Çınar ağacı
usul usul esen sabah rüzgarının yapraklarında çıkardığı sesi dinlerken gözü de
aşağılardaydı. Görünen yerlerin eski tadı tuzu yoktu.
Geçmiş yıllarda bu saatte cıvıl cıvıl
kuş sesleriyle çınlayan, envayi türlü çiçek kokusuyla efir efir kokan bahçe
daha ilkbahar yeni gelmişken sanki son baharı yaşıyordu.
Tavşan peşinde yeni doğurduğu
yavrularla gezinirken tarla faresi de deliğinin önünde güneşliyordu; ama
onların da hiç keyfi yoktu. Çünkü bahçedeki bu değişikler onları da tedirgin
ediyordu.
Tavşanın dedesi bir gün ona “sen
bilmezsin. Eskiden bu bahçe ne kadar şendi. Şimdiyse suyu çekilmiş toprak gibi
kupkuru. Ben göreceğimi gördüm dedem de; size üzülüyorum. Bu gidişle soyumuz
kuruyup gidecek” demiş ve bütün suçu insanoğlunun aç gözlülüğüne vermişti.
Çınarın dallarında diğer kuşlar
birbiriyle sabah sohbetine dalmıştı. Çınar ağacı ‘acaba ne konuşuyorlar?’ diye
dallarını kuşlara doğru eğdi. Serçeler kendi aralarında “kardeş ne oldu böyle.
Eskiden bu mevsimde çoktan her tarafı kırlangıçlar, üveyikler kaplardı. Ağaç
kakanların takıltısından geçilmezdi burada. Ne oldu böyle?” diye söyleşiyordu.
Tavşan o sıra deliğinden başını çıkaran
kaplumbağaya “günaydın dedeciğim” dedi. Kaplumbağa gülümseyerek “Günaydın
evlat… Bakıyorum sabahın keyfini çıkarıyorsun” dedi. Gözü tarla faresine kaydı
“ooo fare efendi de çıkmış güneşliyor” dedi.
Tavşan “Öyle dedeciğim keyif çıkarmaya
çalışıyordum; ama dedemin söyledikleri aklıma gelince keyfim kaçtı” dedi.
Kaplumbağa meraklanmıştı. “Ne söyledi
deden sana?” dedi. Tavşan dedesinden duyduklarını anlatınca kaplumbağa “deden
doğru söylemiş. Gerçekten öyle… Ne bu sessizlik? Sadece rüzgarın sesi
duyuluyor” deyince bunu duyan sabah rüzgarı “ne o dede kıskandın mı bizi? Hadi
bunlar neyse sen onca yıldır bir alışamadın bize” diye sitem edince kaplumbağa
‘acı acı’ diye güldü. “Ne alışamaması canım. Ben yıllardır senin ailenin
sesiyle uyanırım. Benim merak ettiğim ağaçlardaki sessizlik. Baksana çıt çıkarmıyorlar”
deyince rüzgar “öyle dede. Artık eski keyifler yok. Biz bile kuru kuru esip
duruyoruz. Eskiden öyle miydi? Ağaçların, çiçeklerin dalları arasında
gezinmenin ayrı bir keyfi vardı. Şimdi arasında gezecek ağaç, çiçek ara ki
bulasın. Bir Koca Çınar var. Onun dallarında eski zamanları yad ediyoruz” diye
yakındı.
Kaplumbağa bir laf etmiş, etraftan hep yakınma
dinlemişti. Gözü Koca Çınara kaydı. Çınar ağacı kaplumbağanın kendine baktığını
görünce dallarını aşağı doğru eğip “merhaba arkadaş; nasılsın?” dedi.
Kaplumbağa “merhaba arkadaş… Ben her zamanki gibi çok iyiydim; ama az önce duyduklarımla
keyfim kaçtı” deyince çınar ağacı “Hayırdır ne duydun? Keyfini kaçıran ne?”
diye sordu. Kaplumbağa tavşandan ve rüzgardan dinlediklerini aktardı. Koca
Çınar “öyle; haklısın arkadaş… Bu yaz çok daha sıcak olacak gibi.
Farkındamısın? Her yıl bir öncekinden daha kötü geçiyor. Az önce dallardaki
serçeler kırlangıçların, üveyiklerin gelmediğini konuşuyordu. Gerçekten ben de
merak ettim” deyince Kaplumbağa “hiç beklemeyelim artık onları. Gelmeyecekler.
Senin leylekler bile geliyor mu baksana” deyince Çınar ağacının içi burkuldu.
Sabah sabah duyduğu keyfin yerini can sıkıntısı almıştı. Gerçekten yıllardır
kaç kuşaktır hep aynı leylek ailesi hemen her mevsim aynı aylarda gelip
dallarının arasına yuva yapar, sonra da yavrulardı. Yavrusunu her gün kendi
ağzıyla besler büyütür, sonra hep birlikte başka diyarlara uçup giderlerdi.
Geldikleri sıra da Çınar ağacına gezip gördükleri yerler hakkında görüp
duyduklarını anlatır. Çınar ağacı da gezip göremediği o yerler hakkında bilgi
sahibi olurdu. Çünkü ona başka yerler hakkında bilgi veren olmazdı ki.
Onları dinleyen tarla faresi “kusurumu
bağışlayın. O dedikleriniz neydi? Anlamadım da” dedi. Hem koca Çınar hem de
kaplumbağa tarla faresi öyle deyince dalıp gittiler. İkisi yaşıttı. İkisinin
yaşın da iki yüz elliyi geçiyordu. Kaplumbağa yeni doğduğu sırada koca Çınar
topraktan başını yenice çıkarmıştı. Aradan yıllar geçti, Çınar dalbudak saldı.
Kaplumbağa da evlendi çoluk çocuğa karıştı. Ama otuz sene önce eşini trafik
kazansında kaybetti. İki oğlu vardı. Onlar da evlenip ayrılıp gidince burada
bir başına kala kalmıştı. İyi ki Koca Çınar vardı. Arada onunla sohbet edip can
sıkıntısını gideriyordu. Eskiden olduğu gibi gezip tozamıyordu. Çünkü insanoğlu
aç gözlüğüyle çok verim alacağım sanıp her yere ilaç saçmıştı. Serçelerin
meraklanıp sorduğu kırlangıçlar, üveyikler ve daha nice kuş o zehirlenen
yerlerde karınlarını doyurunca çoğu ölmüş, kalanlar da kaçıp gitmişti. Çok
verim alacağını sanan insanoğlunun şimdi tarlalardaki haşerelerle başı
dertteydi; ama ölen dirilmiyor, kaçıp gidenler gelmiyordu ki. O yüzden ortalık
çok sessizdi. Eskiden bu zamanda çoktan göğü kırlangıçlar üveyikler doldurur
arılar kelebekler o dalda dala uçuşurdu.
Kamplumbağanın dalıp gittiğini gören
koca Çınar onun aklından geçenleri anlamıştı. “Hey arkadaşım; sıkma canını.
Yıllardır biz yaşayacağımızı yaşadık. Onun için üzülme” dedi. Kaplumbağa “yok
arkadaş ben kendime üzülmüyorum. Bizden sonra doğacak olanları bekleyen
tehlikeler aklıma geldiği için onlara üzülüyorum” diye cevap verdi.
Koca Çınar “haklısın, çok haklı.
Gerçekten doğanın tadı tuzu kalmadı. Tam unutmaya çalışıyordum sen hatırlatınca
keyfim kaçtı” dedi.
Onların bu konuşmalarını dinleyen
tavşan, serçeler, tarla faresi ve ağaçlar kaybolup giden güzelliklere derin iç
çektiler. Hepsi de “inşallah insanoğlunun aklı başına gelir de doğaya gereken önemi
verir. Yoksa bu gidişle kendi sonlarını hazırlıyorlar” dediler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder