28 Mart 2017 Salı

O GECE



 

Bu ara, eski arkadaşlarını, tanıdıklarını telefonla arayıp, hatırlarını sormayı huy edinmişti. Telefon numaralarını yüzonsekizden sorup öğreniyor veya tanıdığı diğer arkadaşlarına sorarak onlardan öğreniyordu. Zaten aradıklarının çoğu ölmüştü. Onların öldüğünü öğrenince, çok üzülüyordu. Herhalde, sıranın yavaş yavaş kendine geldiğini düşünüyordu.

O gün onu hatırlamıştı. Aslında arkadaşı falan değildi. Yıllar öncesinde, yaşadığı bir olayı hatırlatıyordu. İsmini gazeteden öğrenmişti. Sonra elinde olmadan onu takip etmişti. “Kim? Ne yapıyor? Nerede oturuyor?” hep öğrenmişti.

Şimdi de yüzonsekizden adını ve adresini vererek telefon numarasını öğrenmişti. Telefon etti. Telefonu bir erkek açtı. Ona aradığı kişinin ismini vererek görüşmek istediğini söyledi. Telefonu açan kişi “onu niçin aradınız? Siz kimsiniz?” diye sordu. Bu soru karşısında biraz şaşırmıştı. Onun çok eski bir arkadaşı olduğunu hatırını sormak için aradığını söylemişti. Bunun üzerine telefondaki ses birden değişmiş “ben onun kardeşiyim ağabeyim olurdu. Geçtiğimiz yıl onu trafik kazasında kaybettik” dedi.

Bu bilgi üzerine şaşkınlaşmıştı. “Öyle mi? Onu yıllardır görmedim. Bir arayayım demiştim. Başınız sağolsun” dedi.

Telefondaki kişi ağabeyinin arkadaşı arıyor düşüncesiyle “sağolun, nerden arıyorsunuz?” diye sordu. O bir yer ismi söyledi. Fırsatı olursa onları ziyarete geleceğini söyledi ve tekrar başsağlığı dileyip telefonu kapattı.

Dalıp gitmişti. Yıllar önceki o geceyi hatırladı. O gece bir gurup arkadaşı ile birlikte afişleme yapıyordu. Şehrin kenar mahallerinden işçilerin yoğun yaşadığı bir bölgede afişleme yapıyorlardı. Afişleme izinsizdi tetikte bekliyorlardı. Vakit gece yarısını bulmuştu.

Birden köşeden başka bir gurubun çıktığını gördüler. Daha kim olduklarını öğrenmeden o gurup onlara saldırmıştı. Onlar da ellerinde sopa ve afişleme yaptıkları fırçalarla kendilerini korumaya çalışıyordu.

O ufak tefek biriydi. Karşı guruptan iri yarı bir kişi onu kaptığı gibi yere yatırdı. Bir iki yumruk savurdu. Sonra kocaman elleriyle onun boğazına sarılıp sıkmaya başladı. O altta giderek nefes alamaz hale gelmiş; boğuluyordu.

Aklına afişlemeye çıkarken yanına aldığı tornavida geldi. Pantolonun arka cebine koymuştu. Can havliyle onu çıkardı. Üstünde boğazını sıkmaya devam eden kişinin karnına daldırdı. Tornavidanın onun karnına girdiğini hissediyordu.

Tornavidayı sokunca üstündeki adamın elleri gevşedi. Tornavidayı çıkardı bir daha bir daha soktu. Üstündeki kişinin elleri tümüyle gevşemiş; artık boğazını sıkamıyordu. Fokurdamaya başlamıştı. Üzerinden itti.

Tam altından kurtulacaktı polis sirenin sesleri duyuldu. Adamı itip ayağa kalktı. Oradaki herkes kaçışmıştı. O şaşkınlıkla onu altına alan kişiye baktı. Yüz yukarı yatıyordu. Hafifçe kıpırdadığını gördü. Eğildi karnından kanın büngüldediğini farketti. Bakındı yerde monta benzer bir şey vardı. Onu aldı adamın karnının üstüne bastırdı. Adamın elini tutup oraya koydu “bunu bastır” dedi.

O sırada ileriki sokaktan polis arabasının koşanların arkasından gittiğini gördü. Ters istikamette sokakta koşmaya başlamıştı. Evlerin hiçbirinde ışık yanmıyordu. Polis sirenleri de uzaklaşmıştı.

Yürümeye devam etti. Kah koşarak kah yürüyerek bir yere geldi. Baktı, etrafta evler seyrekleşmişti. Hava hafiften bulutluydu. Ay doğmuş bir ışıyor bir kararıyordu. Bu sırada ay ışığı vurunca dar bir patikada ilerlediğini gördü.

Bu yolun nereye gittiğini bilmiyordu; ama yürüyordu. Bir süre sonra etrafta ağaç görmeye başladı. Dikkatli bakınca çam ağaçları olduğunu fark etti. Ormana çıkmıştı. Ay buluttan kurtulunca hemen çönüyor; buluta girince kalkıp yürüyordu.

‘Bu şekilde ay ışığında ilerilerden fark edilmem’ diye düşünüyordu.

 Bir süre daha kah yürüyüp, kah koşarak ilerledi. Kenarda büyük bir ağaç vardı. Onun yanına vardı. Ay yine bulutun altından çıkmıştı. Ağacın gölgesine geçip oturdu.

Çok yorulmuştu. Bir süre oturdu. Gece yaşadıkları aklına geldi. “Acaba öldü mü?” diye düşündü. İçi ürperdi. Öldüyse katil olmuştu. Korktu.

Bu sırada hava çok serinlemişti. Elleri kanla yapış yapıştı. Gömleğini elledi. Orada da kan olduğunu tahmin ediyordu. Çünkü tornavidayı ilk sokup çektiğinde, karnına sıcak bir şey akmıştı. Düşündüğü gibi kan olan yerler biraz sertleşmişti.

‘Bu halimle aşağı inemem’ diye düşündü. Bu arada biraz uykusu gelmişti. Bu ayazda uyumak istemiyordu. Kalktı olduğu yerde zıplamaya başladı.

Böyle zıplayarak, oturarak hem ısınmaya hem de uykusunu açmaya çalışıyordu. 

Oturmuştu. Birden su sesi işitti. Sanki yakınlarda bir çeşme vardı. 'Orada temizlenirim' diye sevindi. Uzaklardan ezan sesi geliyordu. Havanın hafif açıldığını fark etti. Kalktı, suyun sesinin geldiği yere doğru yürüdü. Baktı; kayanın içinden akan bir pınar gördü.

Hemen soyunmaya başladı. Çoraplarını, gömleğini ve pantolonunu çıkardı. Suyun içine girdi. Su ayak bileklerine geliyordu. Önce gömleğin kanlanan yerini çitileyerek gömleği yıkamaya başladı.

Bu sırada hava hızla ışıyordu ve çok soğuktu. Gömleği yeterince yıkadığını düşündü. Sonra pantolonunu aynı şekilde çiterek yıkadı. Hemen suyun dışına çıktı. Gömleği ve pantolonu sıktı; sonra bir süre çırptı ve çalının üzerine serdi.

Don, atlet kalınca çok üşümüştü. İlerilerden görünürüm diye çalının dibine sindi. Çömeldiği yerde zıplayarak ısınmaya çalışıyordu. Bu sırada güneş ilerideki tepelerin ardından ortaya çıkmıştı.

Güneş ışıklarının geldiği yere doğru gitti. Güneş aynı zamanda çalının üzerindeki çamaşırların üzerine de ışıyordu. Orada yaklaşık bir saat oturdu. Arada bir eliyle çamaşırları yokluyordu. Bir süre sonra çamaşırların ıslaklığının geçip, hafif nemerdiğini fark etti.

Böyle çıplak biri görür diye düşündü. ‘Üzerimde kurumaya devam eder’ düşüncesiyle nemli çamaşırları giydi. Çorabını ve ayakkabısını da giydi. Tornavidayı eline aldı. Hafif bir tereddütten sonra aşağıdaki su birikintisinin içine attı. Üşüyordu oradan ayrıldı. Yola çıktı. Güneş tam tepesindeydi. Ve güneş ışıklarıyla biraz ısınmıştı.

Gerisin geri dönüyordu. Karşıdan evler gözüktü. Birden o tarafa gitmekten vazgeçti. Aşağıda ileride arabaların gelip geçtiği yolu gördü. Araziden oraya doğru yürüdü. Afişlemeye çıktığı arkadaşları onun gerçek kimliğini bilmiyordu. Onun için onlar yakalanmış bile olsa onu ele vermeleri söz konusu olmazdı.

Hep başka kimlikli olması ve sabit mekanının olmayışı buna benzer bir çok tehlikeden kurtulmasını sağlamıştı. Bu düşüncelerle şoseye çıktı. Tek tük arabalar gelip geçiyordu.

O şehirden gelen bir otobüse el kaldırdı. Otobüse bindi. Otobüsün gittiği yol üzerinde ilk büyük yerleşim yerinde indi. İndiği yer büyükçe bir ilçeydi. Oradan başka bir arabaya bindi.

Böyle ine, bine birçok şehir geçip ailesinin kaldığı ilçeye geldi. Nemli giydiği gömlek ve pantolon yüzünden hasta olmuş, çok ateşlenmişti.

Taksiye bindi doğru babasının evine geldi. Kapıyı annesi açtı. Karşısında oğlunu görünce çok sevindi. Onu böyle pejmurde kılıklı görünce de çok şaşırmadı. Hep böyle gelirdi.

Sarıldı. Onun ateşler içinde yandığını fark etti, çok üzüldü. Hemen içeri aldı ve sorulara başladı. “Nereden geliyorsun? Bu kılık ne böyle? Çok ateşin var, hasta mısın?” diye sorulara başladı.

Ama onun fazla konuşacak hali yoktu. Hemen divana uzandı “anne çok üşüyorum” dedi. Kadıncağız hemen koşup yastık yorgan getirip üzerini örttü. O kendinden geçmiş uyumuştu.

Arada bir sayıklıyordu ama ne söylediği anlaşılmıyordu. Anneciği onun böyle kaybolup gidip sonra böyle perişan dönüşlerine alışkındı. Ama bu kez çok daha şaşkın görünce çok üzüldü. Kocasına telefon etti. “Çok hasta şimdi yatırdım. Gelince yine bağırıp çağırma” dedi.

Hep oğluyla kocası arasında kalıyordu. Kocası “tamam kızmam, nerelerdeymiş sordun mu?” dedi. Kadın “ayol ben çok hasta diyorum, sen sorguya çek diyorsun” deyince baba “tamam tamam; laf söyletmezsin zaten. Doktor falan lazım mı?” dedi. Karısı “şimdilik gerek yok ben bakarım” dedi.

O bu sırada yine sayıklıyordu. Bir hafta evde yattı. Anneciğinin gece gündüz bakımı ile bir haftada kendine geldi. O sabah kalkınca kahvaltıdan sonra ilk işi sokağa çıkmak oldu. O gecenin ertesi günkü ve bir gün sonraki tarihli gazeteleri bulmaya çalıştı.

İlçedeki bütün kahveleri, esnafı dolaştı. Aradığı o günkü gazeteyi bir kahvede bulabildi. Merakla açtı baktı. O günkü olayı anlatan haberde 'o şehirde işçilerin yoğun yaşadığı mahallede gece izinsiz afişleme yapan solcularla onlara müdahale eden başka solcu gurup arasında çıkan olayda bir kişinin şişlenerek ağır yaralandığını, hastanede yapılan ameliyat sonrası durumunun iyiye gittiğini belirten haberi' sevinçle okudu. Haberde yaralanan kişinin adı da vardı. Ayrıca yakalanan başka bir kişi olup olmadığına dair herhangi bir haber yoktu.

O yaraladığı kişiyi merak ettiği için gazeteleri aramıştı. Ölmediğini öğrenince derin bir oh çekmişti.

İşte o gün telefon ederken bunlar aklına gelmiş; yıllar sonra onun için aramıştı. Telefonda kardeşine “başınız sağ olsun” derken bunları düşünüyordu.

                                                 

TERÖR SALDIRILARIYLA YAŞAMAYA ALIŞMAK; YA DA ALIŞMAMAK. BÜTÜN MESELE BU


Merhaba; Taliban sanki Işid ve PKK terörünü çok kıskandı ve "hoop! Burada ben de varım. Asıl terörist benim" der gibi Pakistan'ı Luna Parkı kana bulamış. İçinde daha çok çocukların olduğu 69 kişiyi katletmiş. Sanırım çok sayıda çocuk da vardır.

Bizde yargıtay başkanı ve iktidara yakın olan bir gazeteci son terör saldırılarının ardından söyledikleri "Terörle yaşamaya alışmak gerekir" dedikleri budur işte. Yani insanların en olağan yaşam alanlarında, çoluk çocuk eğlenmek için gittiği eğlence yerlerinde, alış veriş için gittikleri pazar yerlerinde veya ibadet yaptıkları yerlerde çoluk çocuk kadın erkek cinsiyet fark etmeden katledilirken halkın tepki vermeyip sinmesi veya sindirilmesi.

Geçtiğimiz yıl Kanada'nın Halifaks kentinde toplanan "Teröre karşı Uluslararası Güvenlik Zirvesinde" de buna işaret edilmiş "önümüzdeki süreçte terör sıradan kitlelerin kalabalıklar oluşturduğu metro, tren benzeri yerleri hedef alacak" şeklinde tespitte bulunmuşlardı.

Oysa Pakistan'da Taliban'ın Luna Parkta düzenlediği katliam gibi toplumları sindirip dikta rejimlerine zemin hazırlama amacıyla gerçekleşen kitle katliamları o bölgede, Ortadoğu'da olağan haller olarak yaşanması, kitlelerin terörü gündelik hayatın ritüelleri olarak kabul etmesi çok yıllar önceden bu yana zaten yaşanıyor.

Kanada'da Halifaks'ta toplanan güvenlik zirvesinin işaret ettiği de zaten bu katliamlar değil. Onların işaret ettiği Paris veya Brüksel'de yaşanan katliamlara benzer katliamlar.

Çünkü oralarda yaşayan halk için terör saldırıları çok sıra dışıdır. Onun için örneğin Paris ve özellikle Brüksel saldırısında bütün Avrupa ve ABD ayağa kalktı.

Sanki ilk kez böyle bir şey yaşamış veya böyle bir şeyi duymuş gibi hayret ve şaşkınlıkla; ama kitlesel demokratik tepkiler gösterildi.

Oralarda gerçekleşen terör saldırıları Pakistan bölgesinde veya Ortadoğu’da veya Afrika ülkelerindeki terör saldırılarının amaçladığı gibi kitleleri sindirip demokrasiyi, hukuku boşveren diktatörlükler için zemin hazırlamak değildir.

Öyle bir şeyi amaçlasalar da zaten sonuç alamazlar.

Çünkü oralarda halkın demokratik duyarlılıkları öteden beri kökleşmiş ve kurumlaşmıştır. Onun için oralarda yönetenler terör saldırılarının ardından yayın yasağı getiremezler. Olayların üstünü hiçbir şekilde örtemezler. Oralarda terör saldırıları hayatın olağan akışı içinde diğer olaylarda olduğu gibi hukuk yoluyla soruşturulur. ‘Ne olup bitiyorsa?’ medya kanalıyla bilgiler halka doğru olarak yansıtılır. Halk, devlet birlikte teröre karşı duruş gösterirler. Oralarda terör saldırıları daha çok terör örgütlerinin ismini duyurmak için veya oradaki devletlerin kendilerine yönelik silahlı müdahalesine karşı intikam amacıyla yapılır.

Ama yukarıda işaret ettiğim gibi Pakistan, Hindistan, Bengaldeş, Afganistan başta olmak üzere o bölgede, Ortadoğu’da terör saldırılarının tek amacı vardır. Kitleleri yıldırıp demokratik tepkilerde ve demokrasi yolunda buluşmasını engellemek…

Onun için oralarda halk ‘teşbihte hata olmaz’ hayvan sürüleri gibi teör saldırılarına tepki vermeden yaşama gayreti içindedir. Terör saldırıları arttıkça daha sinerler ve terörle yaşamaya alışmaya çalışırlar. Tıpkı Afrika vahşi doğasında hayvan sürülerinin Mara nehrini geçerken Timsah saldırılarına ve Aslan, Sırtlan saldırılarına, o sırada verdikleri telefe aldırmadan nehri geçip hedefteki otlağa ulaşmak için verdikleri mücadele gibi.

Türkiye yakın zamanda dört büyük terör saldırına uğradı. Türkiye henüz bütün özellikleriyle Ortadoğu ülkelerine benzemedi. Halkı henüz terörle yaşamaya razı değil.

Eğer yönetenler bu saldırılarda olduğu gibi iletişimi engelleme, yayın yasağı, haberleri karartma gibi huylarını terk edip girmeye çalıştıkları Avrupa ülkelerinde olduğu gibi terör saldırılarına halkıyla dayanışma içinde demokratik tepkilerle karşı koymaya yönelmezlerse, “senin teröristin kötü, benim teröristim iyi” deyip terör saldırılarına toplu dayanışma içinde olunmazsa Türkiye’nin tıpkı Pakistan bölgesinde veya Ortadoğu ülkeleri halkı gibi sinerek veya Mara nehrini geçmeye çalışan sığır sürüleri gibi sadece kendini kurtarmayı seçmeye yönelmesi; kısacası terörle yaşamaya alışmasının eli kulağındadır.

En son Brüksel’de Işid ve Pakistan’da Taliban’ın gerçekleştirdiği terör saldırıları beni böyle düşündürdü.

Umarım düşüncem yanlış anlaşılmaz.


22 Mart 2017 Çarşamba

SEN



Eğer yaşamayı seçmişsen
Onurunla yaşamayı seçeceksin.
Yaşamın gerçeklerini
Doğru fark edeceksin
Yeri geldiğinde
“Hayır” demeyi de bileceksin
Yoksa eğer sen
Gelene ağam gidene paşam diyen
Yani sürekli önüne gelene
Kavuk sallayan biriysen
Hiç yaşamasan da fark etmez
Çünkü o zaman sen
Dünyayı fuzulü işgal eden
Asalak bir böceksin
Varlığınla hiç faydan olmadığı gibi
Sürekli
Çevrene
Zarar veren birisin........................Erdoğan Şenel





20 Mart 2017 Pazartesi

BASMANE'DE BİR GARİP İNSAN



     O yıllar Basmane çok farklıydı.  Şimdiki hali nasıl bilmiyorum. Zamanla her şeyin değiştiği gibi Basmane’nin de değişmiş olacağını zannediyorum. Onun için “Basmane o yıllar çok farklıydı” dedim. Uzun yıllardır Basmane’ye uğradığım yok.


O yıllar kaldığım Basmane’de çok ilginç tipler vardı. Oralar garibanların, evini bir sebeple terk edenlerin, hırsız, gaspçı, tombalacı, meteliksiz, orospu, ayyaş velhasıl cümle suç erbabı ve adem babanın ortak mekanı gibiydi. 

Tabi “Basmane” dedikse her tarafı değil. Çünkü Basmane İzmir’de koca bir semtin adı. Fuarı garı ayrı; bit pazarı Altınordu, Tilkilik, Kuşlu Cami, Oteller Sokağı hepsi ayrı ayrı hayatların yaşandığı; ayrı ayrı hayat hikayeleriyle anlatılabilecek ‘benim deyimimle’ kocaman bir İtalyan çukuru. Askerlik yapanların bildiği içine girince çıkmanın zor olduğu; ama oradan bir şekilde çıkılabilen çukur…

Ama ‘Basmane çukuruna düştün mü?’ artık yalnız oranın malı olursun. Çıkması çok zordur. Bir mucize sonucu çıksan bile ömür boyu bir şekilde izlerini taşır; yaşadıklarını unutamazsın. Yalnız benim sözüm yukarıda tanımladığım kişilerdir. Yani Basmane’de bir dükkanı bir işi olan veya orada çalışanlara değil. Onların tıpkı diğer semtlerde yaşayanlar gibi Basmane ile ilişkisi iş nedeniyle bir süreliğine günlük yaşamlardır.

Benim söz konusu ettiğim yaşamlarsa gecesiyle gündüzüyle oraların ‘adeta’ malı, rengi olanlardır. Bunların en ilginçleriyse oteller sokağı; onun az ilerisinde, kuşlu cami, yukarıda Basmane karakolundan, aşağıda Tilkilik Mezarlıkbaşı ve İkiçeşmeliğe kadar bölgede geçer. Burada hikaye edeceğim kişi de o sıra oralarda tanıdığım biri. Sonradan öğrendim “hemşerimmiş.” Bizim o taraftan bir kasabadan. Adı Ahmetali’miş. Soranlara adının “Amadalı” olduğunu söylüyordu.

Ben yadırgamamıştım onun adını Amadalı demesine. Çünkü bizim oralarda Ahmetali’yi “Amadalı”, Mehmetali’yi ise, “Memedalı”  diye telaffuz ederler. İzmir’e; Basmahane’ye gelişi üç dört yıl önceymiş. Kasabada işini kaybetmiş. Kahrından çekip İzmir’e gelmiş. İlk olarak tıpkı kendi gibi işini kaybedip İzmir’de soluğu alanların ilk uğrak yeri Basmane’de oteller sokağında almış soluğu ve kalacak yeri olmadığından Basmane’de bir otele sığınmış.

Ancak otelde parayla kalınır. Her gün otele para vere vere ‘nereye kadar dayanılır ki?’ O da dayanamamış tabi! Sonunda cebindeki paraları tüketmiş. Ama olsun o yıllar bizim oralarda çareler tükenmezdi. Yani dayandıktan sonra mutlaka yaşayacak bir alan bulurdun oralarda; ‘yazdığım gibi’ tabi dayanabilirsen. Yoksa bir sokak sokuntusunda ölünü bulurlardı senin.

Neyse; bizim Amadalı da belli ki dirençli. Dayanmış meteliksizliğe. Öteki tüm meteliksizler gibi kuşlu cami parkında; yağışlı havalardaysa aynı yerde sürekli barınan adem babaların naylon çadırlarında kalmış ve oralarda yaşıyordu.

Onu o sıralar oralarda tanımıştım. Başkalarından da hemşerim olduğunu öğrenmiştim. Tanışınca da yukarıda onunla ilgili yazdıklarımı anlatmıştı bana.

Ben kendim de benzer gerekçelerle geldiğim Basmane’de o sıralar orada bir büroda takılıyordum. O büroyu ‘sağolsun’ oralarda tanıştığım bir arkadaşım açmıştı. Bir gün gelir belki onun da hikayesini yazarım. Yani Basmane; ya da serseri arkadaşlığının; ya da kader arkadaşlığının ne menem bir şey olduğunu; normal sosyal yaşamda benzeri dostlukların zor kurulacağını.

Neyse; işte o sıralar tanışıp hemşerim olduğunu öğrendiğim Amadalı ile karşılaşınca laflıyorduk. O gün akşamüzeri ben yine o bürodaydım. Gece de orada kalacaktım. Hava bulutlu hafiften yağmur çiseliyordu. Karşı köşedeki ciğerciden yarım ekmek ciğer yaptırmıştım. Önceden kalma yarım şişe de rakım vardı. Bürodaki küçük sehpayı kapının girişine koydum. Üzerine bir bardak ve bir gün önceden kalan suyla rakıyı şişesini koydum. Sonra bardağın yarısına kadar rakı üzerine su ilave ettim. Önce içinde ciğer olan ekmeği açlığımı bastırsın diye yiyordum.

Çileyen yağmur hoş bir koku yaymıştı. Ben de oldum olası böyle yağmurlu havaları; özellikle akşam saatlerinde çok severdim. Cebimde param yoktu; ama en azından karnımı doyuracak bir şeyler bir iki yudum içeceğim rakım vardı ve yağmur inceden yağıyordu. Böyle bir durumda başka ne ister ki; benim durumumdaki biri? Ben de çok keyifliydim o sıra. Ekmeği ısırmış, zevkle yiyordum. Dışarıda büronun önünden geçen Amadalıyı gördüm. O her zamanki gibi “iyi aşamlar hemşerim” deyip geçiyordu. “Ooo! Amadalı. Nerden böyle? Gel bir iki lokma bir şeyler ye. Beraber parlatalım” dedim. O her zamanki haliyle “sağol hemşerim; ben böle iyiyin” diyerek geçti bankanın önünde kaldırıma oturdu.

Üzerinde hırpalanmış paltosu ve dizleri parçalanmış pantalonu; başında bildik kasketi, ayaklarında kenarları patlak asker postalı vardı. Arkası bana yönü banka duvarına dönük bağdaş kurup oturmuştu beton zemine.

“Hava yağışlı! Islanacaksın!”  diye seslendim. O, oturduğu yerden “boş ver” der gibilerden elini sallayınca ben de dediği gibi boş verdim; kendi kendime takılıyordum. Bu sırada yağmur da hızlanmıştı. Yine gönlüm razı olmadı. Çağıracaktım onu. Ne yapıyor diye dikkatle baktım.

Vakit gece olmuştu. Karşı kebapçının önündeki elektrik direğindeki lambadan yansıyan ışıkla zar zor belli oluyordu. O sıra eli havada sallanıyordu. Sanırım kendi kendine bir şeyler söylüyordu. Kulak kabartınca duydum. Bir eli havada “Gahbam Amadalı. Sıcacık evin varıdı. Çocuklan varıdı. Garın varıdı. Baldızın varıdı. Ah Amadalı ah. Senin yatcek yerin yok” dediğini duydum.

Islanıyordu; ama farkında değildi. Bir süre daha kendi kendine söylendi. Sonra acele işi varmış gibi telaşla kalktı. Önümden geçerken “Hadi bana müsaade bizim olan” deyip yürüdü sokağın karanlığında kaybolup gitti.

Onun neden orada oturduğunu ‘duyduklarım hariç’ neler söylediğini, niye öyle söylendiğini hiç öğrenemedim.  Zaten bir daha hiç görmedim onu.
                                                          






                                  

 

 

 

                  

 

 

 



15 Mart 2017 Çarşamba

BOYALI BARDAKLARI NE YAPMIŞLAR?



Hayırlısıyla 'inşallah başına bir kaza gelmeden' 16 Nisan referandumuna ulaşacak gibiyiz.

Tabi hal böyle olunca da her cephede; daha doğrusu siyasetin her cephesinde bir hareket var gibi.

Referandum aklıma gelince daha önce Aydınlı dayıyla bir seçim öncesi yaptığım sohbet aklıma geldi.

O sıra "ha bi baken deyi uğradım" deyince seçim öncesi 'sıyasat lafı' edeceğini anlamıştım.

Gerçekten öyle olmuştu. O gün gelince hep yaptığı gibi evde hep oturduğu koltuğa oturmuş "gelin gızım bene bi nasgafa yapıvesin. Sizinki bek datlı oluyo" demiş ve çok beklememe gerek kalmadan lafa girmiş ve "sıyasatcıla gine perdah vermeye başladı. Emme cazgırla onlardan önce başladıydı" demişti.

Lafı "sıyasat cazgırları" dediği kamuoyu araştırmacılarına getirmişti.

"Bunlan hepsi lafı sallıyo; emme adamlan işi o tabi. Kimden para aldıysa ondan yana sallecekle. Yanim parayı verenin düdüğünü çalıcekle" demiş; sonra "emme biliyon mu? Bu adamlara herkez inanıyo. Bi Allahın gulu da çıkıp; 'ula arkıdeş benim kime oy vercemi müneccim mi bu da biliyo?' demeyo" demiş sonra gülümseyerek "bizde bu işle çoğunlukla böyle olur. Yanim biz milletcek akıntıya gideriz" deyip ve aşağıdaki örneği vermişti.

"Misal; geçenlerde bizim köye süs eşyacı geldi. Hana düğünlerde garıla oku garşılığı çanak, tabak bardak bişeyle götürü ya. İşde öyle biri. Emme bunun satdığı hep boyalı cam bardak. Altı dakımı üçe lireden. Geldi köy meydanına arabayı çekdi; malların bazılanı çıkardı arabanın önüne koydu; sonra kendine gayfıdan bir çay söyledi. Öyle orda oturuyo. Tabi biz gayfıdan adamı görüp duruz. Emme kimse oralı değil. Derken bizim köyden bi cambaz var o geldi. 'Cambaz' dediysem öyle ipde yürüyen cambazdan değil; öküz inek alıp satıyo. Yani aleverci' İşde o cambaz bu bardakçının yana uğradı. Onla bir iki laf etdi sonra bizim yana geldi. Herkez garşıdan bakıyo; oralı deyil gibi gözükse de hepsi maraklı. Cambaz gelince bizim arkıdeşleden biri kendini dutamadı; 'ne satıyomuş o adam?' deyi sordu. Cambaz  'heç boyalı bardak satıyomuş' dedi. Bi başka arkıdeş 'kaçaymış?' dedi; cambaz 'üçer lireye veriyo' deyince o ilk soran arkıdeş 'adamla bizim köye enayi bulup geliyola. Ben üç lire verip de boyalı bardakları alıp götüme mi sokucemişin?' deyince gayfıdekilen hepsi onu tasdik etti. Ben de her zaman oturdum yerden onlara bakıyon. Gayfacı dört topaklı naskafamı önüme goymuş onu içiyon. Neysem lafı uzatmeyen. Adam orda arabasının önünde akşama gadar oturdu. Kimse oralı olmadı. Derken bizim cambaz 'eve giden' deyi kalktı; gine arabanın yanına gitti. Adamıla bir iki laf etti; derken o boyalı bardak kutulandan ikisini sardırıp aldı, evine yollandı. Ula arkıdeş ondan keri ilk o 'biz o bardakları götümüze mi sokucez?' deyen arkıdeş olmak üzere gayfıdan herkez ulam ulam oldu arabanın önüne; adamın bardaklara gapış gapış giddi. Sanki gıtlığı varımış gibi herkez ikişer dene sardırıken 'götümüze mi sokucez?' deyen tam beş kutu sardırdı. Vesselam adam akşama gadar oturdu oturdu; akşam vakdı arabada ne varısa satıp gitti" dedi.

O sıra eşimin ona yaptığı neskafeden bir yudum almış ve devam etmişti. "Meğersem bizim cambaz o adama 'sen sabırlı ol. Ben senin malları hep satdırın. Akşam giderken beleş sen bene iki dene sar ver; gerisini garışdırma' demiş. Gerçi sonra yemin billah edip inkar etdi; emme onun öyle ettiğini ben sonra Nazilli bazarında bir arkıdeşden öğrendim. O bardağı satan ona 'falan köye gitdim. Orda biri böyle böyle etdi. Bütün malları sattım' demiş. Ben yalanını yüzüne vurmadım. Hem vursam nolcek. Köy içeri bardakları gapışıp götlene sokdula zaten" demişti.  

Ben "dayı sen almadım mı?" deyince gülümseyerek "almamın. Ben de aynı köyün malı değilmin?" diye cevaplamıştı.

Yüzüne baktığımı görünce "haa! Lafı oraya getircedim. Hana seçimle yaklaşırken sıyasat cazgırları gine yalandan ortalığı gızışdermeye başlar. Ona deyom. Gerçi bu cazgırlan lafa ganan eskiden çok oldu. Emme şindi öyle değil" demişti.

Ben "nasıl öyle değil?" deyince "Nasılı var mı?" demiş ve devam etmişti "millet eskisi gibi değil. Şunun şurasında seçime kaç gün galdı? Emme millet pısıp duru. Sor 'bu sefer kime oy vercen?' deyi. Mını mını ediyo; şu demeyo. Tıpkı Bu Ak partinin iktidara geldiği ilk seçim gibi. O zaman kim derdi? 'Bu parti tek başına iktidar olucek ötekile atılıp gidcek deyi. Yanim şimdi vaziyet öyle. Herkez işinde gücünde. Geçi milletin eskisi gibi yapıcek işi galmadı ya. Yanim bence bu sefer erkenden ortaya çıkıp ortaya çıkan cazgırla fena yanılcek" demişti.

Sonra lafı pehlivanların cazgırlığına getirmiş "misal güleşde de cazgır vardır. İki tarafı gızışdırıken 'altda galırsan apış, üsde çıkasan yapış' derken iki pelifanın da icabında apışıp galcene söyle. Emme doğrudur. Güleşde apışır ordan oyun gurasın. Emme siyasat öyle değil. 'Apışıp galdın mı?' bi daha üsde zor çıkasın. Sıyasatda altta oyun gurmak da goley değildir. Emme üstdden yapışmak da zordur haa!! Bu sefer kimin apışıp galceni, kimin üsde çıkeceni 'Ak partiyi hiç tanımadan 'bu ötekilerden iyidir' deyenle belli edicek. Yanim şindi de durum aynen öyle" deyince ben "ne yani millet şimdi AKP den memnun değil mi de ötekini arayacak" diye sorunca o gevrek gevrek gülmüş "sen şindi bene slyasat yapdırıp ağzımdan laf alcen de mi?" demiş sonra "misal cumhurbaşkanı çıkdı '400 milletvekili isderin' dedi. Şindi ne demek istedi biliyon mu?" diye sormuş; sonra kendi devam etmişti "o da biliyo 400 milletvekili bulmeceni; emme garşındakilere korku salıp apışdırmek isdeyo. Oysam o partisi iktidarı alsa çokdan razı" demişti.

Ben "yani şimdi kimse ne olacağını bilmiyor. Öyle mi?" deyince "tam öyle. Şindi hepsinin yüreği gıpır gıpır ediyo. Sıyasat cazgırları istediği kadar ortalığı gızıştırsın; bu seçim de 'tıpkı 2002 seçimlerinde olduğu gibi heç gızışmayıp bildiğini okuyan millet bu işi bitircek" diye cevap vermişti.

Sonra "sen benim laflara bakıp bu seçimde AK parti gaybedicek dedim manasını çıkarma sakın" demişti.

Ben "dayı valla aklımı karıştırdın. Bir öyle diyorsun, bir şöyle. Yani sence bu seçimi kim kazanır" deyince gülmüş "O gadar laf eddim misal verdim, anlamamışsın. Boyalı bardaklara kim satdırdı?" diye sorunca ben "cambaz sattırmış. Sen öyle söyledin" demiştim. O "eyi de ne vakıt satdırdı?" demiş sonra devam kendi devam etmişti "tam akşam vakdı. Milletin garnı aç, kafası garışmış. Cambaz işi biliyo. Son anda milletin kafası garşırken işi bitiriyo. Bizim köylü aşama gadar "biz o bardaklara götümüze mi sokucez" deyip akşam vakdı cambazın ardından ulam ulam akmıseydi nolurdu?" diye sormuş; benim ona soran gözle baktığımı görünce gülümseyerek "herkez ya eve ya işine gider. Bardakçı bardakları o zaman ya kendi götüne, ya cambazın götüne sokmamıydı?" demişti.

Sonra "Şimdi anladın mı? ne demek isdeyon" diye sorunca "anladım dayı. Millet bu siyaset cambazlarına aldırmaz; seçimin sonuna kadar gözünü açar da oyları kaptırmazsa; seçim sonucunu kendi isteğine göre belirleyecek" demiştim.

O "hah!! İşde aynen öyle. Sen de az değilsin ha!!!?. Bu sefer cambazlan işi zor" diye sohbeti bitirmiş ve "bene müsade benim oğlan hazırlanmışdır" deyip geldiği gibi süratle gitmişti.

O seçimde dediği gibi muhalefet sandıklara yeterİnce sahip çıkamayınca seçimi sonuna kadar ciddiyetle takip eden AKP yine iktidarı almıştı. 

Aydınlı dayının deyimiyle “hana deyon. muhalefet Referandumda "Hayırcıların" çokluğuna bakıp sandıklara sahip çıkmayı boş verirse ve peşi peşin zafer sarhoşluğuna kapılırsa referandum sonunda ‘akşama kadar “biz o bardakları alıp götümüze mi sokucez” diyen’ köylülerin cambazla anlaşan satıcının kendilerine kakaladığı boyalı bardaklarla düştükleri şaşkınlığa benzer şaşkınlıkla avuçlarını yalaması kaçınılmazdır. Hana bir hatırlaten dedim.”


                                            







11 Mart 2017 Cumartesi

O YILLAR

              
Arada bir Öykülerle yolculuğa devam ederim. O sırada haliyle daha önceki bölümlere göz atarım. 

Bugün facebook da hatırlatınca geçmiş bölümlerin içinde "O yıllarla" ilgili anlattıklarımı hatırladım. İlgimi çekince bu hafta sonu o  kısmı paylaşmak içimden geldi. Umarım beğenerek okursunuz.

O yıllar henüz konfeksiyon yoktu. Onun yerine ilçede bir iki manifaturacı vardı. Ayrıca ilçenin pazarı olduğu gün çevre ilçelerden ve ilden gelip pazar yerine 'yayınan' yırtımcılar vardı. O yıllar ulaşım da çok fazla yoktu. Pazarcılar genelde bir gün önceden gelir ilçedeki hanlarda veya kahvelerde sabahlardı. O pazarcıları, kaldıkları hanları, sabahladıkları kahveleri o sıradaki muhabbetlerini bu öykü yolculuğunun bir yerinde mutlaka anlatmak isterim. Çünkü çok ilginç yaşanmışlıkları var.

Neyse işte o pazarcılarla gelip yayınan kadın ve erkekler için parça kumaş satanlara yırtımcı denirdi. Ama siz kumaş deyince hemen Altın Yıldız vb. marka elbiselik kumaş zannetmeyin. O yıllar kadınlar için Sümerbank işi veya 'Nazilli basması denilen entarilik' yani elbiselik kumaş satılırdı. Yine erkekler için de Sümerbank malı elbiselik kumaş veya 'şayak' denilen kalın elbiselik kumaşlar satılırdı.

Daha iyi elbiselik kumaşlar manifaturacılarda olurdu. Elbise 'dikinecek' olan kimse yırtımcıya veya manifaturacıya yanında elbiseyi dikecek terziyle giderdi. Terzi orada kumaşından, içine konacak telasına, pamuğuna, dikilecek düğmesine kadar ne gidecekse söylerdi. O söylendiği şekilde yırtımcının veya manifaturacının hazırladığı elbiselik terziye teslim edilir; terzi daha önce aldığı ölçüye göre iki üç provada elbiseyi dikip teslim ederdi.

Hele bayram arifesi elbise diktirmeye kalkıldı mı, o zaman zamanında yetişip bayram günü giymek için terzide yatıp kalkılır o sırada birlikte sigara çay içerken sohbetler gırla gider, duruma göre arife gecesi terzide sabahlandığı bile olurdu.

Yani o yıllar özellikle küçük yerlerde elbise sahibi olmak bu merasime tabiydi. Şimdiyse işler kolay. Girersin mağazaya parana göre alır çıkarsın elbiseyi. Çok çok bir pantolon paçası yaptırırsın hepsi o.

Ama o yıllar elbise diktirirken adeta ritüele dönen anlattığım veya anlatamadığım anılar ilerde o kişinin hep yaşadığı hatıralar ve güzellikler veya sıkıntılar olarak belleğine yazılır, yaşamanın acı veya tatlı tadına varılırdı.

Şimdiyse her şey tatsız tuzsuz yapay. Hele kadınlar. O yıllar onların elbise diktirmesi de tam merasim olurdu. Tabi bunlar küçük yerleşim yerleri, kasaba ve köyler için. Gerçi o yıllar büyük şehirler de benzer özellikteydi. Çünkü oraların nüfusu şimdiki gibi alıp başını gitmemiş, henüz oralara köylerden göç akını başlamamıştı.

Her şey sonraları özellikle ellilerin başında başladı. Hele altmışlardan sonra hızla artarak günümüze gelindi. Bu öyle hızlı oldu ki! Para kazanma hırsı, ekmek kavgası, bir yer edinme hırsı adeta insanların belleğini silip geçmişle bağlarını kopardı. Çoğu kişi yakın geçmişindeki birçok yaşanmışlıkları unuttu. Birisi anlatırsa veya bir yerde okursa o zaman belki hatırlıyor veya şimdiki yaşamın sıkıntılarını aklına getirmemek için hatırlamak istemiyor.

Oysa o yıllardaki yaşamlarda hile hurda yoktu. Hepsi insanın güzelliklerini yansıtır; çok basit şeyler bile insanı mutlu ederdi. Çünkü yaşamın her yönü adeta kolektifti. Acılar, mutluluklar birlikte yaşanır, birlikte paylaşılırdı. Çocuk oyunları bile öyleydi. Tek başına oyun oynamayı bilmezlerdi ki. Çocuğun oyun için en az bir arkadaşı olacaktı. Mahalleler vardı. Mahalle arkadaşlıkları oluşur; oyun araçları birlikte hazırlanır, birlikte paylaşarak oyuna katılınırdı.

Şimdiki tek başına oyunların getirdiği yalnızlık, ilişkilerdeki yapaylık, bireyselleşme, soysuzlaşma, doyumsuzluk; bir yerlere gelebilmek, bir şey kazanabilmek için her şeyinden, bütün değerlerinden vazgeçme açgözlülüğü henüz o yıllar yoktu. Herkes birbirinin yardımına koşar acıyı ve sevinci 'mahsuscuktan' değil gerçekten paylaşırdı.

Örneğin gelin olacak kızların 'urba görme' merasimleri olurdu. Evlenecek kızın evleneceği kişiye veya ailesine bütün yükü o alınan urbalar ve bir iki takı olurdu. O 'urbalar' yani elbiseler da hazır satılmazdı.

Gelin olacak kız varsa kardeşi, yeğeni annesi ve oğlanın annesi, kardeşleri, halası, teyzesi hep birlik yırtımcıya veya manifaturacıya gider orada kızın bütün bir ömür giyeceği 'entarilerin' yani elbiselerin kumaşları kestirilip alınırdı. Buna gelinlik de dahildi. Onların hepsinin ederi şimdinin bir gelinliğine, bir nişan elbisesine ancak denk gelir.

Bu urba görme veya düğün işi mevsimine göre ürün kaldırıldığı aya denk getirilir veya borçlanma için ürün kaldırma zamanına tarih atılırdı. Örneğin 'pancar parası alınca veya anason parası, afyon parası, tütün parasını alınca veya pamuktan dönünce' gibi.

Tabi kimi kasaba ve küçük şehirlerde de ödemenin belirlendiği anlar ayrıydı. Ama hemen herkesin durumu aynı olduğu için 'kimin ne zaman düğün yapacağı veya borcunu ne zaman ödeyeceği üç aşağı beş yukarı belliydi.' Tabi bu durum memur olanlar ve esnaf için değişirdi.

Ama o yıllar urba görme merasimi hemen herkes için benzer şekilde olurdu. Urbalar görülünce o yerin kadın terzisi 'keten kesme' merasimine çağrılırdı. O gün gelin olacak kızın evine gelen terzi kızın ölçüsünü alır, sonra elbiselik kumaşlar üzerinde gelin yürütülür, terzi kumaşlardan birini kesmek için başına geçerdi. Ama o sıra 'kör olası makas' kumaşı bir türlü kesmezdi tabi. 'Terzi bahşiş istiyor' denir, terziye bahşişi ödenirdi, ama makas yine kesmezdi.

Çünkü konuklara çerez ikram edilmesi lazım. 'Konuklara çerez ikram edilir, varsa çay veya şerbet içilir, o sıra bir leğen veya sini getirilip ortaya konurdu. O leğeni veya siniyi kim darbuka gibi çalacaksa o buyur edilirdi, ama o hemen geçmezdi leğenin veya sininin başına 'nazlanırdı biraz'; ama içinden 'ısrar etseler de çalsam, söylesem' diye geçirirdi.

O sırada orada olan kadınların tecrübeli 'biraz da cazgır' olanı 'kim çalacaksa?' siniyi ve leğeni onun önüne kor 'gız hadi nazlanma. Çal birez de gurtları gırdıram' derdi. Artık onun bu sözüne nazlanma olmaz çalgıcılık yapacak önüne alırdı leğen veya siniyi başlardı çalmaya 'dıppıdı dıbıdan, dıppıdı dıbıdan' diye.

Sıra oynayacaklara gelirdi. Haliyle ilk olarak gelin olacak kız kaldırılırdı. O da tek başına oynamaya utandığı için arkadaşlarını ısrarla kaldırır, başlarlardı birlikte oynamaya. Sonra öteki kadınlar 'nazlanmacı veya birbirini asılmacı' kalkar, velhasıl herkes kalkıp oynardı. Böylece 'keten kesme' merasimi tamamlanınca terzi usulen kumaşın birinde makası gezdirirdi, o kadar.

Sonra terzi evine gittiğinde de elbiselerin hepsini 'gelinlik dahil' orada aldığı ölçüye göre dikerdi.

Ancak gelin kızımız evlendikten sonra çoluk çocuk sahibi olunca vücut ölçüleri değişirdi haliyle. O zaman da aynı elbiseler hiç giyilmeden terziye yeni vücut ölçüsüne göre düzeltilmesi için getirilirdi. Bütün bu süreçler evlenen kadının, yakınlarının sosyal aktivitelerinden sayılırdı. 

O yıllarda şimdilerin baloları bilinmezdi. Düğünler de yöresel özellikleri taşır; hep ahenk içinde en az üç gün sürerdi. Düğüne hemen herkes davet edilir; her gelen davetli davul ve zurna eşliğinde karşılanırdı.

Düğün sahibi gelen konuklarına mutlaka yemek ikramında bulunur; bu yemeklerin başyemeği etli keşkek olurdu. Bunun için köyün gençleri yine davul zurna eşliğinde keşkek dövmeye gider, köyün ortaklaşa kullandığı taş dibekte keşkek döverlerdi. Bu sırada düğün sahibi gençlere horoz ikram ederdi.

O düğünlerde daha çok bir iki davetli birlikte kınalanmış koç veya koyun veya keçiyi hediye olarak getirir veya bir zarf içine konan para düğün sahibine verilirdi. Sonraları 'sanırım' koyun koç pahalı geldiğinden günün tercihine ve her davetlinin gücüne göre hediye getirilir oldu. Bu hediyeler daha çok geline veya damada para asarak olmaya başladı. Bu şekilde düğün yapanın masrafına katkı sağlamaya çalışılıyordu. Bu düğünlerde 'yani davullu zurnalı üç gün süren düğünlerde' her yerin töresine göre güzellikler katılır, oyunlar çıkarılırdı. O düğünlerde kına dolaştırma, kına gecesi, gelinin çeyizlerinin serilmesi, sonra o çeyizlerin ve gelinin eşyalarının oğlan evine getirilmesi de hep merasimle olurdu. Sonra oğlan evinden kız evine kınalı koç gönderilir; kız evi o koçla konuklarına yemek ikram ederdi.

Yani bir çok güzelliğin içiçe geçtiği geçmiş yaşamların imbiğinden süzülüp gelmiş yaşamların kollektif bir şekilde paylaşılarak yaşandığı yıllardı o yıllar.

Aslında o yaşamlar öyle bir iki cümleyle geçiştirilecek ritüeller değildir. Burada gözüme ilişince kısaca değindim.