5 Ekim 2016 Çarşamba

KEKİKÇİ KADIN



Onu birkaç gündür ziyaretçi salonunda bir başına otururken görüyordum. Kılığından, kıyafetinden köylü olduğu anlaşılıyordu. Her zaman gelir camdan aşağı seyreder; sonra bir şeyler mırıldarak öteki koridorun içinde kaybolurdu.

Bana ilginç gelen bu kadınla bir fırsatını bulup konuşmak istiyordum; ama durduğun yerde üstelik köylü utangaçlığı içinde bir kadına “gel biraz sohbet edelim” denmezdi ki! Gerçi desem de alınacağını zannetmiyordum; çünkü ‘babası yaşındaydım’; ama yine de üzerime düşüremedim ‘biraz konuşalım’ demeye.

Böyle yazdığıma bakıp ‘etrafımda konuşacak birini aradığımı’ zannetmeyin sakın. Çünkü sohbeti pek sevmem. Merakım insanları gözleyip tanıma isteğimden. Yoksa gelip laf atsa ‘belki’ uzun cevap vermeye üşenir; kestirme cevapla bir an önce başımdan savmayı düşünürüm onu; ama burada biraz da boşluktan içimden öyle geçmişti. Ben öyle düşünürken elinde bir telefon çıkıp geldi yanıma “dayı şunu bi bakıve be!” dedi.

Söyleyişi ve yüz ifadesi çok sıcak ve çocuksu gelmişti bana. İçimden ‘işte fırsat eline geçti’ dedim. Uzattığı telefonu aldım; ama yardımcı olma olanağım yoktu. “Kızım ben bundan anlamam; ama öğleden sonra kızım gelecek. O bilgisayar falan kullanıyor. Belki anlar o” dedim.

Öyle deyince gözleri parladı “gızın okumyo?” dedi.

Benim yine ketumluğum tutmuştu “Hayır okumuyor. Okuyup bitirdi” dedim.

Kadın benim böyle kestirip atmam üzerine “eyi dayı. Ben öğlüden sonra gelen buruya” dedi. Sonra “biz şurdaki koridorda ilk odudayız. Gızın gelince bir habar edivesin zahmet olmecese” deyince “yok kızım ne zahmeti? Gelince sana gönderirim” dedim; müsaade isteyip gitti.

Arkasından bakarken kendime kızdım. ‘Merak ediyordun; sorsaydın ya!’ diye.

Neyse; ben de kalkıp serum askısı yanımda sürükleyerek odama gittim.

Dediğim gibi öğleden sonra küçük kızım geldi. Her zamanki sevimli yüzüyle “nasılsın babacığım?” diye sordu. Az önce olağan tedavim bitmişti. Onun odada mikrop kapar kaygısıyla “gel dışarı çıkalım. Burası sana uygun değil” dedim. O “ay! Niye öyle diyorsun?” derken yavaşça yataktan indim.

Benim gitmek için davrandığımı görünce “dur babacığım acele etme. Ben yardım ederim” diye her zamanki telaşıyla yanımdaki serum askısını yürüttü. Birlikte yavaş yavaş ziyaretçi salonuna gelip koltuklara oturduk.

Elinden tutup öperken hatırını soruyordum; o kadın aklıma geldi. Kızıma ondan bahsedip çağırmasını söyleyecektim; o kadın çocuksu güleç yüzüyle karşıda belirdi. Elinde telefon yanımıza geldi; “gözün aydın dayı. Gızın gelmiş” dedi. Ben “aydınlık içinde kal” dedim şaşkınlıkla bize bakan kızıma “ablanın telefonunda bir sorun varmış. Bakıver” dedim.

Düşündüğüm gibi kızım kadının telefonunu eline aldı; kadının sorun olarak söylediği neyse çabucak yapıp “tamam oldu” deyip uzattı ona.

Kadın işinin görülmesinin memnuniyetiyle “işde okumanın faydası dayı. Gızın şıpıdak halleddi işimi” dedi. O öyle deyince “sen nerelisin?” diye sormak geldi aklıma.

Kadın da ‘sanırım sohbet edecek birini arıyordu’ “otur” falan dememi beklemeden kızımın yanına oturdu. Güleç yüzüyle “Buldan’ın bir köyünden” dedi. “Adı ne?” diye sorunca “biliyomun bizim orları” dedi. “Yok bilmem; ama Buldan yabancım değil. Oradaki hastanede yattım” diye cevap verdim

Öyle deyince kadın biraz daha yakınsak “epeydir hastasın ha?” dedi. Benim de hiç sevmediğim hastalığım. Onun için “hasta olmasam Buldan’da, buralarda işim ne kızım?” dedim sonra “sen kimi bekliyorsun?” dedim.

Anası hastaymış. Karaciğerinden rahatsızmış. Doktorlar parça alıp tahlile göndermişler. “İsterseniz; gidin köyünüze. Haftaya sonuç çıkar” demişler. Onlar “biz dağ köyündeniz. Gidip gelmemiz zor olur” deyince doktor ‘sağolsun’ anasını taburcu etmemiş.

“Böyle ırahadı nerde bulcez?” diye düşünmüşler.

“Çok mu rahat burası? Dedim. “Olma mı dayı? Allah devlete zeval vermesin. Şuna baksana. Sımsıcak. Kaloriferle yanıp duru… Her gün üç öğün yemek… Köy yerinde öylemi? Gışın buz kese insan. Ekmeği de buldunda yer” dedi.

Öyle deyince gülümsedim “sen öyle diyorsun; ama millet ‘otantik yaşam diye’ çok methedip, özlüyor köy yaşamını” dedim. Güldü “onla köyün ne olduğunu bilimyo bakam? Her gün her gün o sovukda sabahın köründe kakması goley zannediyola her hal” dedi.

“Ne ekip dikiyorsunuz?” dedim. “Biz kekik keriz” dedi. “Ooo! İyi. Her gün mis gibi kekik kokuyorsunuz” deyince gülümsedi acı acı “dayı insan bal yemekden bile bıkamış. Kokusu güzel de zahmeti çekilcek gibi değil” dedi. “Zor mu kekik ekmek?” dedin. “Zor da laf mı dayı… Sabahın körüne kakıyoz kekik toplumaya” diye cevap verdi. Sonra “öyle erkenden toplamaz, kekiğe günü vurdurursak burşeveri” diye anlattı kekik işini.

Tıpkı tütün gibi gün doğmadan toplayıp gölgede sermeleri lazımmış kekiği. Yani gölgede kuruturlarmış. Sanırım çay da öyle erken toplanıyor; ama kekikle tütün gün doğmadan toplanıyor.

Gerçekten sabahın köründe kalkıp, giyinip ‘iyi kötü bir şeyler yiyip’ tarlaya gitmek kolay değil kuşkusuz. Bunlarınki yine iyi… Tarla kendilerinin. Köye yakın.

Bir de daha erken kalkıp, minibüslere doluşup veya traktör kasalarında sabahın ayazında civar köylere kekik, tütün toplamaya gidenleri düşünün. Aydınlı dayının köyü mesela… Oğlu anlatmıştı. “Dörtte en geç dolmuşla köyden çıkarız diye.” Dörtte dolmuşta olmak için üçte kalkacaksın tabi. Sonra bir gün değil, iki gün değil.

Onun için “köy yaşamı ne güzel?” diyene çok kızarım.

Neyse; kadın anlattı uzun uzun kekik toplamayı. Tabi orada bitmiyor işleri. İnek dana bakmak, tavuklara yem atmak da var işleri arasında.

“Nasıl gazancı iyi mi bari?” dedim. Acı acı güldü. “Bu devlet puşluk yapmısa iyi emme; bizi tüccara muhtaç ediyo” dedi.

Az önce hastanenin sıcaklığı ve evde bulamadıkları üç öğün yemeğe bakıp “Allah devlete zeval vermesin” diyordu; ama şimdi yarasına basınca ‘devletin puştuluğundan’ bahsediyordu.

Öyle deyip hemen başına kalkmadım az önce ettiği lafı. “Nasıl?” diye sordum.

“Nasılı va mı dayı? Piyasayı geç açıyo. Fiyata geç veriyo. Köylü zaten borçlu… Beklimeye tahammülü mü var? Ucuz bahalı veriyo tüccara. Asıl parayı onlara gazandırıyola” dedi. “Peki bilerek mi yapıyor devlet bunu?” dedim. “Tabi bilirek yapıyo. Particile zaten hep tüccar. Milletvekilleri onlan adamı. Bizi insan yerine goyan mı var?” dedi.

Öyle deyince güldüm. “Az önce hastane rahat diye ‘Allah devkete zeval vernesin’ diyordun” deyince “dayı doğruya doğru. Şindi bu hasdane sımsıcak. Sabah aşam yemek ayamıza geliyo tertemiz. Şindi bunu kötülesem Allah daş ede. Ondan öyle dedim” diye açıkladı.

Çok sevimli hali vardı. O sıra seçim zamanıydı. “Oyu kime vereceksiniz?” dedim. “Bunla başdan eyiydi; emme sonra bozdula. Kekikden de gızıyoz hep. Geçen seçim köycek bunlara verdiydik. Şindi böyüklemiz gonuşmuş; köycek gurda vecez” dedi.

“CHP yok mu? Ona niye vermiyorsunuz?” dedim. “Valla biz bilmeyiz böyükle öyle deyo. Hem o partilile bizim köye heç gelmedi ki” dedi sonra “siz Halk partilimisiniz yoğusa dedi?” gülümseyerek. Ben “yok. Ben sosyalistim. Ama Halk partinin de beğendiğim yanları var; ama sizin köye gelip kendilerini anlatmamışlar. Hata onların” dedim.

Ben öyle deyince siyaseten ayrı düştüğü için biraz mahcup olmuştu. Çünkü az önce kızım işini görmüştü. “Valla dayı ne deyen? Sen çok yavızsın. Aynı bubam gibi. Gızın da sağolsun bek güleç yüzlü. Tenezzül edip işimi gördü” dedi biraz durdu “şimdi bişey decen; mürayilik decesiniz. Emme töbosun ben sizi bek sevdim. Oyumu senin gönlünü almak için Halkıcalar vecen. Töbosun bak” dedi.

Öyle derken yüzünden samimiyet akıyordu. Tertemiz bir köylü kadını… Belli ki çocuk yaşta evlenmiş. “Kızın okumyo?” derkenki ifadesi sanki “bende okucedim; emme bene gocaya verdile” der gibiydi. Biraz deşelesem kesin öyle derdi. Ama bulunduğu ortamın tadını çıkarmaya çalışan; anasının hastalığı sayesinde üç beş gün olsun insan gibi yaşama kavuşmanın zevki içinde çocuksu davranış içindeki kızın derdini deşmeye gönlüm razı olmadı.

Zaten yorulmuştum; nefesim zorluyordu. O da bunu fark etti ve “dayı sene yordum. Ben burladayın. Seni sevdim. Gine gonuşam” dedi; kızıma tekrar teşekkür etti ve çocuksu çeviklikle anasının yanına gitti. Biz de kızım yanımda odamıza yürüdük.

O sıra kızım koluma girmiş “ne iyi kadın değil mi baba?*” diyordu.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder