Onu
birkaç gündür ziyaretçi salonunda bir başına otururken
görüyordum. Kılığından, kıyafetinden köylü olduğu anlaşılıyordu. Her zaman
gelir camdan aşağı seyreder; sonra bir şeyler mırıldarak öteki koridorun içinde
kaybolurdu.
Bana
ilginç gelen bu kadınla bir fırsatını bulup konuşmak istiyordum; ama durduğun
yerde üstelik köylü utangaçlığı içinde bir kadına “gel biraz sohbet edelim”
denmezdi ki! Gerçi desem de alınacağını zannetmiyordum; çünkü ‘babası
yaşındaydım’; ama yine de üzerime düşüremedim ‘biraz konuşalım’ demeye.
Böyle
yazdığıma bakıp ‘etrafımda konuşacak birini aradığımı’ zannetmeyin sakın. Çünkü
sohbeti pek sevmem. Merakım insanları gözleyip tanıma isteğimden. Yoksa gelip
laf atsa ‘belki’ uzun cevap vermeye üşenir; kestirme cevapla bir an önce
başımdan savmayı düşünürüm onu; ama burada biraz da boşluktan içimden öyle
geçmişti. Ben öyle düşünürken elinde bir telefon çıkıp geldi yanıma “dayı şunu
bi bakıve be!” dedi.
Söyleyişi
ve yüz ifadesi çok sıcak ve çocuksu gelmişti bana. İçimden ‘işte fırsat eline
geçti’ dedim. Uzattığı telefonu aldım; ama yardımcı olma olanağım yoktu. “Kızım
ben bundan anlamam; ama öğleden sonra kızım gelecek. O bilgisayar falan
kullanıyor. Belki anlar o” dedim.
Öyle
deyince gözleri parladı “gızın okumyo?” dedi.
Benim
yine ketumluğum tutmuştu “Hayır okumuyor. Okuyup bitirdi” dedim.
Kadın
benim böyle kestirip atmam üzerine “eyi dayı. Ben öğlüden sonra gelen buruya”
dedi. Sonra “biz şurdaki koridorda ilk odudayız. Gızın gelince bir habar
edivesin zahmet olmecese” deyince “yok kızım ne zahmeti? Gelince sana
gönderirim” dedim; müsaade isteyip gitti.
Arkasından
bakarken kendime kızdım. ‘Merak ediyordun; sorsaydın ya!’ diye.
Neyse;
ben de kalkıp serum askısı yanımda sürükleyerek odama gittim.
Dediğim
gibi öğleden sonra küçük kızım geldi. Her zamanki sevimli yüzüyle “nasılsın
babacığım?” diye sordu. Az önce olağan tedavim bitmişti. Onun odada mikrop
kapar kaygısıyla “gel dışarı çıkalım. Burası sana uygun değil” dedim. O “ay!
Niye öyle diyorsun?” derken yavaşça yataktan indim.
Benim
gitmek için davrandığımı görünce “dur babacığım acele etme. Ben yardım ederim”
diye her zamanki telaşıyla yanımdaki serum askısını yürüttü. Birlikte yavaş
yavaş ziyaretçi salonuna gelip koltuklara oturduk.
Elinden
tutup öperken hatırını soruyordum; o kadın aklıma geldi. Kızıma ondan bahsedip
çağırmasını söyleyecektim; o kadın çocuksu güleç yüzüyle karşıda belirdi.
Elinde telefon yanımıza geldi; “gözün aydın dayı. Gızın gelmiş” dedi. Ben
“aydınlık içinde kal” dedim şaşkınlıkla bize bakan kızıma “ablanın telefonunda
bir sorun varmış. Bakıver” dedim.
Düşündüğüm
gibi kızım kadının telefonunu eline aldı; kadının sorun olarak söylediği neyse
çabucak yapıp “tamam oldu” deyip uzattı ona.
Kadın
işinin görülmesinin memnuniyetiyle “işde okumanın faydası dayı. Gızın şıpıdak
halleddi işimi” dedi. O öyle deyince “sen nerelisin?” diye sormak geldi aklıma.
Kadın
da ‘sanırım sohbet edecek birini arıyordu’ “otur” falan dememi beklemeden kızımın
yanına oturdu. Güleç yüzüyle “Buldan’ın bir köyünden” dedi. “Adı ne?” diye
sorunca “biliyomun bizim orları” dedi. “Yok bilmem; ama Buldan yabancım değil.
Oradaki hastanede yattım” diye cevap verdim
Öyle
deyince kadın biraz daha yakınsak “epeydir hastasın ha?” dedi. Benim de hiç
sevmediğim hastalığım. Onun için “hasta olmasam Buldan’da, buralarda işim ne
kızım?” dedim sonra “sen kimi bekliyorsun?” dedim.
Anası
hastaymış. Karaciğerinden rahatsızmış. Doktorlar parça alıp tahlile
göndermişler. “İsterseniz; gidin köyünüze. Haftaya sonuç çıkar” demişler. Onlar
“biz dağ köyündeniz. Gidip gelmemiz zor olur” deyince doktor ‘sağolsun’ anasını
taburcu etmemiş.
“Böyle
ırahadı nerde bulcez?” diye düşünmüşler.
“Çok
mu rahat burası? Dedim. “Olma mı dayı? Allah devlete zeval vermesin. Şuna
baksana. Sımsıcak. Kaloriferle yanıp duru… Her gün üç öğün yemek… Köy yerinde
öylemi? Gışın buz kese insan. Ekmeği de buldunda yer” dedi.
Öyle
deyince gülümsedim “sen öyle diyorsun; ama millet ‘otantik yaşam diye’ çok
methedip, özlüyor köy yaşamını” dedim. Güldü “onla köyün ne olduğunu bilimyo
bakam? Her gün her gün o sovukda sabahın köründe kakması goley zannediyola her
hal” dedi.
“Ne
ekip dikiyorsunuz?” dedim. “Biz kekik keriz” dedi. “Ooo! İyi. Her gün mis gibi
kekik kokuyorsunuz” deyince gülümsedi acı acı “dayı insan bal yemekden bile
bıkamış. Kokusu güzel de zahmeti çekilcek gibi değil” dedi. “Zor mu kekik
ekmek?” dedin. “Zor da laf mı dayı… Sabahın körüne kakıyoz kekik toplumaya”
diye cevap verdi. Sonra “öyle erkenden toplamaz, kekiğe günü vurdurursak
burşeveri” diye anlattı kekik işini.
Tıpkı
tütün gibi gün doğmadan toplayıp gölgede sermeleri lazımmış kekiği. Yani
gölgede kuruturlarmış. Sanırım çay da öyle erken toplanıyor; ama kekikle tütün
gün doğmadan toplanıyor.
Gerçekten
sabahın köründe kalkıp, giyinip ‘iyi kötü bir şeyler yiyip’ tarlaya gitmek
kolay değil kuşkusuz. Bunlarınki yine iyi… Tarla kendilerinin. Köye yakın.
Bir
de daha erken kalkıp, minibüslere doluşup veya traktör kasalarında sabahın
ayazında civar köylere kekik, tütün toplamaya gidenleri düşünün. Aydınlı
dayının köyü mesela… Oğlu anlatmıştı. “Dörtte en geç dolmuşla köyden çıkarız
diye.” Dörtte dolmuşta olmak için üçte kalkacaksın tabi. Sonra bir gün değil,
iki gün değil.
Onun
için “köy yaşamı ne güzel?” diyene çok kızarım.
Neyse;
kadın anlattı uzun uzun kekik toplamayı. Tabi orada bitmiyor işleri. İnek dana
bakmak, tavuklara yem atmak da var işleri arasında.
“Nasıl
gazancı iyi mi bari?” dedim. Acı acı güldü. “Bu devlet puşluk yapmısa iyi emme;
bizi tüccara muhtaç ediyo” dedi.
Az
önce hastanenin sıcaklığı ve evde bulamadıkları üç öğün yemeğe bakıp “Allah
devlete zeval vermesin” diyordu; ama şimdi yarasına basınca ‘devletin
puştuluğundan’ bahsediyordu.
Öyle
deyip hemen başına kalkmadım az önce ettiği lafı. “Nasıl?” diye sordum.
“Nasılı
va mı dayı? Piyasayı geç açıyo. Fiyata geç veriyo. Köylü zaten borçlu…
Beklimeye tahammülü mü var? Ucuz bahalı veriyo tüccara. Asıl parayı onlara
gazandırıyola” dedi. “Peki bilerek mi yapıyor devlet bunu?” dedim. “Tabi
bilirek yapıyo. Particile zaten hep tüccar. Milletvekilleri onlan adamı. Bizi
insan yerine goyan mı var?” dedi.
Öyle
deyince güldüm. “Az önce hastane rahat diye ‘Allah devkete zeval vernesin’
diyordun” deyince “dayı doğruya doğru. Şindi bu hasdane sımsıcak. Sabah aşam
yemek ayamıza geliyo tertemiz. Şindi bunu kötülesem Allah daş ede. Ondan öyle
dedim” diye açıkladı.
Çok
sevimli hali vardı. O sıra seçim zamanıydı. “Oyu kime vereceksiniz?” dedim.
“Bunla başdan eyiydi; emme sonra bozdula. Kekikden de gızıyoz hep. Geçen seçim
köycek bunlara verdiydik. Şindi böyüklemiz gonuşmuş; köycek gurda vecez” dedi.
“CHP
yok mu? Ona niye vermiyorsunuz?” dedim. “Valla biz bilmeyiz böyükle öyle deyo.
Hem o partilile bizim köye heç gelmedi ki” dedi sonra “siz Halk partilimisiniz
yoğusa dedi?” gülümseyerek. Ben “yok. Ben sosyalistim. Ama Halk partinin de
beğendiğim yanları var; ama sizin köye gelip kendilerini anlatmamışlar. Hata
onların” dedim.
Ben
öyle deyince siyaseten ayrı düştüğü için biraz mahcup olmuştu. Çünkü az önce
kızım işini görmüştü. “Valla dayı ne deyen? Sen çok yavızsın. Aynı bubam gibi.
Gızın da sağolsun bek güleç yüzlü. Tenezzül edip işimi gördü” dedi biraz durdu
“şimdi bişey decen; mürayilik decesiniz. Emme töbosun ben sizi bek sevdim.
Oyumu senin gönlünü almak için Halkıcalar vecen. Töbosun bak” dedi.
Öyle
derken yüzünden samimiyet akıyordu. Tertemiz bir köylü kadını… Belli ki çocuk
yaşta evlenmiş. “Kızın okumyo?” derkenki ifadesi sanki “bende okucedim; emme
bene gocaya verdile” der gibiydi. Biraz deşelesem kesin öyle derdi. Ama
bulunduğu ortamın tadını çıkarmaya çalışan; anasının hastalığı sayesinde üç beş
gün olsun insan gibi yaşama kavuşmanın zevki içinde çocuksu davranış içindeki
kızın derdini deşmeye gönlüm razı olmadı.
Zaten
yorulmuştum; nefesim zorluyordu. O da bunu fark etti ve “dayı sene yordum. Ben
burladayın. Seni sevdim. Gine gonuşam” dedi; kızıma tekrar teşekkür etti ve
çocuksu çeviklikle anasının yanına gitti. Biz de kızım yanımda odamıza yürüdük.
O
sıra kızım koluma girmiş “ne iyi kadın değil mi baba?*” diyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder