20 Şubat 2018 Salı

KOCA ÇINAR ve KAPLUMBAĞA



Çınar ağacı usul usul esen sabah rüzgarının yapraklarında çıkardığı sesi dinlerken gözü de aşağılardaydı. Görünen yerlerin eski tadı tuzu yoktu.
Geçmiş yıllarda bu saatte cıvıl cıvıl kuş sesleriyle çınlayan, envayi türlü çiçek kokusuyla efir efir kokan bahçe daha ilkbahar yeni gelmişken sanki son baharı yaşıyordu.
Tavşan peşinde yeni doğurduğu yavrularla gezinirken tarla faresi de deliğinin önünde güneşliyordu; ama onların da hiç keyfi yoktu. Çünkü bahçedeki bu değişikler onları da tedirgin ediyordu.
Tavşanın dedesi bir gün ona “sen bilmezsin. Eskiden bu bahçe ne kadar şendi. Şimdiyse suyu çekilmiş toprak gibi kupkuru. Ben göreceğimi gördüm dedem de; size üzülüyorum. Bu gidişle soyumuz kuruyup gidecek” demiş ve bütün suçu insanoğlunun aç gözlülüğüne vermişti.
Çınarın dallarında diğer kuşlar birbiriyle sabah sohbetine dalmıştı. Çınar ağacı ‘acaba ne konuşuyorlar?’ diye dallarını kuşlara doğru eğdi. Serçeler kendi aralarında “kardeş ne oldu böyle. Eskiden bu mevsimde çoktan her tarafı kırlangıçlar, üveyikler kaplardı. Ağaç kakanların takıltısından geçilmezdi burada. Ne oldu böyle?” diye söyleşiyordu.
Tavşan o sıra deliğinden başını çıkaran kaplumbağaya “günaydın dedeciğim” dedi. Kaplumbağa gülümseyerek “Günaydın evlat… Bakıyorum sabahın keyfini çıkarıyorsun” dedi. Gözü tarla faresine kaydı “ooo fare efendi de çıkmış güneşliyor” dedi.
Tavşan “Öyle dedeciğim keyif çıkarmaya çalışıyordum; ama dedemin söyledikleri aklıma gelince keyfim kaçtı” dedi.
Kaplumbağa meraklanmıştı. “Ne söyledi deden sana?” dedi. Tavşan dedesinden duyduklarını anlatınca kaplumbağa “deden doğru söylemiş. Gerçekten öyle… Ne bu sessizlik? Sadece rüzgarın sesi duyuluyor” deyince bunu duyan sabah rüzgarı “ne o dede kıskandın mı bizi? Hadi bunlar neyse sen onca yıldır bir alışamadın bize” diye sitem edince kaplumbağa ‘acı acı’ diye güldü. “Ne alışamaması canım. Ben yıllardır senin ailenin sesiyle uyanırım. Benim merak ettiğim ağaçlardaki sessizlik. Baksana çıt çıkarmıyorlar” deyince rüzgar “öyle dede. Artık eski keyifler yok. Biz bile kuru kuru esip duruyoruz. Eskiden öyle miydi? Ağaçların, çiçeklerin dalları arasında gezinmenin ayrı bir keyfi vardı. Şimdi arasında gezecek ağaç, çiçek ara ki bulasın. Bir Koca Çınar var. Onun dallarında eski zamanları yad ediyoruz” diye yakındı.
 Kaplumbağa bir laf etmiş, etraftan hep yakınma dinlemişti. Gözü Koca Çınara kaydı. Çınar ağacı kaplumbağanın kendine baktığını görünce dallarını aşağı doğru eğip “merhaba arkadaş; nasılsın?” dedi. Kaplumbağa “merhaba arkadaş… Ben her zamanki gibi çok iyiydim; ama az önce duyduklarımla keyfim kaçtı” deyince çınar ağacı “Hayırdır ne duydun? Keyfini kaçıran ne?” diye sordu. Kaplumbağa tavşandan ve rüzgardan dinlediklerini aktardı. Koca Çınar “öyle; haklısın arkadaş… Bu yaz çok daha sıcak olacak gibi. Farkındamısın? Her yıl bir öncekinden daha kötü geçiyor. Az önce dallardaki serçeler kırlangıçların, üveyiklerin gelmediğini konuşuyordu. Gerçekten ben de merak ettim” deyince Kaplumbağa “hiç beklemeyelim artık onları. Gelmeyecekler. Senin leylekler bile geliyor mu baksana” deyince Çınar ağacının içi burkuldu. Sabah sabah duyduğu keyfin yerini can sıkıntısı almıştı. Gerçekten yıllardır kaç kuşaktır hep aynı leylek ailesi hemen her mevsim aynı aylarda gelip dallarının arasına yuva yapar, sonra da yavrulardı. Yavrusunu her gün kendi ağzıyla besler büyütür, sonra hep birlikte başka diyarlara uçup giderlerdi. Geldikleri sıra da Çınar ağacına gezip gördükleri yerler hakkında görüp duyduklarını anlatır. Çınar ağacı da gezip göremediği o yerler hakkında bilgi sahibi olurdu. Çünkü ona başka yerler hakkında bilgi veren olmazdı ki.
Onları dinleyen tarla faresi “kusurumu bağışlayın. O dedikleriniz neydi? Anlamadım da” dedi. Hem koca Çınar hem de kaplumbağa tarla faresi öyle deyince dalıp gittiler. İkisi yaşıttı. İkisinin yaşın da iki yüz elliyi geçiyordu. Kaplumbağa yeni doğduğu sırada koca Çınar topraktan başını yenice çıkarmıştı. Aradan yıllar geçti, Çınar dalbudak saldı. Kaplumbağa da evlendi çoluk çocuğa karıştı. Ama otuz sene önce eşini trafik kazansında kaybetti. İki oğlu vardı. Onlar da evlenip ayrılıp gidince burada bir başına kala kalmıştı. İyi ki Koca Çınar vardı. Arada onunla sohbet edip can sıkıntısını gideriyordu. Eskiden olduğu gibi gezip tozamıyordu. Çünkü insanoğlu aç gözlüğüyle çok verim alacağım sanıp her yere ilaç saçmıştı. Serçelerin meraklanıp sorduğu kırlangıçlar, üveyikler ve daha nice kuş o zehirlenen yerlerde karınlarını doyurunca çoğu ölmüş, kalanlar da kaçıp gitmişti. Çok verim alacağını sanan insanoğlunun şimdi tarlalardaki haşerelerle başı dertteydi; ama ölen dirilmiyor, kaçıp gidenler gelmiyordu ki. O yüzden ortalık çok sessizdi. Eskiden bu zamanda çoktan göğü kırlangıçlar üveyikler doldurur arılar kelebekler o dalda dala uçuşurdu.
Kamplumbağanın dalıp gittiğini gören koca Çınar onun aklından geçenleri anlamıştı. “Hey arkadaşım; sıkma canını. Yıllardır biz yaşayacağımızı yaşadık. Onun için üzülme” dedi. Kaplumbağa “yok arkadaş ben kendime üzülmüyorum. Bizden sonra doğacak olanları bekleyen tehlikeler aklıma geldiği için onlara üzülüyorum” diye cevap verdi.
Koca Çınar “haklısın, çok haklı. Gerçekten doğanın tadı tuzu kalmadı. Tam unutmaya çalışıyordum sen hatırlatınca keyfim kaçtı” dedi.
Onların bu konuşmalarını dinleyen tavşan, serçeler, tarla faresi ve ağaçlar kaybolup giden güzelliklere derin iç çektiler. Hepsi de “inşallah insanoğlunun aklı başına gelir de doğaya gereken önemi verir. Yoksa bu gidişle kendi sonlarını hazırlıyorlar” dediler.
                             




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder