamaşır yıkardı.
Kazanların hemen yanında ‘kimin nereden nasıl getirdiğini kimsenin bilmediği’ irili ufaklı mermer bloglar vardı. O mermer blogların üzerinde kadınlar kazanda kaynattıkları çamaşırları tokuçlardı. Bu nedenle mermer bloklara dayalı meşe ağacından yapılmış üç dört tokuç vardı.
Kazanların altını her çamaşır günü sırayla bir aileden bir veya iki kadın yakardı. Ocağı yakan kadın veya kadınlar aynı zamanda yandaki dereden taşıdıkları suyla kazanları doldururdu.
Bugün aynı amaçla kır bekçisi Çolak Rıza ve karısı Zehra birlikte erkenden kalkmış; kazanların altına attıkları meşe kökleriyle ocağı ateşlemiş; yandaki dereden bakırla taşıdıkları sularla kazanları doldurmaya başlamışlardı.
Aslında kazan doldurma işi kadınların işiydi. Kadınlar tek başına zorlanırsa ya kızını; ya da gelin vb. akraba kadını yanında getirirdi.
Ama Zehra kambur ufak tefek bir kadındı. Köyde kocasından başka bir tek kocamış babası ve küçük iki çocuğu vardı. Çelimsiz ve kambur olunca yalnız başına kazanları doldurmaya gücü yetmediği için köy bekçisi olan kocası her çamaşır günü kazanın altını yakma ve kazanları doldurma işinde ona yardım ederdi. Köyün kadınları kaç kere Zehra kadına “gız bize habar ed. Biz sene yardım ederiz” dese de Rıza karısına hem kıyamaz, hem de onun bunun onu acımsına tahammül edemez karısından önce “sağolun biz ikimiz birbirimizi tamaleyoz. Biz kedi işimizi kendimiz görürüz” derdi.
Gerçekten ikisi çok uyumlu ve birbirini tamamlıyordu. Çünkü Zehra kambur Rıza’nın da bir kolu çolaktı. Gerçi çok pratik olduğu için ilk gören anlamazdı; ama sonra onun sağ kolunun bileğin hemen üstünden kopuk olduğunu fark ederdi.
Köyden Çanakkale savaşına katılanlardan sağ olarak köye yalnız o dönebilmişti. Sağ dönmüştü; ama şarapnelin uçurduğu sağ elini Conkbayır’ın çukurunda bırakıp dönmüştü.
O sırada yaşadıklarını çok anlatmazdı. İlk geldiğinde Goca Hamza’ya ne anlattıysa herkes yalnız onu bilirdi. Köylülerden yaşı büyük olanlar “ya Rıza” veya kendinden küçük onlalar “ya Rıza dayı; bu iş nasıl oldu?” diye sorsa Rıza hemen ciddileşir “arkıdeş. Orda o gadar arkıdeş şehit olup duruken benim bi golun ne mühümü var? Oldu işde” der susardı. Onun bu huyunu iyice öğrenen köylü daha ona bir şey sormaz olmuştu. Kışın özellikle komşu köyden gelen olur veya yukarıdaki ağıllarda onlardan biriyle karşılaşırlarsa ve ‘Rıza’dan laf açıldı mı?’ sanki hepsi de oturmuş Rıza’ya olan biteni anlattırmış gibi onun Goca Hamza’ya anlattıklarını naklederlerdi.
Rıza köye döndüğü sıra köyde yaşlı birkaç kişiyle birlikte hepsinden kocamış Goca Hamza, çocuklar ve kadın, kız kalmıştı.
Zaten köyün hepi topu elli ellibeş haneydi. Osmanlı’nın seferlerine gide gele köyde erkek kalmamıştı. Askerden kaçan üç beş kişi de dağlardaki eşkiyaya katılmış ve köye uğramamıştı.
Savaşa gidenlerin şehit haberleri eşkiyaya katılanların çatışmalarda öldüğü haberi gele gele herkesin gidenin geri döneceğinden umudunu kestiği sıra Rıza çıkıp gelmişti.
O sıra Goca Hamza karşılamış onu. Kimi kimsesi olmadığı için de yanında misafir etmişti. İşte o sıra Rıza Goca Hamza’ya Çanakkale’de nasıl savaştıklarını, kolunun nasıl koptuğunu bir bir anlatmıştı. Goca Hamza da sonraki günlerde dam arkalarında bölük pörçük Rıza’dan dinlediklerini köylülere anlatmıştı.
Rıza’nın anlattığına göre Çanakkale’de çok çetin savaşlar olmuş. Dağı taşı ölen şehitlerin ve düşman askerinin ölüleri kaplamış. Öyle ki her iki taraf arada bir savaşa ara verip ölülerini toplayıp gömermiş.
İşte o çatışmaların en civcivli zamanında bizim asker İngiliz’e karşı taarruza kalkmış. Taarruz dediysek düşman iki adım ötede. Az hızlı koşsan düşmanla kafa kafaya çarpışacaksın. O kadar yakınmış düşman yani. İşte o yakındaki düşmana hücuma kalkınca Rıza’nın anlattığına göre bir anda ayakları yerden kesilmiş. Bütün aklında kalan buymuş. Gözünü bir sahra hastanesinde açmış. Ona bakan doktor binbaşı “oğlum şansın varmış. O kadar çok kaybettin ki! Ben ‘bu da kesin şehit oldu’ demiştim. Ama dayandın aferin” demiş.
Binbaşı öyle övünce Rıza’nın içi ‘biçeşit’ ağlamaklı olmuş; öpmek için komutanın eline sarılmış. İşte o zaman anlamış sağ kolunun sargıda olduğunu. Komutan çok üzgün “oğlum, seni kurtardık; ama elini kurtarmadık” demiş. Rıza o sıra “vatan sağolsun komutanım” dediğini hatırlıyormuş.
Binbaşı iki üç gün sonra gelip “seni yarın taburcu edeceğim. Memleketine dönersin” deyince Rıza “komutanım arkıdeşle noldu?” diye sormuş. İşte o zaman komutan ağlamaklı olmuş. Çünkü o taarruzdan yalnız Rıza kurtulmuş. Gavur yanındaki arkadaşların hepsini biçmiş.
Rıza’nın Goca Hamza’ya anlattığı bu kadarmış. Rıza böyle anlatınca Goca Hamza’nın gözüne yaş dolmuş. “Doksan üç harbi de öyle olduydu. İki dene gardeşim o harpde galdı. Dönüp gelen arkıdeşleri bene aynı senin dedin gibi gardeşlemi dediydi. Zaten ondan keri çok savaş oldu. Heç eyi habar gelmedi” demiş.
Bekçi Rıza onun söyledikleriyle meraklanıp “dede sen heç harbe gidin mi?” diye sormuş. Goca Hamza kafayı ‘ganırmış’ “gidmedim dedem. Ben ozmanla eşkiyaydım. Dağlada doleşiyodum”diye cevap verince bekçi Rıza çok şaşırmış tabi.
Orada üstüne düşürüp de ‘nerede eşkiyalık yaptın?’ diye soramamış.
Taa ki! Yunan Buldan’a dayandığı sırada ‘Yunan’dan korkan köylüye’ Goca Hamza’nın “korkman… Daha Goca Hamza ölmedi. Goca Hamza burdeyken Yunan bureye adımı bile atımaz” dediği zamanlarda Ardıçlıkta Goca Hamza ile nöbete yattığı sıralarda laf arasında sormuş ona.
Goca Hamza da neden askere gitmediğini ‘daha doğrusu askerden niye kaçtığını’ nerede kiminle eşkiyalık yaptığını ve iki kardeşinin 93 harbi denilen Rus savaşına gidişini ilk ve son kez o sırada anlatmış uzun uzun.
Yunan kaçıp gidip köy normal yaşama döndükten sonra Goca Hamza bunlardan bir daha hiç bahsetmemiş.
Bekçi Rıza da bir daha bu konuları hiç açmadığı gibi Goca Hamza’nın anlattıklarını kimselere anlatmamış.
Yıllar geçip Goca Hamza göçtüğünde bekçi Rıza bu hikayenin kahramanı oğluna Goca Hamza’dan bahsederken onun o sıra anlattıklarını anlatmış ve ‘Osmanlı’nın yıkılışı o sıralar başlamış oğul. Cumhuriyet son nokdayı goydu” demişti.
Neyse ileride tekrar döneceğiz buraya.
Rıza’yı anlatıyordum…
Rıza köye döndüğünde bir süre Goca Hamza’nın yanında kalmış. O sıra köylü ona ‘Çanakkale’de şehit kalan’ köylülerinin hatırası olarak çok sahiplenmiş. İlk geldiğinde henüz gücü kuvveti yokmuş. Köye geldikten kendini toplamış yavaş yavaş.
O sıra cumhuriyet ilan edilmiş. Kasabanın kaymakamı kurtuluş savaşına katılan ve orada onbaşı olan Ali onbaşıyı köye muhtar yapmış. O da Goca Hamza’nın sözüyle Rıza’yı yanına bekçi almış.
Yine o sıra Goca Hamza Rıza’ya “sene bu gızı alam” deyi çok ısrarcı olup; köylüler de Goca Hamza’ya katılınca onu Kör Emin’in kambur kızı Zehra ile evlendirmişler ve yine köylüler ‘köycek’ el ele verip evini döşemişti.
O sıra bekçilik yaptığı için evlendikten sonra da köylünün muhtarlığa ödediği haktan ‘paydan’ ücretini alıp; o şekilde geçinip gidiyordu.
Zehra da ufak tefek ve kambur kadındı; ama tatlı dili ve hamaratlığıyla Rıza’ya kendini çok sevdirmişti. Rıza’nın da babayiğit merhametli kişiliği Zehra’nın ona aşık olmasına yetmiş; bu şekilde köy yerlerinde pek bilinmeyen sevgiyle kendi aralarında dayanışarak birbirinin eksiliğini tamamlayarak çok mutlu yaşıyorlardı.
Zehra ufak tefek haline bakmadan peş peşe bir oğlan, bir de kız doğurmuştu. Herhalde kendi anasız büyüdüğü için olacak; çocuklarını bir panter, bir şahin gibi sahiplenir; onları gözünden bile kıskanırdı. Nereye gitse onları da mutlaka yanında taşırdı.
Şimdi de kocasıyla kazanları doldururken Goca Hamza’ya güvendiği için çocuklarını Hamza dedenin yanına bırakmış “dede çocuklarım sana emanet; aman göz kulak ol” diye de tembih etmekten geri durmamıştı.
Goca Hamza nedense bu kambur kızı ‘sanki’ kendi torunu, kızı bellemiş ve Rıza ile evlenmesine en çok o sevinmişti. Sanki Kambur kadının koruyucusu gibi gözü hep onun üzerindeydi. Şimdi de çocuklarını kendine emanet edince çok mutlu olmuş; üzerine kapandığı kayadan doğrulmuş “tamam dedem sen bak işine; Hamza dedeleri onları gözü gibi bakar” demiş ve çok sevdiği sırtındaki bitleri kovmak için Güneşe sırtını vermeyi bir süre ertelemişti.
Gerçekten Goca Hamza yaz kış fark etmez, her çamaşır günü yıkanacak çamaşırlarını bohça yapıp getirir kazanların yanına bırakır ve çınarın altındaki kayalardan güneşe bakanına kapanıp sırtındaki bitlerin Güneş ışıklarından veya sabahın ayazından kaçıp gitmesiyle veya etrafında dolanan tavukların bitleri didiklemesiyle bitlerden arınmaya çalışırdı.
Çünkü o yıllar bitlerin padişahlığını ilan ettiği yıllardı. Her yerde bitten geçilmiyordu. Bitten bulaşan hastalık insan ölümlerinde en önde gelen nedenlerdendi.
Onun için özellikle bit ölümlerinden en çok ölümlerin olduğu köylerde bitle mücadele çok önem kazanmıştı.
Bitten arınmak için en geçerli yol da çamaşırları kaynatmak veya Goca Hamza’nın yaptığı gibi açık havada Güneş’e sırtını veya vücudunu sergileyerek bitin vücudu terk etmesi sağlamaktı.
O yıllar sabun vb. malzeme hiç bilinmezdi. Bilinse de satın alıp kullanmaya kimin gücü yetecekti ki?
Çamaşır temizliği için küllü su kullanılırdı. Tabi her odunun külünün gücü çamaşır yıkamaya veya biti öldürmeye yetmez. Bu konuda en güçlü kül meşe odununun külüdür. Bu köyler de hep dağ eteğine kurulu olduğu için meşe külü bol olur.
Kadınlar küllü suda çamaşırları yıkadıktan sonra artan küllü suyla kendileri, çocukları ve kocaları yıkanırdı.
Çamaşır günü çocukları kazanların hemen dibinde küllü suyla yıkayan kadınlar daha sonra kaplara doldurdukları külle ahırda kocalarını yıkar, daha sonra da artan küllü sularla kendileri yıkanırdı.
Küllü su vücudu bir süre bitten korurdu; ama deriyi de çok gererdi.
Ama insanları kısmen bitten arındırdığı için özellikle kadınlar küllü suya çok önem verirdi.
İşte bugün de kazanların altına meşe kökü yakılmıştı. Bugün kazanlara konan kül daha önceki haftalarda kazanların altına yakılan köklerin külüydü.
Yani köy dağ köyü olunca külden yana sıkıntıları yoktu. Ama kasabalarda ova köylerinde meşe kökü zor bulunduğundan kül sıkıntısı çekilirdi. Bunu bilen kimi kurnazlar dağ köylerinden neredeyse bedava aldıkları külleri kül sıkıntısı çekilen köylerde üzüm, yumurta gibi kıymetli ürünlerle değiştirirdi.
Bugün Çamdibi’nde sabah sabah Bekçi Rıza ve karısı kambur Zehra’nın telaşı yukarıda yazdığım nedenlerdendi.
Goca Hamza bütün köyün dedesi olduğu için her kadın onu kendi babası veya dedesi sayar; çamaşır günü kazanın yanına koyduğu kirli çamaşır çıkınını hiç tiksinmeden alır onu da yıkardı.
Zehra kadın kazan dolmak üzereyken birden Goca Hamza’nın çamaşırlarını hatırladı. Çocuklarını emanet ettiği ve kendine hep dedesi gibi gelen Goca Hamza’nın çamaşırını bir başka kadın alır yıkar da ayıp olur düşüncesinin telaşıyla “eyvah” deyip kazanların hemen ilerisindeki çamaşır çıkınının yanına gitti oradan Goca Hamza’ya “Hamza dede senin çıkın bu değil mi?” diye sordu.
O sıra Zehra kadının çocuklarına masal anlatan Goca Hamza Zehra kadının sorusuna “benim gelin torunum. O çıkın benim” diye cevap verdi.
Karısının “eyvah!” deyip telaşlandığını gören bekçi Rıza sağlam elinde tuttuğu bakırı telaşla yere bırakıp karısına “ne var?” diye soracağı sırada onun Goca Hamza’nın çamaşırını yıkamak için telaşlandığını görünce “ilahi kadın. Çocuk gibisin” dese de karısının Hamza dedenin çamaşırını yıkama gayretinden çok memnundu.
O sıra karısıyla oraya gelen muhtar Zehra kadının telaşlı halini görüp ve Rıza’nın mırıldanışını duyunca karısına “bunla birbirine emme yakışdı ha” demekten kendini alamadı.
Zehra kadın da muhtarın ve muhtarın karısının kendine bakıp; onunla ilgili bir şeyler konuştuğunu fark edince utandı; onlar bir şey demeden telaşını “şey! Hamza dedemin çamaşırını ben yıkayen deyi öyle şey eddiydim” diye açıklamaya çalışıyordu.
Bekçi Rıza karısının bu açıklamasından memnun olsa da; kızmış gibi yapıp “eyi Zehra da. Bunu bu gadar tavetirlendirecek ne var?” diye karısına çıkışınca Zehra’nın niye öyle yaptığını anlayan muhtarın karısı “bırak Irza dayı. Laf söyleme Zehra bacıya. O Hamza dedeye çocuklana bakıve deyi bırakınca; dedenin çamaşırlana benim yıkımam lazım deyi öyle şey edmiş. Yanim bi başkası dedenin çamaşılana yıkayınca öte garılan ‘garı çocuğunu bakdırmayı biliyo da; adamın çamaşırlana yıkamaya gelince o deyillikden oluveyo’ demesinle deyi öyle şey edmişdir. Sen bilmezsin Zehra’nın ne arlı oldunu” dedi.
Bekçi Rıza muhtarın karısının açıklaması ve “sen bilmezsin Zehra’nın ne arlı oldunu?” dediğini duyunca karısına sevisi bir fazla akmış; içinden “iyi ki Zehra’yı almışım. Hakkadden çok hakikatlı çıktı” diye söyleniyordu. O sevgiyle muhtarın karısına “bilmemin yenge. Onu benim yanımdaki gıymatı gadar kimin var ya?” dediği sırada muhtar bekçisinin mahcup olduğunu gördü; karısına “emme lom laflısın ha” diye çıkıştı.
Muhtarın karısı köyün cazgır karılarından halasına çekmişti; muhtarın dediği gibi biraz ‘lom laflıydı. Onun için ‘hiç altta kalır mı?’ “Nolmuş? Zehrayla ben barabar böyüdük. Elbet ben onu gocasından eyi tanırın. Benim demem ‘Irza dayı garın gıymatını bil. O heç yanlış iş yapmaz’ deyi anlatmakdı” diye açıklama yaptı.
Hem muhtar hem bekçi Rıza kadınlara dalaşmanın iyi bir şey olmadığını biliyordu. Muhtarın “hadi Rıza dayı gidem burdan. Bunlan eline düşesek valla bizi Goca Hamza bile gurtaramaz” demesi işe yaramıştı.
Muhtarın karısı “aboov! Bunlara da heç yaranılmıyo” diye gülerken etraftan diğer kadınlar da ellerinde çamaşır çıkınlarıyla gözükmüştü.
Muhtar ve Rıza birlikte çınarın dibinde Rıza’nın çocuklarına ebelik yapan Goca Hamza’nın yanından geçip köy odasına yöneldiler.
Az sonra köyün bütün kadınları yetişkin kızları çamaşırlığa dolmuş kendi aralarında kikirdeyerek şakalaşmaya başlamıştı.
Hiç biri Goca Hamza’yı erkekten saymadığı için çok rahat şakalaşıyordu. Hem zaten Hamza dedeyi erkekten saysalar ne olacak? Yıllar Hamza dedenin kulaklarının işitmesini çok köreltmişti. O sesleri ancak yanında bağırırlarsa anlayabiliyordu. Yoksa onun için sesler olağan gürültü gibi; hiç anlaşılmıyordu.
Neyse her çamaşırda olduğu gibi bu çamaşır günü de böyle başlamıştı. O sıra Zehra’nın oğlu yanında kız kardeşi muhtarın karısının ikiye bölerek verdiği içinde yumurta olan yufkayı yemeye çalışırken Goca Hamza da muhtarın karısının onun için yaptığı dürümü dişsiz kocaman ağzının içinde döndüre döndüre yemeye çalışıyordu.
İlerde köy odasının önünde bir hareketlenme vardı.
Muhtar bekçi Rıza’nın hazırladığı atına binmiş Rıza’ya “varen ben Kasabaya giden. Öğlenden sonra kaymakamın orda toplantı var. Hökümetin yeni emirleri varımış. Onları örenen gelen” deyip atını kasabaya doğru sürdü.
İlerden muhtarın atına binip gittiğini gören köylülerden meraklı olanlar bekçi Rıza’nın yanına gelip muhtarın nereye gittiğini sordular.
Bekçi Rıza önemli bir sır sahibiymiş gibi “bilmen; muhtar gelince söyler zaar” dedi. Soran köylü onun bu sözlerine kızmıştı; ama bir şey söylemeden ilerde yıkıntının dibine çönmüş köylülerin yanına döndü.
Onlara Rıza’nın söylediklerini söyledi. Kimisi bekçiye kızarken, kimisi ‘mesuliyet sahabı adam böyle davranır” diye bekçiye hak verdi; ama hiç kimse Rıza için ileri geri konuşmadı.
Çünkü köyden Çanakkale savaşına giden ve şehit olup orada kalan yedi köylünün tek şahidi ve silah arkadaşıydı o.
Ayrıca Yunan Buldan’a dayanınca hem Çamdibi’ni hem de diğer köyler paniğe kapılınca Goca Hamza ile birlikte köylülere cesaret vererek onların korkudan sinmesinin önüne geçmişti.
Bu nedenle bekçi Rıza bir kolu çolak olsa ve çok fakir biri olsa da hem bu köyde hem çevre köylerde hatta kasabada bile çok sevilen ‘babayiğit bir kişi olarak bilinen’ biriydi.
Hikaye ilerledikçe Bekçi Rıza’yı ve Goca Hamza’yı tanıdıkça siz de köylülere hak vereceksiniz.
Neyse yıkıntı dibine toplanan köyün erkekleri sabırla karılarının çamaşırları yıkayıp bitirmesini; sıranın kendilerinin yıkanmasına gelmesini beklemeye başladı.
Bu sırada bir kısmı kendi aralarında taş kaydırma denen ‘genelde gençlerin ve çocukların oynadığı’ oyunu oynarken; bir kısmı da kasaba pazarına giden bir köylünün kahvede duyduğu haberleri anlatmasını dinlemeye başlamıştı.
Diğer kadınlar da ‘evde bıraktıkları çocuklar sökün edince’ çocuklarını Hamza dedeye havale etmişti.
O sıra Hamza dede etrafına toplanan çocuklara onlara her zaman anlattığı masallarını anlatmaya başlamıştı. Öyle güzel masal anlatıyordu ve sesi o kadar gür çıkıyordu ki; çamaşır yıkayan kadınlar bile konuşmayı kesmiş kulaklarını Hamza dedeye çevirmişti.
Goca Hamza’nın en sevilen masalları arasında Hz.Ali’nin Hayber Kalesi cengi, Kan kalesi, battal Gazi, bir de Tozlu bey masalı vardı.
Goca Hamza masalları her defasında değiştirerek anlattığı için onun masalını önceden dinleseler de her seferinde hiç bıkmadan dinliyorlardı.
Goca Hamza masalını anlata koysun; bu sırada atın üzerinde kasabaya doğru giden muhtarın kafasında “hökümetin emirleri ne acaba?” sorusu vardı. Çünkü cumhuriyet kurulduktan sonra hükümet sürekli yeni emirler yayınlıyordu.
Şapka kanunu bile böyle bir emirle köylere muhtarlar vasıtasıyla duyurulmuştu. Onun için muhtarların kasabalarda kaymakamla yapacakları toplantıya, kaymakamların vilayette valilerle yapılacak toplantıya giderken benzer merak içinde olması olağandı.
Cumhuriyetin kurulduğu günden bu yana birçok alışkanlıklar terk edilmiş, emirle toplumda yeni alışkanlıklar kazandırılmaya çalışılıyordu.
Bu durum zaman zaman sıkıntı yaratsa; emirlere kimi itirazlar yükselse de değişim heyecanı genelde emirlere uyumu kolaylaştırıyordu.
Örneğin şapka kanunu çıkınca halk şapka edinmek için seferber olmuş; şehir ve kasabalarda şapka üretimi ve ticareti yeni iş sahası oluşturmuş; giyilen şapkalara alışıncaya kadar epey latife konusu olmuştu.
Ama herkes bu değişiklikleri kolay kabul etmiyordu tabi. Eskinin devamından yana olan; saltanatın, özellikle hilafetin kaldırılmasına tepkili hacı hoca takımı şapka için de “gavur icadı” diye çok tepki göstermiş; ama sonunda mecbur kabul etmişlerdi.
Çünkü kabul etmeyen veya sesli itiraz edenlerin hiç gözünün yaşına bakılmıyordu.
Ancak Çamdibi köyünde bunlar hiç sorunsuz kabul ediliyordu. Bunda en çok muhtarın Kurtuluş Savaşına katılıp onbaşı olması, bekçi Rıza’nın Çanakkale savaşında adını çok duyduğu Kemal paşaya bağlılığı ve en çok da Goca Hamza’nın davranışları etkili oluyordu.
Goca Hamza ne kadar kocamış olsa da; yeri geldi mi “bene bakın adamın kafasını gızdırman bak” dediği zaman köylüler ondan hep çekinirdi. Çünkü herkes kulaktan kulağa onun namlı eşkiyalardan olduğunu; bir zamanlar yaylaya çıkan köylüsüne baskın yapan eşkıyadan intikam almak için dağa çıktığını duymuştu.
Ama kaç kere sordularsa bu konuda Goca Hamza’nın ağzından laf alamamışlardı.
Ayrıca Goca Hamza Yunan Buldan’a inince paniğe kapılan kendi köylülerini ve civar köylerini teskin edip güven vermiş; o sıra yanına aldığı bekçi Rıza ve köylerden biraz işe yarayacakları toplayıp günlerce Yunan’ın gelirse geçeceği yer olarak Ardıçlıkta nöbet tutmuştu.
Onun bu davranışı ona kendi köyünde ve çevre köylerde çok saygınlık kazandırmıştı.
Kaymakam da Goca Hamza’nın bu ününü bildiği için o tarafa her gelişinde mutlaka Goca Hamza’yı ziyaret edip hatırını sorardı.
Muhtar aklında çeşitli düşüncelerle kasaba yolunda giderken köyde köy odasının ilerisindeki düzlükte taş kaydırma oyunu oynayanlar kendilerini oyuna öyle kaptırmıştı ki; onların şamatasını duyan muhtarın karısı çamaşırlıktan koşup geldi. Baktı adamlar taş kaydırma oyununun şamatasında. “Hay Allah müstahkınızı versin” deyip dönerken gözü bekçi Rıza’ya takıldı.
Bekçi Rıza dibeğin üstüne çömelmiş öylesine dalıp gitmişti. Muhtarın karısı ona laf atacaktı vazgeçti. ‘Kim bilir garibin aklından neler geçiyor’ deyip çamaşırlığa döndü.
Rıza ne köylülerin oyun gürültüsünden ne de muhtarın karısının gelip gittiğinden haberi yoktu.
Aklında kasabadan köylere çıkarılan tellalların köye gelip askerliği gelenleri seferberlik için ‘silah altına alma’ çağrısı vardı.
Osmanlının on sekizinci yüzyılın ortalarında başlayan ve giderek artan savaşları sonucu köylerde hep bir telaş vardı. Askerliği gelenler hep tedirginlik içinde toplanıyor. Çoğu kişi çocuğunu askere göndermek istemiyor; ihtiyatlar da askere gitmemek için bin türlü hileye başvuruyordu.
Bu nedenle dağlarda kum gibi asker kaçağı kaynıyordu. Eşkiyalık yol kesme olayları çok artmıştı. Çünkü askere gitmek istemeyenler kaçak sayısında da artış vardı.
O gün 1 nci muhtar olan topalın Hasan köyde askerliği gelen gençleri dibeğin önünde toplamıştı. 
Toplananlar Rıza dahil on yedi kişiydi. Köylüler onları uğurlamak için toplanmıştı.
O sıra özellikle analar çok telaşlı ve üzgündü. Herkesin anası babası oradaydı;  Rıza’yı uğurlamaya gelen yoktu. Çünkü anası onu doğururken vefat etmişti. Babası da o beş yaşına geldiğinde ‘ince hastalık denen’ veremden ölmüş; onu ninesi büyütmüş; ancak ninesi o on üç yaşına geldiğinde vefat etmişti. Onun köyde yakını olarak yalnızca üvey amcasının çocukları vardı. Onlarla da araları yoktu. Yani Rıza askere gitmek için meydana geldiğinde köyün en garibiydi.
O sıra onu uğurlamak için yanında yalnız Goca Hamza vardı. Onun köyde sağ hiç yakını kalmadığını bilen ve Rıza’yı oğlu torunu gibi bellemiş olan Goca Hamza o sıra sağ olan Zehra kadının anasına onun için yolluk katmer, börek falan yaptırıp getirmiş; böylece Rıza’nın kendini yapayalnız hissetmemesini sağlamıştı.
Şimdi dibeğin üzerine çömelmş bunları aklından geçiren Rıza’nın aklına Goca Hamza’nın asker dönüşü onun Zehra kadını alması için ısrarlı oluşu ve askere gitmeden önce Zehra’nın özellikle anasına akrabasıymış davranışı aklına geldi.
Ne zamandır Goca Hamza’ya “Hamza dede senin Zehra ile bir yakınlığın var mı?” diye sormayı aklına koymuş; ama bir türlü denk getirip de soramamıştı.
Aynı soru şimdi yine aklına takılmıştı. Denk getirip Goca Hamza’ya bunu sormaya karar verdi. Yalnız münasip bir şekilde sorması gerekiyordu. Çünkü Hamza dede nedense kendiyle ilgili konuşmayı sevmiyordu.
Kendiyle ilgili yalnızca Rıza’nın ona askerlik anılarını anlattığı sırada sorduğu zaman söyledikleri vardı.
O gün ‘niye askere gitmediğini; niçin dağa çıktığını; o sıra dağda yaşadıklarını ve yıllar sonra yeninden köye dönüşünü’ anlatmıştı uzun uzun.
Ona “ben köye döndüğüm zaman sen oğlun kadar anca vardın” demişti.
Bunlar aklına gelince oğlu aklına geldi; içine bir güven duygusu kapladı. “Kerata adamın hası olacak” diye mırıldandı.
O sıra yanına gelen kayın pederi Kör Emin “kim kerata damat?” deyince irkildi. “heç buba öylesine söyledim” dedi.
Kör Emin ilk Yemen’e gidenlerden… Orada topçu olan Kör Emin’nin ateşlediği topun geri tepmesi sonucu barut iki gözünü de yalamış. O günden beri etrafı ‘alacakaranlık’ aydınlığında ‘iyi kötü seçebiliyordu’ Şimdi de eliyle önünü yoklayarak yanaştığı damadının kendi kedine söylediklerini merak etmişti.
Çünkü hayatta yakını olarak tek kızı vardı. Onu da Rıza’ya vermişti. Rıza da ‘kambur ambur’ dememiş iyi sahiplenmişti kızını. Bu nedenle Rıza’yı oğlu kadar kendine yakın görüyordu.  
Duvarın dibindekiler “Emin gıga senin damadın bir tasası var her hal deyince; dibe dayanmış; bit dutmuş tavık gibi düşünüyo” deyince ‘elinden bir şey gelmese de’ damadın ‘bir tasası varsa; belki çare olurum’ diye düşünüp gelmişti yanına.
Rıza kayınpederinin bu samimi davranışına duygulanmış; kayınpederinin önünü seçmek için uzattığı elini tutup “şöyle gel buba. Yorulmuşsun; otur diben üstüne” dedi.
Kör Emin damadının yardımıyla oturduğu dibeği eliyle yoklayip “ne günlemiz geçti bu diben yanında? Gençlimizde burda az keşkek dövmedik” derken geçmişinin özlemi içindeydi.
Onu ilerden duyan Savruk Kazım yanlarına gelirken “ne o goca kör? Gençlin mi geldi aklına?” diye söylendi.
Kör Emin olsun, Savruk Kazım olsun, Topal’ın Hasan olsun, Mırrık Hüseyin olsun köyde hepsi on on iki kişi olan ve köyün yaşlıları sayılanlar Osmanlı’nın savaş gazileriydi. Bunlardan ayrı otuza yakın kişi de değişik savaşlardan dönememişti. Onların kimisi şehit olmuş, kimisi de asker kaçağı olarak dağdaki eşkiyalara katılmıştı.
On sekizinci yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı buralarda yönetim zafiyeti gösterince dağ taş eşkıya dolmuştu. Öyle ki; özellikle yaylaya çıkan köylülere rahat huzur yoktu. Ayrıca şehre hayvan veya mal götürüp satmak da meseleydi. Çünkü gidişte veya dönüşte mutlaka yolları kesiliyordu. İşte bu yol kesen eşkiyaların çoğu asker kaçağıydı.
Bu nedenle köyler çok tedirgindi; ama eşkıya korkusu köylüler arasında bir dayanışma oluşturmuştu. Ayrıca boş zamanlarda gidecek yer olmadığından bu köyde köylüler ya bu dibeğin etrafında; ya da koca ardıcın oradaki meydanda toplaşırdı.
Eskiden köylerde dirlik düzenlik varken; özellikle bayramlarda ve düğünde bütün köylüler kadın erkek buralarda toplanır; koca ardıca kurulan salıncakta kızlar ve erkekler ayrı ayrı gurup oluşturur salıncak binerdi.
Ayrıca düğünde köyün gençleri bu dibeğin yanında gece yaktıkları ateşin etrafında oyun çıkarır bütün köylüler o oyunu seyrederdi.
Ayrıca özellikle bayramlarda bayramlıklarını giyen kızlar ve delikanlılar oralarda evlenecekleri kızı seçer veya yavuklusu olanlar karşıdan karşıya ‘kikirdeyerek’ birbirine name yapardı.
Yine orada ilerideki höyükten öküzlere çektirilerek getirilen mermer kütlesini musalla taşı olarak kullanırlar. Ölenin cenazesi oradan kaldırılırdı. Zaten köy odasının hemen yanında küçük bir cam vardı.
Yani köylülerin hepsi bir yerde kederde, kıvançta kader birliği içindeydi. Ölüsüyle dirisiyle ne yaşamışlarsa hep birlikte buralarda yaşamışlardı.
Kör Emin’in dediği gibi bu dibek de onların köy yaşamlarındaki gençlik günlerinin tek şahidi gibiydi. Hepsi de o günleri, gençliklerini “henk” günleri diye anıyordu şimdi ve içleri buruktu. Çünkü çocukluklarını, gençliklerini birlikte yaşadıkları birlikte ‘henk’ ettikleri birçok arkadaşlarının ‘imi timi’ kayıp mezarları bile yoktu.
Köy yaşamını yaşamayanlar bilmez. Televizyonun, sinemanın, radyonu olmadığı, gazetenin bilinmediği o eski zamanda kurulan dostluklar; ‘şimdi birçok insana ilkel gelen; ama o yıllarda büyük keyif veren’ sosyal yaşamın insanı saran sıcaklığını kelimelerle anlatmak çok zordur.
Onların kendi aralarında konuşurken “ne var ne yok?” diye soran “dert etme geçer” diye teselli eden veya “ne günledi be!” diye geçmişe özlem belirten o kısa cümlelerin içine sıkışmış öylesine öyküler vardır ki!
İşte Savruk Kazım’ın “ne o goca kör? Gençlin mi geldi aklına?” soruları da hem bir soru hem de Savruk Kazım’ın Kör Emin gibi gençlikte yaşadıklarına göndermelerinin özetiydi.
Hani hep ‘Kadim Anadolu tarihinin kültürü’ veya kısaca ‘Anadolu’nun kültürü’ diye ifade etmeye çalıştığımız kültürel doku var ya. Öykülerinde, masallarında, destanlarında, folklorunda yaşayan, yaşatılmaya çalışılan Anadolu’nun sosyal ve kültürel yapısını olarak ifade edilen süreç. Halklar o süreçleri yaşarken kendilerini ve destanlarını kısa, kelime fakiri; ama özlü ifadelerle anlatmayı çok iyi becermişlerdir.
Bu nedenle bizim sosyal yapımızda kelime ve vücut ifadesi iç içe geçmiş ve bu şekilde çok zengin bir ifade dili ortaya çıkmıştır.
Tıpkı Savruk Kazım’ın “ne o goca kör? Gençliği mi hatırladın?” sorusuna Kör Eminin elini sallarken “Ne günlerdi onlar değil mi Savruk? Hep birlik neler yaşamıştık değil mi?” demek istediği ve karşısındakinin tam böyle anladığı gibi.
Neyse; Kör Emin’le Savruk Kazım’ın bu şekilde Rıza’nın yanında sohbete başlayınca Rıza’nın keyfi kaçtı.
Çünkü ‘dağ başında keçilerle bir başına kaldın mı?’ yapacağın şey hem keçileri gözlemek hem de kendi kendine konuşmak ve türkü çağırmaktı. Bekçi Rıza o sıralar daha çocuktu ve dağda keçileriyle baş başa kalınca ‘belki sesi güzel olmadığından; belki türkü bilmediğinden’ en çok hayal kurmayı severdi.
Özellikle ‘keçileri getirip; kimin keçilerini güdüyorsa onun ağıla kapattı mı?’ gecenin uzununda evde karanlıkta yanan ocağa gözünü diker; ateş varsa oynayan ateşte; ateş yoksa ıldır ıldır parlayıp sönen közde bin türlü şekil üreterek vakit geçirirdi. Çünkü kardeşi olmadığından hep bir başına yaşamıştı.
Gerçi o sıralar ninesi vardı; ama akşam yemeğini yedikten sonra ninesi başlardı uyuklamaya. Nine yaşlı olduğu için gelen giden de olmazdı. Ayrıca yetişkinlerin gittiği ‘tırkaz’ denen yere yaşı küçük olanları alınmadığından oraya da gidemezdi. O sıra ‘ah bir kardeşim olaymış’ diye yakınırdı.
Çünkü koca köyde tek çocuklu aile birkaç aileyi geçmezdi. Garip anası onu doğururken ölünce Rıza’yı bir başına koyup gitmişti. Babası hastalıklı olunca başka bir kadın da alamamış; zaten oda çok yaşamamıştı.
Ninesi “buban birez dırtlıydı… Ananı bile öksüz oldundan vermişlerdi. Buban anan ölünce evlenmek istedi; emme varan olmadı. Halbuki dul garı dolup duru. Emme buban fakiridi. Ondan varan olmadı. Bu fakirliğin gözü kör olsun gadın torunum. Sen maşallah eyisin. Dayına çekmişsin ondan. Dayın çok gabadayıydı” diye onun niye tek çocuk kaldığını anlatıp teselli etmeye çalışmıştı. Çünkü o da torunun bir başına garip kalmasına içerliyordu.  ‘Kör olası övey oğlanlan oğlanları varıdı; emme nalet adam Irza’nın bubasıyla küs oluncek oğlanlanıla Irza’ya düşman edmişdi. Sankim bubalandan çiftlik galdı da onu paylaşamamış gibi. Her hal; anası ölüncek bubası onu aldı deyi gızıyodu” Rıza’nın ninesi Rıza’nın amca çocuklarının Rıza’ya küslüğünü böyle yoruyordu.
Nine hastalanınca ‘Rıza bir başına kalmasın’ diye o sıra sağ olan amcasına gitmiş “oğlum benle küssün biliyon; emme Irza hem öksüz hemi de yetim. Ben de eyi değilin. Ölür galırsam Irza’ya sahip çık deye sene yalvarıyon” dese de ‘cavır adam kafayı ganırmış’ “bene ne Irza’dan. Anası bene güvenip de mi? doğurdu” diye terslemiş onu. ‘Cavır adam kendi de çoğu varmıdan dağda buyup gebermiş; emme oğlanlana sankim yemin vermiş ki. Oğlanla bubaları öldükten sonra bile Irza’ya dönüp bakmamış’.
Rıza’nın ninesinin hastalandığında aklından bunlar geçiyor; Rıza bir başına kalacak diye ‘tasalanıyordu’. Korktuğu gibi o öldüğünde Rıza on üç yaşındaydı ve bir başına kalmıştı.
Ondan sonra da onun bunun keçilerini gütmüş, onun bunun verdiklerini yemiş ve giymişti. O nedenle Rıza hep yalnızlığı seviyor; o sıra aklında kurduğu hayallerle avunuyordu.
Şimdi de öyle yapmaya çalışmış; ama önce kayın pederi sonra Savruk Hasan keyfini bozmuştu.
Rıza “yav dayılar; nezman bi araya gelseniz başleyosunuz ‘ne günle?’ demeye. Yav Hamza dede bile siz gada yakınmeyo” dedi. Sonra kayınpederine “buba ben eve gidicen. Sabah çalılara arddığımız yatağı yorganı ters çeviren; yoğusam Zehra gızar” deyince onu duyan Savruk Hasan da “hakkadden yav. Benim de aklımdan çıkdı. Varen ben de giden de örtüleri ters yüz eden” dedi.
Onları o sıra yanlarına gelen Kılkuyruk Hüsnü “sizi gidi gılıbıkla; goşun bakam. Yoğusa garılardan dayağı yersiniz” diye dalgasını geçiyordu. Oysa o buraya gelmeden çalıların üzerine havalansın diye serdikleri yatakları, yorganları ters yüz edip gelmişti.
Çünkü çamaşır günü bütün erkeklerin görevi buydu. Sabah kalkınca ilk işleri karı koca ve yetişkin çocuk varsa onlarla hep birlik yere yatmak için serdikleri yatağı yorganı evlerin önündeki çitlerin veya çalıların üzerine serer; günde iki üç sefer ters yüz edilir. Böylece bitler sıcak, soğuktan; daha doğrusu ‘sanırım temiz havanın etkisiyle’ serilen yatak yorganı, yere serilen çul, hasırı vb.eşyaları terk ederler.
İşte bu nedenle Rıza da kayın pederiyle birlikte eve açık havaya çıkarılan eşyaları ters yüz etmek için eve gitti.
Bu sırada oralarda vakit geçen erkekler de hareketlendi; aynı görevi yapmak için evlerine gidiyordu.
Rıza evinin önüne vardığında bahçedeki tavuklar ‘başlarında horozları’ telaş içinde çalıya serilen yatak yorgandan düşen bitleri kapışıyordu. Bazı tavuklar da bitlerden nasiplenmek çalıya serilmiş yatak yorgan üzerine çıkmış oralarda geziniyordu.  Tabi temiz yer gören tavuğun orayı pisleme alışkanlığı burada da devam ediyordu.
Yatak, yorgan ve çarşaflar üzerinde yer yer tavuk pisliği gören Rıza önce tavukları ‘kişleyip’ oradan kovmayı düşündü; ama sonra “yav bitleri arındırsınla da boklanı guruyunca çitileveriz” diye düşünüp vazgeçti.
Yanında etrafı seçmeye çalışan kayın pederini evin önünde güneşe bakan bir taşın üstüne oturttu. “Buba sen burda otura goy. Ben sene bir dürüm yapıp gelen… Sen onu yerken ben çalının üstündekleri ters yüz eden” dedi. Kör Emin “olur damat. Tavıkla didikleyomu bitleri?” diye sorunca Rıza gülümseyerek “duymuyon mu sesleni? Keratala telaş içinden yataklan üstüne bile çıkmış, öyle bitleri gagalıyo” dedi. Kör Emin “yav kiş de onlara. Yataklan üstüne hep sıçala” şeklinde tepkisine Rıza “sıçsınla varsınla. Bitleden arındırsınla da. Sonra bokları kuruyunca çitileveriz” diye cevap verdi ve içeri kayınpederine dürüm yapmaya girdi.
Sabah Zehra’nın yufka suladığını biliyordu. İçinde yufka olan bezi açtı; içinden sulandığı için yumuşayan yufkalardan birini aldı; bir de kendi için alacaktı “önce işimi gören sonra yerin ben” deyip elindeki yufkanın içine tel dolaptaki tabağın içinden aldığı keçi peynirini eliyle ovalayıp yaydı. Yanda kutunun içinden bir soğan aldı. Ocak başında duran bıçakla soğanı soyup dilimledi. Onları da peynirin üstüne yayıp yufkayı güzelce dürdü. Götürdü kayın pederine verdi “al şunu; peynirin üstüne sovan da doğradım; bek güzle oldu. Valla benim de ağzım sulandı. Afiyetle ye. Boğazını alırsa şundan su içesin” diye kırmızı toprak ibriği de yanına koydu ve yatak yorganı ters yüz etmek için çalının yanına gitti.
Onun çalıya yöneldiğini gören bitleri didikleyen tavuklar ve yanlarındaki horoz sağa sola kaçışınca “durun gıgam. Ben şunları ters yüz eden. Sonra siz ziyafete gine devam edersiniz; emme gören sizi şu bitlen kökünü gırın da sayenizde gaşınmıdan bi güzel uyku çekem” derken önce kayın pederinin altına serilen ‘üzerinde yata yata incelmiş şipidi çıkmış’ yatağı ve aynı durumdaki yorganı ters yüz etti. Sonra kendi yattıkları yatak ve yorganı ters yüz etti. Bu sırada kendi yataklarının da aynı durumda olduğunu görünce “Hallaç önümüzde hafta gelir her hal. Ozman parayı gıyen de şunları atdıren. Valla tezekli tarlıda yatar gibiyiz” diye söyleniyordu.
(Rıza’nın dediği gibi seyyar hallaç her ay köylere yün atmaya çıktığında Çamdibi’ne de uğrar yatak, yorganın yününü attıracak olanların yünlerini ‘atardı’.
O yıllar buralarda pamuk pek bilinmezdi. Yün boldu. Kendi koyunlarından her sene baharda kırptıkları yünlerle yatak yorgan yapar; yün fazlası olunca kasabada satarlardı. Keçinin kılı da iyi para ederdi. Başka yerlerden halıcılar keçi kılına çok para verirdi. Zaten köyün kaynağı bu yün ve kıllardan, ayrıca kasaba pazarında sattıkları yağ, yoğurt ve peynirden olurdu.
Çamdibililerin keçi peyniri çok meşhurdu. Kendi kasabalarına veya çevredeki diğer iki kasabaya da peynir yaparlardı.)
Neyse; Rıza içinden hallaca yatak ve yorganlarını attırmayı düşündüğü sırada kaymakamlıkta da bir telaş vardı. Katip elinde kara tahtayı zorlukla kaymakamın odaya çıkarmıştı.
Bu sırada kasabaya gelen muhtarlar kaymakamın öğleden sonra ikide toplantı yapacağını öğrenince üzerine binip geldikleri atlarını kasabadaki Hacı Arif’in hanına bağlayıp hancıya teslim etmiş ve kasabaya dağılmışlardı. Her biri köylerinden aldıkları siparişleri almanın derdine düşmüştü.
Muhtarların hepsinin birlikte at ve eşeklerine binip kasabaya gelmesi de kasabada merak konusu olmuş; gördükleri muhtara ‘hayrola böyle baskın yapar gibi hepiniz kasabaya yığıldınız?’ diye muhtarların ne için toplandığını öğrenmeye çalışıyordu. Ama muhtarların da bu toplantıdan haberi oktu. Ancak bazı kurnaz muhtarlar ‘sanki çok mühim bilgi sahibiymiş de söylemek istemiyormuş’ gibi çalımlı davranış içinde “heç canım. Gazi paşanın yeni emirleri varmış da” deyip soranların daha meraklanmasına sebep oluyordu.
Muhtarlar kimi böyle çalımlı kimi de Çamdibi muhtarı gibi efendice kasabadaki işlerini gördüler. Kimi muhtar öğle namazı için kasabanın ortasındaki camiye gitti. Diğerleri onları etraftaki kahvelerde bekleşti. Sonra hep birlikte kasabanın tek lokantası olan Yayla lokantasında güzelce karınlarını doyurdular. Toplantı saatine kadar oyalandılar ve sonra yine buluşup kaymakamlığa toplantıya gittiler.
Onları kaymakamlığın alt katında kaymakamın katibi bekliyordu. Muhtarların hepsinin geldiğini görünce “beyler kaymakam toplantı için sizi mahkeme salonunda bekliyor” dedi.
Gerçekten kaymakamlığın toplantı yapmaya müsait olan yeri yoktu. Böyle kalabalık toplantılar için hakimle görüşüp onun mahkeme salonu olarak kullandığı geniş odayı kullanıyordu. Çünkü o odada gelenlerin oturması için üç sıra vardı. Yanına kaymakamlığın yanındaki kahveden temin edilen sandalyelerle kasabanın yirmi beş muhtarı için oturma olanağı sağlamışlardı. Kısaca mahkeme salonu toplantıya hazır hale getirilmişti.
Muhtarlar toplantının mahkeme salonunda olacağını duyunca çok heyecanlanmıştı. Çünkü her yurttaş gibi o sıra herkesin içinde olmayı en çok istemediği yer mahkeme salonuydu. Buna davalılar da dahildi.
Neyse muhtarların hepsi ürküntü içinde katibin peşinden mahkeme salonu olarak kullanılan odaya doluştu.
Mahkeme salonuna ilk defa giren veya her hangi bir dava için önceden girmiş olan muhtarların ilk gözüne çarpan şey kürsü olarak kullanılan yerde duvara yaslanmış kara bir tahta idi.
Kara tahtanın oraya niye konduğunu bilemeyen muhtarlar önce birbirlerine soran gözlerle baktı. Sonra en yaşlıları olan Ovaköy muhtarı Emin efendi “yav ben da önce bu mahkemeye şahitlik için geldim; emme ozman bu tahta yoğudu” deyince Kavak Muhtarı Osman efendi “bu sıra böyle şeylere alışcen Emin efendi. Daha ne masgaralıkla görcez kimbilir” dedi. Kavak muhtarı şapka kanunu çıktığında da giymemek için direnmiş; o sırada “bu Kemal paşa bizi maymuna benzedicek her hal. Gavurun nesi varısa bulup bulup geliyo” diye tepki göstermişti.
Kasaba kaymakamı tecrübeli bir beydi. Getirilen yeniliklere böyle tepkiler geleceğini biliyordu. Onun için Kavak muhtarının o sözleri kendine söylendiğinde hemen tepki vermemiş; sonra Osman efendiyi çağırtıp “Osman efendi bazı densizler Gazi Hazretleri hakkında ileri geri konuşuyormuş. Siz yaşını başını almış adamsınız; onların kulağını çekin de bir tatsızlık olmasın. Bakın çevre kasabalar içinde hiç sorun olmayan tek kasabayız. Kasabamızın bu sakinliğini bozdurmayalım” demişti.
Tabi Osman efendi ‘kaçın kurrası’ kaymakamın o sözleri kendinin söylediğini bildiğini anlamış hemen; ama hiç bozuntuya vermeden “tabi kaymakam bey. Ben o densizi bulur gulanı çekerin” demiş ve ilk iş olarak kendine yeni bir kasket almış; böylece o sözleri nedeniyle başı ağrımamıştı.
Ama özellikle hilafetin kaldırılmasına için için çok kızıyordu. “Kemal paşa Müslüman alemini başsız bıraktı” diye kendine yakın gördükleri yanında çok sızlanmıştı. Zaten en iyi anlaştığı Kaya köy muhtarıydı. O da kendi gibi hilafetin kaldırılmasına ve iki de bir kaymakamın toplantılarda ‘muasır milletler seviyesine çıkacağız’ diye söze başlamasına “bizi bunlar gavur yapacak” diye öfkeleniyordu.
Kasabadaki kimi esnaflar da bunlar gibi düşündüğü için kasabaya her gelişlerinde mutlaka onlarla buluşurlardı.
Bugün de sabah toplantının ikide olacağını öğrenince o esnaflardan Manifaturacı Tahsin efendinin dükkanına uğramışlar; o sıra yanlarına gelen yorgancı Çetin efendiyle birlikte epey sohbet etmişler; o sıra hepsi de kaymakamın bugün de yeni bir gavur adetini onlara önereceği üzerinde görüş birliğine varmışlar ve toplantı sonrası yine Manifaturacı Tahsin efendinin dükkanında buluşup toplantıda kaymakamın söyleyecekleri üzerine görüşmeyi kararlaştırmışlardı.
Manifaturacı Tahsin efendi koyu saltanat ve hilafet yanlısı biriydi. Tıknaz, göbekli, yanaklarından kan fışkıran, fıldır fıldır dönen renkli gözlü, etrafına sürekli ürkerek; ama hep merakla bakan biriydi.
Yorgancı Çetin efendi Tahsin efendinin aksine uzun boylu, renksiz suratı, ölü koyun gözüne benzer gözü ve donuk poker suratlı yüz ifadesiyle konuşurken sanki söylenenle hiç ilgisi yokmuş gibi boş boş bakan; karşısındakinde ürküntü uyandıran biriydi.
Bu ikisi kasabada cumhuriyete en düşman kişiler olarak bilinse de Manifaturacı Tahsin efendi fırıldaklığı, her kaba uyan karakteriyle kendilerine tepki yönelmesini önlemeyi biliyordu.
  Şimdi de Kavak ve Kayaköy muhtarları gelince hemen önlerine iki top kumaş açmış; bu şekilde o sıra dükkana gelen biri olursa onların müşteri zannedilmesini sağlamayı düşünmüştü.
Çünkü İzmir suikastı sonrası hükümet her şeyi çok sıkı aldığından Tahsin efendi eskiden olduğu gibi çok rahat değildi.
Onun için muhtarlarla bir süre görüştükten sonra onlar toplantı için giderken kapıya kadar çıkmış ‘yan taraftaki esnafların duyacağı ses tonuyla’ “yine buyurun efendim” diyerek onları uğurlamıştı.
Bu tedbirlerle etrafın dikkatini çekmemeye çalışıyordu.
Gerçi vali kaymakamlarla yaptığı en son toplantıda onlara ‘inkilapların halka benimsetilmesi için elden geldiğince dikkatli olunması ve kimi tepkilerin; eğer tehlikeli değilse görmezden gelinmesini’ söylemişti.
Kasabanın kaymakamı da bu nedenle halka karşı oldukça yumuşak başlı yaklaşımı benimsemişti.
Bugün muhtarları toplantıya çağırırken de aynı düşüncedeydi.
Ancak cumhuriyetin topluma benimsetmeye çalıştığı yeniliklere karşı bazı çevreler her fırsatta kinlerini kusmaktan geri kalmıyorlardı. Kavak köyü muhtarı mahkeme salonundaki sözleri de aynı kin nedeniyle söyleyivermişti.
Kaya köy muhtarının ilerden kaşıyla “şimdi bu lafların yeri mi?” der gibi işaretini görünce cumhuriyete en bağlı muhtarlardan Çamdibi Muhtarı Ali efendiye ‘yılışarak’ “gerçi Gazi Hazretleri ne yapıyosa milletin eyiliği için yapıyo; emme bazı gızıl ağızla bunu anlamıyo da ben onlan şeyini şey eden dedim” dedi. Onun bu sözlerine Muhtar Ali efendi hiç yaşından beklenmeyen bir şekilde “üzme kendini Osman emmi. Belli; o gızıl ağızlar golay yola gelmeyecek; emme Kemal paşa nasıl Yunanı denize dökmeyi becerdiyse onlan da hakkından gelecek evvelallah. Çünkü millet ona çok güveniyo; her zaman onun arkasında durucek” diye cevap verdi.
Onun bu cevabı özellikle Yusufca köy muhtarının çok hoşuna gitmişti. Muhtar Ali efendiye “hay ağzının yağını yiyem be ya. Doğru dersin. Gazi Hazretleri yedi düveli devirmesini bildiği gibi o kendini bilmezlerin de dersini verecek tabi. Görmedin İzmir’de canına göz dikenleri. Sallandırı sallandırıverdi be ya?” deyince Osman efendinin rengi sapsarı olmuş ortalığı bir sessizlik kaplamıştı.
Tam o sırada kaymakam yanında kendi gibi kır saçlı biriyle geldi. Yanındakine “siz şöyle buyurun muallim efendi” derken ona saygılı davranışı bütün muhtarların dikkatini çekmiş hepsinin içinden “kim acaba bu?” sorusu geçmişti.
Kaymakama teşekkür eden muallim efendi kara tahtanın önünde durdu.
Kaymakam muhtarlara hitaben “efendiler bu bey kasabamızın başmuallimi Fehmi bey. Şimdi sizlere diyecekleri var. Onu dikkatle dinleyin” dedikten sonra “buyurun efendim söz sizin” deyip biraz kenara çekildi.
Baş muallim Fehmi bey önce hafif öksürdü sonra tatlı bir ses tonuyla konuşmaya başladı.
“Sevgili muhtar efendiler; Gazi Hazretlerinin milletin okuyup yazmasını kolaylaştırmak için yeni harflerin kabulünü ilan etti. Çünkü eski yazı harflerle okuyup yazmak çok zordu.
Gazi Hazretleri şimdi de bu yeni harflerle herkesin kadın erkek okuma yazma öğrenmesi için millet mektepleri açılması talimatını verdi. Köyler dahil her yerde açılacak olan millet mekteplerinde on dört yaşından yukarı, kırk beş yaşına kadar herkesin devam etmesi mecbur tutuldu. Epeydir başka yerlerde başlatıldı. Birçok yerde birçok insan okuma yazma öğrendi. Şimdi sıra bizim kasabaya gelmiş. Kaymakam beyle yaptığımız görüşme sonunda sizleri buraya çağırıp bu millet mektepleriyle ilgili bilgi vermeyi kararlaştırdık” dedi ve millet mektepleri için her köyde köy odasında veya müsait bir yerde bir yerin ayrılması gerektiğini söyledi.
Bu yere gelenlerin oturması için sıra benzeri şeylerin çakılmasını söyledi.
Bu sırada kendini tutamayan Kavak muhtarı Osman efendi elini kaldırdı. Kaymakam onun yine bir densizlik yapacağını düşündü; ama müdahale etmedi.
Muallim Fehmi bey Osman efendiye “buyur muhtar” deyince Kavak muhtarı “siz bu millet mekteplerine on dört yaşından kırk beş yaşına gadar herkezin gatılacağını dediniz. Bu mekteplere garılada mı gatılcek yani” deyince muallimden önce kaymakam “Osman efendi bir kere ‘garılar’ değil ‘kadınlar’ diyeceksin. Sonra sizin köyde kadınlar tarlaya erkeklerle birlikte gitmiyor mu?” deyince muhtar Osman efendi biraz şaşaladı “efendim benim garı dedime bakmayın. Köylük yerinde biz öyle deyiveriz de ondan öyle dedim” deyince kaymakam “sen benim soruma cevap ver. Tarlada, bağ bahçede kadınlarla birlikte değil misiniz?” diye sordu. Muhtar “öyle efendim de onla bizim garıla; pardon bizim gadınla. Elin erkeğinin bizim gadınlan yanda ne işi olcek ki?” deyince kaymakam diğer muhtarlara döndü “Osman efendi doğru mu söylüyor. Yani kadınlar sadece kendi kocalarının veya kendi ailesinin erkeklerinin yanında mı çalışır?” diye sorunca muhtarlardan çoğu “olur mu efendim hep barabar çalışırık” derken Yusufcuk Köyü muhtarı elini kaldırdı. Muallim ona söz verince “Osman efendi biraz eski kafadır gaymakam bey. Ondan öyle dedi. Oysa bizim tütün işine onlan köyden gadın erkek hep beraber gelir beraber çalışır. Öyle değil mi Osman aga?” deyince diğer muhtarlar gülüştü. Osman efendi kızarıp bozardı “öyle de. O ayrı, mektep işi ayrı” deyince ayakta olan Yusufçuk muhtarı “şimdi olmadı Osman aga. Tarlada hep birlik olur da mektep neye olmaz be ya. Yoğusam sen kendine güvenmeymisin?” dedi. Onun bu sözleri Muhtar Osman efendiyi temelli şaşırtmıştı “kendime güvenirin tabi” deyince Yusufçuk muhtarı “işde ben onu derin bey ya. Osman aga iyi adamdır da az esgi gafadır. Yoksa görecen gaymakam bey en güzel mektebi Osman aga açacak köyüne” dedi.
Bunları ilgiyle izleyen muallim kaymakamın yönetimdeki ustalığıyla muhtarların kendi aralarında sorunu tatlıya bağlamalarını çok beğenmişti.
O beğeniyle keyfi geldi ve önce muhtar Osman efendiye “siz sorunuzun karşılığını tam almadınız. Köy yerinde geniş sınıf olmayacağı için kadınlar ve erkekler ayrı saatlerde okuyacak. Ama daha sonra açılacak okullarda kız ve erkek öğrenciler birlikte okuyacak. Çünkü kurtuluş savaşını kadın erkek omuz omuza veren millet pek ala yan yana aynı okulda okuyabilir” dedi.
Osman efendiye yönelik bu açıklamayı yaptıktan sonra uzun uzun okumanın yazmanın faydalarını anlattı; anaların kimsenin yardımı olmadan askerdeki çocuklarına mektup yazacağını askere gidenlerin kendi mektubunu kendi okuyacağını söyledi.  Ana babalarının okuma yazma öğrendiğini gören çocuklarda okuma hevesi artacağını; okuyan çocukların köyün tozundan toprağından kurtulup efendi insanların mesleğini yapacağını söyledi. Ayrıca milletin kalkınması için halkın okuma yazma öğrenmesinin çok önemli olduğunu, köylere açılacak biçki dikiş kursları gibi meslek edinme kurslarında okuma yazma bilen kadınların daha başarılı olacağını, okuma yazma bilen köylülerin ziraat üzerine dağıtılan dergilerden modern ziraat öğreneceğini anlattı.
Sonra kara tahtaya döndü “köylerinize açılan millet mekteplerine ders vermek için gelen muallimler beraberinde böyle kara tahtalar getirecek. Yeni harfleri tebeşirle bu tahtalara yazarak size öğretecek” dedi.
Ayrıca muallimlerin yanlarında yeteri kadar kalem, defter ve silgi getireceğini, kalemlerin uçlarının nasıl açılacağını öğreteceğini, muallimin anlattığı şeyleri mektebe katılanların defterlere yazıp evde onları tekrar okumaları gerektiğini söyledi.
Yeni harfleri öğrenmenin çok kolay olduğunu söyledikten sonra eline aldığı tebeşirle ‘Ali, Veli, Gel’ gibi harfleri önce eski yazı denen yazıyla tahtaya yazdı. Sonra yeni harflerle yazdı. Sonra “hangisi daha kolay?” diye sordu. Bu soruya cevap olarak Kavak ve Kaya köy muhtarları dışında kalanlar yeni harflerin kolay olduğunu söyledi.
Kaymakam Kavak ve Kaya köy muhtarlarının sessiz kalışını fark edince Kaya köy muhtarına “muhtar sence hangisi daha kolay?” dedi. Muhtar eski yazı bildiği için “efendim ben eski yazı okumasını biliyom” deyince kaymakam biraz daha sert “sana onu sormadım. Hangisini öğrenmesi daha kolay?” deyince muhtar ‘zoraki’ “yeni yazı efendim” dedi.
Kaymakam muhtarlara döndü “az önce Yusufcuk muhtarının dediği gibi bazı arkadaşlar eski kafada. Onun için eski olan ne varsa ona sarılıyorlar. Yeni olan şeyi kabul etmek istemiyor. Efendiler Gazi Hazretleri halkın okur-yazar olmasını Avrupa devletlerini yakalayıp geçmesini istiyor. Doğru olan da bu… Eskiye rağbet olsa bitpazarına nur yağardı… Halkımız Osmanlı devrinde her şeyden geri bırakıldığı gibi okur-yazarlıkta da geri bırakıldı. Bugün eski yazıyı bilen üç beş kişi. Geri kalan halk kara cahil. Cumhuriyet halkı bu cehaletten kurtarmaya kararlı. Millet mekteplerini de bu amaçla açtı. Halkın önderi olan sizler bu yeniliğe dört elle sarılacaksınız. Sallananı, ikircikli davrananı yeniye, güzele aç bu millet çiğner geçer. Herkes bunu böyle bilsin. Köylere gidince köylüye bunları ‘yanına yalan katmadan’ doğru bir şekilde anlatın” dedikten sonra “efendiler toplantı bitmiştir” dedi.
Gitmek için davranan muhtarlardan Çamdibi, Yusufçuk, Ovaköy, Dereköy muhtarlarına “siz kalın. Sizlere söyleyeceklerim var” deyince o muhtarlar diğerlerinden ayrılıp kenara çekildi. Öteki muhtarlar köylerine gitmek için üzerine binip geldikleri hayvanları bağladıkları hana yöneldi. Kavak ve Kayaköy muhtarları “bizim az işimiz var” deyip kasaba meydanına doğru gittiler.
Kaymakam “siz kalın” dediği muhtarlara katiple birlikte yukarı çıkmalarını ve kendini beklemelerini söyledi ve baş muallim Fehmi beyle çıkıp gitti.
Kaymakamın “siz kalın” dediği muhtarlar merak içinde katiple birlikte yukarı çıktılar. Katip yukarı çıkarken “çay içersiniz değil mi?” deyince muhtarlar “içeriz” diye cevap verdi. Muhtarlar yukarı çıkarken katip aşağıdaki çay ocağında beş çay söyleyip muhtarların ardından yukarı çıktı.
O sıra muhtarlar katibin odadaki sandalyelere oturmuştu.
Yusufçuk muhtarı “a be kaymakam bizi niye geri bıraktırdı?” deyince içlerinde en yaşlısı olan Ovaköy muhtarı “var bir diyeceği her hal” deyince muhtarlar kafasını sallarken Yusufçuk muhtarı “doğru diyorsun be ya. Turşumuzu kuracak değil her hal kaymakam” deyince hepsi gülüştü.
Çünkü Yusufçuk muhtarı göçmendi. Çok latife eden şen şakrak biriydi. Şivesi de farklı olunca en ciddi lafı da etse komikleşirdi.
Yirmi beş köy içinde yalnızca Yusufçuk göçmen köyüydü. Ve yüz kırk haneden oluşuyordu. Kavak köyünden sonra ikinci büyük köydü.
Yusufçuklular Doksan üç harbinden sonra gelen ilk göçmenlerdendi. Bu kasabanın bağlı olduğu sancağa gönderilen göçmenler kasabadaki ovanın Kızıltepe denen bölgesine yerleştirilmiş; padişah arazisi olan ovadan her haneye yirmi beşer dönüm de tarla verilmişti.
Gelen göçmenler ilk iş olarak Kızıltepe’nin ovaya bakan yüzündeki kıraç sırta evlerini yapmıştı. Kasabadaki kadı köyün kurulması sırasında içlerinden birini seçmelerini istemişti. Onlar da geldikleri yerde muhtarları olan Emin efendiyi seçince kadı köyün kurulması sırasında onun görev yapmasını istemişti.
Göçmenler Emin efendinin idaresinde Kızıltepe’nin sırtını ‘ovaya doğru’ kendi aralarında paylaşmış ve ev yerlerini belirlemişti.
Evlerini geldikleri yerdeki köylerine uyguna olarak aralarında düzgün sokaklar olan arsalarına birbiriyle dayanışarak yapmıştı. Ve her hane evini yaptıktan sonra evinin etrafını duvarla çevirmiş; avlu denilen bu yerlere giriş için iki kanatlı geniş kapı takmışlardı.
Yani ‘bu iki kanatlı kapıyı kapadın mı?’ sokaktan geçenin bahçeyi görmesi olanaksızdı.
Göçmenlerin avlularının bir köşesinde ‘işlik’ adını verdikleri küçük bir oda vardı. Her evde o odalara yakın fırın yapmışlardı. Bu fırınlarda “göçmen ekmeği” denen kendi yiyecekleri ekmeklerini yapıyorlardı.
Gelen göçmenlerde her ailenin mutlaka bir mesleği vardı. Hemen hepsi çok becerikli insanlardı. Bu becerilerini evlerini yaparken göstermişler; sonrasında her biri kendi uzmanlık dalında atölyeler açmıştı.
Köyde kısa sürede üç at araba atölyesi, dört demirci atölyesi faaliyete geçmişti. Ayrıca üç dört de saraç dükkanı faaliyete geçmişti.
Zaten vilayetteki kadı bu göçmen kafilesinin özelliklerini bilerek bu kasabaya yönlendirmişti. Çünkü bu yöre halkı göçerlikten kalma özelliklerini bu ovaya taşımış ve buradaki yaşamlarına uydurmuştu.
Bu nedenle kasabada ve kasabaya bağlı yirmi dört köyde ve yakındaki kasaba ve köylerde her evde mutlaka at eşek ve katır vardı. Ulaşımı bunlarla ve at arabalarıyla yapıyorlardı.
Bu becerikli göçmenlerin zanaatları bütün kasaba ve köylerde duyulmuş ve çok memnuniyet uyandırmıştı.
Göçmenler köylerini kurarken ovanın etrafında ve dağ yamaçlarında kurulu diğer köylerin halkı onlara çok yardımcı olmuş; o sıra onların kendilerinden farklı olduklarını görüp çok şaşırmıştı. Çünkü göçmenlerin köylerini kurarken hesap kitap yapması, ev kuracakları arsaların arasında düzgün sokaklar bırakması ve ev yaptıktan sonra bahçenin etrafını düzgün duvarlarla çevirmesi bugüne kadar görüp bilmedikleri şeylerdi.
Yusufçuk köyü kurulduktan sonra ovadaki ve çevredeki bütün kasaba ve köylerle çok ilgi çekti.
Eskiden Aydın’dan alınıp gelen at arabalarını şimdi Yusufçuklular üretiyordu. Sadece at arabası değil tabi. Koşum takımları, tarımda gerekli tüm tarım araçları da bu köyde üretiliyordu. Ayrıca köyün sırtını verdiği kızıl tepenin kırmızı toprağından da çanak çömlek üretiyorlardı. Artık her evde Yusufçuk işi en azından su testisi ve toprak tencere mutlaka vardı.
Yusufçukluların bu üretim becerisi, ilişkilerdeki dürüstlük ve kibarlık kısa sürede bu köyü diğer köylerden bir adım öne çıkarmıştı. Ayrıca cumhuriyetin yeniliklerini hiç itirazsız kabul eden köylerin başında geliyordu. Hepsi dindar insanlar olmasına karşın yeniliklere çok açıktı.
Tarımda da farklılık yaratmışlardı. Köye yerleştikten sonra kendilerine verilen toprakları işlemeden önce güzelce sürmüşler, tarladaki taşları tek tek ayıklamışlardı.
Onların tarlalarının bu özelliği çevrede espri konusu olmuştu. Birbirlerine “Kafa göz yarmadan dövüşeceksen ya da güreşeceksen Yusufçukluların tarlasına git” derlerdi. Çünkü onların tarlalarda kavgada birbirinin kafasını yaracak veya güreşirken insanı yaralayacak kıymık kadar taş bulmazdın.
Onların bu hamaratlığı nedeniyle Yusufçuktan gelin almak veya gelin vermek diğer köylerin hepsinin arzuladığı şey olmuştu. Çünkü bilirlerdi ki; gelin giden kızları ‘hoş tutulur ve varlıklı yaşar’ Yusufça’dan gelin gelen kızlar da  ‘geldikleri eve bet bereket getirirdi’.
Yusufçuk muhtarıyla en iyi anlaşan muhtar Çamdibi muhtarıydı.
Yusufçuk muhtarı Hayri efendi buraya anasının karnında gelmişti; burada köy kurulurken doğmuştu. Onun için “sen nerelisin?” diye soranlara “ben yolcu köydenim” derdi. Yaşından umulmayacak hoş sohbet biriydi. Ayrıca çevrede lafı sözü dinlenen biriydi.
Çamdibi köyü muhtarıyla tanışması o sıra yeni seçilen Çamdibi muhtarı Ali efendinin kaymakamlıktaki toplantıda vefat eden köy imamı yerine imam aradığını söylemesiyle olmuştu.
Zaten Ali efendinin genç; ama ağırbaşlı samimi hali Hayri efendinin dikkatini çekmişti. O gün Ali efendi köye imam aradığını söyleyince “bizim köyde Emin hoca var be Ali aga. Temiz adamdır. Süyleyem ona; gelsin sizin köye” deyince Ali efendi çok sevinmişti.
Bu şekilde tanışmaları daha sonra aralarındaki dostluğu artırmıştı.
Çünkü zaten; Yusufçuk köyünün bilinen özellikleri ve Çamdibi köyünde de Goca Hamza’nın kurtuluş savaşındaki güven verici tavrı nedeniyle zaten ünlü olan iki köyün muhtarlarının samimiyeti artırması onları diğer muhtarların arasında bir adım öne çıkarmıştı.
Buna cumhuriyetin getirdiği yenilikleri halka benimsetmedeki gayretleri ve becerileri de eklenince kasaba kaymakamının en güvendiği muhtar haline gelmişlerdi.
Hükümetin yeni emirleri geldikçe kaymakam bu iki köy muhtarın katkısıyla köylerde çok sorun yaşamamıştı. Hatta çevredeki kasabalar arasında en sorunsuz kasaba da denebilir. Çünkü kasabalarda ve köylerde özellikle hilafetin kaldırılmasına kimi imamların ve ‘eşraf’ diye nitelenen kimi kasaba efradının ‘homurtusu’ eksik olmuyordu. İçten içe kimi yeniliklere karşı halkı kışkırtıyor, gündeme gelen yenilikler için milletin dinsizleştirileceği dedikodusunu ustaca yayıyorlardı.
Vali bu tepkilerin ustaca hakkından gelinmesini, bu kışkırtıcıların halk üzerindeki etkisinin kırılarak etkisizleştirilmesini istiyordu. Valilik bu uygulamalar sırasında en başarı olarak bu kasabayı gördüğü için bu kasabanın kaymakamını diğer kaymakamlara hep örnek gösteriyordu.
Tabi kaymakamın başarısında sadece bu iki muhtar değil; onlarla yakın ilişkide olan üç dört muhtarın da katkısı vardı.
Bu muhtarlar aralarında itilaf çıkaran kimi muhtarları ustalıkla etkisiz hale getirip onların diğer muhtarları kışkırtmasını şimdiye kadar önlemesini bilmişti. En çok da şapka kanunu çıktığı sırada özellikle Çamdibi imamının görev zamanı dışında kasket giymesi kimi imamların ve özellikle Kavak ve Kayaköy muhtarının şapkaya muhalefetini etkisizleştirmişti.
İşte bugün de bu nedenle kaymakam toplantı sonrası onlara ve diğer iki muhtara “siz kalın” demişti.
Onlar katip odasında merakla kaymakamı beklerken Çamdibi köyünde çamaşır gününün telaşı daha bitmemişti.
Sabah erkenden gelen kadınlar yatak yorgan çarşafları dahil evde yıkanacak ‘öte berinin’ yanı sıra giydikleri bütün çamaşırları yıkamışlar, etraftaki çalı ve taşların üzerine kurumaları için bu yıkadıklarını güzelce sermişler; o sıra etrafta oyun oynayan çocuklarını çağırmış; onları da bir güzel yıkamışlar; yanlarında getirdikleri yeni çamaşırları giydirip, çıkardıklarını biti, piresi ölsün diye küllü su dolu kaynayan kazanlara atmışlardı.
Şimdi sıra kendilerine, kocalarıne ve yetişkin kız ve erkek çocuklarına gelmişti.
Bu nedenle kadınlar, yanlarında varsa onlara yardım eden yetişkin kızları onlarla birlikte daha önce getirdikleri tenekelere doldurdukları küllü suları ve çamaşır yıkarken çamaşıra sürttükleri kaya gibi sabunları alıp evlerinin yolunu tutmuştu.
Evlerde de erkekler ve yetişkin erkek çocuklar çalılara serili yatak yorganı ikişer kere ters yüz ederek onların ‘daha çok tavukların ve kuşların marifetiyle’ bitten arınmasını sağlamışlar ve hemen evin yanına veya önüne yaktıkları ateş üstünde tenekelerde veya Yusufçuk işi toprak güğümlerde ‘yunacakları’ suyu kaynatıyordu.
Kadınlar eve geldiklerinde her evde benzeri hengame yaşanmaya başlamıştı.
Bekçi Rıza da aynı şekilde çalıların üzerine serdikleri yatak yorgan vb. şeyleri ikişer üçer kere ters yüz etmiş; bu sıra kendinin ve kayın pederinin karnını doyurmuş; daha sonra çamaşır yıkanan yere gidip karısına getirecekleri şeyde yardım etmek üzere çamaşırlığa gitmişti.
Çünkü karısı kambur ve çok zayıftı. Her işte Rıza’nın yardımına muhtaçtı. Daha doğrusu Rıza karısına çok değer verdiği için ona yardımı görev biliyordu.
Zehra kadın kambur ve çelimsizdi; ama çok hamarat ve gayretliydi. O eksiliklerine rağmen hem Rıza hem de çocukları köyde en temiz giyinen insanlardı. Bir kere öyle delik yırtık pırtık şeyi ne kocasına ne de çocuklarına giydirmezdi.
Çorap ve çamaşırlarda sökük dikik bir şey varsa maharetleri elleriyle onları yamar diker yep yeni yapardı. Çok tatlı dilli ve çok fedakardı… Hele çocukları için adeta bir kartal gibi etraflarında döner, onları her gittiği yerde yanında taşır, üstlerinde adeta titrerdi. Kocasına karşı da çok saygılı ve sevgiliydi. Bütün bu özelliklerinden dolayı onun kamburu Rıza’ya hiç kusur gibi gelmiyordu.
Onların bu sevdalı halleri bütün köyde ilgi konusuydu. Kadınlar kocalarına ‘yarı şaka’ “olmalı olmalı da Rıza gibi birine varmalıydı” dediklerinde kocaları da “olmalı olmalı Zehra gibi birini almalıydı” diye karşılık verirdi. Yani köyde Rıza da karısı Zehra da çok sevilen örnek karı kocaydı.
Şimdi Rıza’nın karısına yardım için çamaşırlığa gelmesi oradaki öteki kadınların hiç gözünden kaçmamış; şaka yollu Rıza’ya “valla Rıza abe. Pes doğrusu. Ha biz yardım ederdik Zehra bacıya” dediler. Rıza da ‘biraz mahçup’ karısının elindeki tenekeyi almış “sağolun yengele; Zehra gine bene beklerdi. Ondan şey eddim” diye açıklayıp karısıyla birlikte evlerine yollandı.
O sıra arkalarından diğer kadınlar imrenerek bakarken ‘kimbilir akıllarından neler geçiyordu?’
Köyde bu şekilde sıra erkeklere, kadınlara ve yetişkin kız erkek çocuklara geldiğinde kasabada kaymakam katip odasına bekleyen muhtarları odasına çağırmıştı.
Muhtarlar odaya girince kaymakam hemen söze girdi. Onlara toplantıda söylenenleri tekrar ettikten sonra “arkadaşlar bu millet mektepleri çok önemli. Gazi paşa halkın çok cahil bırakıldığını, Osmanlının bütün okuma yazma hakkını İstanbul’da oturanlara ve ‘gayrı Müslimlere’ verdiğini söylüyor.  Memlekette okur yazar parmakla gösterilecek kadar az. Köylerde ve kasabalarda imamların verdiği kuran derslerini sayma. Çünkü onlarla insanlar meramlarını yazıp anlatamıyor. Kitap okuyan desen hiç yok. Gazi paşa muasır milletler seviyesine ancak okuyan, yazan bir milletle varılacağını söylüyor. Ayrıca bu millet mektepleri evlerde çocukların okuma hevesini artıracak. Okuma yazmanın zevkine varan ana babalar kısa bir süre sonra açılacak okullarda çocuklarını okumaya heves edecek” dedi.
Bu sırada muhtarların birbirine bakıştığını fark edince “evet yakın zamanda önce büyük köylerde sonra bütün köylerde okullar açılacak. Şimdi onun planları yapılıyor. O okullarda okutacak muallim yetiştirmek için uğraşıyorlar.
Yalnız biliyorsunuz; her şeyde olduğu gibi özellikle köylerde bu işe de zorluk çıkaracaklar olacak. Az önce gördünüz. Kavak ve Kayaköy muhtarları yine muhalefet yaptı. Şimdi biliyorum onlar buradan çıkınca doğru manifaturacı Tahsin efendiye gitti. Onları kuran o. Bir de yorgancı Çetin efendi var” deyince Yusufçuk muhtarı Hayri efendi kendini tutamadı “te be. Doğru mu söylersin kaymakam bey. O zaman diyeyim bizim köylülere o pezevenklerle kessin alışverişi” dedi.
Onun göçmen şivesiyle bu sözleri kaymakam ve muhtarları güldürmüştü.
Kaymakam “doğru söylerim Hayri efendi… Yalnız bu herifleri birden karşıya almak olmaz. Ben Kavak ve Kayaköy muhtarının kimden akıl aldığını bilesiniz diye öyle dedim” deyince yine Yusufçuk muhtarı “anladım kaymakam bey. Düşmanla ilişkini kesmeyeceksin ki onun ne halt yediğini bilesin” deyince kaymakam “hah tam öyle. Ben bu kasabada bunların hepsini tanıyorum ve adımımı ona göre atıyorum. Ben öyle yaptığım için Tahsin efendi sırf beni kandırmak için gitti fötr şapka giydi. İyi de oldu. Kendi giyince aleyhinde olsa bile kimseye ‘şapka giymeyin’ diyemedi, dese bile etkili olamadı.
Neyse ben size durumu bilin diye öyle söyledim. Bu millet mekteplerinde de biliyorum zorluk çıkaracaklar” deyince yine Yusufçuk muhtarı “işte o zor kaymakam bey. Millet mekteplerine zorluk çıkaramazlar” dedi.
Kaymakam meraklanmıştı “niye?” diye sorunca Yusufçuk muhtarı “bizim tütüne en çok bu iki köyden işçi gelir. Dayı başları da muhtarlar. Ben bir kaş eğdim mi? Basacak yer bulamazlar da ondan be ya kaymakam bey” diye cevap verdi.
Onun böyle konuşmasına kaymakam hiç kızmıyordu. Çünkü onun şivesinin böyle olduğunu biliyordu. Bu nedenle içinden “bu muhtarlar oldukça her zorluğu yenerim” diye geçirdi ve “işte ben sizi bunun için ayırdım. Arkadaşlar siz şimdi bu millet mekteplerini açmada diğer köylere ön ayak olacaksınız. Zaten çocuklar için ilk önce okul açılacak köylerin arasında sizin köyler başta geliyor. Sizinle el ele verdik mi? Yapamayacağımız hiçbir şey, aşamayacağımız engel yoktur” dedi.
Onun bu sözleri muhtarlarının koltuğunu kabartmış; heveslerini artırmıştı. Can kulağıyla kaymakamı dinliyorlardı.
Kaymakam bir süre daha okuma yazmanın faydalarını; çocuklarımıza daha güzel geleceğin ancak onları eğitime kazandırarak sağlanacağını anlattı; sonra o köylerin ve öteki köylerin sorunları üzerinde muhtarlarla konuştu. Köyleri için bir istekleri olup olmadığını sordu.  İsteği olan söyleyince onları not aldı. Sonunda “göreyim arkadaşlar. Bu mektep işini de birlikte başaralım” dedi.
Muhtarlar toplantının sonuna geldiğini anlamıştı. Hepsi kaymakamdan izin isteyip çıkarken kaymakam Ali efendiye “Hamza dede nasıl… Sıhhati afiyette mi? Ona çok selam söyle önümüzdeki günlerde onun ziyaretine geleceğim” dedi.
Kaymakamın bu sözleri Ali efendiyi gururlandırmıştı. “Şeref veririsiniz efendim. Emriniz başım üstüne. Hamza dedeye selamınızı iletirim” dedi ve diğer muhtarların ardından çıktı.
Öteki muhtarlar kaymakamın bu sözlerini duymuştu. Hepsi de teker teker Hamza dedeye selamlarını söyledi.
Öteki iki muhtar atlarını bağladıkları hana giderken; arkalarında kalan Yusufçuk muhtarı Ali efendiye “gel şu Tahsin efendiye uğrayalım. Bizimkiler orda mı? Bakalım” dedi.
Birlikte Tahsin efendinin manifatura mağazasına doğru yürüdüler. Zaten yakındı. Mağazadan içeri girince kaymakamın dediği gibi Kavak ve Kayaköy muhtarı sandalyelere yayılmış Tahsin efendi ve yorgancı Çetin’le hararetli sohbet içindeydi. Hayri efendi ve Ali efendi içeri girince hepsi “engibek olmuş’ çok şaşırmıştı. Tahsin efendi onlara “ooo muhtar efendiler sizi hangi rüzgar attı?” derken Kavak köyü muhtarı Osman efendiye “sizin siparişleri yazdım. Gelince haber veririm” dedi.
Onun bu sözlerine şaşkın bakan Kavak muhtarı neden sonra kendini toplayıp “çok sağ ol Tahsin efendi. Ben o zaman geleyim” dedi. Aynı şaşkınlıktaki Kaya köy muhtarına “hadi biz gidelim” dedi ve Hayri efendiyle Ali efendiye de “hoşça kalın” deyip çıkıp gittiler.
Onların arkasından yorgancı Çetin efendi de dükkanda işi olduğunu söyleyip gitmek için ayağa kalkınca Yusufçuk köyü muhtarı “şimdi olmadı be ya. Biz geldik hepiniz tuz buz dağıldınız. Size rahatsızlık verdik her hal” deyince yorgancı Çetin durakladı; ‘ama Hayri efendinin ne çakal olduğunu bildiği için’ kalırsa ‘ağzından hükümet aleyhine bir laf kaçırırım’ endişesiyle “yok Hayri efendi. Ben zaten gidecektim de; Osman efendi torun everecekmiş. Ona yorgan siparişi vereceğini söyleyince burdan ona yorganlık kılıf seçtik. Şimdi gideyim. Dünya kadar iş var” deyip çıkıp gitmek istedi.
Çetin efendi tedirginlikte haklıydı. İzmir suikastı sonrası toplanan mahkemenin verdiği idam kararları her yerde cumhuriyete; özellikle Mustafa Kemal’e tepki duyanları tedirgin etmişti.
Mustafa Kemal’e tepkiler özellikle hilafeti kaldırdığı için; bir de yenilik diye aldığı şapka kanunu ve tekke, medreselerin kapatılması ve Mecelleyi yani şer’i hükümleri iptal edip kadıların yerini hakim ve savcıların alması ve evlenme boşanma ve mirasla ilgili kadına yeni haklar tanıyan medeni hükümlerin getirmesi nedeniyleydi.
Tekke ve Zaviyelerin kapatılması özellikle köy ve kasabalarda öteden beri hastalara tedavi için dua okuyarak veya muska yazarak geçimini sağlayan hacı hoca ve köy imamlarını çok rahatsız etmişti. Gerçi eskisi gibi olmasa da özellikle köylerde yine hastaya şifa için okuma ve muska yazma yapılıyordu. Ama ‘örneğin kız kaçırma, kaynana veya gelin dilini bağlama gibi’ uçuk kaçık muskalara son verilmiş veya çok el altından yapılıyordu.
Bu kasaba ve köylerde muskacılığı meslek edinen zevat şaşkın tedirgindi. Ancak kendi gibi düşünen insanların olduğu yerde konuşup dertleşebiliyorlardı. Ayrıca kasaba kaymakamı baskı ve şiddet yoluyla insanların üzerine gitmek istemiyor; daha çok ikna yoluyla ve halkı etkileme gücüne sahip cumhuriyet yanlısı muhtar, imam veya kasaba eşrafının yardımıyla cumhuriyet karşıtlığını aşmaya çalışıyordu.
Çok şükür bu kasabada öteki kimi kasabalarda olduğu gibi çok derin zıtlaşmalar yoktu.
Kasabada hilafetin kaldırılmasına en muhalif gözüken Manifaturacı Tahsin efendi bile ‘şimdilik kaydıyla’ şapka kanunu çıktıktan sonra ve ‘kaymakamın kimi ikazları üzerine’ hemen kendine ‘nereden edindiyse’ bir fötr şapka edinerek düşüncesini gizlemeye çalışmıştı.
Ama kasaba çok küçük olunca bir de Tahsin efendi kasabanın önde eşraflarından olmasının yanı sıra ‘onun kasabadan veya köylerden gelen cumhuriyet karşıtlarının mağazasında yakınmaları için zemin hazırladığı; bu nedenle’ muhalif olduğu kolay anlaşılmıştı.
Ama mübarek tam ticaret adamıydı. Fıldır fıldır dönen renkli gözleri ve kırmızı yanaklatı tombalak vücuduyla ilk görende saf kolay kanan biri gibi intiba bırakması kasaba kaymakamının ona açık tavır almasını engelliyordu.
Bir keresinde makamına çağırdığı Tahsin Efendiye kaymakam açıkça “bak Tahsin efendi. Herkesi kandırmasını iyi beceriyorsun. İyi ticaret yapıyorsun. Öyle ota boka fazla karışma da sevimsizleşme” demişti.
Tahsin efendi ‘lep’ demeden ‘leblebiyi’ anlayan biri. Kaymakamın neyi kastettiğini anlamış; işte o saat o fötr şapkayı edinmiş ve ertesi gün başına geçirdiği fötr şapka ile kasaba meydanını boydan boya dolaşıp mağazaya öyle gelmiş; o sıra herkesi güldürmüştü.
Sonraları ‘şapkayla niye öyle gösteriş yaptın?’ diye soranlara “eee! Birader; ben ticaret adamıyım. ‘Helva’ da derim, yeri gelir ‘halva’ derim. Devir o devir” diye ustaca cumhuriyete muhalif olduğunu; ama ‘şimdilik’ uyduğunu söylemek istemişti.
Onun bu sözlerini kaymakama ilettiklerinde kaymakam Tahsin efendinin ‘ne demek istediğini?’ pek ala anlamış ve o haberi getirene “doğru Tahsin efendi bu. ‘Helva da der. Yeri gelince halva da der’ Yalnız ona selam söyleyin; dikkat etsinde helva veya halva derken şaşırıp boğazına aldırmasın” demişti.
Sonraları kaymakamın bu sözleri Tahsin efendiye iletilince; gülümsemiş “tabi dikkat ederim. Doğru; dikkatli yemezsen ‘ne yersen ye’ insanın boğazını alır” demişti; ama içinden “göreceğiz bakalım kaymakam efendi halva kimin boğazını alacak, göreceğiz” diye geçirmişti.
İşte Tahsin efendi böyle ‘kendine munhasır’ tipik kasaba eşrafıydı. Kasabaya taşradan tayinle gelen memuru ‘görevi ne olursa olsun’ ilk ‘hoş geldin’ için ziyaret eden Tahsin efendiydi. Bu kurnazlığı nedeniyle hükümet binasında; özellikle yeni adliyede epey dost edinmişti.
Anlaşıp kafaya alamadığı kaymakam, Jandarma komutanı ve kasabanın yerlisi olan baş muallim Fehmi efendi ve diğer muallimlerdi.
Bir de kasaba doktoru Süleyman beyi kafaya alamamıştı. Bir de en büyük hasmı Hancı Hacı Arif efendiydi.
Hacı Arif efendi ‘Goca Hamza’nın şehit olan kardeşlerinin arkadaşı’ doksan üç harbi gazisi Hacı Nuri efendinin oğluydu. Babası ve onun babası o kasabanın en hatırlı kişileriymiş. Hacı Arif efendi de dededen devir aldığı itibarı aynen devam ettiriyordu ve ‘nedense’ Tahsin efendiye hiç yüz vermezdi. ‘Gerçi o yüz vermese de Tahsin efendi her gördüğü yerde ona yalakalıktan geri kalmıyordu ya!’
Neyse; Tahsin efendinin huyu böyleydi. Bükemeyeceği bilek olunca; kendini zorlamaz el öperdi. Onun bu özelliği nedeniyle; ona en çok kızan bile sonunda mutlaka yumuşardı.
Yorgancı Çetin ise küt akıllı; daha çok Tahsin efendinin ağzına bakan biriydi. Aslında o da kendine kurnazdı. Çünkü Tahsin efendi ‘babadan’ çok varlıklı; öteden beri eşraf bir aile çocuğuydu. Çetin efendi ise Kayaköylüydü. Sonradan kasabaya göç ettiğinde önce bir süre etrafı gözlemişti.
Öyle ya ‘kasabanın köyünden de olsa’ yabancı sayılırdı.
Kasabada yabancıya en fazla itibarı Hacı Arif efendi gösterirdi. Çünkü ona göre kasabanın nüfusu artarsa kasaba güç kazanırdı. Ancak sert; daha doğrusu ciddi biri olduğu için ilk görende ürküntü yaratırdı. Ama Tahsin efendi öyle mi? İlk kimi görürse görsün hemen önceden tanış gibi davranırdı.
Onun bu esnaf özelliği nedeniyle Çetin efendi kendine Tahsin efendiyi yakın görüp; dükkanını onun mağazasının yanına açmıştı.
Tahsin efendi Çetin efendinin dükkan sahibiyle görüşüp uygun kira vermesini de sağlamıştı. Bundan dolayı Çetin efendi yün atmak için köylere gitmediği zamanlar dükkanında olunca mutlaka Tahsin efendiye uğrardı.  
Çünkü; yün atmaya ‘atına yüklediği hallaç takımıyla’ kendi gitse de dükkanda yorganı o dikmezdi. Bu iş için yetiştirdiği kalfasına diktirirdi. Bu nedenle epey boş vakti olduğundan gününü Tahsin efendinin orada geçirirdi. Özellikle güneşli havalarda Tahsin efendinin mağazası önünde onunla veya gelen gidenle oturur tavla oynardı. Güzel zar tuttuğundan tavlada ünlüydü. Kasabaya yeni gelen memur vb. kimse tavla merakı varsa mutlaka Çetin efendiye çatar ve dersini alırdı.
Çetin efendi sayesinde Tahsin efendinin dükkanın önü ‘adeta’kahveye dönerdi. Çay kahve parasını da tavlada yenilen vereceği için ve hep Çetin efendi galip geldiğinden öyle fazla çay kahve masrafı da olmazdı.
Yani Çetin efendi Tavla mahareti sayesinde ‘daha önceleri epey çak kahve masrafı olan Tahsin efendiyi’ çay kahve masrafından kurtardı. Gerçi koca Tahsin efendiye ‘çay kahve’ masrafı hiç koymazdı. Nedeni aşağıda anlattığımdı.
Neyse; Tahsin efendiden başka ova köylerinden gelip kasabaya mağaza açan iki kişi daha vardı; ama onlar esnaflıkta Tahsin efendinin eline su dökemezdi. Daha çok Tahsin efendiden yaka silken peşinci müşterilere mal satarlardı.
Zaten Tahsin efendinin müşterisi kasabadan ziyade köylerdendi.
Köylülere uzun vadeli mal verirdi. Onlar da senet karşılığı aldıkları bu malların fiyatını sormazlardı tabi. Günüde de ödeyemezdi çoğu. Artık ondan sonrası Tahsin efendinin insafına kalmıştı. Senetleri istediği şekilde doldurur çoğunu icra ile tahsil ederdi. Tahsil için de zorluk çekmezdi. Çünkü adliyede başkatip olan Hüsnü efendi aynı zamanda icar memuru ve Tahsin efendinin yakın ahbabıydı. Zaten mesai harici her daim onun mağazasında olur; genellikle mağazaya gelen eş dostla tavla oynayarak vakit geçirirdi. Ve başkatiple işbirliği sayesinde edindiği yüksek kazanç nedeniyle Tahsin efendi için mağazaya gelip gidenin içtiği çay kahve masrafı koymazdı; ama yine de Çetin efendinin tavla maharetinden memnundu.
Çetin efendi ve Tahsin efendi arasında dostluk bu şekilde sürüp gidiyordu. Ayrıca Çetin efendi aynı zamanda Tahsin efendinin muhalifliğinin sırdaşıydı.
Onun için Ankara’dan gelen her emir ve kararları birlikte değerlendirip dedikodusunu yapar; kasaba ve köylerden muhalif olanlarla dertleşirlerdi. Gerçi bu muhalif olanlar sayıca çok değillerdi. Ama kasabada olsun köylerde olsun muhalif imam, hacı hoca takımı sayesinde alttan alttan halkı işlemekten geri kalmazlardı.
Ancak ‘yukarıda da yazdığım gibi’ İzmir suikastı sonrası mahkemelerin verdiği üst üste idam ve ağır hapis cezaları çok ünlü kişilere olduğu için şu sıralar çok daha temkinliydiler.
Az önce Kavak ve Kayaköy muhtarı gelip millet mekteplerinden bahsetmişti. Hepsi de özellikle kadınların okuma yazma öğrenmesine ve açılacak okullarda kız ve erkek çocukların okumasına “iyi günlerde kalmadık” diye tepki göstermişti. Çünkü ‘zaten’ iki yıl önce çıkan medeni kanun kadınlara evlenme ve boşanmada çok hak tanımıştı. Şimdi ‘garılar okuma yazma öğrenirse; artık depelerine çıçardı’. Yani onlar öyle düşünüyordu; ama yapacakları bir şey yoktu. ‘Ancak ileride ayrıntılı göreceksiniz kadınlar cumhuriyeti hele medeni kanunla evlenmeleri düzene girip, mirastan eşit pay alma hakkı kazanınca cumhuriyete ve söylenen her şeye çok sıkı sarılıyordu.
Yani o yıllar cumhuriyet saltanat ve hilafet yanlılarının tepkilerini engellemeye ‘o sıra’ kadınlar sayesinde kolaylaşmıştı. Bunu bu kasaba köylülerinin yaşam öykülerinde ileride daha ayrıntılı değineceğiz. Bunu dipnot olsun diye burada yazdım.’
Neyse; Tahsin efendi muhtarlara “aman dikkatli olun. Sizi muhtarlıktan etmesinler. Siz imamları kışkırtın. Kaymakam efendi onlarla uğraşadursun. Gün doğmadan neler doğar. Bakarsın becerikli biri çıkar halleder Gazi’yi. Şimdilik böyle kalalım” diye kararlaştırışlardı.
Zaten Tahsin efendi şimdilik ticarete ağırlık veriyordu.
Köylüler çok yoksuldu. Ancak yoksul olunca ihtiyaçlara boş verilmiyordu ki!. Özellikle düğünlerde mecbur bir şeyler alınacak. Tahsin efendide de ‘yok’ yok. Yani ne ararsan var. Öyle olunca köylülerin en çok uğrak yeriydi. Bu da köylülere çaktırmadan işlemek için iyi fırsat yaratıyordu. var. Senetle de verince köylü ‘üçü beşi aramıyor’ gelip ondan alıyordu. Başkatiple de kurduğu işbirliği sonucu köylünün Tahsin efendi karşısında boynu kıldan inceydi. Öyle olunca kimi köylüler Tahsin efendinin muhalif sözlerinden alınsa da ‘eli mecbur yutkunup’ susuyor; onu şikayet edemiyordu.
Ancak özellikle Tahsin efendinin senet tuzağı Yusufçuk ve Çamdibi köylüsüne pek işlemiyordu.
Yusufçuk köyü zaten zengindi; peşin alış veriş yaparlardı. Çamdibililer de hem kurtuluş savaşında onbaşı olan muhtarları hem de Goca Hamza sayesinde uyanık ve dik başlıydı. Ayrıca onlar da özellikle davarcılıkta en zengin köylerdendi.
Onun için Yusufçuk Köyü ve Çamdibi köyü muhtarlarının kasabada; hatta şehirde bile itibarı iyiydi.
Zaten ‘alışveriş veya mağaza’ dediğime bakıp köylünün öyle metre metre kumaş aldığı sanmayın.
Çünkü köylerde erkekler ilerdeki kasabada dokunan kalın bezden, beli lastikli veya uçkurlu ak don giyerdi. Az zenginleri de koyun yününden dokunup taş boyayla siyaha boyanmış adına ‘çağşır’ denen beli uçkurlu; yani ipten kemerli potur giyerdi. Çağşırlık da kimi köylerde örneğin Çamdibi köyünde bile dokunurdu.
Hele Çamdibili ‘güzel Ayşa’nın’ dokuduğu ‘çağşırlık’ sık dokumasıyla çok ünlüydü. Evinde iki çıkrık vardı. Kocası gelini, kızı ‘ev içeri’ gece gündüz çağşırlık dokurlardı. Çoğu dağ ve ova köylerinde de durum aynıydı.
Erkekler bu beyaz bez ve ‘adına çağşır denen’ yün donları giyer; sonra adına ‘göynek’ denen kollu atleti giyer; üstüne ‘sidiklikten düdüklüğe kadar’ kuşak kuşanırlardı. Artık çokları yaz kış onun üstüne ceket meket giymezdi. Ayaklarına da Tahsin efendiden satın aldıkları ‘kimilerinin de kendi yaptığı’ nalın giyerlerdi.
Kadınlar da ‘bağlama paça’ denen koca don; üzerine peştamal gerinirdi. Yine onların da ‘kenarı su taşı işlemeli veya başka’ işlemeli ‘göynekleri’ vardı. Onlar da kuşak gerinirdi. Ama onların kuşağı ‘Buldan işi’ renkli bezden olurdu. Yani şimdiki gibi elbiselik entari veya elbise giyen ‘özellikle köylerde’ pek olmazdı. Tabi Yusufçuklular hariç.
Nalın kadın erkek ‘köy yerinde’ herkesin ayakkabısı sayılırdı. Tahsin efendi ‘özellikle’ gelinlik kızlar için meşin atkısı işlemeli nalın satardı. Ayrıca erkeklerin ve kimi kadınların çift çubukta ve ya dağda bayırda giydiği çarık vardı. Çarığın tabanı kamyon iç lastiği gibi kalın lastikten veya meşinden ve üstü açık yemeni gibi kıvrık olurdu. Onun da sicimden bağları olurdu. Ayrıca meşinden yapılmış yemeni de olurdu; ama bunu ancak zenginler alıp giyerdi.
Yani Tahsin efendinin mağazası köylünün bu ihtiyaçları; yanında ‘Aydın işi’ sabun, lamba, gemici feneri, lamba camı ve kandil vb. bakkaliye malzemeleri dahil ‘zurna, kaval, silbinç, beşik, zıbın’; ayrıca gelinlik kızlar için üç etek, entarilik, renkli veya düz kuşak, kasaba eşrafı ve memurla için elbiselik kumaş, iskarpin ayakkabı, fren gömleği, boyunbağı yani ‘o yıllar üretilen’ akla ne gelirse vardı.
Mağazaya giren bir kişi ‘burada yok’ lafını hiç duymazdı. Ancak peşin para alışverişçileri ‘bir de öteki mağazalar bakmak için’ almadan çıkardı.
İşte Yusufçuk köyü muhtarı ve Çamdibi köyünün girdiği mağaza sahibi ve o sıra izin isteyip çıkan yorgancı Çetin efendi yukarıda yazdığım kişiliklerdi. Mağazanın özelliği de yazdıklarım gibiydi.
Yukarıda da yazdım; Yusufçuk Köylüleri ve Çamdibililer pek Tahsin efendinin müşterisi sayılmazdı; ama paralı alışveriş yaptıkları için; ayrıca kasabada itibarları olduğu için Tahsin ev çetin efendiler diğer kasaba eşrafı gibi onlara itibar etmekten geri kalmazdı.
Az önce mağazaya girdiklerinde onlardan tedirgin olsa da Tahsin efendi çabuk kendini toplamış ve tedirginliği belli olan Çetin efendi bir pot kırmasın diye “tamam Çetin efendi sana müsaade. Ben senin yorganlık siparişini kasabada bakayım” deyip Çetin efendiyi de rahatlattı.
Tahsin efendi rahatlatınca Çetin efendi dükkanına geçmek için mağazadan çıkmıştı ki; arkasından seslenen Çamdibi muhtarı “Çetin efendi. Yün atmaya gelmecen mi? Valla yataklan yünü düğüm düğüm oldu. Tezekli tarlada gibi yatıyoz” deyince Çetin efendi duraksadı sonra “önümüzdeki hafta yün atmaya çıkacam muhtar” deyip dükkanına geçti.
Çamdibi muhtarı Ali efendinin “valla tezekli tarlada gibi yatıyoz” sözü gülüşmelere neden oldu ve girişteki soğuk hava ısındı.
O sıra muhtarların arkasından bakan Yususçuk köyü muhtarı az önce giden muhtarlar için “bizim arkadaşlar çok gayretli. Bir bakaysın orada, bir bakaysın burada. Bravo valla” deyince Tahsin efendi Yusufça köyü muhtarının kinayesini anlamıştı; ama tepki vermedi “hoş gelmişiniz be muhtarlar. Ne yapalım sizin yüzü gören cennetlik. Onlar her gelişte uğrar sağ olsunlar. Biraz lafladık onlarla” dedi sonra “önce bişey ikram edeyim. Sonra demeyin Tahsin efendi bizi savuşturdu” diye sözünü bitirip muhtarların arkasından bakan Hayri efendiye baktı.
Muhtar Ali gençti; ama Tahsin efendinin bu kıvrak manevrasını o da sezmişti. “Sağol Tahsin efendi. Osman efendigile ne ikram ettiysen aynısından isteriz. Değil mi Hayri aga?” diye Yusufça muhtarına sorunca Hayri efendi “hay ağzına sağlık ve Ali aga. Doğru dersin be ya. Bizim neyimiz eksik kalmış ki Osman agadan? Tahsin efendi de öyle düşünüyordur. Öyle değil mi Tahsin efendi?” dedi.
Tahsin efendi bu imalı soruyu anlamıştı; ama anlamamazılıktan geldi. “Doğru söylersin Hayri efendi. Sizin neyin eksikmiş Osman efendilerden? Hele senin; eksik değil fazlan var. Bugüne bugün ovanın en zengin köyünün muhtarısın. Her esnafın başının üstünde yerin var senin” dedi.
Onun bu manevrası işe yaramıştı. Övülmekten hoşlanan her insan gibi Hayri efendinin de koltukları kabarmıştı; ama belli etmemeye çalışarak “öyle deme be ya. Bizim köylü ‘affedersin’ eşek gibi çalışır. O zaman da bey gibi yemeye hak eder. Hepsi bu ya… Sonra el ne yerse biz de onu yeriz. Ne eksik ne fazla” diye biraz övünerek köylüsünü savunur gibi yaptı.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder