Daha önceleri komutanın yanına kaymakam, doktor
gelince; onlar bir şey isterse “emredersin komutanım” derdi. Kaymakam her
seferinde “ben komutan değilim” diye düzelttiği için şimdi dikkat ediyordu.
Çabucak karakol çaycısının yeni demlediği çaydan
bir bardak koyup geldi. O sıra yüzbaşı da giyinip gelmişti. Çayı görünce “kahve
söyleseydiniz kaymakam bey” deyince kaymakam “burada çayı iyi yapıyorlar. Onun
için çay istedim” dedi. Yüzbaşı çavuşa “bir çay da bana getir” dedikten sonra
kaymakama “kimlerle gideceğiz?” dedi.
Kaymakam “doktor, baş muallimi alalım diye
düşündüm. At bulabileceksek savcıyı da çağıralım. O ‘köylere giderken beni de
çağırırsanız memnun olurum’ demişti” deyince yüzbaşı “tabi buluruz. Bizi burada
şu anda devriye gidenler hariç benim atla birlikte dört at var. Oldu olacak
hakim beyi de çağıralım” dedi.
Kaymakam “Olur da; at eksik” deyince yüzbaşı “Hacı
Arif efendinin tavlasından iki at isteriz” dedi.
Kaymakam “bak o olur. Hacı Arif efendi geçenlerde
‘köyleri gezeceğim’ deyince ‘at falan lazım olursa; benim atları alın demişti’
dedi” diye bilgi verince yüzbaşı “tamam o zaman” dedi orada çayı getirip bekleyen
nöbetçi çavuşa “Nuri postaya söyle. Bizim atları hazırlasın. Sen de Hacı Arif
efendiye git. Onun iki atını iste. Giderken doktora, savcıya, hakime ve baş
muallime haber ver. Buraya gelsinler” dedi.
Çavuş “emredersin komutanım” dedi ve karakola
gidip postaya yüzbaşının emrini söyledi; oradan diğerlerine haber verip, Hacı
Arif efendiden atları istemeye gitti.
Az sonra hakim, savcı, doktor ve baş muallim
süvari kıyafetleriyle geldiler. Karakolun atları hazırlanmıştı. Çavuş da Hacı
Arif efendinin atları yedekleyip getirdi.
Yüzbaşı ayağa kalktı. Kaymakam da diğerlerine
gülümseyerek “haydi arkadaşlar; bugün akşama kadar at bineceğiz” dedi.
Yüzbaşı “hakim bey. Siz benim atı istemiştiniz.
Ona binin” dedi. Onun bu sözüne diğerleri gülüşünce hakim “niye gülüyorsunuz
arkadaşlar? Yüzbaşıya onu ben söyledim. ‘At binmeye alışkın değilim’ dedim; o
da tedbir alıyor” dedi.
Hakimin bu ciddi hali diğerlerinin biraz canını
sıkmıştı. Hakim “ne o beyler. Canınızı sıktım galiba. Şaka şaka. Ben yüzbaşıya
daha önce ‘benim için senin atı hazırla. Atın hoşuma gidiyor” demiştim. Yüzbaşı
onun için kendi atını bana önerdi. Sakarya savaşına ben Fahrettin beyin
maiyetinde süvari asteğmeni olarak katıldım. Yani attan iyi anlarım” deyince
soğuyan hava ısınmış kaymakam “ilahi hakim bey. Sabah sabah bizi işlettiniz”
dedi.
Birlikte atlara binip yola çıktılar.
Kaymakam “yüzbaşım kılavuzumuz sizsiniz” dedi.
Yüzbaşı “tabi kaymakam bey… Ben bu yollara alışkınım” dedi ve atını biraz öne
sürdü.
O sırada kaymakam ve yanındakileri at üstünde
gören kasabalılar merakla birbirine “sabah sabah bunlar nereye gidiyor acaba?”
diye birbirine soruyordu. Ama hiç biri doğrusunu bilmediği için meraklarıyla
kaldılar.
Gurup kasabayı geçip Çamdibine giden patika yola
girmişti. Sol tarafta yukarı doğru çam ağaçları yükseliyordu. Sağ tarafta kıraç
kırık dereler vardı.
Yüzbaşı “efendiler; az sonra çok şaşıracaksınız”
dedi.
Hepsi meraklanmıştı. Aslında kaymakam ve doktor bu
yoldan daha önce gitmişlerdi. Yüzbaşı hepsi için söylediği için kaymakam
“hayırdır yüzbaşı? Bilmediğimiz bir şey mi var?” dedi.
Yüzbaşı “kaymakam bey; siz bu yoldan bu mevsimde
hiç geçtiniz mi?” deyince kaymakam “hayır; ama” derken öndeki tepeyi
geçmişlerdi.
Gördükleri sanki ressamın tuvaline çizilmiş
manzara resmiydi. Bu görüntü kaymakam
dahil herkes çok şaşırmıştı.
Mevsim ilkbahar başlangıcı olduğu için aşağı doğru
inen arazi rengarenk kır çiçekleriyle bezenmiş; ileride ova renklerin buluştuğu
doğa harikası bir deniz gibi gözün alabildiğine uzanıyordu.
Ovanın sağ tarafında hemen aşağıda belli belirsiz
gözüken dere ve derenin ucunda köylerin ortak çayırları üzerinde öbek öbek at
sürüleri veya tek tek atlar, daha ilerde koyun sürüleri çayırın yeşiliyle
uyumlu bir renk sunarken; ovanın sol tarafında toprakta boy vermiş çeşitli
mahsul deniz gibi dalgalanıyordu sanki.
Sol tarafta yukarı doğru ardıç ağaçları vardı.
Daha yukarıda yemyeşil çam ağaçları; daha yukarıda kelleşen yalçın kayalar
yükseliyordu.
Bu ovanın etrafına ilerde üç ayrı kasaba ve yüzün
üzerinde köy serpilmişti. Çok ileride kırmızı çatılar yeşilliklerin arasında
belli belirsiz gözüküyordu.
Yüzbaşı “bu ovanın ilerde gözüken ucu değil. Gözün
çizdiği sınırı… Ovanın boydan boya çapı atmış kilometreyi geçiyor. Yani buradan
karşı sınırı görmek olası değil.
Bizim kasabaya bağlı köyler şu ilerde tepenin
hemen dibinde gözüken evler var; orada bitiyor. O gözüken köy Yusufçuk.
Sağda aşağıda belli belirsiz gözüken derenin
çizdiği sınırda beş köyümüz var. Diğer köyler hemen ileride Çamdibi var. Onun
ilerisinde Kavak, Kavacık, Kayaköy, Söğüt diye sıralanır gider. Hepsi on dokuz
köy. Aralarında ikişer üçer kilometre kadar aralık var” dedikten sonra eliyle
yukarıda bir yeri işaret etti ve “şu yukarıda gördüğünüz ardıçlığın ucunda
geçit gibi bir şey var ya! Orası Goca Hamza’nın Yunan gelecek diye ovadaki
köylülerle birlikte beklediği yer” deyince; o olayı bilen kaymakam ve baş
muallim ilgiyle “hey gidinin Goca Hamzası” derken Savcı, hakim merakla
bakıyordu. Doktor da olayı kıyısından köşesinden öğrenmişti ve o da merakla
yüzbaşıya bakıyordu.
Yüzbaşı “Goca Hamza köylüyü coşturup ‘Yunan
gelirse ovaya sokmayız’ diye orada aylarca nöbet tutturmuş” dedi.
Goca Hamza efsanesini duyanlar onun köylülerle
Yunanı beklediği yeri ilk kez görmenin heyecanı içindeydi. Hakim ve savcı da
kulaklarına çalınan efsanenin merakıyla bakıyordu.
Yüzbaşı “düşünün. Köylerde eli silah tutan kimse
kalmamış. Yunan Buldan’a inince bütün kasaba köyler; hatta bütün ova panik
içindeyken Goca Hamza ‘kime? Nereye geliyormuş Yunan?’ deyip yanına aldığı Rıza
çavuşla bütün ovayı dolaşmış; millete moral vermiş” dedi.
Sonra o gün hakkında bildiklerini anlatmaya
başladı.
Goca Hamza o gün efelikten kalan cepkeni giymiş,
kafasın poşuyu takmış. Gümüşlü mavzeri ve çoğu boş mermiyle dolu fişekliği
kuşanmış. Rıza çavuşun yanına gitmiş. “Hade çavuş gidiyoz” demiş. Rıza çavuş
merakla “hayırdır dede? Nereye gidiyoz?” deyince Goca Hamza “nereyesi var mı? Bütün
ova Yunan korkusuyla çil yavrusu gibi dağılıcek. Onlara dur deyen olmazsa bu
ova baykuşların yuvası olcek çavuş. Çok söylenme de düş peşime demiş” Rıza
çavuş “dede benim silahım yok ki” deyince Goca Hamza “o ne? Ordaki ne?” diye
yerdeki kırık tahrayı göstermiş. “O düşman govalamaya yetmeyo mu çavuş?”
deyince Rıza çavuş anlamış Goca Hamza dedeyi. Düşman karşı savaşmak için bahane
olmaz. Bunu Çanakkale’de konuştuğu İstanbul’dan savaşmak için gelen mektepli
çocuktan duymuştu. O aklına gelince utanıp “anladım dede” diyerek yerdeki kırık
tahrasını atının terkisine asmış; düşmüş Goca Hamza’nın peşine.
Yüzbaşı bunları anlattıktan sonra “Tıpkı Donkişot gibi” dedi.
O böyle deyince savcı “peki köylüyü nasıl
inandırmış düşmanı engelleyeceklerine” diye sordu.
Yüzbaşı
duygulu bir sesle “işin ilginç yanı da o ya. Ova köylerinden birinde köylünün
biri ‘ya Hamza dayı; Biz bu halımızla Yunanı nasıl durduruz? deyince Goca Hamza
‘ne yani. Şindi biri gelse. Senin garının ümüne çökse. Sen bakıp durcen mi
öyle?’ deyince köylü ‘kime? Valla anasını bellerin o gelenin’ deyince Goca
Hamza ‘hah tam öyle işte. Yunan gelip bizim garımızın gızımızın ümüğüne
çökmesin deyi; biz orda bekliyecez. Herkes dövüşmek için nesi varsa alsın.
Ardıçlığa gidiyoruz’ demiş” diye savcının sorusunu cevapladı.
Sonra “Yani; köylerde kalan yaşlı, kör topal
herkes eline dirgenini, nacağını, tahrasını alıp düşmüş Goca Hamza’nın peşine.
Orada, Ardıçlıktaki geçitte aylarca Yunan gelecek diye nöbet tutmuşlar” derken
gözü hafiften yaşarmıştı .
O sıra yüzbaşının tok sesiyle anlattıkları
diğerlerinin de içini ürpertmiş; gözlerine yaş birikmişti. Hepsi Goca Hamza’ya
karşı büyük saygı içindeydi.
Çünkü hepsi de bir şekilde kurtuluş savaşına
katılmış; o sıralar aynı heyecan ve kararlılığı duymuşlardı; ama Goca Hamza
gibi bir gümüşlü mavzer, bir kırık tahrayla bu işin olacağını; yani koca ovanın
düşmana karşı duracağını hiç düşünemezlerdi. Goca Hamza’nın yüzbaşının dediği
gibi Donkişotvari bir çıkışla köylüyü ardına düşürmesini anlamak da anlatmak da
çok zordu onlar için.
Hepsi bu duygu yoğunluğu içindeyken kaymakam “o
zaman yüz başım. O ardıçlığı görmeden geçmek doğru olmaz” deyince yüzbaşı
sessizce atını ardıçlığa çıkan keçi yoluna çevirdi; diğerleri diye peşi sıra
atlarını o tarafa sürdüler.
Ardıçların arasındaki patika yoldan ilerlerken bir
sessizlik olmuştu.
Sanırım çoğunun kafasında düşman geliyor
korkusuyla çil yavrusu gibi dağılan köylerin birden düşmanı durdurmak için
ilkel silahlara sarılacak güveni duymasını anlamaya çalışıyordu.
Kaymakamın aklındaysa köylüye bu okuma yazma
seferberliğine katmak için ne yapması gerektiği sorusu ve o sorunun cevabının
bu ardıçlıkta Yunanı bekleme enerjisinde olduğu vardı.
Yani köylüye benzeri bir moral ve heves
verilebilirse pekala bütün ova köylerinin bu okuma yazma kurslarına yoğun
katlımı sağlanabilirdi. Böyle düşünürken aklına Kavak ve Kayaköy muhtarlarının
muhalefeti gelince canı sıkıldı ve yüzünü ekşitti.
Bunu fark eden Fehmi bey sanki kaymakamın aklından
geçenleri anlamış gibi “sıkmayın kaymakam bey. Bu okuma yazma kursundaki
engelleri Goca Hamza’nın yöntemiyle çözeriz” dedi.
Kaymakam “nasıl?” der gibi bakınca baş muallim
“yani okuma yazma öğrenmenin şart olduğunu, çoluğunun çoğunun istikbalinin bu
projenin başarısında olduğunu inandırarak” dedi ve devam etti “bilirsiniz bizim
halk, özellikle köylüler kendi yemez çocuğuna yedirir, kendi giymez çocuğuna
giydirir; ayni onlar için yaşar. Onlar için yapamayacağı fedakarlık yok” dedi.
Dikkatlerini başmuallime veren diğerleri
kafalarını sallayarak baş muallimi onaylıyordu.
Bu sırada ardıçlığın sonuna gelmişlerdi.
İki dağın birleştiği yerden yukarılardan akan
suyun oluşturduğu dere hemen oradan sağa dönüp Çamdibine doğru gidiyordu.
Yüzbaşı “işte Ova halkının Goca Hamzayla birlikte
yunanı beklediği bu geçit” diye derenin hemen üstünden kıvrılarak yukarı doğru
giden patika yolu gösterdi.
Bu patika yol yukarıda kayalıkların arasından
geçerek dağın öte yakasına ulaşıyormuş.
Derenin hemen üstünden sola doğru ve patikadan
sağa doğru sık çam ormanı başlıyordu.
Sağa doğru dönen dere ardıçlığın sınırını
oluşturuyordu. Derenin bu tarafında
ardıçların bittiği yerde bir çayırlık vardı. Çayırlığın dereyle
birleştiği yerde çeşme gibi bir şey
önünde de ‘sanırım köylülerin hayvan sulamak için çevirdiği’ böğet gibi bir yer
vardı.
Goca Hamza köylüye sanırım “düşman gelirse bu
geçitten gelir. Biz geçidin başında pusu kurar düşmanı bu yana geçirmeyiz”
demişti. Eğer yukarıdan düşman patika yolu tek sıra inip gelirse belki Goca
Hamza’nın planı tutabilirdi. Tabi yine de mucize.
Yüzbaşının gösterdiği yere bakanların hepsinin
ağzından ‘sanırım okudukları Donkişot öyküsünü hatırlayıp’ “Tam Donkişotvari
bir bekleyiş” sözcüğü döküldü.
Öyle veya böyle Goca Hamza ‘düşman geliyor diye
evini yurdunu terk edecek kadar korku içinde olan’ ova halkına “Yunanın burada
anasını belleriz valla” demiş; inandırmış aylarca kocamış kör topal, hatta
kadınlara varıncaya kadar nöbet tutturmuştu.
Yüzbaşı derenin sığı yerinden atı karşıya sürdü.
Peşinden diğerleri de geçti. Yüzbaşı orada insan eliyle yapılmış setleri
gösterdi “işte bu setleri de düşman gelirken gözükmemek için siper olarak hazırlamışlar”
dedi.
Her şey çocukların askercilik oynadığı gibi bir
görünüm içindeydi. Ama koca ova halkının bu oyuna inanarak katıldığı
düşünülürse ortaya muazzam bir mana çıkıyordu.
Kaymakam ve diğerleri bu çocukçu manzaranın
kafalarına oluşturduğu duygu yoğunluğuyla dalmışken yüzbaşı “bu dere Çamdibinin
üstünden Kavak köyüne ulaşır. O köyün altından döner ve yine Çamdibinin
altından gelirken gösterdiğim çayırlığa doğru akar” deyince kaymakam birden
irkildi “beyler burada fazla kalmayalım. Bari çıktık üç beş köy dolaşalım”
deyince hepsi de daldıkları duygusal yoğunluktan sıyrıldı. Yüzbaşı derenin sığ
yerinden yine beri tarafa atını sürdü. “O zaman ilk olarak Çamdibine uğrayalım.
Oradan Kavak öteki köylere dolaşırız” deyince kaymakam ve diğerleri yüzbaşının
peşinden atları sürdüler.
O sıra hiç konuşmayan hakim “biz de cephede
savaşarak bir iş yaptık sanıyorduk. Asıl cephe buralarmış. Şu Goca Hamzanın
yaptığına bakınca anladım bunu. Asıl savaş buralarda verilmiş” dedi. Savcı
“tabi kaymakam bey… Buralarda halk o savaşın kazanılacağına inanmasa cephedeki
moral zor sağlanırdı. Buralardaki inanç dalga dalga oralara kadar ulaştı” dedi.
Baş muallim “haklısınız efendim. Mesela zeybeklerin Aydın yöresinde Yunana
direnişi. Düşünü eşkiyalık için dağa çıkmış insanlar bir anda vatan için
savaşan kahramanlara dönüşüyor. Bütün bunlar bir şeye; yani asıl Kemal paşaya
inançtan kaynaklanıyor. Bütün Türk Halkı tıpkı ova halkının Goca Hamzaya inanıp
peşine düşmesi gibi Kemal paşaya inanıp onun peşine düştü. O güven, o inanç olmasaydı
o savaş zor kazanılırdı. Bizim de elimizde Goca Hamzabanın gümüşlü mavzeri gibi
çok kıt silahımız vardı” dedi.
Hepsi de kurtuluş savaşını yaşamış kişiler olarak
Goca Hamza’nın başarısının değerini çok iyi anlıyordu.
Kaymakam “işte cumhuriyeti kurarken de alınan her
karara aynı inancı yaratabilirsek başaracağız. Ben hep öyle düşünürüm. Yani
emirle talimatla değil, yapılan şeyin halka yararını doğru anlatarak onların
gönüllü desteğini almak. İşte o zaman tıpkı tırpanla, kırık tahrayla düşmanın
yenileceğine inanç gibi yaşadıkları zor koşullara rağmen halka muasır devletler
seviyesine ulaşılacağına inandırmak. Okuma yazma kursları bu anlamda çok önem
kazanıyor. Sizin bu konuda desteğiniz çok önemli arkadaşlar” dedi.
Hepsi de kaymakam hak verdi, her türlü desteğe
hazır olduklarını söylediler.
Bu şekilde sohbet koyulaşmışken aşağı doğru
ileride keçi sürüsü, onun aşağısında bir iki ev gözüktü.
Yüzbaşı “burası Çamdibi köyü. Adını da hemen az
ileride sona eren çamlıktan alıyor. Gerçekten çamların tam dibinde bir köy”
dedi. Keçi sürüsünün köye ait olduğunu, bu dağ köylerinin hepsinin koyun keçi
besiciliği yaptığını; aslında bu yörenin halkının hepsinin Türkmen yörüğü
olduğunu; yani bir süre önce göçer olduklarını söyledi.
O böyle deyince savcı gülümseyerek “içimizde kökü
göçer olmayan var mı ki Yüzabaşım?” dedi. Onun bu sözüne diğerleri gülümseyerek
onayladı. Bu sırada bir onları gören bir çocuk koşarak köye doğru gitti.
O sırada muhtar muhtarlığın önündeki dibeğin
yanında birkaç köylüyle sohbet ediyordu. Çocuk soluk soluğa geldi “muhtar emmi!
Yokarıdan atlılar bu taraf geliyo!” dedi.
Çocuk soluk soluğaydı. Muhtarın “ne yandan?”
sorusuna eliyle “şu yandan” diye gösteriyordu.
Muhtar “Allah Allah! Dağ yandan kim gelir ki
atla?” dedi. Aklına jandarma geldi. ‘herhalde devriye geliyor” dedi. O sıra
biraz nefesi yatışmış çocuk “hı ı? Gelenle adamalarıdı” deyince muhtar “kim
acaba bunlar?” diye çocuğun işaret ettiği yere doğru yürümüştü ki; evlerin
arasında yüzbaşı yanında kaymakam bir gurubun geldiğini gördü. Yanındaki köylüye
“goş Irza emmiyi kaldır” derken gelen guruba doğru yürüdü.
Bu sırada muhtarın “goş Irza emmiyi kadır” dediği
köylü hemen yakındaki bekçi Rıza’nın evine koştu. Bahçede Zehra kadın kızı
kucağında duruyordu. Adam “Zehra bacı. Irza emmiyi kaldır. Köye gelen böyükle
var” dedi.
Zehra “kimmiş o böyükle?” derken içeriden Rıza
duydu. Zaten üzerinden bir şey çıkarmadan uzanıvermişti. Kalkıp geldi. Gelen
köylü “Irza emmi… Candırma komutanı yanında birilenle geldi” deyince Rıza
telaşla ayağına çarığını çekip çıktı.
O sırada kaymakam ve diğerleri atlarından inmiş;
gelen köylüler atları alıp hemen aşağıdaki derenin yanına çekmiş; atların yem
torbalarını boyunlarına asmıştı.
Kaymakam, yüzbaşı ve diğerleri ayaküstü muhtarla
konuşuyordu. Rıza koşup geldi. Hoş geldiniz efendim” dedi. Kaymakam
“uyuyormuydun Rıza çavuş?” deyince ondan önce muhtar “bekçi gece yoca
sulayanlara nizama goyunca, ben ‘git accık dinlen’ dediydim kayamakam bey” diye
cevap verdi.
Kaymakam zaten o soruyu öylesine sormuştu. “Hamza
dede yok mu?” dedi. Rıza “olmamı efendim. Evdedir ben çağıran gelen” dedi.
Kaymakam “rahatsız etmeyelim” dediği sırada Rıza çoktan Goca Hamza’nın evine
yollanmıştı.
Muhtar “ne rahadsızlığı gaymakam bey. Zaten
çağırmısak ‘bene adam yerine gomadınızmı?’ deyi gızadı” deyince diğerleri ve
kaymakam gülüştü.
O sırada Rıza çoktan Goca Hamza’nın evine
varmıştı. Goca Hamza sabah yanına gelen Rıza’nın oğlu Ali’ye yine masal
anlatıyordu. Rıza telaşla “dede goş Gaymakam bey geldi. Sene soruyo” deyice
Goca Hamza Ali’ye “dur dedem” deyip kalktı. “Nerde ula. Essah mı deyon?” derken
ayağına nalınları geçirmişti.
Birlikte yanlarında küçük Ali koşarak muhralığa
gittiler.
Muhtar içeriden iki sıra çıkartmış; misafirler
sıraların üzerine oturmuştu. Kaymakam muhtara “yemek için bir şey hazırlamayın.
Seni alıp diğer köyleri dolaşacağız” dedi.
Muhtar “olur mu heç kaymakam bey” deyince kaymakam
“gerçek söylüyorum” dedi.
Muhtar “o zaman bizimki sabah ot ekmeği gatmer
falan yaptı. Ondan size dürüm yapalım. Yanında da ayran getiren” deyince
kaymakam “işte buna hayır demem” deyip diğerlerine “siz yediniz mi bilmem? Ot
ekmeği yanında ayran, çok güzel gider” dedi. Hakim “bilmez miyiz kaymakam bey?
Biz de çocukluğumuzda analarımızın ot ekmeğini çok yedik” dedi. Diğerleri de
onu onaylıyordu; Goca Hamza elinden tuttuğu Ali’nin oğluyla çıkıp geldi.
Kaymakam Hamza dedeyi görünce ayağa kalktı “o
Hamza dedemiz de gelmiş” dedi. “Hoş geldiniz” deyen Goca Hamza’ya “ver elini
öpeyim dede” dedi.
Goca Hamza yaşıyla dedeliği çoktan hak etmişti.
Hiç olmazlanmadan kaymakama elini uzattı “berhudar ol oğlum” dedi. Diğerleri de
sırayla elini öptü. Hakim ve savcı ilk kez görüyorlardı Hamza dedeyi. Onun için
biraz saygı biraz da merakla bakıyorlardı.
Goca Hamza’nın ‘gocalığından’ kocaman elleri ve
kocaman ayaklarıyla kocaman kafası bir de ezilmiş koca kulakları kalmıştı. Boyu
haliyle küçülmüştü; ama omuzlar yine çok büyüktü. Görünüşünden vakti zamanında
dev gibi biri olduğu çok kolay anlaşılıyordu.
Kaymakam küçük Ali’nin yanaklarını okşayıp “dede
torun mu bu?” dedi. Goca Hamza’dan önce küçük Ali benim dedem Kör Emin. Hamza
dede hepimizin dedesi” diye yaşından umulmayan bir olgunlka cevap verince hepsi
gülüştü kaymakam “nasıl hepinizin dedesi?” diye sordu. Küçük Ali “baya
hepimizin. Bütün çocuklan dedesi o” dedi.
Kaymakam “sen Hamza dedeyi çok mu seviyorsun”
deyince Küçük Ali “çook” diye cevapladı.
Bu sırada Goca Hamza “bu Irzanın oğlan. Emme zehir
gibi maşallah. Sabah erkenden masal anladıve deyi gelmiş” dedi.
Kaymakam Küçük Ali’ye “Hamza dede ne masal
anlatıyor size” diye sordu. Küçük Ali ciddi ciddi parmaklarıyla sayar gibi “Hayber
galesi, Battal gazi, Tozlu bey” diye Goca Hamza’nın anlattığı masalları saydı.
Çocuğun dilli hali hepsinin çok hoşuna gitmişti.
Kaymakam “bu köye okul açılacak. Sen okula gidecekmisin?” deyince Küçük Ali “bubam
da öyle dedi. Emme Fatma’da gidcek okula” diye cevap verince o sıra yanlarında
olan Rıza “Fatma benim gücçük gız. Dün muhtar mektep meselesini köylüye
anladırken bu da varıdı. Ordan aklında galmış” dedi.
Kaymakam muhtara döndü “sen köylüyle mektep işini
konuştun mu?” diye sordu.
Muhtar “gonuşmamın gaymakam bey. Siz gidin
köylüyle fonuşun deyince ben akşam yemeden sonra köylüye anladım” dedi.
Kaymakam “köylü nasıl karşıladı, kurslara
katılacaklar mı?” deyince “tabi gatılcekle gaymakam bey. Gazi hazretlerinin
emri olunca kim garşı duru?” dedi.
Kaymakam “emir değil. Gönüllü katılacaklar mı?”
diye sorunca muhtar “tabi efendim. Akşam Emin hoca ve Hamza dede de gatılam
deyince bütün köylü tamam dedi” diye cevap verdi.
Kaymakam yüzbaşı ve diğerlerine döndü “işte bunun
için başaracağız. Bu köylerin sözüne güvendiği Hamza dedeleri, imamlar
sayesinde başaracağız” dedi. Sonra baş mullime “Fehmi bey. Ali çok zeki çocuğa
benziyor. Muhtar gelince ona Ali için defter kalem verelim” dedi. Küçük Ali
“Fatma için de” deyince kaymakam kahkahayla güldü ve Ali’yi kucağına aldı “tabi
abisi Fatma unutulur mu? Ona da verelim” dedi ve Ali’yi sevgiyle öptü.
Bu manzara Ali’nin konuşkanlığı gelen misafirlerin
ve köylülerin çok hoşuna gitmişti.
Onlar sohbet ederken muhtar evine gönderdiği bir
köylünün getirdiği siniyi boş sıranın üstüne koydu. Üzerinde yufka üzerine
konmuş ot ekmekleri ve katmer vardı. Muhtarın karısı da yanında Zehra birinin
elinde bardaklar birinin elinde içinde ayran olan tencere geldiler.
Muhtarın hanımı bardakları doldururken “heç olmadı
böyle gaymakam bey. Çabucak bi oğlak kesedik” deyince kaymakam onun muhtarın
hanımı olduğunu tahmin etti “çok sağ ol yenge. Bugün işimiz acele. Ama bir
oğlak alacağımız olsun” dedi. Muhtarın karısı “ozuman önceden habar verin. Size
bir oğlak çevirme yapam” dedi. Kadının konuşkanlığı kaymakamın ve diğerlerinin
dikkatini çekmişti. İçlerinden “cumhuriyetin verdiği özgüven” diye geçiriyordu.
Kaymakam “okuma yazma kurslarına siz de katılacaksınız değil mi?” diye sorunca
muhtarın hanımı “gatılmamız heç. En başda benle Irza dayının Zehr var. Köyün
bütün gadınları gatılcek evelallah” dedi.
Kaymakam ot ekmeği dürümünün yanında nefis koyun
yoğurdundan yapılmış kokulu ayranı içerken muhtarın hanınımın cevaplarıyla
keyif olmuştu.
“Sizler böyle hevesli olursanız, çocuklarınız daha
hevesli okur. Memur olur, öğretmen, doktor, hakim, savcı, kaymakam olur. Hepinizin
hayatı değişir” dedi sonra Ali’ye “sen olacaksın bakalım?” deyince Ali muallim
lafını çok duyduğundan olacak “muallim olucen” dedi.
O sırada yanlarına Kör Emin
geldi. Onu gören küçük Ali “işde benim esas dedem bu” deyip Kör Emin’e
sarılınca kaymakam ve diğerleri gülüştü.
Kör Emin etrafı zor seçiyordu.
Onun için muhtar “Emin emmi gaymakam bey geldi” deyince yüzü gülen Kör Emin
“hani nerde?” der gibi baktı. Kaymakam onun iyi göremediğini fark etmişti. “Hoş
bulduk Emin amca” dedi. Kör Emin sese doğru baktı “hoş gelmişsiniz bey” dedi.
Kaymakam “köyünüze ziyaret için
geldik. Maşallah çok akıllı torununuz var” deyince Kör Emin’in yüzü ışıldadı “öyledir
beyim. Alim maşallah çok akıllıdır. Emme onun zeynini açan hep Hamza dayı.
Onlara masal anlada anlada çocuklan hep zeynini açdı sağolsun” dedi.
Kaymakam “köye okul açıyoruz.
Onun için gelmiştik” deyince Kör Emin “hey gidinin gazisi. Millete adam edcen
deyi ölüp ölüp diriliyo. Allah ona zeval vermesin” dedi.
Bu sözler ve Kör Emin
kaymakamın dikkatini çekmişti. “Hayırdır dayı gözlerin ne oldu?” deyince Kör
Emin ‘bakma sen’ der gibi elini salladı “barıt yakdı gaymakam bey” dedi.
Kaymakam “nasıl?” der gibi
bakınca muhtar “Emin emmi Yemen’e gidenlerden gaymakam bey. Orda kör olmuş
gözü” diye açıklama yapınca ötekilerin de dikkatini çekmişti. Çünkü Yemen harbi
pek bilinmeyen; daha doğrusu o kadar savaş hengamesinde unutulan bir savaştı.
Tıpkı gidip de gelmeyenlerin unutulduğu gibi.
Kaymakam “ne kadar esir kaldın
dayı?” dedi. Kör Emin önce durakladı “yedi sekiz sene oldu her hal” dedi.
Kaymakam Kör Emin’e saygıyla baktı. “Ne yapacaksın dayı. Kimimiz gözünü kimimiz
Rıza Çavuş gibi elini kimimiz de canımızı verdik bu vatan için” dedi.
Kör Emin “deyseydi bari
kaymakam bey. Deysedi bari” deyince kaymakam ve diğerleri şaşırmıştı.
Şaşkınlıkla “nasıl deyseydi dayı?” diye sordu. Kör Emin “hana kaymakam bey onu
deyon. Misal muhtar Ali istiklal savaşına gitti. Onla barabar çok arkıdeşi
gitdi; gelmedi. Emme deydi. Vatan gurtuldu. Ya benim göz kaymakam bey. O neyi
gurtardı?” deyince kaymakam ve diğerleri Kör Emin’i çok iyi anlamış ve
başlarını yere eğmişti.
Kaymakam “haklısın be dayı. Bu
millet savaşlara çok can verdi. Hiç itirazsız gittiler. Giden çoğu gelmedi.
Geldiyse de senin gibi, Rıza çavuş bir yanı eksik geldi. Ama bazı savaşlara
değdi. Mesala Rıza çavuşun eli. Çok değdi. O zaferden sonra kurtuluş savaşı
umudu doğdu. Muhtarla gidip gelmeyenler oldu; ama vatan kurtuldu. Ama haklısın
dayı; hem de çok haklısın.
Kaymakamın bu sözlerine Goca
Hamza “çok doğru dedin gaymakam bey. Emin de onu deyo. Padişah istedi deyi
savaşa evlatlanı göndere göndere millette hal galmadıydı. Hepsinin canı
burnundaydı. Emme Kemal paşa çıkınca ortaya yeniden canlandı hepsi. Hepimize bi
umut doğdu” dedi.
Goca Hamza’nın bu sözleri
üzerine kısa bir suskunluk oldu.,
Kaymakam “işte arkadaşlar; Gazi
şimdi de milleti okuryazar yapmaya karar verdi. Cehalete savaş açtı. Şimdi de
bu savaşa destek olacağız. Gördüğüm gibi siz buna destek veriyorsunuz. Biz
sizin gibi vatandaşlarla bu işi başaracağız evelallah” dedi.
Bu sırada muhtarın eşi ve Zehra
kadın birinin elinde bakır leğen ve ibrik, öbürünün elinde sabun ve havlu
geldiler.
Muhtar “tabi gaymakam bey” derken
kaymakam o sırada sıranın üstüne leğeni koyan muhtarın hamına doğru yöneldi.
“Muhtar ellerimizi yıkayıp bir an önce yola çıkalım” dedi.
Bu sırada Zehra elinde ibrik
öbür elindeki sabunu kaymakam uzattı. Rıza koşup geldi Zehra’nın elinden ibriği
aldı ve kaymakamın eline suyu döktü. Kaymakam ve sonra diğerleri sırayla
ellerini yıkadılar. Ellerini ve ağızlarını Zehra’nın uzattığı havluya sildiler.
Kaymakam “evet dayılar.
Anlaşıldı. Çamdibi köyü okuma yazma seferberliğinde de öncü olacak. Sağolun
varolun. Şimdi diğer köyleri dolaşacağız” dedi Goca Hamza’ya “dede sen de
bizimle gelebilirmisin?” deyince Goca Hamza “nerde dedem? Ben eskisi gibi at
binemeyon. Bi yerimi gırasam zor gayna; ondan düşer şaşarın deyi korkuyon”
dedi.
Onun bunları söylerken tavrı
oradaki herkesi üzmüştü. Hiç biri aklından Goca Hamza’nın ihtiyarlığını
getirmiyordu; ama işte kendi yaşlandığını söylüyordu.
Dile kolay doksan küsur sene.
Hep bir kavga, bir mücadeleyle geçmiş; ama artık tamam demişti. Aslında yine
istese at binerdi; ama geçenlerde Zehra kadın onu dibeğin üstüne oturmak için
uğraşırken görünce “abu dedem. Allah emdesin. Düşer bi yerini gırasın biyo.
Alla edmesin yatalak oluverisin” demiş sonra hatalı konuştuğunu fark edip
“gerçi ben sen gene bakarın; emme kemin gaynamaz, çok acı çekesin” demişti.
Zehra kadının bu uyarısı Goca
Hamza’yı ‘tingidek düşürmüştü.’ Zerha kadın doğru söylüyordu. Bir yeri kırılsa
nasıl ederdi o zaman. Gerçi köylüler bakardı; ama ‘ya ölmeyiveri de’ onları
bıktırırsa ne olacaktı?
Bunlar aklına gelmiş “doğru
deyon gözel gızım. İnsan işde gabıl edemeyo bir türlü yaşlandını; emme
haklısın. İnsan azıcık haddini bilmeli” demiş o günden sonra daha dikkat eder
olmuştu. Şimdi de kaymakama öyle söylemişti. Kaymakam onu üzdüğünü düşünmüş
“dede maşallahın var senin” diye gönlünü almaya, gitme lafını geçiştirmeye
çalıştı.
Bu sırada Yüzbaşı “eh o zaman
biz hazırlanalım. Muhtar bizle geliyor; değil mi?” dedi. Muhtar “tabi efendim”
diye cevap verdi. Yüzbaşı “bekçi de gelsin” dedi. Bunun üzerine Rıza muhtarın
atını almaya, Zehra da kocasının atını getirmeye gitti.
Onların atları da gelince
köylüyle vedalaşıp yola çıkıyorlardı; muhtarın karısı “gaymakam bey. Oğlak
çevirmeye sözünüz var ha! Unudman” dedi.
Kaymakam “tabi efendim. O zaman
bizim hanımları da alalım. Hem sizinle tanışmış olurlar, hem de buraları görmüş
olurlar” dedi. Muhtarın hanımı “ne demek? Başımızla barabar. Buyurup gelsinle”
dedi. Bu konuşmalardan sonra muhtar biraz önde yol gösterici olarak atları
sürdüler.
Köy zaten çok küçüktü. Evlerin
arasından geçip ilk köy olan Kavak köyüne doğru yoluna çıktılar.
Evlerin arasından geçerken her
evin önünde ağıl vardı. Kaymakam “muhtar burada herkesin sürüsü var mı?” dedi.
Muhtar “sürü denmez gaymakam bey. Herkezin az ya da çok goyunu geçisi var. Emme
öyle böyük sürüsü olan bir iki kişi var” dedi. Aslında muhtarın ve kayın
pederinin sürüleri büyüktü; ama görgüsüzlük olmasın diye “büyük sürüler bizde
var” demedi.
Ancak kaymakam “kimde büyük
sürü var?” deyince biraz sıkılarak “benimle gayın pederin var efendim” dedi.
Muhtarın köyün zengini olduğu böylece ortaya çıkmış oldu. Kaymakam “Rıza çavuş
sende ne var?” deyince Rıza çavuş gülümsedi “garibin neyi olur gaymakam bey?
Ben Zehra Köroğlu ayvazız. Bi de ellerinizden öper Aliyle Fatmamız var” deyince
muhtar “Rıza çavuşun askere gitmeden epey davarı varıdı, emme gideken goycek
insan bulumayınca satdı. Gelince parasıyla düğün yapdı. Emme önemli değil
gaymakam bey. Bizim köyde herkezin davarı herkezin sayılır. Bizim aramızda
malın mülkün lafı olmaz. Öyle de mi Irza dayı?” dedi.
Rıza çavuş “muhtar doğru
söylüyo gaymakam bey. Biz Goca Hamza’dan talimliyiz. Kimse kimseye üsdünlük
taslamaz. Öteki köyle de aynıdır. Bu ovanın insanı dirliklidir gaymakam bey”
dedi.
Onun bu sözleri hepsinin hoşuna
gitmişti. Hakim ve Savcı da biliyordu, tabi jandarma komutanı da. Bu köylerde
öyle hırsızlık benzeri adi suç pek olmazdı. Davalar genelde medeni kanun
çıktıktan sonra evlenme boşanma üzerine olurdu. Onlar da seyrek. Yani köyler
yönünden jandarma da adliye de rahattı.
Savcı “Rıza çavuş doğru söylüyor.
Çok şükür köylerde suç pek yok” diye açıkladı.
Muhtar lafi değiştirmek için
“şimdi gideceğimiz Gavak köyü. Adından belli olduğu gibi bu köyün gavaklığı
meşhurdur” dedi. Zaten o öyle derken sırtı dönüp aşağı doğru inmişler; bu
sırada ileriden akıp gelen derenin etrafında yemyeşil kavak ağaçları
gözükmüştü.
Muhtar “Gaymakam bey bu dere
yokarıdan Ardıçlıkdan gelir. Gavağın üstünden dolanır. İleride Söğüt köyü ve
onun altından dolanır gelir. Böyle bizden yana ovaya doğru akar gider” dedi.
Onun bu açıklamasına hakim bey
“demek buranın suyu bol” deyince muhtar “bu bi şey mi beyim. İleride dağdan
enen su var. İki belim gibi gadar. Orda Değirmenler köyü var. O köyde o su dört
dene değirmenin daşını döndürür. Onun bi golu var. O da sırttan Yusufçuğa
yönelir. Yusufçuklulan kereste biçen hizarları var. Onun motoru çalışdırır.
Yanim çok şükür sudan yana heç sıkıntımız yok” dedi
Gerçekte ovayı çevreleyen
dağlarda birçok su kaynağı vardı. O kasabanın ve diğer kasabaların hiç birinin
su derdi yoktu. Hepsinin suları buz gibiydi.
Doktor “bu köyler hep küçük
hayvan besiciliği mi yapar?” deyince muhtar “yok dokdur bey. Davarı olan bizim
taraftaki köyle. Öte köylerde nohot, anason, tütün eken bile var. Misal
Yusufçukda davar yok desen olur. Onla en çok anason, nohot bi de tütün eker. O
yüzden bizim köyleden oraya çok insan gider çalışmaya” diye doktoru cevapladı.
Hepsi kasabada görev yaptığı
halde kaymakam ve yüzbaşı hariç diğerleri köyleri pek tanımıyordu. Şimdi fırsat
bulunca hepsi merak ettiği konuları muhatara sorarak öğrenmek istiyordu. Muhtar
da bildiği kadar sorulara cevap verdi. Yetmediği yerde bekçi Rıza cevap verdi.
Bu şekilde Kavak köyüne
vardılar.
Köye derenin hemen üstünden
kavakların arasından giriliyordu. Yol boyunca uzamış kavakların hışıltısı
etrafa bahar serinliği yayarken insanın gönlünü dinlendiriyordu. Kafile,
özellikle kasabadan gelenler o kavak hışıltısı arasında gitmenin verdiği iç
huzurla soru sormayı bırakmıştı.
Atlılar kavakları geçip köye
girince derenin üstündeki yeşillikte oyun oynayan çocukların dikkatini çekti.
Çocuklardan en acar olanı koşarak köy içinde kayboldu. Bunu gören kaymakam
gülümseyerek “habercimiz gitti” dedi.
Onun kime “habercimiz” dediğini
bilen diğerleri gülümserken o ana kadar hiç konuşmayan başmuallim Fehmi efendi
“çocuktan al haberi derler efendim” deyince hepsi gülüştü. O sırada çocuk soluk
soluğa köy meydanında caminin önündeki kavağın altında oturan muhtar Osman
efendinin yanına gitti. Çocuğun soluk soluğa gelmesi muhtar ve yanındakileri
meraklandırmıştı.
Muhtar “ne oldu oğlum?” dese de
çocukta cevap verecek hal kalmamıştı. Tam “atlılar geliyor muhtar emmi” derken
köşeden Çamdibi muhtarı eli efendi ve beraberinde olduğu kalabalık süvari
gurubu gözüktü.
Önce Ali efendiyi tanıyan
muhtar hemen yanında kaymakamı tanıyınca yanındakilere “gaymakam geliyo” dedi
ve gelenleri karşılamak üzere koştu.
Muhtarı koşarken gören köylüler
veya duyanlar çıkıp geldi. Kaymakam ve diğerleri atlarından indi.
Kavak muhtarı kaymakama “hoş
geldiniz gaymakam bey” derken gelen köylülere atları alıp gezdirmelerini
söyledi ve sırayla hepsine “hoş geldiniz” deyip muhtarlığa davet etti.
Kaymakam onların oturduğu kavak
dibini işaret edip “muhtar orası iyi; oraya oturalım” deyince muhtar “tabi
efendim buyurun” dedi. Köylülere de “goşun sandalye getirin” dedi ve misafirlerini
caminin önüne buyur etti. Orada daha çok yaşlıların oturduğu uzun bir sedir
vardı. Kaymakam ve diğerleri o sedire oturdu.
Bu sırada Kavak muhtarının
Çamdibi muhtarına “ha habar vereydin Ali efendi” diye sitemini duyan kaymakam
“Ali efendi ne tarafa gideceğimizi bilmiyordu muhtar. Hem haber verilecek bir
şey yok. Biz öylesine geldik” dedi.
Osman efendi “olur mu efendim
“bi oğlak kesedik” deyince kaymakam “sağolsun Ali efendinin hanımı sayesinde
biz karnımızı doyurduk. Hem biz ziyafet için değil; öylesine köylere dolaşmak
için çıktık. Oğlak sonraki iş” dedi ve hemen konuya girdi.
“Biliyorsun dün sizinle yaptığımız toplantıda
millet mekteplerinden bahsetmiş; köylerde hazırlık yapmanızı istemiştik. Bugün
bizzat hem köylülerle görüşmek, hem de o konuyu köylüye yerinde anlatmak için
köyleri dolaşıyoruz. İlk Çamdibin’e uğradık. Orada maşallah muhtar hemen
kolları sıvamış, mektep için hazırlığa başlamış. Sizin köy ne alemde?” dedi.
Muhtar Osman efendi kaymakamın
böyle konuşmasına şaşırmış ve ürkmüştü. İçinden Ali efendiye kızıyordu ‘yağcı
yine yaranmayı başarmış’ diye içinden geçirirken “heç kaymakam bey. Ben daha
vakıt var deyi şey eddiydim” dedi. Kaymakam “ne eddiydin?” diye üsteleyince “ha
hemen toplantıya lüzüm yok dediydim. Dün akşam namazından sonra gonuşduğum
arkıdeşle de ‘bi bakarız dediydi’” deyince kaymakam “neyi bakacaksınız muhtar.
Ben size vatandaşa okuma yazma öğreteceğiz. Cehaletin karanlığını yenemezsek
İstikal savaşını kazanmamızın bir hükmü olmaz demedim mi? Arkadaşlarla en kısa
zaman bu konuda hazırlık yapın demedim mi? Şimdi sen ‘arkadaşlar bir bakarız
dedi’ diyorsun. Neye bakacaksınız?” dedi.
Kaymakam biraz sert tonda böyle
konuşması muhtarı şaşırtmıştı. Ayrıca “arkıdeşle bir bakarız” dediği de
yalandı. Çünkü köylüler millet mektebine çok sevinmişti. Hatta en yaşlıları
olan Hamdi hoca “gazi eyi yapıyo. Cahallıkdan gurtulmadıkça; yarın biri çıka
gine bizi gandırı, alıp götürü bi yere” demiş ve muhtarla epey tartışmıştı.
Kaymakamın sözleri muhtarın
şaşkınlığı bir sessizlik yaratmıştı. Çıt çıkmıyordu. Muhtar ne cevap vereceğini
bilemezken imdadına Rıza çavuş yetişti. “Kaymakam bey Gavak köyü böyük. Muhtar
haklı. Bu iş için enine boyuna düşünüp ona göre davranmaları lazım. Yoğusa işin
içinden çıkımaz. Öyle de mi muhtar?” deyince muhtar Osman Rıza çavuşa “doğru.
Rıza çavuş doğru deyo gaymakam bey. Valla ben işde başarılı olam deyi öyle
eddiydim. Bütün köylüye habar verip de topluyam dediydim. Bizim köy çok
dağınık. Ondan öyle düşündüydüm” dedi.
Kaymakam Rıza çavuşun bu araya
girişinden memnun olmuştu. Çünkü muhtar onun terslemesinden alacağı dersi
almıştı. İşin bu şekilde tatlıya bağlanmasına sevindi.
Bu sırada beyaz çöm çöm sakallı
biri “gaymakam bey. Muhtar doğru deyo. Dün namazdan çıkınca biz de öyle
gonuşduyduk” dedi. O konuşan Hamdi hocaydı. Muhtarı hiç sevmez, ona hep
‘münafığın biri’ derdi. Kaymakam böyle dediği sırada içinden muhtara “hadi
bakam münafık... Bene de yalan dedirtdin. Emme böyle yalanlan günahı olmaz’
diye geçiriyordu.
Muhtar dün akşam millet
mektepleri konusunda atıştığı Hamdi hocanın kendine böyle arka çıkışından
utanmıştı.
Kaymakam Hamdi hocaya baktı.
Temiz yüzlü bir adama benziyordu. “Tamam dayı. Ben yanlış anladım. Zaten bu
okul meselesi halkın meselesi… Çocukları okuyup meslek sahibi olacak. Kendileri
okuma yazma öğrenerek dünyalarını aydınlatacak. Gazi bu işe çok önem veriyor.
Benim halkım cahil kalmasın diye çırpınıyor” dedi.
O sırada muhtar Ali efendi
“gaymakam dün akşam Rıza çavuş bene bi şey dediydi. Ben de bunu gaymakam beye
de deyem dediydim” deyince kaymakam merakla “hayırdır Rıza çavuş size ne dedi?”
dedi. Rıza çavuş da bir şey anlamamış muhtara şaşkınlıkla bakıyordu.
Muhtar “hani Çanakkalede
cephede mektepli çocuklan sene dediği şey canım” deyince Rıza çavuş anlamıştı.
Kaymakam ve diğerlerine döndü “cephede
bir mektepli çocukla gonuşduydum muhtar onu deyo” deyince kaymakam ve beraber
geldikleri çok meraklanmıştı.
Kaymakam “anlat çavuş” dedi.
Rıza çavuş “Çanakkale’de bi gün
garavanadan yiyeceklerimi alıp bi köşeye çekildiydim. Orda çok genç biri geldi
yanıma. Selam verdi. Baktım çocuktu. Şaşırdım tabi. Selamını aldım. O çocuk
İstanbol’dan arkdeşleriyle sınıfcek gelmişle. Onla gonuşurken dediydi ‘dayı bu
savaş gazanılsa da gaybedilse de möhim değil. Bu savaşı gaybederiz. Ondan keri
savaşı gazanırız. Yani illa biz bu düşmanı govarız’ dedi. Sonra ‘dayı bizim
asıl savaşımız cehaletle olucek. Eğer cehaleti yenemezsek ebediyen ona buna
köle oluruz’ dediydi. Bene ‘evli min?’ deyi dorduydu. Ben ‘bekarın’ deyince
‘dayı eğer burdan sağ salim döner de evlenirsen. Çocukların olursa ne yap yap
onları okut. Senin onlara da bu memlekete de yapıcen en böyük fayda bu’
dediydi” diye açıkladı muhtara söylediklerini.
Herkes suspus olmuştu. Yüzbaşı
“çavuş o çocuklara ne oldu? Bir daha görebildin mi?” deyince Rıza çavuş derin
bir iç çekti. “Yok komutanım. O gün ben; golum kopduğunda yatarken hasda
bakıcıya sorduydum ‘o çocukla noldu deyi?’ hemşire göz yaşlarına boğulduydu.
Biri benim yaddığım yerde arka tarafımda yatıyomuş. Ötekile hep şehit olmuş.
Ben ordan taburcu olduğumda öğendim. O çocuk da şehit olmuş” dedi.
Onun bu cevabı kaymakam,
kaymakamla gelenlerin hepsinin gözünü yaşartmıştı. Köylüler de çok üzülmüştü.
Hamdi hoca sessizce ağlıyordu. Kaymakam Hamdi hocayı teselelli edecekti Muhtar
Osman usulca “gaymakam bey. Onun da iki gardeşi orda galdı. Ona ağleyo” diye
açıklama yaptı. Kaymakam Hamdi hocanın yanına gitti. Hamdi hoca küçcücük bir
şeydi. Kaymakam eğildi kulağına “başın sağ olsun dedi. Onların hepsi bizim
çocuğumuz” dedi.
Ortada duygusal bir hava vardı.
Kaymakam Hamdi hocayı teselli
edip doğruldu “işte arkadaşlar. Rıza çavuş anlattı. Biz bugünlere kolay
gelmedik. Ama Rıza çavuşa konuşan o genç talebenin dediği gibi; eğer cehaleti
yenemezsek kazandığımız istiklal savaşının hiç hükmü olmaz. Eğer çolumuz,
çocuğumuz için güzel bir gelecek sağlamak istiyorsak mutlaka önce kendimiz
okuyup, sonra çocuklarımızı okutmalıyız. Cehaletin zifiri karanlığından başka
çıkış yolu yok arkadaşlar” dedi.
Sayıları artan bütün köylüler
başlarıyla kaymakamı onaylıyordu.
Kaymakam muhtar Osman efendiye
döndü “muhtar. Biz burada öteki köylere gideceğiz. Göreyim seni. Kavak köyüne
yakışanı yap. Millet mektebine bütün köylüyü sok. Sizin köy büyük. Ben de bu
köye okul açmaya söz veriyorum” dedi.
O sıra moda olan alkış gereği
köylüler kaymakamı alkışladı. Sonra kaymakam ve diğerleri muhtar ve köylülerle
vedalaştı. Muhtar kendine “hoşça kal” diyen Rıza çavuşa “sağ ol çavuş. Yine
yapdın adamlığını” diye az önce kaymakamdan kurtarışı için teşekkür etti.
Köylülerin yem ve su verdiği
atlara bindiler. Kaymakam Ali efendiye “muhtar şimdi nereye?” dedi. Ali efendi
“efendim bu tarafta köy çok. Emme vakıt yetmez. İsterseniz Yusufcuğa gidelim.
Zaten o zaman kadar akşam olur” dedi. Kaymakam diğerlerine baktı. “Muhtar doğru
söylüyor. Diğer köylere daha sonra geliriz” dedi ve muhtarla birlikte atı
sürdü.
Onların arkasından bakan
köylüler kaymakamı çok beğenmişti. Hamdi hoca “adam evladı valla” dedi. Muhtar
Osman efendinin şaşkınlığı hala geçmemişti. Oradakilere “varen ben bi eve
gideyim” deyip gitti.
Bu sırada kafile Kavak köyünden
aşağı inen yoldan köyün sonuna gelmişlerdi.
Muhtar Ali efendi “kaymakam
şurdan sapıcez” dedi. Onun işaret ettiği tarafa atları sürdüler.
Muhtar Ali efendi etrafı
tanıtmaya başladı. “Şo ileride gözüken gayalıklan dibindeki evle Gayaköyün
kaymakam bey” dedi. Kaymakam ve diğerleri kayalıklara ürküntüyle baktılar.
Hemen evlerin üzerinde yükselen kayalar sanki köyün üstüne kösüverecekmiş
gibiydi.
Hakim bey “muhtar o köyde
insanlar korkmaz mı o kayalardan. Baksana evlerin üstüne düşüverecekmiş gibi”
dedi.
Muhtar “korksalar elden ne
gelir efendim. Bi kere oraya yurt dutmuşlar. Hepsi o köyde o gayaların dibinde
doğup yaşamış. Bir kere deprem olmuş ta eskiden. Köyü göçürmüşler başka yere.
Ama köylü duramamış o göçtükleri yerde; birer ikişer geri dönmüşler. ‘Öleceksek
ata toprağında ölürük demişle” dedi.
Onun bu sözlerine yüzbaşı
“bunun adına vatan hasreti derler. O vatan ki; insanın doğup büyüdüğü, havasını
soluduğu gülüp oynadığı, acılarıyla yüreğinin yandığı yerdir. Orası insanın
kendini bulduğu yerdir hakim bey. Kayalığın dibi de olsa, çölün ortası da olsa;
insanın kendini en güvende bulduğu yerdir vatanı. Bunun için vermedik mi biz
savaşımızı. Vatan bellediğimiz bu topraklar için değil miydi onca akan kan.
İstanbul’dan okulunu, geleceğini bir tarafa koyup koşup gelen çocukların
kavgası da vatan kavgası değilmiydi?” dedi.
Söze kaymakam bey girdi “işte
gazinin büyüklüğü burada. Yıllardır kendini padişahın kulu olarak bilmiş
insanlara buraların padişahın mülkü değil onların vatanı olduğunu hatırlatıp
kabul ettirmiş. Onun için daha önceki savaşlara padişah, kadı kaymakam
korkusuyla giden halk İstiklal savaşına kendine ait olanı vatanını korumak için
güle oynaya kadın erkek gitmiş” dedi.
Hepsi İstiklal savaşına
katılmış olan kafiledekiler kaymakamın bu sözleriyle duygulanmıştı. Çünkü onlar
da ‘örneğin doktor, hakim, öğrenciyken savcı veya muallim’ hiç düşünmeden hepsi
de Ankara’ya koşarak gitmişlerdi. Orada yurdun dört bir tarafından gelen çoğu
köylü çocuğu olan insanlarla aynı duygularla yan yana savaşmışlardı.
Aslında hepsi kaymakam gibi
düşünüyordu; ama yine de anlayamadıkları halkı daha yakından anlamak için
çabalıyorlardı. Çünkü hepsi biliyordu ki; bu halkı anlayıp ona gerçekten
ulaşmayı becerebilirlerse can verdikleri, kan verdikleri istiklal Savaşının bir
anlamı olacaktı.
Hepsi bu duygu yoğunluğu
içindeydi. Onları sessizce dinleyen Muhtar “kaymakam bey… Müsadeniz varsa Rıza
çavuş bir türkü çağırsın. Sesi çok yanıkdır” dedi.
Kaymakam “öyle mi? Tabi! Çok
güzel olur. Değil mi arkadaşlar?” deyince hepsi de çok iyi olacağını, yolculuğa
bir anlam katacağını biliyorlardı.
Bu sırada Rıza çavuş muhtara
“bunu da nereden çıkardın şimdi?” der gibi bakıyordu. Baktı bütün gözler
üzerinde çok üsteletmedi ve “Havada bulut yok bu ne dumandır?” diye başlayan Yemen türküsünü söylemeye
başladı.
Sesi gerçekten çok yanık, avazı
da çok güzeldi. Atlar yavaş yavaş yol alırken üstündekiler türküyle alıp
başlarını gitmişlerdi bir yerlere. Atlar bile sanki yanık sesle söylenen
türküyle büyülenmiş adımlarını çok yavaşlatmıştı.
Rıza çavuş türküyü bitirince
ortalığı bir sessizlik kapladı. Hepsinin aklına Kör Emin’in kaymakama ““hana
kaymakam bey onu deyon. Misal muhtar Ali istiklal savaşına gitti. Onla barabar
çok arkıdeşi gitdi; gelmedi. Emme deydi. Vatan gurtuldu. Ya benim göz kaymakam
bey. O neyi gurtardı?” dediği geldi.
Gerçekten giden onca canların
dönmediği, adına türküler yakılan Yemen savaşı Türkiye Halkının bağrında büyük
bir acıydı. Onca can beceriksiz bir yönetimin kurbanı olmuştu. Yetmemiş
Allahüekber dağlarında güney cephesinden getirilip yazlık kıyafetleriyle kışın
ayazına sürülen canlar da aynı beceriksizliğin kurbanı olmuştu.
Ama bu halk onca giden cana
rağmen; taa Yemen çöllerinde esir kamplarında adı ünlenen Çanakkale kahramanı
Kemal paşaya inanmış, Yemen çöllerindeki esir kamplarından dönenler ayağının
tozuyla Ankara’ya koşmuştu.
Yemen türküsü bir acıyı, bir
hasreti dile getirse de buram buram yiğitlik çağrıştıran Kürt’üyle Türk’üyle,
Arap’ıyla Anadolu insanın türküsüydü. O türkülerin çığlığıyla koşmulardı
cephelere Antep’te Maraş’ta Urfa’da. O türkülerle zeybekler geçit vermemişti
dağlarında Yunana.
Hepsi Kurtuluş savaşını bir
şekilde yaşamış olan kafiledekiler Yemen türküsünün duygusallığı içindeydi. Bu
sırada hemen yukarıda bir su değirmeni gördüler.
Ali efedi “burası Değirmenler
köyü” dedi. Değirmenler köyü sırtın hemen arkasındaymış. Karşıda görünen
değirmenlerden dört taneymiş. Muhtar bu bilgileri verdikten sonra “az ileride
yol Yusufçuk’a döner” dedi.
Sağ tarafta aşağıda düzgün
ekilmiş tarlalar gözüküyordu. Sanki her biri özel düzenlenmiş gibiydi. Ali
efendi kaymakamın aşağıdaki tarlalara baktığını görünce “o tarlala
Yusufcuklulan kaymakam bey” dedi.
Yusufçuklular ilk geldiği
yıllar ilk işleri tarlalardaki taşları elleriyle tek tek toplamak olmuş. Arazi
zaten sulak, toprak verimli... Bu taş temizliğinden sonra tamamen ortaya çıkan
toprak hamur gibi ekilen bitkiyi besleyip gür bir şekilde büyütüyormuş.
Ovanın biraz kıraç düşen
tarafına tütün ekiyorlarmış. Yukarılara düşen kısma nohut… En sulak yerine de
mısır, bostan ekiliyormuş. Ayrıca her Yusufçuklunun etrafını muntazam
çevirdikleri ve hepsi aynı büyükle gözüken meyve ağaçlarının düzgünce sıra sıra
dikildiği bahçeler de yem yeşil yolun aşağısında boydan boya sıralanmıştı.
Bahçeler sıklaşınca köye
yaklaştıklarını anladılar. Nitekim önlerinde küçük tepeyi dönünce sırtını
tepelere vermiş Yusufçuk köyü gözüktü.
Köyün görüntüsü insanın içi
açıyordu. Köye doğru giden üzeri kayrak taşlarıyla düşenmiş yol, iki tarafında
yükselen ağaçlarla sanki bulvar havası veriyordu.
Kaymakam ve kafile huzur içinde
atla ilerlerken ileride hemen hepsi kırmızı kiremitleri ile evler usta bir
ressamın fırçasından çıkmış manzara görüntüsünün şaşkınlığı içindeydiler.
Muhtar Ali efendi
Yusufçukluların köyün arka tarafında kırmızı tepelerin orada kiremit ve tuğla
ocakları olduğunu çevredeki bütün kasabaların tuğla ve kiremit ihtiyacını
onların sağladığını söyledi. Yine kırmızı tepelerin yanına düşen kumluk olan
tepelerde üzüm bağları varmış.
Yusufçuklular doksan üç
harbinden sonra göç edip geldikten sonra sancak yönetimi onları burada iskan
ederken onların geldiği yere uygun bir yer olmasına özen göstermişti.
Yusufçuklular Üsküp’ten gelmişti. Orada da tuğla ve kiremit işçiliği
yapıyorlarmış. Ayrıca üzüm bağları varmış. Orada üzümden şarap ve pekmez
üretirlermiş. Buraya gelince yalnızca pekmez yapıyorlarmış. Sırttaki kırmızı
tepelerin toprağı tuğla ve kiremit, çanak çömlek için uygundu.
Geldikleri yerleşen göçmenler
ilk iş olarak kendileri için tuğla ve kiremit imalatına geçmişlerdi. Aralarında
muazzam dayanışma olan köylüler karınca gibi dayanışma içinde çalışarak
köylerini kurarken evlerini tuğladan yapmış, çatılarına da kiremit kaplamıştı.
Sonra temelli yerleşince de tuğla ve kiremit üretiminin yanında toprak çanak,
çömlek, su testisi, saksı gibi eşya üretimine geçmişti.
Ayrıca ileride değirmenlere
giden sudan ayırdıkları suyla çalışan bir de küçük hizar yapmışlardı.
Öyle ki köy sanki modern bir
işlik gibiydi.
Daha önce de yazmıştım;
sokaklar çok düzgündü. Evlerin etrafı duvarla çevrili. Duvarların üzeri de kiremitle
kaplanmıştı. Köye girerken etraftaki düzen ve temizliğe hepsi hayran kalmıştı.
Daha önce yüzbaşıdan bu köy hakkında dinledikleriyle biraz bilgileri vardı; ama
bu kadar muntazam çok düzgün bir köy olacağını asla düşünmemişlerdi.
Geçip geldikleri Çamdibi ve
Kavak köyü ve hatta kasaba ile bile kıyaslanmayacak bir farklılık vardı köyde.
İşin ilginç yanı etraftaki köylüler işinde gücündeydi. Hiç kimse kafileye
ilgili değildi. Sanki her gün buraya böyle atlı insanlar geliyor gibiydi.
Kaymakam şaşkın bakınırken
muhtar Ali efendi “bu köy alışkındır yabancıya gaymakam bey. Her gün çevreden
iş için gelen çok olur” diye açıkladı.
Daha önce de yazdım köyde üç
dört arabacı ve demirci dükkanı, marangoz atelyeleri ve saraç dükkanları vardı.
Çevre kasabalardan ve köylerden araba, araba tekeri, atlar için koşum, çanak
çömlek veya tuğla kiremit almak isteyenler, ağaç biçtirmek isteyenler vb.
ihtiyaç sahipleri her gün gelip gidiyordu. Muhtarın söylediği oydu.
Diğer her gittikleri yerde
yoğun ilgi gören kasabanın ileri gelenleri bu kayıtsızlığa biraz bozulmuş
gibiydi. Bu sırada muhtarlık binasına yaklaşmışlardı.
Karşıdan onları gören Yusufçuk
muhtarı Hayri efendi “vay kimler gelmiş be ya” diye koşup geldi. O kafileye
koşunca etraftan bir iki köylü de koşup geldi.
Kaymakam ve diğerleri attan
indiler. Muhtar onlara “oj geldin” derken köylüler konukların atlarını alıp
gitti. Bu sırada muhtarın yanına küçük kardeşi gelmişti. O da gelenlere “oj
geldiniz” derken muhtar Hayri efendi onun kardeşi Musa olduğunu söyledi ve
Musa’ya “sen git, söyle Acer’e; fırını yaksın” dedi. Musa giderken Hayri efendi
şaşkınlıkla ona bakan kaymakama “siz de şöyle buyurun gaymakam bey” diye
muhtarlığa misafirleri buyur etti. Bu sırada belediye başkanının aralarında
olmadığını fark edince “başkan nerde be ya? O niye gelmedi?” deyince kaymakam
gülümseyerek “bravo muhtar. İki köy geçtik. Belediye başkanının olmadığını
onlar fark etmedi; sen fark ettin” deyince muhtar “tabi fark edeceğim be ya. Bu
köyde adamı kolayına muhtar yapmazlar üyle” diye cevap verince hepsi gülüştü.
Sonra kaymakam belediye başkanının vilayete gittiği için gelemediğini söyledi.
O bu cevabı verirken kafiledekiler de şaşkındı. Çünkü onların hiç birisi
aralarında belediye başkanı olmadığını fark edememiş veya aklılarına
gelmemişti. Muhtarın bu cinliği onları da şaşırtmıştı.
Muhtarlık iki katlı büyük bir
binaydı. Bina evlerde olduğu gibi tuğla kiremitle kapılıydı. Etrafı duvarla
çevrili güzel bir bahçe içindeydi. Diğer köylerdeki muhtarlıklara hiç
benzemiyordu. Bahçe kapısı iki kanatlıydı. Kapıdan içeri girdiler; hepsinin
gözü kamaştı. Bahçe sanki park gibi rengarenk çiçeklerle bezenmişti.
Çiçekler belli bir düzen içinde
dikilmiş, araları çimenlikti. Duvarın kenarına düzgün sıra ile aralıklı olarak
meyve ağaçları dikiliydi. Hemen orada geniş çimenlik olan yerde güzel bir masa
etrafına üç sıra konmuştu.
Muhtar misafirleri oraya buyur
etti. Kaymakamın ve diğerlerinin gördükleri karşısında dilleri tutulmuştu.
Yalnız Ali efendi ve Rıza çavuş şaşkın değildi. Çünkü onlar çok kere bu köye
gelip gitmişti.
Misafirler sıralara oturdu.
Birisi kırmızı bir testi getirip koydu. Biri de tepsi de pırıl pırıl dört üzeri
çiçek desenli su bardağı getirdi. Hayri efendi “siz susamışsınızdır be ya. Hele
için bakalım bizim çatal pınarın suyundan da kendinize gelin” dedi.
Onun göçmen şivesiyle
konuşması, her sözünün ardına “be ya” diye eklemesi çok tatlıydı. Kaymakam
“içelim bakalım be ya. Koy suyu muhtar” deyince gülüştüler.
Kırmızı testinin suyu buz
gibiydi. Muhtar “bu testiler suyu sovuk tutar. Hele bir de sabahın ayazını
yesin. Valla çelik gibi olur” dedi. Hepsi susamıştı. Çatal pınarın suyundan
ikişer bardak kana kana içtiler. Muhtar “eh! Böylece karnınızı da doyurduk”
dedi. Sonra “şaka ettim be ya” dedi.
Gülüşmeler devam ederken
kaymakam bu gezintinin niye olduğunu söyleyince muhtar Hayri efendi “çok iyi
yapmışsınız be ya. oj gelmişsiniz sefa getirmişsiniz. Biz de dün gece karı
kızan epimiz köylüyle toplaştık. Onlara sizin dediklerinizin epsini bi tamam
anlattım. Epicinin aklı yattı bu işe. ‘Epimiz varız bey ya okumaya. Yeter ki
devlet elimizden dutsun’ dediler” dedi.
Muhtar “karı kızan episi”
deyince kaymakam ve diğerleri biraz şaşırdı. Hiç söze karışmayan baş muallim
Fethi bey “kadınlar da geldi mi?” deyince muhtar “gelmez mi be ya. Biz de kadın
erkek ayrı olmaz muallim bey. Erkek nereye kadın oraya… Biz de öyle” dedi.
Kadınların Gazi’ye adeta taptıklarını söyledi. Onun kendilerine sağladığı
hakları, kendilerini insan yerine koymasını hele nikah ve miras işini çok
beğendiklerini söyledi.
“Gerçi bizim orada da üyleymiş.
Ama buraya gelince iş değişmiş tabi. Koca karılar ele; ‘Gazi’ diyor başka bir
şey demiyor” dedi
Muhtarlıkta iki salon olduğunu
birinin erkekler için diğerinin kadınlar için yaptıklarını, muhtarlığın arka
tarafına da gençlerin kışları toplanıp sohbet edecekleri bir yer yaptıklarını
söyledi. “Köy çok böyük be ya. Taa nerden nereye… Episi gelemiyor. Kısmet
olursa ta öte tarafa da kadınlar için bir yer yapacaz. Hani toplaşıp dikiş
nakış yapsınlar diye” dedi.
Yaşlılardan geldikleri yerde
okula gidenler varmış. Bu mektep işi için en çok onlar sevinmiş. “çok ehtiyaç
bu. Okumadan üğrenilmez” demişler.
Bu şekilde soru cevap epey
sohbet ettiler.
Muhtarı şaşkınlıkla dinleyen
kaymakam, muallim ve diğerleri çok memnun olmuştu. Hepsinin Kavak köyünde
sıkılan canları Yusufçuk köyünde bulduğu moralle çok mutluydu.
Kendi aralarında bu mektep
işinin tutacağı yönünde inançlarını belirtirken muhtar bir ara kayboldu.
Sonra bulundu geldi “buyurun
efendim muhtarlığa”
Kaymakam “doğru buraya kadar
gelip muhtarın anlattığı muhtarlığı, toplantı odalarını görmeden olmaz” deyince
hepsi kalktı muhtarın peşi sıra muhtarlık binasına yürüdü. Kapıdan girince
geniş bir hol olduğunu oradan yukarı bir merdiven çıktığını ve iki kapı
olduğunu gördüler.
Muhtar “bu merdivenden yukarı
muhtar odasına ve gelen misafirleri ağırlamak için ayırdığımız iki odaya
çıkılır” dedi.
Kapılardan birini açtı “burası
erkeklerin toplantı yeri. İçinde ela da var” dedi.
Sonra “evet bu arası da
kadınların ve kızçelerin odası” deyip kapıyı açınca içerde büyük bir masanın
üzerinde tabaklar olan büyük bir salon gördüler. Muhtar “buyurun bakalım. Benim
karı size bi şeyler azırlamış” deyince kaymakam “ne ara hazırlattın bunu
muhtar?” dedi; ama memnun olmuştu.
Çünkü Çamdibinde yedikleri
börekten bu yana at sırtında gelirken hepsinin karınları acıkmıştı. O
memnuniyetle kadınların salonuna girdiler. Hepsi şaşkınlık içindeydi.
Çünkü böyle düzgün yerleşim
kendi evlerindeki salonda bile yoktu. Duvarın tavanla birleştiği yerde ahşap
tura dönüyordu. Duvarın birinde bir duvar halısı asılıydı. Yer muntazam ahşap
kaplıydı. Yine ahşap düzgün sıralar vardı. En dipte bir kapı gözüküyordu.
Muhtar oranın bayanların tuvaleti olduğunu söyledi. Onun yanında ocak, önünde
kuzine vardı. Muhtar kadınlar toplanınca orada kendilerine çay falan
yaptıklarını söyledi. Erkeklerin orada da aynısı olduğunu anlattı.
Hemen önlerinde ahşap çok
düzgün bir masa üzerinde çiçekli örtü serilmişti. Masanın etrafında sandalyeler
vardı. Pencerelerde de çiçekli perdeler vardı.
Muhtar “bizim karılar, kızçeler
burada toplaşır. Birbirine nakış dikiş üğretirler. Ama ben o iş için ayrı bir
yer yaptıracağım” dedi. Salonu kendi hanımının başkanlığından kadınların
keyfine göre döşediğini, akşamları ve hafta sonları özelikle kışın buranın dolu
olduğunu anlattı.
Kaymakam ve diğerleri şaşkınlık
içindeydi. Bu sırada kapıda bir kadın gözüktü; onlara “oj geldiniz” dedi.
Yanında iki kız çocuğu vardı. Onlarla birlikte masanın üzerine tabak, çatal,
kaşık koydular. Ortaya dışarıdaki çiçekli su bardaklarını getirip koydular.
Muhtar kaymakamın onlara
merakla baktığını görünce kadını gösterip “bu benim Acer’im gaymakam bey.
Bunlar da kızçelerim. Bir ablaları vardı. Kocaya gitti. Bir de ellerinizden
üper kızanım var” dedi bakındı; onu göremeyince “kızan çalışır galiba” dedi.
Muhtarın bu tanıştırmasını
ilgiyle izleyen kaymakam muhtarın eşine “memnun oldum efendim” dedi. Bu sıra
hafif gülümseyerek oldukları yerde salınan kızlara baktı “maşallah muhtar.
Kızların çok güzelmiş. Bunları da okutacaksın değil mi?” diye sorunca muhtar
“epiciği okuyacak gaymakam bey. Acer bile akşam çok sevindi mektap işine.
Kızçelerim okuyup memur olacaklar be ya. Üyle değil mi kızçeler?” deyince kız
çocukları hafif salınarak “üyle babişko” dediler. Kızlardan biri Rıza çavuşun
Ali yaşlarında vardı. Öbürü ondan bir iki yaş büyüktü. İkisi de sarı bukleli
saçlı renkli gözlü, beyaz tenliydi. Renkli mintanları ve çiçekli şalvarlıyla
çok hoş gözüküyorlardı.
Muhtarın hanımı Hacer de renkli
gözlü; başında renkli tülbent başörtüsü vardı. sarı saçları tülbentin
kenarından hafif çıkmıştı. Üzerinde işlemeli pembe mintanı altında çiçekli
şalvarıyla güzel bir kadındı. Davranışlarıyla anaç birine benziyordu.
Konuklar muhtarın
anlattıklarını dinlerken muhtarın eşi masayı donatmıştı. Fırından çıkmış göçmen
ekmeğinin kokusu salona yayılmıştı. Kaymakam dayanamadı ev sahibiymiş gibi
“beyler buyurun masaya” deyince gülüştüler.
Muhtarın eşine döndü “masa çok
güzel gözüküyor. Elinize sağlık efendim” deyince muhtarın karısı saygılı bir
ifadeyle gülümseyerek “hepsini kendi elcağızımla yapdım. Afiyet olsun” dedi
sonra kızlarıyla dışarı çıktılar.
Hepsi masanın etrafına
sıralanmış ahşap sandalyelere oturdular. Muhtar dışarıdan elinde büyük tencere
ile geldi. İçinde çorba vardı. “Bakalım bizim güçmen çorbasını
beğenecekmisiniz? Emen garnınız doyurmayın. Güvece de yer ayırın” dedi.
Çorbayı ve güveci fırında
pişirdiklerini söyleyince kaymakam muhtarın onlar gelince orada tanıştırdığı
kardeşi Musa’ya “acere süyle fırını yaksın” dediğini hatırlayıp muhtara “sen
yemek siparişini biz gelince verdin her halde” deyince muhtar güldü.
Hanıma fırını yakması için
haber göndermesi şifreymiş. Hanımı öyle haber alınca konuk geldiğini anlar
hemen yemek için işe koyulurmuş. Her evin bahçesinde fırın varmış. Ekmeklerini
hepsi kendi fırınlarında pişirirmiş. Diğer köylerde olduğu gibi yufka pişirmeyi
burada öğrenmişler. Ondan da yaparlarmış.
Muhtar bunları anlatırken
kepçeyle tabaklara çorba koydu. “Buyrun efendim” dedi.
Çorba çok lezzetliydi. İştahla
içtiler. Sonra muhtar dışarıdan ikinci bir tencere getirdi. Onun içinde de etli
güveç vardı. Ondan tabaklara koydu. Ortada dört tabakta da turşu vardı. Muhtar
“güçmen turşusu. Acıdır aa!” dedi.
Büyük bir iştahla onu da
yediler. Sonra tabaklarda baklava servisi yapıldı. Ardından ‘kahve’ derken
güzelce karınlarını doyurmuşlardı.
Kaymakam muhtara “yukarıları
gezelim” dedi. Yukarıda geniş bir muhtar odasında büyük bir masa duvarda
kaymakamın verdiği Gazi’nin resmi asılıydı. Kenarlara da gelenlerin oturması
için sıra konmuştu. Masanın hemen yanında iki de sandalye vardı. Muhtar için de
ağaç koltuk vardı.
Konuk odaları da tertemiz
çarşafların serildiği ikişer yatak olan odalardı. Odada gelen konuk için birer
dolap bir masa ve iki sandalye vardı. Konuk odalarının içinde tuvalet vardı.
Az önce yemek yemeden önce
ellerini yıkadıkları tuvalette çeşme görünce kaymakam şaşırmıştı. Şimdi de
konuklar için olan tuvalette lavabo ve çeşme görünce dayanamadı “muhtar sizin
evlerde de böyle çeşme var mı?” diye sordu.
Muhtar “var tabi efendim” dedi.
Göç edip gelince köyü kurarken geldikleri yerdeki köylerini örnek almışlar.
Muhtar “orada bütün evlerde çeşme varmış” dedi.
“Orada” dediği Üsküp’tü.
Kaymakam bunu duyunca içi acıdı. Çünkü kasabada bile henüz bütün evlerde çeşme
yoktu.
Muhtar öyle deyince “işte Gazi
onun için ‘muasır medeniyetler seviyesi’ diyor. Orada ne varsa burada olsun
istiyor. Çünkü kendi oraların yaşamını yaşayıp görmüş” dedi.
Muhtar “valla gaymakam bey.
Başkalarını bilmem. Bizim küy alkı Gazi ülün diyecek ülür valla. Ele
yaşlılarımız. Bize ‘bu adama iyi sarılın. Bu adam buraları bizim oralar gibi
yapacak’ der” diye açıkladı.
Kavak köyünden sonra Yusufçuk
ziyaretinde görüp duydukları hem kaymakamı, hem diğerlerini hem çok şaşırtmış,
hem de çok sevindirmişti. Çünkü Yusufçuk köyü öteki köylerin imrendiği,
benzemeye çalıştığı bir köydü. Ortada böyle mükemmel bir örneğin olması
kaymakam ve diğerleri için bi şanstı. O ana kadar sessiz kalan savcı “bu köyden
bana gelen hiç olay yok. Sanırım medeniyet bu işte” dedi.
Onların memnunluğu muhtarın
keyfini artırmıştı. Hele kaymakam ilk olarak okul açılacak köylerine başında bu
köyün geldiğini söyleyince muhtar daha memnun olmuştu.
Kaymakama “siz bize muallim
verin yeter. Biz okulu da muallimin kalacağı evi de yaparız evelallah” dedi.
Kaymakam birlikte geldiği
arkadaşlarına döndü “işte benim şansım böyle köylerin olduğu bir yerde görev
yapmam. Gerçi Anadolu insanı her yerde aynı… Bizden onlara doğru güvenilir
önderlik yapmasını bekliyor. Tarih bize çok önemli bir görev verdi. Bir devlet
kurma görevi. Bu iş için hepimiz görevliyiz. Yani yarını biz kuracağız. Temeli
ne kadar sağlam atarsak ileride ortaya çıkacak gafillere kaşı o kadar dayanıklı
olacaktır. Sizi bilmem; ama ben bugünkü geziden çok memnun oldum. Çok şey de
öğrendim. Bu gezileri sıkça yapıp köylerimizi daha iyi tanımak istiyorum” dedi.
Bu sırada etrafına toplanan
köylüler alkışlamak isteyince kaymakam “alkış yok arkadaşlar. Alkış yok. Çünkü
siz biz hepimiz el ele vereceğiz. Öyle şatafata da gerek yok. Kasabaya gelince
ne derdiniz varsa gelip anlatın. Gerçi muhtarınız sizin sorunlarınızı
anlatıyor; ama belki ona da söyleyemediğiniz sorunlarınız vardır. Ben ve
arkadaşlarım sizin kardeşiniz ağabeyiniz sayılırız. Çekinmeden gelip derdinizi,
isteğinizi anlatın” dedi sonra dönüp birlikte geldiklerine dönüp “öyle değil mi
arkadaşlar?” diye sordu.
Hepsi de kaymakamı onayladı.
Her zaman kapılarının açık olduğunu söyledi.
Kaymakamın yaptığı konuşmadan
sonra muhtar ve oradaki köylülerle teker teker vedalaştılar. Kaymakam muhtara
her şey için teşekkür edince muhtar “estağfurullah gaymakam bey. Ne yaptık. Er
zaman bekleriz. Yengeleri de getirin” dedi.
Sonra dışarı çıktılar.
Getirilen atlara bindiler. Ve “hoşça kalın” deyip atlarını yola sürdüler.
Arkalarından bakan muhtar
kaymakamın çok faydalı biri olduğunu söyledi. “Epiciği üyle. Başımızda büyle adamlar
oldukça sırtımız yere gelmez” dedi. Bu sırada iş için gelen birileri vardı.
Onların yanına yürüdü.
Yolcular da gedikleri yoldan
gerisin geri gidiyordu. Bu köy gezisi hepsini çok memnun etmişti. Kaymakama sık
sık bu geziyi yapmayı önerdiler. Haftaya Çamdibine konuk gelmeyi
kararlaştırdılar. Yol boyunca neşe içinde sohbete devam ettiler. Rıza çavuş ve
muhtara çok teşekkür ettiler.
Bir süre sonra yol ayrımına
geldiler. Kaymakam “muhtar biz bu yoldan dönelim. Bu gün bizimle olduğun için
teşekkür ederim. Bu mektep işi tutacak. Onu gördüm. En zor köy Kavak’ta bile
Hamdi hoca gibi bir destekçimiz var” dedi.
Onlar da vedalaşıp kasabaya
yollandılar…
Muhtar ve Rıza çavuş da bu
geziden memnun olmuşlardı. Onlar da atlarını köylerine sürdüler.
Kaymakam Ali efendilerden
ayrılınca yanındakilerin belediye başkanını merak edip sormadığını fark etmiş;
ama nedense onlar merak etmeyince o da bilgi verme gereği görmemişti “Nasılmış?
Ben size hep anlatırım “bu millet her şeyin fakında diye” dedi ve “sizin merak
edip sormadığınız belediye başkanının olmadığını muhtar bir bakışta anladı”
dedi. Sonra belediye başkanının vilayete niye gittiğini anlattı; arkasından
“Gördünüz değil mi? Halk yeniliğe susamış. Yıllardır sanki paslanmışlardı.
İstiklal savaşıyla başlayan uyuşukluktan sıyrılmanın verdiği moral aynı devam
diyor. Gazi bu işi iyi biliyor. Yani halktaki manevi gücü… Hiç beklemeden sanki
önceden hazırlamış gibi her şeyi başlattı. Hele şu okuma yazma işi. Valla büyük
cesaret… İlk konuşulmaya başladığında, Latin harfleri kabulünde bile ben çok
umutlu değildim. Düşünsenize; hiç okuma yazma bilmeyen veya biraz Arapça bilen
insanlara başka harflerle okuma yazma öğretmeye kalkıyorsunuz. Her vatandaşın
başına birini diksen, eğer vatandaş istemezse olmaz. Bunu bildiği halde
vatandaşta bu büyük enerjiyi görmüş. Daha dün toplantı yaptım. Bugün köylerde
her şeyin konuşulduğunu görüyoruz. Akşam şehir kulübündeki manzarayı doktorla
Fehmi bey gördü.
Herkes okuma yazma öğrenmeye
gönüllüydü. Orada bir Tahsin efendi biraz mırın gırrın etti o kadar. Köyler
demişsin ateş gibi. Valla arkadaşlar sizi bilmem ama ben çok kısa sürede büyük
işler başarılacağına yürekten inanıyorum” dedi.
Onun bu uzun konuşmayı sessizce
dinleyen kafiledekiler de benzer şeyler söyledi. Hele bu okuma yazma
kurslarının bu kadar çabuk kabul görmesine şaşırdıklarımı ifade ettiler.
Baş muallim Fehmi bey millet
mektepleri tartışmalarına katılan Cumhuriyet gazetesi sahibi Yunus Nadi beyin
bu işin tutması için on yıl ömür biçtiğini, Kazım Karabekir Paşanın ise ‘yirmi
yılda zor başarılır bu iş’ diye karşı çıktığını; ama Gazi’nin onlara “siz bu
milleti tanımıyorsunuz. Tanımadığınızı da kısa sürede göreceksin” dediğini bir
yerde okuduğunu söyledi. “İşte Gazi’nin liderliği buradan anlaşılıyor. Sanki
bizden önce bu köylere dolaşıp onlarla konuşmuş gibi iddialı” dedi.
Söze giren yüzbaşı “tabi
muallim bey… Gazi bu milleti çok iyi tanıyor. Bu milletin çocuklarının hangi
zorluklara nasıl dayanıp neler başardığını görev yaptığı cephelerde görmüş.
Onlara inandığı için neredeyse tek başına İstiklal savaşı için ayağa kalktı.
Milletle el ele verip kazandı o savaşı. Şimdi de milletle el ele verince her
şeyi başaracağına inanıyor. Onun için her şeyi birden başlattı. Bir mektep
meselesi değil, şeriat kanununun yerine koyduğu medeni kanun az şey mi? Şapka
demişsin öyle. Milleti Arapların görüntüsünden kurtarıp yeni bir kimlik
kazandırdı. Yani yapılan şeyleri görünce gerçekten Gazi’nin ufkunun ne kadar
geniş olduğu anlaşılıyor” dedi.
Diğerleri de cephede görüp
tanıdıkları Mustafa kemal’le başarılamayacak hiçbir şey olmadığını söylediler.
Bu moral ve keyifle kasabaya
giriyorlardı.
Sabah onları görüp “sabah sabah
nereye gidiyor bunlar?” diye merak eden kasaba halkı kafilenin gülüşerek sohbet
ederek döndüklerini görünce merakları iyice artmıştı. Bu meraklarını ancak Hacı
Arif efendi veya tüccar Şaban efendinden gidereceklerini anlayan esnafın hepsi
akşam yemeğinden sonra gidecekleri kulüp saatini iple çeker olmuştu.
Kafiledekiler Jandarma
karakoluna kadar geldiler. Orada askerler gelip atları alıp gitti. Hacı Ariften
emanet alınan atları yüzbaşı bir erle gönderdi. Kaymakam ve başmuallim de
atlarını başka bir erle Hacı Arif’in oraya gönderdi. Çünkü atları hep orada
duruyordu.
Bir süre jandarmanın kameliyede
oturup günü değerlendirdiler. Akşama kulüpte buluşmak üzere evlere dağıldılar.
Kaymakam ve muallim komşu olduğu için onlar birlikte gitti.
O akşam hepsi evlerinde yemek
hazırlayan eşlerine karınlarının tok olduğunu söyleyip Yusufçuktaki ikramı ve
gezide gördüklerini anlatıyordu. Bu sırada Çamdibi muhtarının hanımının
davetini söyleyip haftaya Pazar günü oraya gideceklerini söylediler.
Kaymakam da aynı keyifle evine
geldi. Onu hoşlukla karşılayan eşine o günkü geziyi özellikle Yusufçukta
gördüklerini ve yedikleri yemeği anlattı. “Haftaya Çamdibine ailecek gideceğiz”
dedi. Eşi “neyle gideceğiz?” deyince “o iş kolay. İki at arabası hazırlatırım.
Onunla gideriz” deyince eşi çok sevinmişti.
O da o gün belediye başkanının
evinde hanımların toplantısını anlattı. Kadınların hepsinin okuma yazma
öğrenmeye çok hevesli olduğunu söyledi.
Kaymakam “öyle köyler, kasaba
halkı hepsi gönüllü bu işe. Biliyormusun hanım. Ben çok şanslı insanım. Böyle
bir yerde görev yapıyorum ve senin gibi sürekli destek olan bir eşe sahibim”
deyince eşi “aa! Çok teşekkür ederim. Ben de senin bütün zorlukları aşıp
başaracağına inanıyorum. İyi ki senin gibi bir kocam var” deyip sarılıp
kaymakamı öptü.
Eşi de belediye başkanının
hanımının ikramının çok iyi olduğunu söyleyip karnının tok olduğunu söyleyince;
birlikte kendi yaptığı eşinin sütlaçı yediler. Sonra karşılıklı kahve içtiler…
Kaymakam “hanım ben kulübe gideyim. Dün millet çok iyi tepki verdi. Sıcağı
sıcağına bu işi başlatmak istiyorum. Orada dünden bu yana ne oldu; bir nabız
yoklayayım” dedi.
Eşinden izin alıp kulübe doğru
yürüdü.
O sırada kulüp her zamanki gibi
erkenden dolmuştu. Özellikle akşamcılar masalarını kurmuş, oyun salonunda da
şimdiden üç masa oyun kurulmuştu. O masalarda parasına kumar oynayanlar vardı.
Kaymakam öyle paralı oyunlara
oturmazdı. Başka programı yoksa akşamları ve hafta sonları kulübe gelir briç,
bezik oynardı.
Doktor, savcı, baş muallim,
hakim, yüzbaşı hepsi bu kağıt oyunlarında usta sayılırdı.
Önce de yazdım; kasaba halkı
aslında çok iyiydi. Öyle kavga gürültü olmazdı; ama erkeklerin iki özelliği
vardı. Çok içki içmek ve kumar oynamak… Kumar yasak olunca evlere kaydığını
gören kaymakam ‘göz önünde ne yapacaklarsa yapsınlar” diye Şaban efendi ve
arkadaşlarının kulüp açmasına ve burada içki içilmesine izin vermişti. Kumar da
bir şekilde izin verilmiş gibi olmuştu. Yani göz yumuluyordu.
Kulüp olarak kullanılan bina
buna müsaitti. İki büyük salonu vardı. Biri oyun salonu, diğeri içki içilen
kısım. Bir de arada bölüm vardı. Orası da oturup sohbet yapılan yerdi. Oranın
en iyi müşterisi Hacı Arif efendi idi… Her akşam yemekten sonra gelir bir
yandan kahve içerken bir yandan da nargilesini içerdi. Aslında hanın yanında
kahve vardı. Orada da nargile içebilirdi. Ama kulübü işleten Mehmet efendi
kendi de içtiği için güzel nargile sarardı. Ayrıca burada sohbet olanağı buluyordu.
Kulüp kapısından girince ilk
göze çarpan o sohbet yeriydi. İki salona iki ayrı kapıdan giriliyordu.
Kaymakam kulüp kapısını açınca
kendini karşılayan Mehmet efendi “buyurun efendim” derken kaymakamın gözü
ileride yerini almış olan Hacı Arif efendiyi gördü. Mehmet efendiye “hoş
bulduk. Ben Hacı efendinin yanında oturayım” dedi. Mehmet efendi kaymakamın
“kahvemi oraya getir” dediğini anlamış kahve yapmak için ocağa yönelmişti.
Kaymakam da Hacı Arif efendiye
doğru yürüdü. Onun gülümseyerek “ooo! Kaymakam bey buyur” deyişine gülümseyerek
mukabele etti ve “bakıyorum yerinizi erkenden almışsınız” deyip oradaki
sandalyeye oturdu.
Hacı Arif efendi “öyle oldu”
sonra “sizi merak ettim. Heyet olarak köyleri dolaşmışsınız. ‘Ne var ne yok?’
Diye soracaktım. Millet de merak içinde. Bana ‘senin haberin vardır’ diye kaç
kişi gelip sordu” dedi.
Kaymakam gülümseyerek “valla bu
kasabada adım atsan haber oluyor” deyince Arif efendi “ne yapacaksınız kaymakam
bey. Göz önünde insansınız. Bizim millet hayvanı parayla insanı bedava güder”
dedi sonra gülümseyerek “yanlış anlamayın. Bu bizim buraların deyişidir” diye
açıkladı. Kaymakam hafif bir kahkaha attı “ne yanlış anlaması Hacı efendi.
Söylediğiniz gerçek. Biz ona ‘dedikodu alışkanlığı’ diyoruz. Hepimizin sosyal
gıdası bu” dedi.
Bu sırada Mehmet efendi yanında
bir bardak suyla kahveyi tepside getirip “buyurun kaymakam bey” dedi. Kaymakam
kahveyi ve suyu teşekkür edip alırken Mehmet efendi “Doktor ve komutan içeride
salondalar efendim” dedi. Mehmet efendinin verdiği bilgiyle yüzü gülen kaymakam
“öyle mi? Ne çabuk gelmişler” dedi sonra “söyleyin kendilerine masada bana da
yer ayırsınlar. Hacı beyle biraz laflayıp geleceğim oraya” dedi.
Onun doktor ve komutanın
içeride haberiyle yüzünü gülüşüne gönderme yapana Hacı efendi “bakıyorum sizin
de keraat satiniz gelmiş kaymakam bey” dedi. Kaymakam “yok Hacı efendi… Yanlış
düşünüyorsunuz; ben akşamcı falan değilim; arada bir iki tek atarım. Bugün
beylerle köyleri birlikte dolaştık. Onun muhasebesini yapmak için uğrayacaktım
yanlarına” deyince Hacı efendi “ahh! Şu hacılık olmasa ben de uğrardım; ama
şimdi pek yakışık almıyor” dedi. Kaymakam “derin ‘ah!’ çektiniz Hacı efendi.
Yoksa Hacı olduğunuza pişmanmısınız?” deyince “ne münasebet efendim. Her
turşuyu kaşıkladıktan sonra çok şükür tövbe edip o nurlu memlekete gidip Hacı
olma muradına erdim. Benim dediğim aranızda bulunamamanın verdiği sıkıntı. Ne
güzel olurdu? Şu köy ziyaretini dinlerdim sizden. Epey oldu gidemedim oralara.
Goca Hamza nasıl iyiler mi? Belki bilmezsiniz. Goca Hamza benim ta efeliği
zamanından dedemin iyi dostuydu. Daha doğrusu öyleymiş. Orasını ben tam bilmem;
ama dedem bir keresinde anlatmıştı” dedi.
Kaymakam “ya öyle mi? Hamza
dede efelik de mi yapmış?” deyince Hacı Arif doktorun yanında muhtar Ali efendi
ve Hayri efendiye anlattıklarını anlattı; sonra “çok yiğit adamdır o. Bu kasaba
ve köylerin ona büyük saygısı vardır. Onun Yunanı ovaya sokmamak için aldığı
tedbiri duymuşsunuzdur” dedi.
Kaymakam “duydum tabi. Bugün
köylere giderken ilk olarak onun düşmana pusu kurduğu Ardıçlığı ziyaret ettik.
Orada aldığı tedbirleri gördük. Tıpkı Donkişot gibi” dedi.
Hacı Arif efendi “o da kim?”
der gibi bakınca kaymakam kısaca Donkişot hakkında bilgi verdi.
Gerçekten Goca Hamza’nın o sıra
yaptıklarını bilenler için anlatacak tek kelime onun tam bir Donkişot gibi
davrandığıydı. Donkişot’tan ayrıldığı yan o köylülere aldırdığı tedbirlerin
aslında olası bir düşman işgalinde bir işe yaramayacağının farkındaydı. O o
sıra öyle öne çıkıp köylülere “daha biz ölmedik” demesi köylülerin düşman korkusuyla
sinmesinin ve ya kaçıp bir yerlere saklanmasını önlemişti. Kısaca kasaba ve
köylerdeki halkın içlerindeki düşman korkusunu yenmesini ve bir araya gelince
yapamayacakları hiçbir şeyin olmayacağı; yani birlikte güç doğacağı inancını
kazanmasını sağlamıştı.
O psikoloji sonraları millet
mektepleri projesi başta olmak üzere birçok konuda köylülerin getirilen
yenilikleri kabulünde büyük kolaylıklar sağlamıştı.
Kaymakam da köylere bugün aynı
amaçla dolaşmış; köylülere birlikte elele verirlerse okuma yazma kurslarında
başarı sağlanacağını ve cehaletin yenileceğini anlatmak istemişti.
Oralarda yine en büyük
yardımcısı Goca Hamza bekçi Rıza, Çamdibindeki Bekçi Kavak köyündeki Hamdi hoca
ve daha önce tanıdığınız Zerha kadın, muhtarın eşi, hikayenin devamında tanıyacağınız
muhtarın eşinin halası ‘Dudu bılla’ çağşır dokuyan ‘Güzel Ayşa’ vb kadın erkek
kişilerdi.
Hacı Arif’e bu konuda ilk
gözlemlerini anlattı; Çamdibi muhtarının eşinin oğlak ziyafeti için aileleriyle
birlikte onları davet ettiğini söyledi, Kavak köyü muhtarı Osman efendiden,
orada gördüğü Hamdi hocadan, Yusufçuk köyünden, köyün mükemmelliğinden
bahsetti.
Hacı Arif efendi “ben eskiden
sıkça giderdim oralara. Bazen av için, bazen de düğün dernekte. Yusufçuk
öyledir. O köy bu kasabaya ve çevredeki kasaba ve köylere çok iyi örnek oldu.
Onların hepsinin on parmağında on hüner vardır. Çok çalışkan, dürüst ve
misafirperverdirler. Onların konuk odasının konforu benim hanın odalarında yok
valla. Güya burası kasaba orası köy…” dedi.
Epey sohbet ettiler. Kaymakam
Hacı Arifle sohbeti çok sevmişti. Çünkü Hacı Arif bilge bir kişiydi. Her şeyi
görmüş yaşamış; edep erkan bilen kişiydi. Sohbeti de hep arada fıkra ve
anılarla süslüyordu; ama kaymakamın aklı doktor ve komutanda kalmıştı.
Hacı Arif nargileden bir iki
derin nefes çekti; köze baktı “benimki tamam kaymakam bey. Sohbetler bitmez.
Yeter ki sağlıklı kalalım” dedi sonra gülümseyerek “bilirim sizin de aklınız
içeride. Bekletmeyin arkadaşları” dedi. Kaymakam itiraz edecek oldu Hacı Arif
ondan önce “benim de gitme vaktim geldi” deyip kalkınca kaymakam diyecek laf
kalmamıştı. Hacı Arif’i uğurlayıp içki içilen salona girdi.
Bu sırada kapıda ona “güle güle
Hacı efendi” diyen Mehmet efendiye Hacı Arif gülümseyerek nargileyi işaret etti
“tam tatlı yerinde kaldı. Kaymakamı tutmayayım diye bıraktım” dedi. Mehmet
efendi gülümseyerek “farkındayım Hacı efendi. Bir nargile alacağınız olsun”
deyip Hacı Arif’i uğurladı. Gitti tatlı yerinde kalan nargileyi alıp
fokurdatarak ocağa alıp geldi. “Hakikaten tam ateşi almış. Bana kısmetmiş ne
yapayım?” dedi ve marpucu söküp kendi marpucunu taktı. Nargileyi o haliyle bir
kenara koydu.
Çünkü komutan içeriden
seslenmişti. Oraya gitti. Kaymakam için verilen siparişi aldı; hazırlayıp
götürdü. Sonra geldi ‘tam tatlı yerinde kalan’ nargileyi kendi marpucuyla
fokurdatarak içmeye başladı.
Arada bir her iki salona gidip
istekleri yerine getiriyor; sonra geçip yerine nargileye devam ediyordu.
İçinden “artık yaşlanıyorum. Yanıma bir yardımcı alsam iyi olacak” diye geçirdi
ve ‘yarın’ kulüp yöneticisi Şaban efendiye bu düşüncesini söylemeye karar
verdi.
Bu sırada içeri giren kaymakam
masalarda oturanlara afiyet olsun deyip doktorların masaya yöneldi. Diğer
masalardan “sağ olun buyurun” seslerine elini sallayıp yüzbaşının yanındaki
sandalyeye oturdu.
Diğer masalardakiler gözlerini
o masaya dikmiş, hepsi onların sabah erkenden nereye niçin gittiğinin merakı
içindeydi. Kaymakam da bunun farkındaydı. Doktor ve yüzbaşının ona hoş geldin
demelerine “oo afiyet olsun beyler” diye cevap verdikten sonra elinde kadehle
ayağa kalktı “şerefinize arkadaşlar” diyerek kadehini havaya kaldırdı sonra bir
yudum aldı.
Kaymakam “arkadaşlar; biliyorum
bugün bizim arkadaşlarımla nereye gittiğimizi merak ediyorsunuz. Biliyorsunuz
dün burada size millet mekteplerinden bahsetmiştim. Muhtarlarla toplantıda da
onlara aynı söylemiştim. ‘Bugün sabah köylerde bu durum nasıl karşılanmış” diye
merak ettiğimiz için birkaç köy dolaştık. Emin olun köylüler okuma yazmaya en
az sizin kadar hevesli. Hemen mektep için kolları sıvamışlar. Yarın burada
kasabamızdaki erkeklerle bir toplantı yapıp herkese bu konuyu anlatacağım.
Niyetim önce kasabamızda okuma yazma kurslarını bir an önce başlatmak. Köylerde
de gerekli hazırlığı yaptıktan sonra oralarda okuma yazma kursu açmak. Böyle
bir kasabada sizin gibi yurttaşlara hizmet verdiğim için çok mutluyum. Hepinize
çok teşekkür ederim” dedi. Oradakiler alkışlamaya başlayınca kaymakam “alkışa
gerek yok arkadaşlar. Ele ele başaralarım yeter” dedi; yerine oturdu.
Kaymakamın bu konuşmasından
sonra masalarda da sohbet koyulaşmıştı.
Onun bu davranışına şaşkınlıkla
bakan doktor ve yüzbaşı kaymakam yerine oturunca ona “bu kadar çabuk mu?” diye
sordular. Kaymakam “beyler. Boşa geçirecek bir gün bile yok” dedi.
Özellikle yüzbaşı kaymakama
saygıyla bakıyordu. Her ikisi de “kutlarız sizi. Sizin yönettiğiniz bir ilçede
olmak bize gurur veriyor” dediler.
Kaymakam bu iltifattan
ziyadesiyle memnun kalmıştı. Gerçekten orta yaşlı olmasına karşın gençler gibi
cumhuriyetin heyecanı içindeydi. Onun için yüzbaşı ve doktorun ifadeleri çok
memnun etmişti. Tevazu içinde onlara teşekkür etti. “Sevgili dostlarım ben de
sizin gibi görev arkadaşlarım olduğu için çok mutluyum. Ama biliyorsunuz
Ankara, Gazi Hazretleri bu konuya çok önem veriyor. Gezide Yusufça köyüyle öbür
köylerin farkını hep birlikte gördük. Aralarındaki fark yalnızca Yusufçalıların
göçüp geldikleri yerle buranın eğitim farkı.
Osmanlı yıllarca Anadolu’yu hep
ihmal etti. Yazık bu insanlara… Hep birlikte cephelerde şahit olduk. Bu cahil
insanlar pırıl pırıl yurt sevgisi içinde. İnandıkları zaman yurtları için en
önde şehit olmayı görev biliyorlar. Onların bu yurt sevgisinin ve
fedakarlığının karşılığını onları ileri medeniyetler seviyesine taşıyarak
vereceğiz. Bunun yolu da önce eğitim. Hepimiz birer eğitim neferi olarak onlara
eğitimin aydınlanma ışıklarını yetiştireceğiz. Millet Mektepleri bu anlamda çok
önemli. Düşünsenize belki bir yıl sonra köylerimizde herkes gazete kitap
okuyacak seviyeye gelecek. Bunun düşüncesi bile heyecanlandırıyor insanı”.
Kaymakamın bu heyecanlı
söylevini yüzbaşı ve doktor dinlerken yanlardaki masalarda çıt çıkarmadan
dinliyordu. Kaymakamın konuşması bitince bir alkış koptu. Kaymakam şaşkınlıkla
geriye doğru baktı memnun bir yüz ifadesiyle “çok özür dilerim. Arkadaşlarla
konuşurken sesim yüksek çıkmış” dedi.
Bu sırada kaymakamın hemen
arkasında onu dinleyen başmuallim Fehmi bey de kaymakamı alkışlayanlar
arasındaydı. Kaymakam onu görünce “siz ne zaman geldiniz muallim bey?” deyince
Fehmi bey gülümseyerek “evde duramayınca kalkıp az önce geldim. Tam yanınıza
gelecekken sizin konuştuğunuzu fark ettim. Konuşmanızı kesmemek için bekledim.
Yalnız vallahi kaymakam bey; millet mekteplerinin önemini öyle güzel izah
ettiniz ki. Ne yalan söyleyeyim; size hayran kaldım” dedim.
Kaymakam başmuallimin bu
iltifatına memnun olmuştu. Vallahi azizim. Az önce onu bahsediyordum. Sizin
gibi mesai arkadaşları olunca insanın heyecan duymaması elde mi? Gördünüz; hep
birlikte gezdik köyleri. Köylerin bu konuya dikkati sizin de nazarınızı
celbetmiştir. Vallahi ne yalan söyleyeyim? Ben bu okuma yazma kampanyasını
başlatmadan rahat huzur göremeyeceğim. Yerimde duramıyorum azizim” dedi.
Onu gülümseyerek dinleyen
başmuallim “size katılmamak elde mi kaymakam bey? Gerçekten köylerdeki bu
konuya ilgi övgüye mazhar bir ilgi… Kasabamız ve köylerimizle bu işin
üstesinden layıkıyla geleceğiz evvelallah. Tabi sizin idarenizde efendim” dedi.
Onun bu sözlerine doktor ve
yüzbaşı da başlarını sallayarak onayladı.
O saatten sonra masalarda bu
konu hararetle tartışılıyordu. İçkinin de verdiği duygusallıkla herkes
kaymakamın konuşmasından heyecan duymuştu.
Kaymakam doktor, yüzbaşı ve baş
muallim bir süre daha sohbet ettikten sonra kaymakam izin istedi. “Yarın bu
konu üzerinde başmuallimle etraflıca durup bir program yapmamız lazım.
İzninizle ben eve gideceğim. Biraz dinlenmem iyi olacak” dedi. O kalkınca
başmuallim de kalktı “kaymakam beyle komşu oluyoruz. Ona refakat edeyim” diye o
da izin isteyip kalktı ve kaymakamla birlikte çıktılar.
Dışarı çıkınca kaymakam kulüpçü
Mehmet efendiye yarın iki salonu da akşama toplantı nizamında hazırlamasını
söyledi. Yardım olarak odacısını ve okul görevlisi hademeyi göndereceğini
söyledi. Başmuallimle birlikte kulüpten çıktılar.
Başmuallim kaymakamın bu
süratine şaşırmıştı. Dışarı çıkınca soran gözlerle kaymakama baktı. Kaymakam
“yarın bütün esnafı ve çiftçi vatandaşları kulüpte toplayalım. Orada siz konuyu
detaylı olarak anlatırsınız. Sonra onları guruplandırırız ve okuma yazma
kurslarının başlaması için bir tarih veririz. Bu tarihi önce kendi aramızda
kararlaştıralım. Sonra aynı şekilde kadınları toplar onları da guruplandırırız.
Kurslar daha sonra başlasa da yarınki toplantıya kurs fitilini ateşleyelim.
Herkes heyecan içinde kurs gününü bekler. Malum bizim vatandaş işi böyle sıkı
tutmazsak çabuk gevşeyiverir. Bu konuları yarın birlikte daha etraflıca
değerlendiririz” dedi.
Zaten evinin önüne gelmişlerdi.
Başmuallime “iyi geceler” deyip evine girdi.
Başmuallim kaymakamın ardından
şaşkınlıkla bakarken “işi sıkı tutmak lazım… Yoksa kaymakam yetişmekte
zorlanacağım” diye mırıldanıp hemen yandaki kendi evine yöneldi.
Onlar gittikten sonra doktor ve
yüzbaşı bir süre daha oturup sohbet etti. Sonra birlikte çıktılar. Yüzbaşı
hesabı ödeyecekti; doktor müdahale edip hesabı ödedi.
Onlar gittikten sonra kulüpte
kalanların bir kısmı oyun salonuna geçti. Ötekiler kaymakamın anlattıkları
üzerinden geç vakte kadar kendi aralarında tartıştılar. O sırada orada
olanların çoğu bu okuma yazma kursuna iyi sardırmıştı. Oraya biraz geç gelen
Tahsin ve çetin efendiler yanlarında kendi kafalarında olan iki esnafla
birlikte çıktılar.
Kaymakamın bu sürati onları çok
rahatsız etmiş; itiraza vakit bulamamışlardı; ama hemen teslim olmaya niyetleri
yoktu.
Tahsin efendi “efendiler ateş
almış gibi çok hızlı; ama bu memleket böyle hızlıların o hızla geldikleri gibi
gittiğini çok gördü. Bakarsın bunların da tekerine bir çomak sokan olur kayar
gider” derken bıyık altından gülüyordu. Onun bu tavrından ve sözlerinden pek
bir anlam çıkaramayan ötekiler de sanki onu anlamış da destekliyorlarmış gibi
gülümsediler ve “yarın ola hayrola” deyip her biri bir taraf kendi evlerine
doğru gittiler.
Tahsin efendi ve yanındakiler o
sıra karanlıkta damadının evinden gelen Hacı Arif efendiyi görmemişti.
Hacı Arif efendi Tahsin
efendinin sesini duyunca yanındaki hanımına işaretle sessiz olmasını söyledi ve
Tahsin efendinin tüm konuşmalarını dinlemeye çalıştı. Tahsin efendiler sonunda
dağılıp evlerine yönelince bir süre daha arkalarından baktı. Hanıma “yürü
gidelim” derken ‘Gül! Tahsin efendi. Gül bakalım. Ama son gülen iyi güler.
Kimin hızla gelip sonra kayıp gideceğini göreceğiz” diye mırıldanıyordu.
Buraya kadar yazdıklarımdan
anlaşıldığı gibi okuma yazma kursu için Millet Mektepleri gibi ciddi bir
projeyi yaşama geçirmek isteyen hükümet ve bu projenin savunucularının
ellerinde bu konunun nasıl halledileceğine yönelik somut bilgi yoktu.
Ankara daha doğrusu Mustafa
Kemal Osmanlı ahalisi olarak örgütleyip savaş sonunda bir halk olarak ortaya
çıkan Anadolu insanıyla süratle kafasında kurguladığı çağdaş bir devlet
yaratmak için bir mücadeleye girmişti. İnancı cumhuriyet idaresine referans
almak isteyenlerle Arapça Latin alfabesi tartışmaları sonunda ‘bir yerde zorla’
Latin alfabesini ülkenin eğitiminde temel alırken yüzde doksan beşe yakını
cahil olan bir halkı bu alfabeyle okuma yazma öğretmen ve okullarla öğrenim
başlatma projesinin uygulanması için bir karar alıyordu. Sonra genelgelerle bu
kararı valiliklere; oradan kaymakamlıklara iletirken uygulama insifiyatifini de
yörenin özelliklerine göre onlara bırakıyordu.
Çok güçlü muhalifi olan bu
projenin uygulaması süreci için bu kasaba ve köylerinde olduğu gibi ‘el
yordamıyla’ diye nitelesek hiç de yanlış olmaz.
Çünkü henüz yeterli öğretmen
kadrosu yok. Mevcut öğretmenlere askerde zeki ve öğrenim kabiliyeti olan erlere
açılan kurslarla yetişenler takviye edilirken, ulaşımı zor köyler için de o
köylerden devşirilen zeki çocuklar yatılı köy millet mekteplerinde
yetiştirilerek o dağ köylerindeki öğrenim sağladı.
Bu rastgele uygulanan yöntem
hiç farkında olmadan Köy Enstitülerinin temelini oluşturmuştu.
Burada hikaye ettiğime benzer
rastgele gele bir uygulama süreciyle Millet Mekteplerinden alınan başarılı
sonuçla Köy Enstitülerinin temeli atıldı.
Köy Enstitülerinin kurucusu
İsmail Tonguç Köy Enstitülerinin açılma nedenini "kentli aydın halka
ulaşmada başarılı olamıyor. Biz halkın içinden kendi aydınını çıkararak onlara
ulaşmaya çalışacağız" diye açıklamıştı. Gerçekten Millet Mektepleriyle
başlayan aydınlanma heyecanı Köy Enstitüleriyle bu heyecanın köy çocukları
marifetiyle halkın içine taşınarak daha ileri boyutta devam etmesini sağladı.
Burada Millet Mektepleri
serüveninin ‘Nasıl? Hangi engelleri aşarak?’ başladığını “bu Engellerin nasıl
aşıldığını?” bir kasaba ve köyleri özelinde hikayeleştirmeye çalışıyorum.
Burada anlattığım yaşam
koşulları birçoğumuzun unuttuğu veya bilmediği dönemlerin gerçeğidir.
Mustafa Kemal o koşullarda
yaşayan Osmanlının hep ihmal ettiği cehaletin karanlığındaki halka öyle bir
umut verdi ki; "köylülük" diye küçümsenen o halk dünya örneğinde
görülmemiş bir aydınlanma mucizesine imza attı.
Hikayenin birinci kısmı burada
bitiyor.
İkinci kısımda Millet
Mekteplerinin kasaba ve köylerindeki uygulaması, o süreçte yaşananlar; Bekçi
Rızanın oğlu Ali'nin Köy Enstitüsüne ulaştığı sırada ana babasıyla yaşadıkları
ve Köy Enstitü yıllarında kimi anekdotları üzerinden o yılların gerçekleri
hikaye ediliyor.
Dileğim Köy Enstitüleri
gerçeğini doğru anlayabilmek için hikayenin öncelikle birinci kısmının okunmasıdır.
Hoşça okumalar dilerim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder