2 Mart 2018 Cuma

ALİ GIGA





Her günkü gibi oturmuş fal bakıyordu.

“Fal bakıyordu” dedikse, onu falcı biri sanmayın. Hiç inanmazdı öyle şeylere. Hani can sıkıntısından ‘elli kağıdıyla bakılan’ fal var ya; işte o falı bakıyordu. Yanına biri gelip kulağına bir şeyler söyleyince “öyle carruk currak işlere bene bakma” deyip kestirip attı.

Yanına gelen ‘artık ondan ne istediyse’ onun kesin ifadeyle ‘olmazlandığını’ anladığı için bir süre daha başında dikildi, sonra çekip gitti.

Yanına gittim; gülümseyerek “ne o Alı Gıga? Adam ne istedi senden? Bir lafla diktin adamı” deyince kafasını kağıttan çevirmeden “mırt zırt işleri bunların yeğen. Sittiret” dedi.

Zaten öyle uzun boylu konuşmayı sevmezdi. Fiziğinden mi nedir? Hep üşengeç kestirmeden laflar ederdi. Öyle çok kelime kullanmadan adeta deyim haline getirdiği yöresel sözlerle anlatacağı neyse ‘dinlettirerek’ anlatırdı. O ketum haline rağmen sohbeti çok sevilirdi.

Kimden bahsettiğimi bu kadar anlatımla onu tanıyanlar çoktan anlamıştır.

Onun tanıyan hemen herkesin ‘Ali gıga’ diye bildiği veya seslendiği Ali Palvan’dan bahsediyorum.

Ali Palvan pehlivan bir babanın Mustafa Palvan’ın oğluydu. Soyadı olan ‘Palvan’ babasının pehlivanlığından geliyor. Soyadı kanununu çıktığında soyadını yazdırmak için giden Mustafa pehlivan sanırım soyadı yazan memurun “ne iş yapıyorsunuz?” sorusuna kalın sesiyle “ben palvanlık yapıyom” demiş; bunun üzerine o memur “senin soyadın o zaman Palvan olsun” demiş veya Mustafa Pehlivan kendisi “Palvan” olsun dediği için soyadları ‘Palvan’ oldu.

Her neyse; Ali gıgayı tanıtmaya babasından başlamamızın nedeni onu daha iyi tanıtabilmek içindi. Çünkü Ali gıga Mustafa pehlivanın ilk çocuğu olduğundan sanırım babasının bütün fiziki özelliklerini taşıyordu.

 İşte Ali gıga buydu. Babası gibi acı kuvveti ve gür kalın sesi vardı.

Rivayet o ki; Ramazan ayında bir gün şehir kulübünde gece poker oynarken balkona çıkmış. Sıranın ona geldiğini söyleyen arkadaşlarına “bob” deyince herkes ‘top atıldı?” diye evinde orucunu bağlamış. Yani sesi öyle kalın gür biriydi.

Babası ‘Kasap Amad’ diye çağrılan Kasap Ahmet’in oğluydu. Bundan dolayı onları ilçede ‘Kasaplar’ diye tanırlar.

Baba Mustafa pehlivan da çok ilginç kişiliğe sahip döneminin başpehlivanlarındandı. Onun ‘göbeğinin hiç güneş görmediği’ yani hiç yenilmediği söylenir.

Aslında o sıralar adı Satırlar olan şimdilerin Yeşilova’sı yağlı güreş pehlivanlarıyla ünlüydü. İçlerinde Arif pehlivan gibi döneminin Kurtdereliler, Kel Aliçolarla boy ölçüşebilen pehlivanlar da var. Bu pehlivan diyarını insanın ilginç özellikleriyle bir başka yazı konusu yapmayı düşünüyorum. Çünkü yazdığım gibi adı ‘Teke yöresi’ diye bilinen bu yörenin insanları dağlı Yörük atalarının en yakın temsilcileriydi. Şimdilerde unutulan aslında çok ilginç ve özgün yaşam öyküleri var.

Burada Ali gıgayı tanıtmak için şöyle, kısaca değinip geçtim.

