27 Eylül 2017 Çarşamba

ÜÇ BEŞ ZİLLETİ veya ÜÇ BEŞ KEYFİ



İnsanların yaşamında belli anların saatlerin unutulmaz acı tatlı hatıraları vardır.
Askerlik yapanlar bilir. Orada nöbet 1-3, 3-5 diye tekli rakamlarla ikişer saat tutulur/du.
Bu nöbet saatlerinden gecenin üç beş nöbeti de en illet nöbettir.
Askerlik yapanlara “üç-beş” dedin mi? Mutlaka “ne çektim ben o üç-beş nöbetlerinden?” diyecektir.
Çünkü o nöbetten dönen askerin ‘az sonra spor, yemek olduğundan’ sabah uykusu haram olur. Onun için o saatler yaşadıkça aklına gelecek saatlerdir.
Onların dışında hapisanelerde, hastanelerde de bu gecenin üç beş saati pek sevilmez. Çünkü oralarda bir yerde olanlar o saatleri kendi istekleri dışında yaşamak zorundadırlar. "Onlar o saatte ne yaşar? Ne hisseder? Ne düşünür? Hangi duygular içindedir?" bir onlar bilir bunu.
Bu yazdıklarımın tamamı kadın erkek bütün insanlar için bir şekilde geçerlidir.
Ama bir de o gecenin üç beşinin keyfini çıkaranlar vardır.
Öyle mecburiyetlerinden değil; o saatlerin keyfini çıkarmak istediğinden.
Örneğin ormana, ovaya ya da denize bakan bir evde oturan için gecenin o saatlerinde balkona çıkıp veya camdan bakıp ovanın, dağın, denizin sesini gecenin sessizliğinde dinlemenin keyfine doyum olmaz.
Bir de meyhanede içkiyi uzatıp o saatte kelle paçacıda cila çekmek vardır. Valla onun keyfine doyum olmaz hani.
Çok şükür bütün hanelerde geçirdiğim zamanlar olduğu için; ben bu saatlerinin hepsini bir biçimde yaşadım.
Ya şimdi olduğu gibi mecburiyetten; ya da keyfini çıkarmak için.
Bunu deyince öyle deniz kenarında, dağda, ovada villalarda kalıp bu keyfi yaşadığımı sanmayın.
İnsanın keyfi isterse en kötü, yaşadığı en zorlu anlarını bir şekilde keyifle yaşadığı anlara dönüştürebilir; yok eğer keyfi istemezse en görkemli mekanlarda bile o saatte kalkmışsa eğer 'bit tutmuş tavuk gibi' düşünür
Bu benim yaşam anlayışım. Bu anlayışla yaşamımın en kötü, en zorlu günlerinde olduğu gibi Basmane’de Kuşku caminin oralarda bir arkadaşımın bana sağladığı olanaklarla kaldığım proje büromda bu keyfi yaşadım.
O günlerde tek başınaydım yine. Bir lokma ekmek ve kendimi toparlama kavgası içinde; o büroda gündüzleri fason proje yapıyorum gece olunca da ‘mecburiyetten’ orada yatıyorum.
O sıralar büroda gündüz varsa çizim mizim yapıyorum. Gün akşama dönünce ‘para durumuna göre’ ya karşı köşedeki ciğerciden yarım ekmek arası ciğer; ya da köşedeki kebapçıdan bir adana yaptırıyorum. Rakım az çok eksik olmuyordu haliyle.
Akşam geceye dönünce benim hazırlık tamam olurdu. Kapının aralığına koyduğum sehpanın üzerinde bir bardak rakı, yanında bir bardak su. ‘Ne nevale varsa artık’ ondan bir iki ısırık; sonra sokaktaki gecenin telaşını seyre dalardım. 
Çünkü az ileride caminin parkında naylon çadırlarda yaşayan adem babaların kendince telaşları başlar; bu sırada oradan gelen sesler sokağın telaşındaki geceye ayrı bir renk katardı. 
Onlar gerçek "adem babaydı." Hiç birinin kim olduğunu? 'eğer kendileri anlatmazsa' kimse bilmezdi. Arada bir ölen olursa içlerinden belediye görevlileri gelip sessizce ölüsünü alıp onu yine bir yerlere sessizce gömerdi. 
Bunu ertesi sabah oralarda 'sanırım ölümün ürküntüsüyle' fısıltıyla haber olunca öğrenirdi başkaları. Onu öğrenen ne düşünür bilemem? Tabi bunu da en iyi kendi bilirdi.
Neyse; işte sefaletin göbeğinde yaşayan o adem babalar da kendi telaşlarıyla çekildikleri naylon çadırların içinde başlarlardı kendilerince muhabbete. Onların gülüşme sesleri gelirdi ağaçların karanlığından.
"Mübarekler neye gülüyorlarsa? Gülüşe gülüşe ölürlerdi?" demeyeceğim; çünkü o lafın şetteni.
Onların hepsi senin, benim gibi insan yavrusu olarak dünyaya çığlık atarak "merhaba" demişti. Mutlaka hepsinin o sıra götünü pışpışlayan veya ağzına meme tutan olmuştu; sonra ne olduysa olmuş? Yaşamın içinde oradan oraya savrulup gitmişlerdi.
Bir yılbaşı gecesi konuğu olunca onların bilip öğrendim onların neye gülüp neye ağladığını? Hepsinin bir ayrı hikayesi var.
Neyse; o sıra kendi kendime kadehleri tokuşturup “şerefe” derdim. 
Bu eşref saatinde son yudumu alınca oradaki koltuklardan birine kıvrılır; vurur kafayı uyurdum ve sanki çalar saatle kurmuşum gibi en geç gecenin dördünde uyanıp otururdum. Çünkü benim gecenin keyfini çıkarma saati gelmiş olurdu.
“O saatte ne keyfi bu?” demeyin.
Siz belki bilirsiniz, belki bilmezsiniz “kuşlar sabahın esselatında; yani o saatlerde ayaklanır ötüşmeye başlar."
Benim büronun karşısındaki kuşlu caminin parkında ağaçlarda tüneyen kuşlar da öyle. Tam o saatte kalkıp başlardı müzik resitaline.
Münir Nurettin bunu “kuş sesleri ovalara yayılır” diye şarkı bile yapmış.
Evet, evet. Kuşlar resmen ‘adeta’ bir konser veriyordu her gece o saatte.
Önce bir kuş ötüyor. Sonra koro halinde diğerleri… Arada içlerinden bir solo çıkış yapan da oluyordu tabi.
Bu müzik ziyafeti minarede mikrofon tıkırdayıncaya kadar devam eder; tıkırtıyla birlikte şirpedek kesilir; az sonra müezzinin sabah ezanı sesi duyulurdu.
Ezan bitince o kuşlar sanki bir yerlere işe gidiyormuş gibi telaş içinde başlardı uçuşmaya. Artık o saatte duyulan sadece kanat sesi olurdu ve tabi aynı saatte yukarıdan Agora tarafından Alsancak’a oraya buraya çalışmak için gelenlerin önümden geçerken çıkardıkları telaşlı ayak sesleri karışırdı bu hengameye.
İşte o anlar benim en keyifli olduğum; yaşamın içinde yaşamın kirini, pasını ve bütün güzelliklerini fark ettiğim anlardı.
Zorunlu olarak gecenin üç beş nöbetinde olduğum şu sıralar aklıma geldi. Sizinle paylaşmak istedim bunu.






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder