28 Mart 2017 Salı
TERÖR SALDIRILARIYLA YAŞAMAYA ALIŞMAK; YA DA ALIŞMAMAK. BÜTÜN MESELE BU
Merhaba; Taliban sanki Işid ve PKK terörünü çok kıskandı ve "hoop! Burada
ben de varım. Asıl terörist benim" der gibi Pakistan'ı Luna Parkı kana
bulamış. İçinde daha çok çocukların olduğu 69 kişiyi katletmiş. Sanırım çok
sayıda çocuk da vardır.
Bizde yargıtay başkanı ve iktidara yakın olan bir gazeteci son terör
saldırılarının ardından söyledikleri "Terörle yaşamaya alışmak
gerekir" dedikleri budur işte. Yani insanların en olağan yaşam
alanlarında, çoluk çocuk eğlenmek için gittiği eğlence yerlerinde, alış veriş
için gittikleri pazar yerlerinde veya ibadet yaptıkları yerlerde çoluk çocuk
kadın erkek cinsiyet fark etmeden katledilirken halkın tepki vermeyip sinmesi
veya sindirilmesi.
Geçtiğimiz yıl Kanada'nın Halifaks kentinde toplanan "Teröre karşı
Uluslararası Güvenlik Zirvesinde" de buna işaret edilmiş "önümüzdeki
süreçte terör sıradan kitlelerin kalabalıklar oluşturduğu metro, tren benzeri
yerleri hedef alacak" şeklinde tespitte bulunmuşlardı.
Oysa Pakistan'da Taliban'ın Luna Parkta düzenlediği katliam gibi
toplumları sindirip dikta rejimlerine zemin hazırlama amacıyla gerçekleşen
kitle katliamları o bölgede, Ortadoğu'da olağan haller olarak yaşanması,
kitlelerin terörü gündelik hayatın ritüelleri olarak kabul etmesi çok yıllar
önceden bu yana zaten yaşanıyor.
Kanada'da Halifaks'ta toplanan güvenlik zirvesinin işaret ettiği de zaten
bu katliamlar değil. Onların işaret ettiği Paris veya Brüksel'de yaşanan
katliamlara benzer katliamlar.
Çünkü oralarda yaşayan halk için terör saldırıları çok sıra dışıdır. Onun
için örneğin Paris ve özellikle Brüksel saldırısında bütün Avrupa ve ABD ayağa
kalktı.
Sanki ilk kez böyle bir şey yaşamış veya böyle bir şeyi duymuş gibi hayret
ve şaşkınlıkla; ama kitlesel demokratik tepkiler gösterildi.
Oralarda gerçekleşen terör saldırıları Pakistan bölgesinde veya
Ortadoğu’da veya Afrika ülkelerindeki terör saldırılarının amaçladığı gibi
kitleleri sindirip demokrasiyi, hukuku boşveren diktatörlükler için zemin
hazırlamak değildir.
Öyle bir şeyi amaçlasalar da zaten sonuç alamazlar.
Çünkü oralarda halkın demokratik duyarlılıkları öteden beri kökleşmiş ve
kurumlaşmıştır. Onun için oralarda yönetenler terör saldırılarının ardından
yayın yasağı getiremezler. Olayların üstünü hiçbir şekilde örtemezler. Oralarda
terör saldırıları hayatın olağan akışı içinde diğer olaylarda olduğu gibi hukuk
yoluyla soruşturulur. ‘Ne olup bitiyorsa?’ medya kanalıyla bilgiler halka doğru
olarak yansıtılır. Halk, devlet birlikte teröre karşı duruş gösterirler.
Oralarda terör saldırıları daha çok terör örgütlerinin ismini duyurmak için
veya oradaki devletlerin kendilerine yönelik silahlı müdahalesine karşı intikam
amacıyla yapılır.
Ama yukarıda işaret ettiğim gibi Pakistan, Hindistan, Bengaldeş,
Afganistan başta olmak üzere o bölgede, Ortadoğu’da terör saldırılarının tek
amacı vardır. Kitleleri yıldırıp demokratik tepkilerde ve demokrasi yolunda
buluşmasını engellemek…
Onun için oralarda halk ‘teşbihte hata olmaz’ hayvan sürüleri gibi teör
saldırılarına tepki vermeden yaşama gayreti içindedir. Terör saldırıları
arttıkça daha sinerler ve terörle yaşamaya alışmaya çalışırlar. Tıpkı Afrika
vahşi doğasında hayvan sürülerinin Mara nehrini geçerken Timsah saldırılarına
ve Aslan, Sırtlan saldırılarına, o sırada verdikleri telefe aldırmadan nehri
geçip hedefteki otlağa ulaşmak için verdikleri mücadele gibi.
Türkiye yakın zamanda dört büyük terör saldırına uğradı. Türkiye henüz
bütün özellikleriyle Ortadoğu ülkelerine benzemedi. Halkı henüz terörle
yaşamaya razı değil.
Eğer yönetenler bu saldırılarda olduğu gibi iletişimi engelleme, yayın
yasağı, haberleri karartma gibi huylarını terk edip girmeye çalıştıkları Avrupa
ülkelerinde olduğu gibi terör saldırılarına halkıyla dayanışma içinde
demokratik tepkilerle karşı koymaya yönelmezlerse, “senin teröristin kötü,
benim teröristim iyi” deyip terör saldırılarına toplu dayanışma içinde
olunmazsa Türkiye’nin tıpkı Pakistan bölgesinde veya Ortadoğu ülkeleri halkı
gibi sinerek veya Mara nehrini geçmeye çalışan sığır sürüleri gibi sadece
kendini kurtarmayı seçmeye yönelmesi; kısacası terörle yaşamaya alışmasının eli
kulağındadır.
En son Brüksel’de Işid ve Pakistan’da Taliban’ın gerçekleştirdiği terör
saldırıları beni böyle düşündürdü.
Umarım düşüncem yanlış anlaşılmaz.
22 Mart 2017 Çarşamba
SEN
Eğer yaşamayı seçmişsen
Onurunla yaşamayı
seçeceksin.
Yaşamın gerçeklerini
Doğru fark edeceksin
Yeri geldiğinde
“Hayır” demeyi de bileceksin
Yoksa eğer sen
Gelene ağam gidene paşam
diyen
Yani sürekli önüne gelene
Kavuk sallayan biriysen
Hiç yaşamasan da fark
etmez
Çünkü o zaman sen
Dünyayı fuzulü işgal eden
Asalak bir böceksin
Varlığınla hiç faydan
olmadığı gibi
Sürekli
Çevrene
Zarar veren birisin........................Erdoğan Şenel
20 Mart 2017 Pazartesi
BASMANE'DE BİR GARİP İNSAN
O yıllar Basmane çok farklıydı. Şimdiki hali nasıl bilmiyorum. Zamanla her şeyin değiştiği gibi Basmane’nin de değişmiş olacağını zannediyorum. Onun için “Basmane o yıllar çok farklıydı” dedim. Uzun yıllardır Basmane’ye uğradığım yok.
O yıllar kaldığım Basmane’de çok ilginç tipler vardı.
Oralar garibanların, evini bir sebeple terk edenlerin, hırsız, gaspçı,
tombalacı, meteliksiz, orospu, ayyaş velhasıl cümle suç erbabı ve adem babanın
ortak mekanı gibiydi.
Tabi “Basmane” dedikse her tarafı değil. Çünkü Basmane
İzmir’de koca bir semtin adı. Fuarı garı ayrı; bit pazarı Altınordu, Tilkilik,
Kuşlu Cami, Oteller Sokağı hepsi ayrı ayrı hayatların yaşandığı; ayrı ayrı
hayat hikayeleriyle anlatılabilecek ‘benim deyimimle’ kocaman bir İtalyan
çukuru. Askerlik yapanların bildiği içine girince çıkmanın zor olduğu; ama
oradan bir şekilde çıkılabilen çukur…
Ama ‘Basmane çukuruna düştün mü?’ artık yalnız oranın
malı olursun. Çıkması çok zordur. Bir mucize sonucu çıksan bile ömür boyu bir
şekilde izlerini taşır; yaşadıklarını unutamazsın. Yalnız benim sözüm yukarıda
tanımladığım kişilerdir. Yani Basmane’de bir dükkanı bir işi olan veya orada
çalışanlara değil. Onların tıpkı diğer semtlerde yaşayanlar gibi Basmane ile
ilişkisi iş nedeniyle bir süreliğine günlük yaşamlardır.
Benim söz konusu ettiğim yaşamlarsa gecesiyle
gündüzüyle oraların ‘adeta’ malı, rengi olanlardır. Bunların en ilginçleriyse
oteller sokağı; onun az ilerisinde, kuşlu cami, yukarıda Basmane karakolundan,
aşağıda Tilkilik Mezarlıkbaşı ve İkiçeşmeliğe kadar bölgede geçer. Burada
hikaye edeceğim kişi de o sıra oralarda tanıdığım biri. Sonradan öğrendim
“hemşerimmiş.” Bizim o taraftan bir kasabadan. Adı Ahmetali’miş. Soranlara
adının “Amadalı” olduğunu söylüyordu.
Ben yadırgamamıştım onun adını Amadalı demesine. Çünkü
bizim oralarda Ahmetali’yi “Amadalı”, Mehmetali’yi ise, “Memedalı” diye telaffuz ederler. İzmir’e; Basmahane’ye
gelişi üç dört yıl önceymiş. Kasabada işini kaybetmiş. Kahrından çekip İzmir’e
gelmiş. İlk olarak tıpkı kendi gibi işini kaybedip İzmir’de soluğu alanların
ilk uğrak yeri Basmane’de oteller sokağında almış soluğu ve kalacak yeri
olmadığından Basmane’de bir otele sığınmış.
Ancak otelde parayla kalınır. Her gün otele para vere
vere ‘nereye kadar dayanılır ki?’ O da dayanamamış tabi! Sonunda cebindeki
paraları tüketmiş. Ama olsun o yıllar bizim oralarda çareler tükenmezdi. Yani
dayandıktan sonra mutlaka yaşayacak bir alan bulurdun oralarda; ‘yazdığım gibi’
tabi dayanabilirsen. Yoksa bir sokak sokuntusunda ölünü bulurlardı senin.
Neyse; bizim Amadalı da belli ki dirençli. Dayanmış
meteliksizliğe. Öteki tüm meteliksizler gibi kuşlu cami parkında; yağışlı
havalardaysa aynı yerde sürekli barınan adem babaların naylon çadırlarında
kalmış ve oralarda yaşıyordu.
Onu o sıralar oralarda tanımıştım. Başkalarından da
hemşerim olduğunu öğrenmiştim. Tanışınca da yukarıda onunla ilgili yazdıklarımı
anlatmıştı bana.
Ben kendim de benzer gerekçelerle geldiğim Basmane’de
o sıralar orada bir büroda takılıyordum. O büroyu ‘sağolsun’ oralarda tanıştığım
bir arkadaşım açmıştı. Bir gün gelir belki onun da hikayesini yazarım. Yani
Basmane; ya da serseri arkadaşlığının; ya da kader arkadaşlığının ne menem bir
şey olduğunu; normal sosyal yaşamda benzeri dostlukların zor kurulacağını.
Neyse; işte o sıralar tanışıp hemşerim olduğunu
öğrendiğim Amadalı ile karşılaşınca laflıyorduk. O gün akşamüzeri ben yine o
bürodaydım. Gece de orada kalacaktım. Hava bulutlu hafiften yağmur çiseliyordu.
Karşı köşedeki ciğerciden yarım ekmek ciğer yaptırmıştım. Önceden kalma yarım
şişe de rakım vardı. Bürodaki küçük sehpayı kapının girişine koydum. Üzerine
bir bardak ve bir gün önceden kalan suyla rakıyı şişesini koydum. Sonra bardağın
yarısına kadar rakı üzerine su ilave ettim. Önce içinde ciğer olan ekmeği
açlığımı bastırsın diye yiyordum.
Çileyen yağmur hoş bir koku yaymıştı. Ben de oldum
olası böyle yağmurlu havaları; özellikle akşam saatlerinde çok severdim. Cebimde
param yoktu; ama en azından karnımı doyuracak bir şeyler bir iki yudum içeceğim
rakım vardı ve yağmur inceden yağıyordu. Böyle bir durumda başka ne ister ki;
benim durumumdaki biri? Ben de çok keyifliydim o sıra. Ekmeği ısırmış, zevkle
yiyordum. Dışarıda büronun önünden geçen Amadalıyı gördüm. O her zamanki gibi
“iyi aşamlar hemşerim” deyip geçiyordu. “Ooo! Amadalı. Nerden böyle? Gel bir
iki lokma bir şeyler ye. Beraber parlatalım” dedim. O her zamanki haliyle
“sağol hemşerim; ben böle iyiyin” diyerek geçti bankanın önünde kaldırıma
oturdu.
Üzerinde hırpalanmış paltosu ve dizleri parçalanmış
pantalonu; başında bildik kasketi, ayaklarında kenarları patlak asker postalı
vardı. Arkası bana yönü banka duvarına dönük bağdaş kurup oturmuştu beton
zemine.
“Hava yağışlı! Islanacaksın!” diye seslendim. O, oturduğu yerden “boş ver”
der gibilerden elini sallayınca ben de dediği gibi boş verdim; kendi kendime
takılıyordum. Bu sırada yağmur da hızlanmıştı. Yine gönlüm razı olmadı.
Çağıracaktım onu. Ne yapıyor diye dikkatle baktım.
Vakit gece olmuştu. Karşı kebapçının önündeki elektrik
direğindeki lambadan yansıyan ışıkla zar zor belli oluyordu. O sıra eli havada
sallanıyordu. Sanırım kendi kendine bir şeyler söylüyordu. Kulak kabartınca
duydum. Bir eli havada “Gahbam Amadalı. Sıcacık evin varıdı. Çocuklan varıdı.
Garın varıdı. Baldızın varıdı. Ah Amadalı ah. Senin yatcek yerin yok” dediğini
duydum.
Islanıyordu; ama farkında değildi. Bir süre daha kendi
kendine söylendi. Sonra acele işi varmış gibi telaşla kalktı. Önümden geçerken
“Hadi bana müsaade bizim olan” deyip yürüdü sokağın karanlığında kaybolup
gitti.
Onun neden orada oturduğunu ‘duyduklarım hariç’ neler
söylediğini, niye öyle söylendiğini hiç öğrenemedim. Zaten bir daha hiç görmedim onu.
15 Mart 2017 Çarşamba
BOYALI BARDAKLARI NE YAPMIŞLAR?
Hayırlısıyla
'inşallah başına bir kaza gelmeden' 16 Nisan referandumuna ulaşacak gibiyiz.
Tabi
hal böyle olunca da her cephede; daha doğrusu siyasetin her cephesinde bir
hareket var gibi.
Referandum
aklıma gelince daha önce Aydınlı dayıyla bir seçim öncesi yaptığım sohbet
aklıma geldi.
O
sıra "ha bi baken deyi uğradım" deyince seçim öncesi 'sıyasat lafı'
edeceğini anlamıştım.
Gerçekten
öyle olmuştu. O gün gelince hep yaptığı gibi evde hep oturduğu koltuğa oturmuş
"gelin gızım bene bi nasgafa yapıvesin. Sizinki bek datlı oluyo"
demiş ve çok beklememe gerek kalmadan lafa girmiş ve "sıyasatcıla gine
perdah vermeye başladı. Emme cazgırla onlardan önce başladıydı" demişti.
Lafı
"sıyasat cazgırları" dediği kamuoyu araştırmacılarına
getirmişti.
"Bunlan
hepsi lafı sallıyo; emme adamlan işi o tabi. Kimden para aldıysa ondan yana
sallecekle. Yanim parayı verenin düdüğünü çalıcekle" demiş; sonra
"emme biliyon mu? Bu adamlara herkez inanıyo. Bi Allahın gulu da çıkıp;
'ula arkıdeş benim kime oy vercemi müneccim mi bu da biliyo?' demeyo"
demiş sonra gülümseyerek "bizde bu işle çoğunlukla böyle olur. Yanim biz milletcek
akıntıya gideriz" deyip ve aşağıdaki örneği vermişti.
"Misal;
geçenlerde bizim köye süs eşyacı geldi. Hana düğünlerde garıla oku garşılığı
çanak, tabak bardak bişeyle götürü ya. İşde öyle biri. Emme bunun satdığı hep
boyalı cam bardak. Altı dakımı üçe lireden. Geldi köy meydanına arabayı çekdi;
malların bazılanı çıkardı arabanın önüne koydu; sonra kendine gayfıdan bir çay
söyledi. Öyle orda oturuyo. Tabi biz gayfıdan adamı görüp duruz. Emme kimse
oralı değil. Derken bizim köyden bi cambaz var o geldi. 'Cambaz' dediysem öyle
ipde yürüyen cambazdan değil; öküz inek alıp satıyo. Yani aleverci' İşde o
cambaz bu bardakçının yana uğradı. Onla bir iki laf etdi sonra bizim yana
geldi. Herkez garşıdan bakıyo; oralı deyil gibi gözükse de hepsi maraklı.
Cambaz gelince bizim arkıdeşleden biri kendini dutamadı; 'ne satıyomuş o adam?'
deyi sordu. Cambaz 'heç boyalı bardak satıyomuş' dedi. Bi başka arkıdeş
'kaçaymış?' dedi; cambaz 'üçer lireye veriyo' deyince o ilk soran arkıdeş
'adamla bizim köye enayi bulup geliyola. Ben üç lire verip de boyalı bardakları
alıp götüme mi sokucemişin?' deyince gayfıdekilen hepsi onu tasdik etti. Ben de
her zaman oturdum yerden onlara bakıyon. Gayfacı dört topaklı naskafamı önüme
goymuş onu içiyon. Neysem lafı uzatmeyen. Adam orda arabasının önünde akşama
gadar oturdu. Kimse oralı olmadı. Derken bizim cambaz 'eve giden' deyi kalktı;
gine arabanın yanına gitti. Adamıla bir iki laf etti; derken o boyalı bardak
kutulandan ikisini sardırıp aldı, evine yollandı. Ula arkıdeş ondan keri ilk o
'biz o bardakları götümüze mi sokucez?' deyen arkıdeş olmak üzere gayfıdan
herkez ulam ulam oldu arabanın önüne; adamın bardaklara gapış gapış giddi. Sanki
gıtlığı varımış gibi herkez ikişer dene sardırıken 'götümüze mi sokucez?' deyen
tam beş kutu sardırdı. Vesselam adam akşama gadar oturdu oturdu; akşam vakdı
arabada ne varısa satıp gitti" dedi.
O
sıra eşimin ona yaptığı neskafeden bir yudum almış ve devam etmişti. "Meğersem
bizim cambaz o adama 'sen sabırlı ol. Ben senin malları hep satdırın. Akşam giderken
beleş sen bene iki dene sar ver; gerisini garışdırma' demiş. Gerçi sonra yemin
billah edip inkar etdi; emme onun öyle ettiğini ben sonra Nazilli bazarında bir
arkıdeşden öğrendim. O bardağı satan ona 'falan köye gitdim. Orda biri böyle
böyle etdi. Bütün malları sattım' demiş. Ben yalanını yüzüne vurmadım. Hem
vursam nolcek. Köy içeri bardakları gapışıp götlene sokdula zaten" demişti.
Ben
"dayı sen almadım mı?" deyince gülümseyerek "almamın. Ben de
aynı köyün malı değilmin?" diye cevaplamıştı.
Yüzüne
baktığımı görünce "haa! Lafı oraya getircedim. Hana seçimle yaklaşırken
sıyasat cazgırları gine yalandan ortalığı gızışdermeye başlar. Ona deyom. Gerçi
bu cazgırlan lafa ganan eskiden çok oldu. Emme şindi öyle değil" demişti.
Ben
"nasıl öyle değil?" deyince "Nasılı var mı?" demiş ve devam
etmişti "millet eskisi gibi değil. Şunun şurasında seçime kaç gün galdı?
Emme millet pısıp duru. Sor 'bu sefer kime oy vercen?' deyi. Mını mını ediyo;
şu demeyo. Tıpkı Bu Ak partinin iktidara geldiği ilk seçim gibi. O zaman
kim derdi? 'Bu parti tek başına iktidar olucek ötekile atılıp gidcek deyi. Yanim
şimdi vaziyet öyle. Herkez işinde gücünde. Geçi milletin eskisi gibi yapıcek
işi galmadı ya. Yanim bence bu sefer erkenden ortaya çıkıp ortaya çıkan
cazgırla fena yanılcek" demişti.
Sonra
lafı pehlivanların cazgırlığına getirmiş "misal güleşde de cazgır vardır.
İki tarafı gızışdırıken 'altda galırsan apış, üsde çıkasan yapış' derken iki
pelifanın da icabında apışıp galcene söyle. Emme doğrudur. Güleşde apışır ordan
oyun gurasın. Emme siyasat öyle değil. 'Apışıp galdın mı?' bi daha üsde zor
çıkasın. Sıyasatda altta oyun gurmak da goley değildir. Emme üstdden yapışmak
da zordur haa!! Bu sefer kimin apışıp galceni, kimin üsde çıkeceni 'Ak partiyi
hiç tanımadan 'bu ötekilerden iyidir' deyenle belli edicek. Yanim şindi de
durum aynen öyle" deyince ben "ne yani millet şimdi AKP den
memnun değil mi de ötekini arayacak" diye sorunca o gevrek gevrek gülmüş
"sen şindi bene slyasat yapdırıp ağzımdan laf alcen de mi?" demiş
sonra "misal cumhurbaşkanı çıkdı '400 milletvekili isderin'
dedi. Şindi ne demek istedi biliyon mu?" diye sormuş; sonra kendi devam
etmişti "o da biliyo 400 milletvekili bulmeceni; emme garşındakilere korku
salıp apışdırmek isdeyo. Oysam o partisi iktidarı alsa çokdan razı"
demişti.
Ben
"yani şimdi kimse ne olacağını bilmiyor. Öyle mi?" deyince "tam
öyle. Şindi hepsinin yüreği gıpır gıpır ediyo. Sıyasat cazgırları istediği
kadar ortalığı gızıştırsın; bu seçim de 'tıpkı 2002 seçimlerinde olduğu gibi
heç gızışmayıp bildiğini okuyan millet bu işi bitircek" diye cevap
vermişti.
Sonra
"sen benim laflara bakıp bu seçimde AK parti gaybedicek dedim manasını
çıkarma sakın" demişti.
Ben
"dayı valla aklımı karıştırdın. Bir öyle diyorsun, bir şöyle. Yani sence
bu seçimi kim kazanır" deyince gülmüş "O gadar laf eddim misal verdim,
anlamamışsın. Boyalı bardaklara kim satdırdı?" diye sorunca ben
"cambaz sattırmış. Sen öyle söyledin" demiştim. O "eyi de ne
vakıt satdırdı?" demiş sonra devam kendi devam etmişti "tam akşam
vakdı. Milletin garnı aç, kafası garışmış. Cambaz işi biliyo.
Son anda milletin kafası garşırken işi bitiriyo. Bizim köylü aşama gadar
"biz o bardaklara götümüze mi sokucez" deyip akşam vakdı cambazın
ardından ulam ulam akmıseydi nolurdu?" diye sormuş; benim ona soran gözle
baktığımı görünce gülümseyerek "herkez ya eve ya işine gider. Bardakçı
bardakları o zaman ya kendi götüne, ya cambazın götüne sokmamıydı?"
demişti.
Sonra
"Şimdi anladın mı? ne demek isdeyon" diye sorunca "anladım dayı.
Millet bu siyaset cambazlarına aldırmaz; seçimin sonuna kadar gözünü açar da
oyları kaptırmazsa; seçim sonucunu kendi isteğine göre belirleyecek"
demiştim.
O
"hah!! İşde aynen öyle. Sen de az değilsin ha!!!?. Bu sefer cambazlan işi
zor" diye sohbeti bitirmiş ve "bene müsade benim oğlan
hazırlanmışdır" deyip geldiği gibi süratle gitmişti.
O
seçimde dediği gibi muhalefet sandıklara yeterİnce sahip çıkamayınca seçimi
sonuna kadar ciddiyetle takip eden AKP yine iktidarı almıştı.
Aydınlı
dayının deyimiyle “hana deyon. muhalefet Referandumda "Hayırcıların" çokluğuna bakıp sandıklara sahip çıkmayı boş verirse ve peşi peşin zafer sarhoşluğuna kapılırsa referandum sonunda ‘akşama kadar “biz o bardakları alıp götümüze mi
sokucez” diyen’ köylülerin cambazla anlaşan satıcının kendilerine kakaladığı
boyalı bardaklarla düştükleri şaşkınlığa benzer şaşkınlıkla avuçlarını yalaması
kaçınılmazdır. Hana bir hatırlaten dedim.”
11 Mart 2017 Cumartesi
O YILLAR
Arada bir Öykülerle
yolculuğa devam ederim. O sırada haliyle daha önceki bölümlere göz atarım.
Bugün facebook da hatırlatınca geçmiş bölümlerin içinde "O yıllarla" ilgili
anlattıklarımı hatırladım. İlgimi çekince bu hafta sonu o kısmı paylaşmak içimden geldi. Umarım
beğenerek okursunuz.
O yıllar henüz konfeksiyon yoktu. Onun yerine ilçede
bir iki manifaturacı vardı. Ayrıca ilçenin pazarı olduğu gün çevre ilçelerden
ve ilden gelip pazar yerine 'yayınan' yırtımcılar vardı. O yıllar ulaşım
da çok fazla yoktu. Pazarcılar genelde bir gün önceden gelir ilçedeki hanlarda
veya kahvelerde sabahlardı. O pazarcıları, kaldıkları hanları, sabahladıkları
kahveleri o sıradaki muhabbetlerini bu öykü yolculuğunun bir yerinde mutlaka
anlatmak isterim. Çünkü çok ilginç yaşanmışlıkları var.
Neyse işte o pazarcılarla gelip yayınan kadın ve
erkekler için parça kumaş satanlara yırtımcı denirdi. Ama siz kumaş deyince
hemen Altın Yıldız vb. marka elbiselik kumaş zannetmeyin. O yıllar
kadınlar için Sümerbank işi veya 'Nazilli basması denilen entarilik' yani
elbiselik kumaş satılırdı. Yine erkekler için de Sümerbank malı elbiselik kumaş
veya 'şayak' denilen kalın elbiselik kumaşlar satılırdı.
Daha iyi elbiselik kumaşlar manifaturacılarda olurdu.
Elbise 'dikinecek' olan kimse yırtımcıya veya manifaturacıya yanında elbiseyi
dikecek terziyle giderdi. Terzi orada kumaşından, içine konacak telasına,
pamuğuna, dikilecek düğmesine kadar ne gidecekse söylerdi. O söylendiği şekilde
yırtımcının veya manifaturacının hazırladığı elbiselik terziye teslim edilir;
terzi daha önce aldığı ölçüye göre iki üç provada elbiseyi dikip teslim ederdi.
Hele bayram arifesi elbise diktirmeye kalkıldı mı, o
zaman zamanında yetişip bayram günü giymek için terzide yatıp kalkılır o sırada
birlikte sigara çay içerken sohbetler gırla gider, duruma göre arife gecesi
terzide sabahlandığı bile olurdu.
Yani o yıllar özellikle küçük yerlerde elbise sahibi
olmak bu merasime tabiydi. Şimdiyse işler kolay. Girersin mağazaya parana göre
alır çıkarsın elbiseyi. Çok çok bir pantolon paçası yaptırırsın hepsi o.
Ama o yıllar elbise diktirirken adeta ritüele dönen
anlattığım veya anlatamadığım anılar ilerde o kişinin hep yaşadığı hatıralar ve
güzellikler veya sıkıntılar olarak belleğine yazılır, yaşamanın acı veya tatlı
tadına varılırdı.
Şimdiyse her şey tatsız tuzsuz yapay. Hele kadınlar. O
yıllar onların elbise diktirmesi de tam merasim olurdu. Tabi bunlar küçük
yerleşim yerleri, kasaba ve köyler için. Gerçi o yıllar büyük şehirler de
benzer özellikteydi. Çünkü oraların nüfusu şimdiki gibi alıp başını gitmemiş,
henüz oralara köylerden göç akını başlamamıştı.
Her şey sonraları özellikle ellilerin başında başladı.
Hele altmışlardan sonra hızla artarak günümüze gelindi. Bu öyle hızlı oldu ki!
Para kazanma hırsı, ekmek kavgası, bir yer edinme hırsı adeta insanların
belleğini silip geçmişle bağlarını kopardı. Çoğu kişi yakın geçmişindeki birçok
yaşanmışlıkları unuttu. Birisi anlatırsa veya bir yerde okursa o zaman belki
hatırlıyor veya şimdiki yaşamın sıkıntılarını aklına getirmemek için hatırlamak
istemiyor.
Oysa o yıllardaki yaşamlarda hile hurda yoktu. Hepsi insanın
güzelliklerini yansıtır; çok basit şeyler bile insanı mutlu ederdi. Çünkü
yaşamın her yönü adeta kolektifti. Acılar, mutluluklar birlikte yaşanır,
birlikte paylaşılırdı. Çocuk oyunları bile öyleydi. Tek başına oyun
oynamayı bilmezlerdi ki. Çocuğun oyun için en az bir arkadaşı olacaktı.
Mahalleler vardı. Mahalle arkadaşlıkları oluşur; oyun araçları birlikte
hazırlanır, birlikte paylaşarak oyuna katılınırdı.
Şimdiki tek başına oyunların getirdiği yalnızlık,
ilişkilerdeki yapaylık, bireyselleşme, soysuzlaşma, doyumsuzluk; bir yerlere
gelebilmek, bir şey kazanabilmek için her şeyinden, bütün değerlerinden
vazgeçme açgözlülüğü henüz o yıllar yoktu. Herkes birbirinin yardımına koşar acıyı
ve sevinci 'mahsuscuktan' değil gerçekten paylaşırdı.
Örneğin gelin olacak kızların 'urba görme' merasimleri
olurdu. Evlenecek kızın evleneceği kişiye veya ailesine bütün yükü o alınan
urbalar ve bir iki takı olurdu. O 'urbalar' yani elbiseler da hazır satılmazdı.
Gelin olacak kız varsa kardeşi, yeğeni annesi ve
oğlanın annesi, kardeşleri, halası, teyzesi hep birlik yırtımcıya veya
manifaturacıya gider orada kızın bütün bir ömür giyeceği 'entarilerin' yani
elbiselerin kumaşları kestirilip alınırdı. Buna gelinlik de dahildi. Onların
hepsinin ederi şimdinin bir gelinliğine, bir nişan elbisesine ancak denk gelir.
Bu urba görme veya düğün işi mevsimine göre ürün
kaldırıldığı aya denk getirilir veya borçlanma için ürün kaldırma zamanına
tarih atılırdı. Örneğin 'pancar parası alınca veya anason parası, afyon parası,
tütün parasını alınca veya pamuktan dönünce' gibi.
Tabi kimi kasaba ve küçük şehirlerde de ödemenin
belirlendiği anlar ayrıydı. Ama hemen herkesin durumu aynı olduğu için 'kimin
ne zaman düğün yapacağı veya borcunu ne zaman ödeyeceği üç aşağı beş yukarı
belliydi.' Tabi bu durum memur olanlar ve esnaf için değişirdi.
Ama o yıllar urba görme merasimi hemen herkes için
benzer şekilde olurdu. Urbalar görülünce o yerin kadın terzisi 'keten kesme'
merasimine çağrılırdı. O gün gelin olacak kızın evine gelen terzi kızın
ölçüsünü alır, sonra elbiselik kumaşlar üzerinde gelin yürütülür, terzi
kumaşlardan birini kesmek için başına geçerdi. Ama o sıra 'kör olası makas'
kumaşı bir türlü kesmezdi tabi. 'Terzi bahşiş istiyor' denir, terziye bahşişi
ödenirdi, ama makas yine kesmezdi.
Çünkü konuklara çerez ikram edilmesi lazım. 'Konuklara
çerez ikram edilir, varsa çay veya şerbet içilir, o sıra bir leğen veya sini
getirilip ortaya konurdu. O leğeni veya siniyi kim darbuka gibi çalacaksa o
buyur edilirdi, ama o hemen geçmezdi leğenin veya sininin başına 'nazlanırdı
biraz'; ama içinden 'ısrar etseler de çalsam, söylesem' diye geçirirdi.
O sırada orada olan kadınların tecrübeli 'biraz da
cazgır' olanı 'kim çalacaksa?' siniyi ve leğeni onun önüne kor 'gız hadi
nazlanma. Çal birez de gurtları gırdıram' derdi. Artık onun bu sözüne nazlanma
olmaz çalgıcılık yapacak önüne alırdı leğen veya siniyi başlardı çalmaya
'dıppıdı dıbıdan, dıppıdı dıbıdan' diye.
Sıra oynayacaklara gelirdi. Haliyle ilk olarak gelin
olacak kız kaldırılırdı. O da tek başına oynamaya utandığı için arkadaşlarını
ısrarla kaldırır, başlarlardı birlikte oynamaya. Sonra öteki kadınlar
'nazlanmacı veya birbirini asılmacı' kalkar, velhasıl herkes kalkıp oynardı.
Böylece 'keten kesme' merasimi tamamlanınca terzi usulen kumaşın birinde makası
gezdirirdi, o kadar.
Sonra terzi evine gittiğinde de elbiselerin hepsini
'gelinlik dahil' orada aldığı ölçüye göre dikerdi.
Ancak gelin kızımız evlendikten sonra çoluk çocuk
sahibi olunca vücut ölçüleri değişirdi haliyle. O zaman da aynı elbiseler hiç
giyilmeden terziye yeni vücut ölçüsüne göre düzeltilmesi için getirilirdi.
Bütün bu süreçler evlenen kadının, yakınlarının sosyal aktivitelerinden
sayılırdı.
O yıllarda şimdilerin baloları bilinmezdi. Düğünler de
yöresel özellikleri taşır; hep ahenk içinde en az üç gün sürerdi. Düğüne hemen
herkes davet edilir; her gelen davetli davul ve zurna eşliğinde karşılanırdı.
Düğün sahibi gelen konuklarına mutlaka yemek ikramında
bulunur; bu yemeklerin başyemeği etli keşkek olurdu. Bunun için köyün gençleri
yine davul zurna eşliğinde keşkek dövmeye gider, köyün ortaklaşa kullandığı taş
dibekte keşkek döverlerdi. Bu sırada düğün sahibi gençlere horoz ikram ederdi.
O düğünlerde daha çok bir iki davetli birlikte kınalanmış
koç veya koyun veya keçiyi hediye olarak getirir veya bir zarf içine konan para
düğün sahibine verilirdi. Sonraları 'sanırım' koyun koç pahalı geldiğinden
günün tercihine ve her davetlinin gücüne göre hediye getirilir oldu. Bu
hediyeler daha çok geline veya damada para asarak olmaya başladı. Bu şekilde
düğün yapanın masrafına katkı sağlamaya çalışılıyordu. Bu düğünlerde 'yani
davullu zurnalı üç gün süren düğünlerde' her yerin töresine göre güzellikler
katılır, oyunlar çıkarılırdı. O düğünlerde kına dolaştırma, kına gecesi,
gelinin çeyizlerinin serilmesi, sonra o çeyizlerin ve gelinin eşyalarının oğlan
evine getirilmesi de hep merasimle olurdu. Sonra oğlan evinden kız evine kınalı
koç gönderilir; kız evi o koçla konuklarına yemek ikram ederdi.
Yani bir çok güzelliğin içiçe geçtiği geçmiş yaşamların imbiğinden süzülüp gelmiş yaşamların kollektif bir şekilde paylaşılarak yaşandığı yıllardı o yıllar.
Aslında o yaşamlar öyle bir iki cümleyle geçiştirilecek
ritüeller değildir. Burada gözüme ilişince kısaca değindim.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)