Ali gıgaya tekrar dönersem onu tanıtırken ilk yazacağım Gönen Köy Enstitüsünün ikinci dönem mezunu olduğudur. Onun çok zeki olduğu ve matematik konusunda çok başarılı olduğunu arkadaşları söylerdi.

Ali gıganın çok ilginç öğrencilik anıları arasında birini yazmadan geçersem onu eksik tanıtmış olurum.

Ali gıga Gönen’de okuduğu yıllarda yaz tatiline geldiği sırada babasının çift çubuk işlerinde yardım ederdi. En çok öküz ‘gütmeyi’ otlatmayı severdi. Tırnak içinde ‘gütme’ yazma nedenim bizim oralarda koyun, keçi veya büyük baş otlatmaya ‘gütmek’ denir.

Öyle ki bu gütme ile ilgili deyimler de vardır. Bunlardan en meşhuru “insanlar hayvanları parayla, insanları bedava güder” deyimidir. Sanırım anlamı da açık. İnsanların yaşadığı toplum içinde sürekli diğer insanlarla ilgilendiği, zamanı gelince kullanmak için onun ‘eksik gediğini aradığı’ yani kusurunu bulmaya çalıştığı söylenir. ‘eksik gedik’ de kusur anlamında kullanılan yöresel bir deyimdir. Kimbilir başka yörelerde başka türlü anlatılır bunlar. Sanırım Türkçeyi öğrenmenin zorluğu da buradan gelir.

Hani bir yabancı Türkçeyi adam akıllı öğenmiş; o güvençle istasyonda bekleyen birine “tren geçti mi?” diye sorunca o kişinin dudağıyla ıslık üfürüp elini sallayarak trenin çoktan geçtiğini anlatmasını anlayamayan yabancının “benim bu dili öğrenmem için işaret dilini de öğrenmem gerek” dediği gibi yani. Başka dilleri bilmem; ama bildiğim kadarıyla Türkçede yöreden yöreye aynı anlamı olan türlü türlü ifadeye çok rastlanır.

Bu sözcükler çok az farklıklarla bütün Anadolu’yu sarar. Öyle ki Malatya veya Kırşehir Türkmen şivesiyle Teke yöresi olarak bilinen yörenin şivesi veya sözcükleri çok az farklarla çok benzeşir.

Neyse; bunu bu kadar uzatmamın sebebi Ali gıgayı daha iyi tanıtabilmek için. Tıpkı kendisine bir ricada bulunanın “öyle carrak currak işlere bene bakma” dediği gibi yalnız ona özgü çok anlam ifade eden ve ancak onunla sohbet edenlerin bildiği öyle ilginç deyim ve sözcükler var ki.

Onun sohbetlerinin en meşhur konusu öğretmen olarak askerlik yaptığı Diyarbakır anılarıdır. Bugüne kadar o anısını dinleyen onlarca kişiden onun tezkere alıp döndüğünü bilen duyan yoktur. Yani kısa özlü kelimelerle öyle güzel bir anlatımı vardır ki ‘anlata anlata’ ne bitirebilir? Ne de dinleyene bir sıkıntı basardı.

Ama kullandığı kelimeler sadece “onda keri, ordan şeyettim, şöyle gıvrıledim” gibi kendine has kelime veya deyimlerdir. Tıpkı biberciye “biberler acı mı?” diye sorunca bibercinin “yarısı tatlı yarısı acı” demesi üzerine “benim öyle garışık guruşuk işelere aklım ermez” deyip yürüyüp gitmesi ve arkasından bibercinin onu anlamak için aval aval bakması gibi yani.

Neyse buraya onun Gönen’de okurken babasına yardım için öküz otlatmaya veya gütmeye gittiğinden gelmiştik.

İşte o öküz otlattığı günlerden bir gün az ileride o dönemin namlı pehlivanlarından Marcalı Mehmet dayı da öküz otlatıyormuş. Onun da çok yaman pehlivan olduğu “güçcücük olmasına rağmen’ çok iyi oyun bildiği söylenir.

Neyse Mehmet dayı bakmış hiç güreşte yenemediği Mustafa pehlivanın oğlu yakınında. Sanırım ‘Dur şunu biraz ezeyim de; babasından öcümü alayım’ diye düşünerek “Mustuva’nın oğlan. Gel sene birez oyun öğredem” demiş. Ali gıga dönemin genci. Babası yaşında birine ‘çatmak’ ayıp olacak diye olmazlanmış önce. O olmazlanınca Mehmet dayı “ne o Mustuva’nın oğlan gorktun mu? Gorkma ezmem dayım” deyince Ali gıga genç tabi. Bu meydan okuma da gençliğine dokunduğu için “eyi dayı güleşem bakam” deyip onunla güreş tutuşuyor. Mehmet dayı iyi oyun bildiğinden Ali gıgayla oynamaya çalışırken Ali gıga tutup bunu altına alıp üzerine çöküyor. Ali gıga her ne kadar oyun bilmese de kuvvetinin farkında. Mehmet dayı alttan bildiği bütün oyunları denese de Ali gıgayı kıpırdatamıyor başlıyor “ula oğlum; sen de epey varımışsın ha. Salıve gari” demeye. O öyle dese de Ali gıga ‘bırakırım da yenilgisinin acısıyla beni döver’ diye oralı olmuyor. Mehmet dayı ne ettiyse Ali gıgayı razı edememiş. En son “ula Mustuvanın oğlan, bi kakasam ben bilirin yapıcemi” diye tehdit savurunca Ali gıga kalkıp kaçıyor. Tabi Mehmet dayının onun arkasından koşacak hali yok.

Mehmet dayı bunu “ula mengene gibi sıkdı beni döyüsün oğlu. Canım çıkıvecek sandım” diye anlatıyordu çevresine.

İşte Ali gıga böyle biri. O acı kuvvetine rağmen onun herhangi birine efelendiği, çalım sattığı veya dövdüğünü gören olmadı. Biraz kızdı mı “imanımı gızdırman. Garışmam bak” derdi o kadar.

Öğretmenlik anıları da çok ilginçti. Onu tanımayan veya çekemeyenler öğrencileriyle yeterince ilgilenmediğini ve gece geç vakte kadar oyun oynadığı için sınıfta uyukladığını söyleseler de onun öğrencisi olan hemen herkes ondan çok memnundu. İçlerinde çok başarılı eğitim hayatı olanlar vardı. Onlar özellikle matematiği Ali gıga sayesinde çok sevdiğini söylerlerdi.

Ali Palvan’ı ‘Ali gıga’ diye ünlendiren onun hoş bir muhabbet adamı olması ve çok güzel sofra adamı olmasıydı. Yani sofra adabını çok iyi bilirdi. Bu özelliği onu yörenin Aydın Boysan’ı yapmıştı. Bütün düğün derneklerde Ali gıganın masasında olmak herkesin istediği bir şeydi. Onun tatlı tatlı “carraklı curraklı” veya “mırtlı zırtlı” kendine özgü kestirme sözcük ve deyimlerle sohbetine kimse doyamazdı.

Dönemin Köy Enstitüsü mezunlarının özelliklerine uygun çok sosyal, görev yaptığı köylerde ve uzun süre görev yaptığı ilçesinde halka kendini sevdiren biriydi.

Burada kısaca tanıtmaya çalıştığım Ali gıga böyle ilginç özeliklere sahip, çok hoş yaşam anıları olan bir kişiydi.

Birçoğumuzun sıradan yaşamlarını yaşayan; ama bunları yaşarken o yaşamları sıradanlaştıran farklı kişiliği nedeniyle burada Ali gıgayı kısaca tanıtmayı seçtim.

“Kısaca kestim” diyorum; çünkü Ali gıgayı anlatmak öyle bir iki sayfayla olacak bir şey değil.

Kısmet olursa onu bir gün mutlaka “Ali gıgalı günler” başlığı altında onun bütün yaşamını hikayeleştirmek istiyorum. Çünkü özellikle Köy Enstitülü yılların Türkiye’sini daha iyi anlayabilmek için böyle ilginç kişileri tanımak ve tanıtmak doğru olacak diye düşünüyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder