Arada bir Öykülerle
yolculuğa devam ederim. O sırada haliyle daha önceki bölümlere göz atarım.
Bugün facebook da hatırlatınca geçmiş bölümlerin içinde "O yıllarla" ilgili
anlattıklarımı hatırladım. İlgimi çekince bu hafta sonu o kısmı paylaşmak içimden geldi. Umarım
beğenerek okursunuz.
O yıllar henüz konfeksiyon yoktu. Onun yerine ilçede
bir iki manifaturacı vardı. Ayrıca ilçenin pazarı olduğu gün çevre ilçelerden
ve ilden gelip pazar yerine 'yayınan' yırtımcılar vardı. O yıllar ulaşım
da çok fazla yoktu. Pazarcılar genelde bir gün önceden gelir ilçedeki hanlarda
veya kahvelerde sabahlardı. O pazarcıları, kaldıkları hanları, sabahladıkları
kahveleri o sıradaki muhabbetlerini bu öykü yolculuğunun bir yerinde mutlaka
anlatmak isterim. Çünkü çok ilginç yaşanmışlıkları var.
Neyse işte o pazarcılarla gelip yayınan kadın ve
erkekler için parça kumaş satanlara yırtımcı denirdi. Ama siz kumaş deyince
hemen Altın Yıldız vb. marka elbiselik kumaş zannetmeyin. O yıllar
kadınlar için Sümerbank işi veya 'Nazilli basması denilen entarilik' yani
elbiselik kumaş satılırdı. Yine erkekler için de Sümerbank malı elbiselik kumaş
veya 'şayak' denilen kalın elbiselik kumaşlar satılırdı.
Daha iyi elbiselik kumaşlar manifaturacılarda olurdu.
Elbise 'dikinecek' olan kimse yırtımcıya veya manifaturacıya yanında elbiseyi
dikecek terziyle giderdi. Terzi orada kumaşından, içine konacak telasına,
pamuğuna, dikilecek düğmesine kadar ne gidecekse söylerdi. O söylendiği şekilde
yırtımcının veya manifaturacının hazırladığı elbiselik terziye teslim edilir;
terzi daha önce aldığı ölçüye göre iki üç provada elbiseyi dikip teslim ederdi.
Hele bayram arifesi elbise diktirmeye kalkıldı mı, o
zaman zamanında yetişip bayram günü giymek için terzide yatıp kalkılır o sırada
birlikte sigara çay içerken sohbetler gırla gider, duruma göre arife gecesi
terzide sabahlandığı bile olurdu.
Yani o yıllar özellikle küçük yerlerde elbise sahibi
olmak bu merasime tabiydi. Şimdiyse işler kolay. Girersin mağazaya parana göre
alır çıkarsın elbiseyi. Çok çok bir pantolon paçası yaptırırsın hepsi o.
Ama o yıllar elbise diktirirken adeta ritüele dönen
anlattığım veya anlatamadığım anılar ilerde o kişinin hep yaşadığı hatıralar ve
güzellikler veya sıkıntılar olarak belleğine yazılır, yaşamanın acı veya tatlı
tadına varılırdı.
Şimdiyse her şey tatsız tuzsuz yapay. Hele kadınlar. O
yıllar onların elbise diktirmesi de tam merasim olurdu. Tabi bunlar küçük
yerleşim yerleri, kasaba ve köyler için. Gerçi o yıllar büyük şehirler de
benzer özellikteydi. Çünkü oraların nüfusu şimdiki gibi alıp başını gitmemiş,
henüz oralara köylerden göç akını başlamamıştı.
Her şey sonraları özellikle ellilerin başında başladı.
Hele altmışlardan sonra hızla artarak günümüze gelindi. Bu öyle hızlı oldu ki!
Para kazanma hırsı, ekmek kavgası, bir yer edinme hırsı adeta insanların
belleğini silip geçmişle bağlarını kopardı. Çoğu kişi yakın geçmişindeki birçok
yaşanmışlıkları unuttu. Birisi anlatırsa veya bir yerde okursa o zaman belki
hatırlıyor veya şimdiki yaşamın sıkıntılarını aklına getirmemek için hatırlamak
istemiyor.
Oysa o yıllardaki yaşamlarda hile hurda yoktu. Hepsi insanın
güzelliklerini yansıtır; çok basit şeyler bile insanı mutlu ederdi. Çünkü
yaşamın her yönü adeta kolektifti. Acılar, mutluluklar birlikte yaşanır,
birlikte paylaşılırdı. Çocuk oyunları bile öyleydi. Tek başına oyun
oynamayı bilmezlerdi ki. Çocuğun oyun için en az bir arkadaşı olacaktı.
Mahalleler vardı. Mahalle arkadaşlıkları oluşur; oyun araçları birlikte
hazırlanır, birlikte paylaşarak oyuna katılınırdı.
Şimdiki tek başına oyunların getirdiği yalnızlık,
ilişkilerdeki yapaylık, bireyselleşme, soysuzlaşma, doyumsuzluk; bir yerlere
gelebilmek, bir şey kazanabilmek için her şeyinden, bütün değerlerinden
vazgeçme açgözlülüğü henüz o yıllar yoktu. Herkes birbirinin yardımına koşar acıyı
ve sevinci 'mahsuscuktan' değil gerçekten paylaşırdı.
Örneğin gelin olacak kızların 'urba görme' merasimleri
olurdu. Evlenecek kızın evleneceği kişiye veya ailesine bütün yükü o alınan
urbalar ve bir iki takı olurdu. O 'urbalar' yani elbiseler da hazır satılmazdı.
Gelin olacak kız varsa kardeşi, yeğeni annesi ve
oğlanın annesi, kardeşleri, halası, teyzesi hep birlik yırtımcıya veya
manifaturacıya gider orada kızın bütün bir ömür giyeceği 'entarilerin' yani
elbiselerin kumaşları kestirilip alınırdı. Buna gelinlik de dahildi. Onların
hepsinin ederi şimdinin bir gelinliğine, bir nişan elbisesine ancak denk gelir.
Bu urba görme veya düğün işi mevsimine göre ürün
kaldırıldığı aya denk getirilir veya borçlanma için ürün kaldırma zamanına
tarih atılırdı. Örneğin 'pancar parası alınca veya anason parası, afyon parası,
tütün parasını alınca veya pamuktan dönünce' gibi.
Tabi kimi kasaba ve küçük şehirlerde de ödemenin
belirlendiği anlar ayrıydı. Ama hemen herkesin durumu aynı olduğu için 'kimin
ne zaman düğün yapacağı veya borcunu ne zaman ödeyeceği üç aşağı beş yukarı
belliydi.' Tabi bu durum memur olanlar ve esnaf için değişirdi.
Ama o yıllar urba görme merasimi hemen herkes için
benzer şekilde olurdu. Urbalar görülünce o yerin kadın terzisi 'keten kesme'
merasimine çağrılırdı. O gün gelin olacak kızın evine gelen terzi kızın
ölçüsünü alır, sonra elbiselik kumaşlar üzerinde gelin yürütülür, terzi
kumaşlardan birini kesmek için başına geçerdi. Ama o sıra 'kör olası makas'
kumaşı bir türlü kesmezdi tabi. 'Terzi bahşiş istiyor' denir, terziye bahşişi
ödenirdi, ama makas yine kesmezdi.
Çünkü konuklara çerez ikram edilmesi lazım. 'Konuklara
çerez ikram edilir, varsa çay veya şerbet içilir, o sıra bir leğen veya sini
getirilip ortaya konurdu. O leğeni veya siniyi kim darbuka gibi çalacaksa o
buyur edilirdi, ama o hemen geçmezdi leğenin veya sininin başına 'nazlanırdı
biraz'; ama içinden 'ısrar etseler de çalsam, söylesem' diye geçirirdi.
O sırada orada olan kadınların tecrübeli 'biraz da
cazgır' olanı 'kim çalacaksa?' siniyi ve leğeni onun önüne kor 'gız hadi
nazlanma. Çal birez de gurtları gırdıram' derdi. Artık onun bu sözüne nazlanma
olmaz çalgıcılık yapacak önüne alırdı leğen veya siniyi başlardı çalmaya
'dıppıdı dıbıdan, dıppıdı dıbıdan' diye.
Sıra oynayacaklara gelirdi. Haliyle ilk olarak gelin
olacak kız kaldırılırdı. O da tek başına oynamaya utandığı için arkadaşlarını
ısrarla kaldırır, başlarlardı birlikte oynamaya. Sonra öteki kadınlar
'nazlanmacı veya birbirini asılmacı' kalkar, velhasıl herkes kalkıp oynardı.
Böylece 'keten kesme' merasimi tamamlanınca terzi usulen kumaşın birinde makası
gezdirirdi, o kadar.
Sonra terzi evine gittiğinde de elbiselerin hepsini
'gelinlik dahil' orada aldığı ölçüye göre dikerdi.
Ancak gelin kızımız evlendikten sonra çoluk çocuk
sahibi olunca vücut ölçüleri değişirdi haliyle. O zaman da aynı elbiseler hiç
giyilmeden terziye yeni vücut ölçüsüne göre düzeltilmesi için getirilirdi.
Bütün bu süreçler evlenen kadının, yakınlarının sosyal aktivitelerinden
sayılırdı.
O yıllarda şimdilerin baloları bilinmezdi. Düğünler de
yöresel özellikleri taşır; hep ahenk içinde en az üç gün sürerdi. Düğüne hemen
herkes davet edilir; her gelen davetli davul ve zurna eşliğinde karşılanırdı.
Düğün sahibi gelen konuklarına mutlaka yemek ikramında
bulunur; bu yemeklerin başyemeği etli keşkek olurdu. Bunun için köyün gençleri
yine davul zurna eşliğinde keşkek dövmeye gider, köyün ortaklaşa kullandığı taş
dibekte keşkek döverlerdi. Bu sırada düğün sahibi gençlere horoz ikram ederdi.
O düğünlerde daha çok bir iki davetli birlikte kınalanmış
koç veya koyun veya keçiyi hediye olarak getirir veya bir zarf içine konan para
düğün sahibine verilirdi. Sonraları 'sanırım' koyun koç pahalı geldiğinden
günün tercihine ve her davetlinin gücüne göre hediye getirilir oldu. Bu
hediyeler daha çok geline veya damada para asarak olmaya başladı. Bu şekilde
düğün yapanın masrafına katkı sağlamaya çalışılıyordu. Bu düğünlerde 'yani
davullu zurnalı üç gün süren düğünlerde' her yerin töresine göre güzellikler
katılır, oyunlar çıkarılırdı. O düğünlerde kına dolaştırma, kına gecesi,
gelinin çeyizlerinin serilmesi, sonra o çeyizlerin ve gelinin eşyalarının oğlan
evine getirilmesi de hep merasimle olurdu. Sonra oğlan evinden kız evine kınalı
koç gönderilir; kız evi o koçla konuklarına yemek ikram ederdi.
Yani bir çok güzelliğin içiçe geçtiği geçmiş yaşamların imbiğinden süzülüp gelmiş yaşamların kollektif bir şekilde paylaşılarak yaşandığı yıllardı o yıllar.
Aslında o yaşamlar öyle bir iki cümleyle geçiştirilecek
ritüeller değildir. Burada gözüme ilişince kısaca değindim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder