O yıllar Basmane çok farklıydı. Şimdiki hali nasıl bilmiyorum. Zamanla her şeyin değiştiği gibi Basmane’nin de değişmiş olacağını zannediyorum. Onun için “Basmane o yıllar çok farklıydı” dedim. Uzun yıllardır Basmane’ye uğradığım yok.
O yıllar kaldığım Basmane’de çok ilginç tipler vardı.
Oralar garibanların, evini bir sebeple terk edenlerin, hırsız, gaspçı,
tombalacı, meteliksiz, orospu, ayyaş velhasıl cümle suç erbabı ve adem babanın
ortak mekanı gibiydi.
Tabi “Basmane” dedikse her tarafı değil. Çünkü Basmane
İzmir’de koca bir semtin adı. Fuarı garı ayrı; bit pazarı Altınordu, Tilkilik,
Kuşlu Cami, Oteller Sokağı hepsi ayrı ayrı hayatların yaşandığı; ayrı ayrı
hayat hikayeleriyle anlatılabilecek ‘benim deyimimle’ kocaman bir İtalyan
çukuru. Askerlik yapanların bildiği içine girince çıkmanın zor olduğu; ama
oradan bir şekilde çıkılabilen çukur…
Ama ‘Basmane çukuruna düştün mü?’ artık yalnız oranın
malı olursun. Çıkması çok zordur. Bir mucize sonucu çıksan bile ömür boyu bir
şekilde izlerini taşır; yaşadıklarını unutamazsın. Yalnız benim sözüm yukarıda
tanımladığım kişilerdir. Yani Basmane’de bir dükkanı bir işi olan veya orada
çalışanlara değil. Onların tıpkı diğer semtlerde yaşayanlar gibi Basmane ile
ilişkisi iş nedeniyle bir süreliğine günlük yaşamlardır.
Benim söz konusu ettiğim yaşamlarsa gecesiyle
gündüzüyle oraların ‘adeta’ malı, rengi olanlardır. Bunların en ilginçleriyse
oteller sokağı; onun az ilerisinde, kuşlu cami, yukarıda Basmane karakolundan,
aşağıda Tilkilik Mezarlıkbaşı ve İkiçeşmeliğe kadar bölgede geçer. Burada
hikaye edeceğim kişi de o sıra oralarda tanıdığım biri. Sonradan öğrendim
“hemşerimmiş.” Bizim o taraftan bir kasabadan. Adı Ahmetali’miş. Soranlara
adının “Amadalı” olduğunu söylüyordu.
Ben yadırgamamıştım onun adını Amadalı demesine. Çünkü
bizim oralarda Ahmetali’yi “Amadalı”, Mehmetali’yi ise, “Memedalı” diye telaffuz ederler. İzmir’e; Basmahane’ye
gelişi üç dört yıl önceymiş. Kasabada işini kaybetmiş. Kahrından çekip İzmir’e
gelmiş. İlk olarak tıpkı kendi gibi işini kaybedip İzmir’de soluğu alanların
ilk uğrak yeri Basmane’de oteller sokağında almış soluğu ve kalacak yeri
olmadığından Basmane’de bir otele sığınmış.
Ancak otelde parayla kalınır. Her gün otele para vere
vere ‘nereye kadar dayanılır ki?’ O da dayanamamış tabi! Sonunda cebindeki
paraları tüketmiş. Ama olsun o yıllar bizim oralarda çareler tükenmezdi. Yani
dayandıktan sonra mutlaka yaşayacak bir alan bulurdun oralarda; ‘yazdığım gibi’
tabi dayanabilirsen. Yoksa bir sokak sokuntusunda ölünü bulurlardı senin.
Neyse; bizim Amadalı da belli ki dirençli. Dayanmış
meteliksizliğe. Öteki tüm meteliksizler gibi kuşlu cami parkında; yağışlı
havalardaysa aynı yerde sürekli barınan adem babaların naylon çadırlarında
kalmış ve oralarda yaşıyordu.
Onu o sıralar oralarda tanımıştım. Başkalarından da
hemşerim olduğunu öğrenmiştim. Tanışınca da yukarıda onunla ilgili yazdıklarımı
anlatmıştı bana.
Ben kendim de benzer gerekçelerle geldiğim Basmane’de
o sıralar orada bir büroda takılıyordum. O büroyu ‘sağolsun’ oralarda tanıştığım
bir arkadaşım açmıştı. Bir gün gelir belki onun da hikayesini yazarım. Yani
Basmane; ya da serseri arkadaşlığının; ya da kader arkadaşlığının ne menem bir
şey olduğunu; normal sosyal yaşamda benzeri dostlukların zor kurulacağını.
Neyse; işte o sıralar tanışıp hemşerim olduğunu
öğrendiğim Amadalı ile karşılaşınca laflıyorduk. O gün akşamüzeri ben yine o
bürodaydım. Gece de orada kalacaktım. Hava bulutlu hafiften yağmur çiseliyordu.
Karşı köşedeki ciğerciden yarım ekmek ciğer yaptırmıştım. Önceden kalma yarım
şişe de rakım vardı. Bürodaki küçük sehpayı kapının girişine koydum. Üzerine
bir bardak ve bir gün önceden kalan suyla rakıyı şişesini koydum. Sonra bardağın
yarısına kadar rakı üzerine su ilave ettim. Önce içinde ciğer olan ekmeği
açlığımı bastırsın diye yiyordum.
Çileyen yağmur hoş bir koku yaymıştı. Ben de oldum
olası böyle yağmurlu havaları; özellikle akşam saatlerinde çok severdim. Cebimde
param yoktu; ama en azından karnımı doyuracak bir şeyler bir iki yudum içeceğim
rakım vardı ve yağmur inceden yağıyordu. Böyle bir durumda başka ne ister ki;
benim durumumdaki biri? Ben de çok keyifliydim o sıra. Ekmeği ısırmış, zevkle
yiyordum. Dışarıda büronun önünden geçen Amadalıyı gördüm. O her zamanki gibi
“iyi aşamlar hemşerim” deyip geçiyordu. “Ooo! Amadalı. Nerden böyle? Gel bir
iki lokma bir şeyler ye. Beraber parlatalım” dedim. O her zamanki haliyle
“sağol hemşerim; ben böle iyiyin” diyerek geçti bankanın önünde kaldırıma
oturdu.
Üzerinde hırpalanmış paltosu ve dizleri parçalanmış
pantalonu; başında bildik kasketi, ayaklarında kenarları patlak asker postalı
vardı. Arkası bana yönü banka duvarına dönük bağdaş kurup oturmuştu beton
zemine.
“Hava yağışlı! Islanacaksın!” diye seslendim. O, oturduğu yerden “boş ver”
der gibilerden elini sallayınca ben de dediği gibi boş verdim; kendi kendime
takılıyordum. Bu sırada yağmur da hızlanmıştı. Yine gönlüm razı olmadı.
Çağıracaktım onu. Ne yapıyor diye dikkatle baktım.
Vakit gece olmuştu. Karşı kebapçının önündeki elektrik
direğindeki lambadan yansıyan ışıkla zar zor belli oluyordu. O sıra eli havada
sallanıyordu. Sanırım kendi kendine bir şeyler söylüyordu. Kulak kabartınca
duydum. Bir eli havada “Gahbam Amadalı. Sıcacık evin varıdı. Çocuklan varıdı.
Garın varıdı. Baldızın varıdı. Ah Amadalı ah. Senin yatcek yerin yok” dediğini
duydum.
Islanıyordu; ama farkında değildi. Bir süre daha kendi
kendine söylendi. Sonra acele işi varmış gibi telaşla kalktı. Önümden geçerken
“Hadi bana müsaade bizim olan” deyip yürüdü sokağın karanlığında kaybolup
gitti.
Onun neden orada oturduğunu ‘duyduklarım hariç’ neler
söylediğini, niye öyle söylendiğini hiç öğrenemedim. Zaten bir daha hiç görmedim onu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder