İnsanların yaşamında belli anların saatlerin unutulmaz acı tatlı
hatıraları vardır.
Askerlik yapanlar bilir. Orada nöbet 1-3, 3-5 diye tekli
rakamlarla ikişer saat tutulur/du.
Bu nöbet saatlerinden gecenin üç beş nöbeti de en illet nöbettir.
Askerlik yapanlara “üç-beş” dedin mi? Mutlaka “ne çektim ben o
üç-beş nöbetlerinden?” diyecektir.
Çünkü o nöbetten dönen askerin ‘az sonra spor, yemek olduğundan’
sabah uykusu haram olur. Onun için o saatler yaşadıkça aklına gelecek saatlerdir.
Onların dışında hapisanelerde, hastanelerde de bu gecenin üç beş
saati pek sevilmez. Çünkü oralarda bir yerde olanlar o saatleri kendi istekleri
dışında yaşamak zorundadırlar. "Onlar o saatte ne yaşar? Ne hisseder? Ne
düşünür? Hangi duygular içindedir?" bir onlar bilir bunu.
Bu yazdıklarımın tamamı kadın erkek bütün insanlar için bir
şekilde geçerlidir.
Ama bir de o gecenin üç beşinin keyfini çıkaranlar vardır.
Öyle mecburiyetlerinden değil; o saatlerin keyfini çıkarmak
istediğinden.
Örneğin ormana, ovaya ya da denize bakan bir evde oturan için
gecenin o saatlerinde balkona çıkıp veya camdan bakıp ovanın, dağın, denizin
sesini gecenin sessizliğinde dinlemenin keyfine doyum olmaz.
Bir de meyhanede içkiyi uzatıp o saatte kelle paçacıda cila çekmek
vardır. Valla onun keyfine doyum olmaz hani.
Çok şükür bütün hanelerde geçirdiğim zamanlar olduğu için; ben bu
saatlerinin hepsini bir biçimde yaşadım.
Ya şimdi olduğu gibi mecburiyetten; ya da keyfini çıkarmak için.
Bunu deyince öyle deniz kenarında, dağda, ovada villalarda kalıp
bu keyfi yaşadığımı sanmayın.
İnsanın keyfi isterse en kötü, yaşadığı en zorlu anlarını bir
şekilde keyifle yaşadığı anlara dönüştürebilir; yok eğer keyfi istemezse en
görkemli mekanlarda bile o saatte kalkmışsa eğer 'bit tutmuş tavuk gibi' düşünür
Bu benim yaşam anlayışım. Bu anlayışla yaşamımın en kötü, en zorlu
günlerinde olduğu gibi Basmane’de Kuşku caminin oralarda bir arkadaşımın bana
sağladığı olanaklarla kaldığım proje büromda bu keyfi yaşadım.
O günlerde tek başınaydım yine. Bir lokma ekmek ve kendimi
toparlama kavgası içinde; o büroda gündüzleri fason proje yapıyorum gece olunca
da ‘mecburiyetten’ orada yatıyorum.
O sıralar büroda gündüz varsa çizim mizim yapıyorum. Gün akşama
dönünce ‘para durumuna göre’ ya karşı köşedeki ciğerciden yarım ekmek arası
ciğer; ya da köşedeki kebapçıdan bir adana yaptırıyorum. Rakım az çok eksik
olmuyordu haliyle.
Akşam geceye dönünce benim hazırlık tamam olurdu. Kapının
aralığına koyduğum sehpanın üzerinde bir bardak rakı, yanında bir bardak su.
‘Ne nevale varsa artık’ ondan bir iki ısırık; sonra sokaktaki gecenin telaşını
seyre dalardım.
Çünkü az ileride caminin parkında naylon çadırlarda yaşayan adem
babaların kendince telaşları başlar; bu sırada oradan gelen sesler sokağın
telaşındaki geceye ayrı bir renk katardı.
Onlar gerçek "adem babaydı." Hiç birinin kim olduğunu?
'eğer kendileri anlatmazsa' kimse bilmezdi. Arada bir ölen olursa içlerinden
belediye görevlileri gelip sessizce ölüsünü alıp onu yine bir yerlere sessizce
gömerdi.
Bunu ertesi sabah oralarda 'sanırım ölümün ürküntüsüyle'
fısıltıyla haber olunca öğrenirdi başkaları. Onu öğrenen ne düşünür bilemem?
Tabi bunu da en iyi kendi bilirdi.
Neyse; işte sefaletin göbeğinde yaşayan o adem babalar da kendi
telaşlarıyla çekildikleri naylon çadırların içinde başlarlardı kendilerince
muhabbete. Onların gülüşme sesleri gelirdi ağaçların karanlığından.
"Mübarekler neye gülüyorlarsa? Gülüşe gülüşe ölürlerdi?"
demeyeceğim; çünkü o lafın şetteni.
Onların hepsi senin, benim gibi insan yavrusu olarak dünyaya
çığlık atarak "merhaba" demişti. Mutlaka hepsinin o sıra götünü
pışpışlayan veya ağzına meme tutan olmuştu; sonra ne olduysa olmuş? Yaşamın
içinde oradan oraya savrulup gitmişlerdi.
Bir yılbaşı gecesi konuğu olunca onların bilip öğrendim onların
neye gülüp neye ağladığını? Hepsinin bir ayrı hikayesi var.
Neyse; o sıra kendi kendime kadehleri tokuşturup “şerefe”
derdim.
Bu eşref saatinde son yudumu alınca oradaki koltuklardan birine
kıvrılır; vurur kafayı uyurdum ve sanki çalar saatle kurmuşum gibi en geç
gecenin dördünde uyanıp otururdum. Çünkü benim gecenin keyfini çıkarma saati
gelmiş olurdu.
“O saatte ne keyfi bu?” demeyin.
Siz belki bilirsiniz, belki bilmezsiniz “kuşlar sabahın
esselatında; yani o saatlerde ayaklanır ötüşmeye başlar."
Benim büronun karşısındaki kuşlu caminin parkında ağaçlarda
tüneyen kuşlar da öyle. Tam o saatte kalkıp başlardı müzik resitaline.
Münir Nurettin bunu “kuş sesleri ovalara yayılır” diye şarkı bile
yapmış.
Evet, evet. Kuşlar resmen ‘adeta’ bir konser veriyordu her gece o
saatte.
Önce bir kuş ötüyor. Sonra koro halinde diğerleri… Arada
içlerinden bir solo çıkış yapan da oluyordu tabi.
Bu müzik ziyafeti minarede mikrofon tıkırdayıncaya kadar devam
eder; tıkırtıyla birlikte şirpedek kesilir; az sonra müezzinin sabah ezanı sesi
duyulurdu.
Ezan bitince o kuşlar sanki bir yerlere işe gidiyormuş gibi telaş
içinde başlardı uçuşmaya. Artık o saatte duyulan sadece kanat sesi olurdu ve
tabi aynı saatte yukarıdan Agora tarafından Alsancak’a oraya buraya çalışmak
için gelenlerin önümden geçerken çıkardıkları telaşlı ayak sesleri karışırdı bu
hengameye.
İşte o anlar benim en keyifli olduğum; yaşamın içinde yaşamın
kirini, pasını ve bütün güzelliklerini fark ettiğim anlardı.
Zorunlu olarak gecenin üç beş nöbetinde olduğum şu sıralar aklıma
geldi. Sizinle paylaşmak istedim bunu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder