O sırada
kendinden oldukça yaşlı bir bey selam verip oturdu. O da selamı aldı, ama
içinden ‘be herif o kadar boş yer vardı gelip beni buldun’ diye söyleniyordu.
Yanına oturan
sanki onun içinden söylendiğini duymuş gibi gülümseyerek “etrafta çok boş
kanepe var. Ama insan bir başına sıkılıyor. Onun için gelip yanına oturdum.
Sanırım seni de evden kovaladılar” dedi.
Yaşlı adamın hoş
hali konuşmasındaki sıcaklık onun tepkisini yumuşatmıştı. Adamın en son
“sanırım seni de evden kovaladılar” sözüne gülümseyerek “yok dayı ben kendim
kaçtım. Hanımın haberi bile olmadı” dedi.
Dayı “ha hanım
kovmuş, ha habersiz kaçmışın. Ne fark eder. Sen de benim gibi deniz kenarına
gelip kendini dinlemek istemişsin” deyince irkildi. Gerçekten buraya bu saatte
kendini dinlemek için gelmişti. Temur efendi, kayıkçılar hepsi onun kendini
dinlemesini sağlayan, onun iç dünyasında yarattığı bir dünyanın insanları değil
miydi? Günlerdir Temur efendinin izini niye takip ediyordu ki?
O dayının
sözleriyle içinden bunları geçirdi sonra dönüp ona “haklısın galiba. Farkında
değildim, ama siz söyleyince fark ettim. Gerçekten buraya kendimi, içimdekileri
dinlemek için geldim” dedi.
Onun bu
sözlerini dikkatle dinleyen ‘dayı’ kendini tanıttı. Yetmiş sekiz yaşındaymış.
Evliymiş. Çocuklarını çoktan yuvadan uçurmuş. Hala sevdiği bir eşi varmış.
Aslında her yere onunla gidermiş.
Ama yine de
ondan ayrı böyle bir kenara çekilip kendini dinlemeyi çok severmiş. Eşi uzunca
süredir hastaymış. Onu rahtsız etmeden birçok sabah erkenden buraya gelir
denizi seyreder sonra da evine dönermiş.
Burada deniz
kenarında İstanbul’a ilk geldiği anları düşünmek ona ayrı bir hoşluk
veriyormuş.
O dayı bunları
söyleyince heyecanlanmıştı. “Afedersiniz. İstanbul’a ilk geldiğim günler
dediniz. İstanbul’a ne zaman geldiniz?” deyince adam derin bir geçirip “Bin
dokuz yüz elli sekiz yılıydı” dedi. “İlk o zaman denizi gördüm” diye devam
etti.
Onun bu sözleri
onu daha heyecanlandırmıştı. Etrafına bakınıp “sanırım buralar denizdi o
yıllar. Öyle değil mi?” diye sordu. ‘Dayı’ başını salladı “doğru dedin. Buralar
hep denizdi” dedikten sonra geriye dönüp karşıdaki binaları işaret etti. “Deniz
o binalara kadar gidiyordu. Bu meydan falan hep denizdi” dedi.
Kastamonuluymuş.
Kastamonu’nun bir köyündenmiş.. Babası onu okutmak için çok uğraşmış. Onun en
çok öğretmen olmasını istiyormuş. Aslında haşarı bir çocuk da değilmiş, ama
aklı derslere fazla ermiyormuş. Babası baktı olmayacak ilk mektepten sonra onu
yanına almış.
Babası iyi duvar
ustasıymış. Kerpiç ev yapmakta üstüne yokmuş. Onun yanında çalışırken askerliği
gelince askere gitmiş. Askerliği yapıp köye döndüğü sırada köyde her yerde bir
İstanbul yarenliği gidiyormuş. O askerlik sonrası bir iki hafta gezip
dinlendikten sonra babası ona “İstanbul’a git” demiş.
Babasının
İstanbul’da asker arkadaşı varmış. O babasına haber gönderip “İstanbul’a
gelmesini İstanbul’da inşaat işinin alıp yürüdüğünü. Çok ustaya ihtiyaç
olduğunu” diyesiymiş. Babası kendisi köyünü kıyıp o arkadaşının çağrısına
uymadığına çok pişmanmış. “Şimdi bizden geçti, ama sen git oğlum gurtar
kendinü” demiş. O da baba sözü dinleyip elinde babasının arkadaşına yazdığı
mektup ve adresi “ver elini İstanbul” deyip düşmüş yola.
Onu dinlerken
gözünün önüne Haydar dayı geldi. Onu da aynı sözlerle muhtar İstanbul’a gidip
kendini kurtarmasını söyleyince o da “ver elini” deyip İstanbul yollarına düşmüş.
“Ver elini
İstanbul”…
Bu aklına
gelince gülümseyerek ona “Dayı ‘ver elini İstanbul demişsin. Peki İstanbul
elini verdi mi sana?” diye sordu.
‘Dayı’ hafiften
bir kahkaha attı. “Yeğen yanına otururken seni pek sosur bulmuşdum. Ama sen
baya sohbet adamıymışsın” dedikten sonra “nerde!! İstanbul adama elini verir
gibi yapar kolunu gapar. İşde bana bak. Geliş o geliş. Bi anam babam öldüğünde
giddim köye. O gün bugündür kolum İstanbul’un elinde hala kurtaramadım. Amma
ölünce kurtarıcam kolumu” dedi.
Onun “nasıl
kurtaracaksın?” diye baktığını fark edip “çocuklara tembih ettim. Ne zaman
hakkın rahmetine kavuşursam beni köyüme götürüp gömecekler” deyince onun aklına
yine Temur efendi gelmişti. “Acaba çocukları babasının vasiyetine uyup onu
köyüne götürdüler mi?” diye aklından geçiriyordu.
‘Dayı’ “ne o
hemşerim bir den durgunlaştın” deyince o “yok dayı aklıma bir şey geldiydi de.
Eee sonra?” dedi.
O “ne sonrası
hepsi bu” deyince “ver elini İstanbul deyince ne oldu? Onu sordum” dedi.
‘Dayı’ “ha o mu?
Nolcak canım? Bindim trene lakıdık lukuduk sallana sallana geldim. Elimde zaten
adres varıdı. Haydarpaşaya gelince bir kayığa atladım. Geldim Kadıköy’e” dedi.
Geriye döndü.
Karşıda meydanın yukarısında bir yeri işaret ederek “orda bir kahve vardı.
Ferhat’ın kahve. Sorarak orayı buldum. Babamın asker arkadaşı zaten Kadıköy’lü.
Akşamları o kahveye uğrar, oradan işçi alırmış. Kahveci de onu tanıyormuş.
Akşama kadar bekledim. Babamın arkadaşı gelince gösterdiler. Verdim mektubu.
Beni göre kapa aldı. Bi hoşbeş derken aldı beni evine götürdü. Ondan sonra onun
yanında, başka yerlerde çalıştım. Kendime de Üsküdar’da iki katlı bir ev yaptım
yukarıda. İşde öyle geçinip gidiyoruz” dedi.
Dayı “Üsküdar’da
kendime iki katlı ev yaptık yukarıda. Geçinip gidiyoruz” deyip susunca “eee
sonra?” dedi.
Dayı şöyle bir
bakıp “ne sonrası yiğen. Öyle işte hepsi bu” deyince “dayı valla senin sohbetine doyum olmaz” dedi.
Dayı buna biraz bozulmuştu; ama gülümseyerek “şimdi ne demek oluyo bu?” diye
sordu.
Dayının bu sorusu
üzerine gülümsedi ve “ne olacak? O kadar yılı iki cümlede bitirdin. Bunu ‘benim
diyen insan’ başaramazdı. Özetin özetiyle hallettin” deyince dayı “sen niye
merak ediyorsun benim hayatı? Gazeteci falan mısın?” diye sordu.
Dayı ona bakmaya devam ediyordu. Onun böyle
kendine dikkatli baktığını görence “ne şaşırdın dayı?” dedi. Yaşlı adam
gülümseyerek “hakikaten gazetecimisin diye baktım. Gerçi hiç benzemiyorsun, ama
belli olmaz tabi” dedi.
Bunu duyunca
“niyeymiş o? Şimdi benden gazeteci olmaz mı?” dedi. Dayı onun bu cevabına ağız
dolusu güldü “sabah sabah kalkıp yanına geldiğime değdi. Seninle iyi vakit
geçireceğiz” dedi.
Bu iltifat
üzerine “sağol dayı. Aslında ben de sohbeti çok sevmem. Ama durduğum yerde
başıma iş aldım. Onun için dolaşıyorum buralarda” dedi ve ‘onunla niye sohbeti
sürdürmeye? Onu niye dinlemeye çalıştığını?’ anlattı.
Hele Temur
efendinden bahsedince; onun ölümünü gördüğünü, çocuklarını, onun “beni
memlekete gömün” diye vasiyetini duyunca yerinde biraz daha yayıldı “anlatayım
dinle öyleyse. Bu çorbada benim de tuzum olsun” dedi. Ve anlatmaya başladı.
Tren
Haydarpaşa’da durunca etrafına ‘şöyle’ bir bakınmış. Trende gelirken ona
yanaşıp önce hoş beş edip samimi olan, sonra “İstanbul’da sana iş bulmada
yardımcı olayım” diyen o çakır gözlü adamı görünce baka kalmış. Çünkü o adam
trenden inen yirmi yirmibeş kişiyi asker gibi sıralayıp peşine takmış
geliyormuş.
Dayının kendine
baktığını görünce onu görmezden gelip o sıraya dizdiği adamlarla yanından gelip
geçmiş.
Dayı bunu
anlatınca soluklandı; sonra “meğer adam simsarmış” dedi.
Onun “o da
neymiş” gibi sorarak baktığını görünce gülümsedi. “Yeğen bu simsarlar trenlerde
kompartımanları dolaşır İstanbul’a iş için giden, ama tanıdık kimi kimsesi
olmayanları tespit eder sonra onlara ‘ben size iş bulurum’ deyip isimlerini
yazarmış. Onları önceden danışıp anlaştığı mütahitlere götürüp pazarlarmış. Ve
işçi başına da bir ücret alırmış. Ama işçilerden de ayrıca yevmiye başına ‘size
iş buldum’ diye ücret alırmış. Tabi garipler yol bilmez, iz bilmez. Gelip
inşaat şantiyesine teslim edildikleri için her denene uyarmış” diye uzunca
anlattı.
Bunları
dinleyince onun aklına Temur efendinin kompartımanındaki karşısında şapkası
önüne eğik adamla, oradakilere inşaatta çalıştığını söyleyen adam geldi.
İçinden “belli ki onlar da simsardı” diye geçirdi.
Böylece kendi
hayal dünyasının kurgusuyla dayının anlattığını örtüştürmüştü. İçinden “onlarla
sonra ilgilenirim” deyip dayıya anlatmaya devam etmesi için bakıyordu.
Dayı onun bir an
duraklayıp bir şeyler düşündüğünü fark etse de üzerinde durmayıp anlatmaya
devam etti.
“Yani yeğen
senin anlayacağın o yıllar işler böyle yürüyordu. Birileri çalışıyor, birileri
de hiç çalışmadan kurnazlık yapıp o çalışanların sırtından para kazanıyordu.
Gerçi şimdi de işler böyle yürüyor ya” dedikten sonra ona “sen televizyon
izlemiyor musun? Hani o çıkıp ‘ben de o işçilerin içinden geldim. İnşaatlarda
çok çalıştım’ deyip bunu şimdi yaptıracağı büyük konutlarda reklam için
söyleyen bilmemne oğulları var ya; sermayeyi hep o simsarlıklardan tuttular. O
zaman her simsar önce kendi hemşerilerine dadanırdı. Yani ilk ekibi onlardan
kurardı. Sonra başka yerlerden gelenlere el atardı. Bu yüzden bu simsarlar
arasında az savaş olmadı. Az insan ölmedi bu kavgalarda. Neyse benim onlarla
hiç ilgim olmadı. Elimde tahta bavulum koynumda babamın yazdığı mektup trenden
indim. Garın dışına çıkınca denizi gördüm. Şaşırmadım desem yalan olur. Çok
şaşırdım. Hiç böyle kalabalık su görmemiştim. Bu kadar su nerden toplaştı deyi
çok hayret ettim. Sonra babamın asker arkadaşının tarif ettiği gibi oradaki
kayıkların yanına gittim. Kadıköy’e gideceğimi söyledim. Yanaşan kayıktaki
kayıkçı ‘gel hemşerim ben oraya gideyrim’ deyince bindim o kayığa. Üç kişi daha
bindi. Kayıkçı kayık paralarını toplayıp, asıldı küreklere. Geldik Kadıköy’e. Kayıktan
indim. Etrafıma bakındım adres soracağım. Biri bana yanaştı ‘ne bakınaysun
hemşerum’ dedi. Ona ‘Ferhat’ın kahveye gideceğim, onu bakınırım’ dedim. Bana
‘sen işçumusun?’ diye sorunca ‘hayır ustayım’ dedim. Ben öyle deyince adam bana
şöyle bir baktı. ‘Hiç te benzemeysun ama, hiç te pelli olmaz. Kepenek altunda
yiğit yatarumuş’ deyip bana kahveyi tarif etti. ‘Ha şuradan şoyle git. Dön
sağa. Biraz daha git. Sonra sola dön’ dedi. Sonra bana ‘ne bakınaysun? İşde
orda kahve karşındadur da!’ deyince ben tarifi anlamış gibi ‘sağ ol’ deyip
yürüdüm. Ama bir şey anlamamıştım. O arkamdan ‘anlamaduysan bi daha anlatayum’
dediyse de ben sağ ol deyip yürüdüm. Epey gittim. Geriye baktım o arkadaş
gözükmüyordu. Orada bir faytoncu vardı, ona yanaşıp Ferhat’ın kahveyi sordum. O
güzelce tarif etti. O tarif üzerine gittim kahveyi buldum. Kahvenin çok bahçesi
vardı. Bahçede tahta masa ve sandalyeler vardı. Oralarda tek tük de oturanlar
vardı.
Kahvenin içi ise
çok genişti. Her tarafta tahta masa ve sandalyelerde dolu insan oturmuş. Vağıl
vuğul bir gürültü. Herhalde sohbet ediyorlardı. İçerisi sigara dumanıyla dolu
göz gözü görmez haldeydi.
Ben içeri
girince hiç kimse benle oralı olmadı. Bakındım çay ocağının yanında bir masada
pala bıyıklı biri nargile içiyor. İçimden ‘herhalde patron bu’ deyip yanına
gittim. Çünkü babamın asker arkadaşı kahvenin patronuna gidip kendini sormamızı
istemişti.
Adamın yanına
gidip selam verdim. Adam nargile tokurdadırken bana gözüyle ‘ne var?’ der gibi
işaret edince koynumdaki mektubu çıkarıp verdim. Adam mektuba şöyle bir baktı
‘ha sen Remzi ustaya geldin öyle mi?’ dedi. Ben hiçbir şey demeden öyle şaşkın
bakıyorum. Ama adamın tavrı değişmişti sanki. Bana ‘yeğen Remzi Usta akşama
gelir. Sen bavulu ocağın içine koy. Gez dolaş, akşama gel. Korkma bavula bir
şey olmaz. Remzi ustanın misafiri benim de misafirim sayılır’ deyince
rahatladım. Bavulu çay ocağına bıraktım.
O bana ‘sen
şimdi in deniz kenarına. Hava fena sayılmaz. Tanı bakalım etrafı’ dedi sonra
gülümseyerek ‘ama kaybolma ha’ dedi” dedikten sonra dayı biraz soluklandı.
“Yeğen senin
merakın beni de ateşledi. Sanki o günleri yeniden yaşıyor gibi oldum” dedi.
Bu sırada o da
adamın anlattıklarını sanki bilgisayara kayıt eder gibi kafasına yazıyordu.
Adamın anlattığı simsarlara kafayı takmıştı. Gerçekten İstanbul’la ilgili
yaptığı bütün araştırmalarda karşısına hep bu simsarlar çıkıyordu. İnşaatta
öyle, kayıkçılıkta öyle, hamallıkta öyle kahvecilikte öyle, o yıllarda
paytonculukta, sonraları dolmuş ve taksicilikte öyle, hallerde öyle; hep birileri
suyun başını tutup avantadan kazanıyordu.
Öyle ki bu suyun
başını tutanlar siyasi hayatımızı da belirleyenler oluyordu. Çünkü hepsi de
farklı farklı partilerin delegesi veya belli yerlerinden görevli insanlardı
aynı zamanda. Ve bunlar farklı partilerde olsalar da, kendi aralarında sürekli
çatışsalar da ortak menfaatleri söz konusu olunca hemen biraraya gelebiliyordu.
Bu da en çok büyük şehirlerde rant paylaşımında görülüyordu.
Onun aklından
bunlar geçerken dayı da epey soluklanmıştı. Ona “nasıl? Sana bir faydam
dokunacak mı? İstersen devam edeyim” deyince uykudan uyanır gibi oldu. Dayının
ne dediğini önce anlamamıştı. Anlayınca gülümseyerek “çok sağ ol dayı. Devam
edersen ben de zevkle dinlerim” dedi.
Dayı anlatmaya
devam etti.
Akşama kadar
deniz kenarında oyalanmış. Bunu anlatırken “sana bir şey diyeyim mi?” dedikten
sonra denizin nasıl temiz olduğunu anlattı. Öyle ki içinde yüzen balıklar
görünüyormuş. O sıra oltasıyla balık avlayanlar varmış. “Hepsinin önünde içi
balık dolu balık sepeti vardı” dedi.
Onlara ve denize
bakarak vakit geçirirken karnı acıkınca hemen orada balık kızartıp satan
birinden ekmek içine balık koydurup yemiş.
“Ömrü hayatımda
ilk kez balık yiyordum. Sonraları da balık yemeye alıştık, ama o balıkçıdan
yediğim ekmek arası balığın tadını hiçbir zaman bulamadım” dedi.
Akşama kadar o
şekilde oralarda oyalandıktan sonra tekrar kahveye gelmiş. Sabah gördüğü adamın
elinde hala nargile varmış. Onun yanına gidince adam “yeğen Remzi usta daha
gelmedi. Az bekle. Gelmeyecek olursa ben seni gece evine götürürüm. Çünkü ben
de orada oturuyorum. Asker arkadaşlığı kardeşten ileridir” demiş.
O da adamın
ilerisine bir sandalye çekip oturmuş. Çünkü bütün masalar tıklım tıklım
doluymuş. Kendine bir çay söylemiş. İçerken o adamın ilerde ayakta duran birine
el edip “Remzi usta” diye seslendiğini duymuş. O sırada o adam da duyup nargile
içen adama doğru gelince nargile içen adam dayıyı işaret edip bir şeyler
söylemiş. Remzi usta bunun üzerine gülümseyerek dayının yanına gelmiş. Çok
yakınlık göstererek “hoş geldin yeğenim” diye sarılıp öpmüş.”O kadar çağırdım.
Baban akılsızlık edip gelmedi. İyi ki sen geldin” demiş.
Ona “hadi
bakalım eve gidelim.
Bugün bende kal.
Sana sonra kalacak yer ayarlarım” deyince dayı da çay ocağındaki bavulunu alıp
Remzi Ustanın peşinde onun evine gelmiş.
“Hanımı da anam
olsun çok muhterem bir kadındı. İkisi de hakkın rahmetine kavuştu. Ama şu an
neye sahipsem hep Remzi ustanın sayesindedir. Nur içinde yatsınlar” dedi.
Remzi usta onu
ertesi gün kendi müteahitliğini yaptığı inşaata götürmüş.
Dayı burada
durakladı. Sonra “o yıllar İstanbul’un her yerinde inşaat vardı. Bizim usta
Bağdat Caddesi üzerinde üç villa almış onları yapıyormuş” dedikten sonra onun
sorar gibi baktığını görünce “ne bakıyon yeğen. O yıllar Bağdat Caddesi boydan
boya hep bağ bahçe içindeydi. O yıl hükümet oralarda yolları genişletse de bazı
yerlerde yapılaşma devam etmiş. Ama üç kata kadar. O bağ bahçenin sahipleri de
bu karar üzerine oralarda daha çok villa olmak üzere ev yapmaya karar
vermişler. Orası boydan boya, Caddebostan her yerde inşaat vardı. Karşıda da
öyleymiş. Taksim’de Nişantaşı’nda yani İstanbul’un her yerinde inşaat varmış.
Simsarların işçi kavgası da bu yüzdenmiş. Çok işçi lazımdı yani. En çok da
amele ihtiyacı vardı. Çünkü şimdiki gibi teknik yok. Her şey elle. Beton elle
karılıyor. Sırtta tenekelerle taşınıyordu.
İstanbul'a taşı
toprağı altın diye gelenler taşın toprağın içinde bir lokma ekmek için
sürünüyordu.
Herkes benim
gibi şanslı değildi. Benden fazla ne ustalar vardı, ama aynı simsarların elinde
harcanıp gitti. Onun için ben babama çok dua ederim. Benim elime mektup verip
asker arkadaşına gönderdi diye. Arkadaşı sayesinde Üsküdar’da Fikirtepe’de iki
katlı ev yaptım. Çoluğu çocuğu everdim.
Gerçi şimdi evin
başına, daha doğrusu Fikirtepe’nin başına baykuşlar üşüştü. Onlarla mücadele
ediyoruz ya” deyince meraklanmıştı. “Nasıl?” diye sordu. Onun “nasıl?” demesine
gülümseyen dayı “az sabret yeğen. Oraya gelene kadar anlatacak daha çok şey
var” deyince keyif olmuştu.
Sabahleyin evden
deniz kenarında hem kendini dinlemek hem de o yıllar trenle gelip, kayıklarla
Kadıköy’e geçenleri; İstanbul’un geçmişinin hayalini kurmak için gelmişti. Ama
hiç ummadığı bir şeyle, o yılların canlı tanığıyla karşılaşmıştı. Bu arada suyu
da bitmişti.
“Dayı burası
güneş oldu. Gel şu ilerideki çay bahçesinde çekilelim bir kenara; sen
yaşadıklarını anlat. Ben de zevkle dinleyeyim” deyince dayı hafiften gevrek bir
gülüşle “Olur yeğen. Sana ne yaşadıysam dipden tırnağa anlatacağım. Ben birçok
sabah buraya gelirim. Ama sayende bugün ben de ilk kez farklı bir şey yaşıyorum
” dedi.
Birlikte kalkıp
deniz kenarındaki çay bahçesinde deniz kenarında bir masanın yanına oturup iki
çay söylediler. Sonra kendine bir de su söyleyip dayıya “dinlemeye hazırım” der
gibi baktı.
Garson çayları
bırakıp gitti. O şekeri menüsünden çıkaralı çok olmuştu. Onun şekerleri kenara
çekip şekersiz çayı içmek için eline alması dayının dikkatini çekti. Kendisi
iki şekeri de çayının içine koyup karıştırırken “ben şekersiz edemiyorum.
Halbuki doktor yasakladı” dedikten sonra bardağı eline aldı ve karşı tarafa
doğru işaret etti. “Biliyor musun? Şu karşıda görünen kısımlar ben geldiğimde
yoktu” dedi.
İstanbul’un o
yıllar çok tenha olduğunu söylerken oturdukları yeri ve çevresini işaret edip
“buralar hep denizdi. O yıllar Şirketi Hayriye’nin vapurları vardı ‘yandan
çarklı’. Karşıdan buraya saatte bir gelip giderlerdi. O vapurlarda en çok
İstanbul'a iş için gelenler önlerinde simsarlarıyla birlikte onlar olurdu.
Kadıköy'e trenle
gelip Ferhat'ın kahvede veya Harem’de iskelenin hemen ilerisindeki kahvede
toplananlardan simsarlar adam seçer alır karşıdaki inşaatlarda çalışmak üzere
vapura bindirip götürürdü” dedi ve gülümseyerek devam etti “O sıra o ilk kez
vapura binecek olan insanların vapurun gelmesini beklerkenki halleri aklıma
geldi. Hayatlarında ilk defa vapura binecekler. Aralarında dua eden mi ararsın?
Son anda ‘ben vapura binmem diye’ ayak direyip gitmekten vazgeçen mi ararsın?
Vapurların önünde kaynaşıp dururlardı” dedikten sonra ‘sen şimdi bana sen
bunları nereden biliyorsun? Sen denizden korkmadın mı?’ diyeceksin. “Hiç
korkmaz olur muyum? Ben de ilk defa vapura bindiğimde çok korkmuş, bildiğim
bütün duaları okuyordum. Benim bu halime de Hayri çok gülerdi” dedi.
Onun “Hayri de
kim?” der gibi baktığını görünce “doğru ya ben sana onu anlatmadım. Vapuru
görünce aklıma geleni anlattım” dedi ve devam etti.
Hayri Remzi
Usta’nın büyük oğluymuş.
Remzi Usta ona
“hadi bakalım eve gidelim. Bugün bende kal. Sana sonra kalacak yer ayarlarım”
deyince Remzi ustayla onun evine geldiğinde tanımış Hayri’yi.
Remzi usta’nın
evi Fikirtepe’de büyük bahçe içindeymiş. Bu ev Remzi Ustaya babasından kalmış.
Evlendikten sonra da babasıyla bu evde altlı üstlü oturmuşlar.
Remzi ustanın
babası da ustaymış; ‘hem de ne usta?’. Bütün Kadıköy’de onu tanımayan yokmuş.
‘Hayri Usta’ dedin mi? Akan sular dururmuş. Onlar Bayburtluymuş. Dedesi
İstanbul’a göçtüğünde henüz padişah işbaşındaymış.
Yanında üç kızı
bir oğluyla gelip Fikirtepe’de evin olduğu büyük bahçeyi satın almış. O yıllar
Fikirtepe ve etrafı hep bağlık bahçelikmiş. Etrafta in cin yokmuş. Dedesinin
evi İstanbul işgal edildiğinde işgale karşı direnenlerin adeta sığınağı olmuş.
Dayı bunları
anlattıktan sonra “konuyu çok dağıtmayayım. Zaman olursa onları da anlatırım.
Ben sana kendimi anlatayım” dedi.
Remzi ustayla
evine gelmişler. Karısının adı Ayşe’ymiş. Giritliymiş. Babasının arkadaşı ve iş
ortağı Cafer usta varmış. Arkadaşlıkları çok ileriymiş. Ayşe Cafer ustanın
biricik kızı… Cafer usta Hayri ustanın yanında tanıdığı Remzi ustayı çok
severmiş. Remzi usta bayramlarda gidip gelirken görmüş Ayşe’yi. Sonra nasip
olmuş evlenmişler.
Ayşe yenge çok
esaslı kadın olmuş. Remzi ustaların evini çekip çevirmiş. Babasını babası,
anasını anası bilmiş. Aynı sofrada geçmiş ömürleri.
Remzi usta da
Ayşe'nin bir dediğini iki etmemiş.
Bunları Remzi
usta dayıya kız istemeye gitmeden önce anlatmış. “inşallah sana isteyeceğimiz
kız da Ayşe yengen gibi olur. Çünkü arada ben varım. Baban seni bana emanet
etti” demiş.
Dayının karısı
da Giritliymiş. Daha doğrusu ailesi oradan göçmüş. Karısı burada doğmuş, ama
kanındaki Giritlilik varmış tabi. Çok otoriter, ama dayıya çok saygılı bir
kadınmış.
Dayı burada
güldü “hiç hissettirmeden bana her dediğini yaptırdı. Sonraları fark ettim. Evin
reisi ben değilmişim, asıl reis oymuş” dedikten sonra “sağ olsun her sıkıntıma
ortak oldu. Babam vefat edince anamı yanıma aldım. Kendi anası gibi onu da
baktı. Bana da iki oğlan iki kız evlat verdi. Onları da öyle terbiye etti ki;
hepsi tam istediğim gibi oldu. Bize karşı saygılı, birbirlerine sevgili” dedi.
Çocuklarından
anlatırken onlarla övündüğü belliydi. Burada lafa girdi “doğru söylersin dayı.
Çocuklar insanı ya vezir, ya da rezil edermiş. Hani yeri geldi de söyleyeceğim.
İki kızım var. Bu güne kadar beni hiç üzmediler. Aklıma gelince bile canıma can
katarlar” deyip uzu uzun çocuklarından bahsetti. Sonra gülümseyerek “dayı
lafını kestim kusura bakma” dedi.
Dayı onu ilgiyle
dinliyordu. O böyle deyince “ne kusuru yeğen. Öyle bir anlattın ‘canıma can
katarlar’ deyişin var ya. İşte onun değerini kimse biçemez” deyip geçmişe
döndü.
“İşte o akşam
Remzi ustayla gelince karşılaştığım Ayşe yenge böyle bir kadındı” dedikten
sonra anlatmaya devam etti.
Remzi ustanın
iki oğlu bir kızı varmış. Büyük oğlunun adı Hayri… Dayıyla aynı yaşta… Öteki
oğlunun adı da Cafer… Yani kendi babasıyla Ayşe Yengenin babasını oğullarında
yaşatmış. Kızı Hayri’nin küçüğüydü. Adı Esma'ydı. Onu yanında çalışan Necati
ustaya vermiş. Necati usta tipik Karadenizli,
Rize’nin Çayeli’nden neşeli biri… “Onunla ertesi gün inşaatta tanıştım”
dedi ve devam etti.
Remzi usta beni
karısına ve aynı bahçe içinde kendi yaptıkları evde oturan oğulları Hayri ve
Cafer’le tanıştırmış. Hayri ve Cafer’in evleri ayrı olsa da özellikle akşam
sofraları babasının evinde birlikte olurmuş. Hayri’nin karısı Remzi usta’nın
Boşnak arkadaşı Recep’in kızıymış. Cafer’in karısı da Ayşe yengenin Arnavut
komşularının kızıymış.
Damadı hemen
ileride küçük bahçenin içinde kendi yaptığı evinde oturuyormuş. Onlar hafta sonları
Remzi ustanın evinde hep birlikte olurmuş.
O akşam aynı
sofrada birlikte yemek yedikten sonra epey sohbet etmişler. Remzi usta dayının
babasından bilgiler almak için dayıya çok soru sormuş. Sonra dayının babasıyla
askerlik anılarını anlatmış uzun uzun.
Öyle tatlı bir
sohbet ortamı içinde Remzi ustanın karısı, oğulları dayıyı sımsıcak bir yuva
duygusu yaşatmışlar.
Ertesi gün
erkenden kalkılmış. Çünkü inşaat epey uzaktaymış. Şimdi olduğu gibi öyle dolmuş
taksi de yok tabi. Yolda şansına çıkarsa bir at arabası onun üzerinde veya
yayan inşaata gider gelirlermiş.
Sabahleyin
erkenden yaptıkları kahvaltı sonrası Remzi usta ve Hayri'yle yola düşmüşler.
Remzi Usta yolda
ona “sen şimdi ustayım deme. Çünkü ustalık bir duvar örmekle olmaz. Usta
dediğin komple olmalı. Duvardan, sıvadan en önemlisi de kalıptan anlamalı”
deyince dayı “kalıp da neymiş?” gibi bakmış.
Çünkü o
babasıyla hep kerpiç ve taş evler yapmışlar. Öyle kalıp beton ne bilmezmiş.
Remzi usta
dayının “kalıp da neymiş?” der gibi baktığını görünce gülmüş. “Belli ki sen
kalıp görmemişsin. Kalıp inşaatın esasıdır. Çünkü buralarda inşatta demir
çimento kullanılır. Usta dediğin kalıpcılıktan mutlaka anlamalı. Çünkü inşaat
giderek fennileşiyor. Karşıda dört beş katlı binalar hep demirli çimentolu harçla
yapılır. Sen bunları benim damattan Necati’den öğreneceksin. Necati biraz
neşeli, hatta gevezedir, ama hoş adamdır” demiş.
Böyle konuşa
konuşa inşaata gelmişler. Remzi usta onlardan ayrılıp yandaki inşaata geçmiş. O
sırada geldikleri inşatta Necati usta işçilere çoktan işbaşı yaptırmış. Onları
görünce gülerek “oho beylerime, ha gelmeseydinuz da. Biz işleri yapayruk nasıl
olsa” diye seslenmiş.
O sırada ilerden
Remzi ustayı görünce “şaka yapayrum şaka. Ha pu uşak da kimdir da?” demiş. O
sıra yanlarına gelen Remzi Usta Necati ustaya “Necati usta bu uşak benim asker
arkadaşımın oğlu. Buraya çalışmak için gelmiş. Onu sana telim edeceğim. Biraz
ustalığı var, ama kara ustalık. Yetiştir onu göreyim” deyince Necati usta
dayıya bakıp “baba benim bu uşağa gözüm tutti. Kumaşı da iyi gibi… Ben onu bir
kesip biçeyum da siz o zaman onu görün da” deyince dayı biraz utanmış, ama
Remzi usta ve Hayri gülmüşler tabi. Remzi usta Necati ustaya “göreyim seni”
deyip inşaata dolaşmaya çıkmış.
Dayı bunları
anlattıktan sonra “Çok iyi ustaydı rahmetli. Ne öğrendimse ondan öğrendim”
dedi.
Sesi biraz
mahzunlaşmıştı. Sonra kendini topladı. “Ya işte böyle yeğen insan eskiye
dalınca böyle duygusallaşıyor” deyip devam etti.
Necati usta
Karadenizliliğin sıcaklığı ile kabul etmiş onu. Sonra alıp inşaatı dolaştırmış.
Sonra inşaatın biraz ilerisinde bir barakaya götürüp “ha burda uşaklar yatıp
kalkayu” demiş.
Remzi usta o
inşaatın bahçesine Necati ustaya önce bir baraka çaktırmış. İnşaatta çalışan
gurbetçi işçileri burada yatırıyormuş.
Necati Usta ona
baraka içindeki boş bir ranzayı gösterip “haçan sen de burada kalırsın da”
demiş.
Böylece yatıp
kalkacağı yer de belli olmuş. O gün akşama kadar Necati ustanın yanında
çalışmış. Akşama Remzi ustalarla birlikte eve gelmiş. Ertesi gün bavulunu inşaata
malzeme taşıyan arabaya yükleyip inşaata gelmiş. O günden sonra üç dört ay o
inşaatta çalışmış.
Bunları
anlattıktan “sonraları hükümet karar almış. Bağdat caddesinde tramvayı da
kaldırıp o cadde üzerinde yapılaşmayı yasakladı. Yolun iki tarafındaki bağ
bahçeleri de istimlak etti. Ondan sonra Kadıköy Florya, Çamlıca, Ankara caddesi
üzerinde sağlı sollu yapılan fabrikalara yakın yerlerde ve İstanbul’un diğer
semtlerinde kat yüksekliğini artırınca; her tarafta inşaatlarla doldu taştı.
Dolayısıyla çok fazla usta ve işçiye ihtiyaç oldu. Trenlerle otobüslerle akın
akın İstanbul'a gelenler yine simsarlar tarafından toparlanıp, toparlanıp bu
inşaat sahalarına götürülmeye başladı. İşte o sıra ben de Remzi ustanın büyük
oğlu Hayri'yle birlikte sıkça Kadıköy'e Ferhat'ın kahveye iniyor simsarların
görmediği veya simsarlardan kurtulup gelen işçilerden inşaata adam alıyorduk.
Onları o sıra tanıdım. Üç kişiydi. Karşıda Karadenizli bir simsarın götürdüğü
inşaatta yatıp kalktıkları yere hayvan bağlasan yatmazmış. Yedikleri, içtikleri
de öyle. Pislikte kokmuşlar adeta… Yevmiyeleri onları götüren simsar
dağıtıyormuş. Simsarın yevmiyelerinden anlaştıklarının iki misli fazla
kestiğini fark edince bu üçü bir olup simsarı dövmüş. İnşaattan kaçmışlar. Sora
sora karşıya geçmişler” dedi.
Ferhat'ın
kahvesinin hemen yukarısında bekar evlerinde birinin hemşehrisinin yanında
kalıyorlarmış. Niyetleri memlekete geri dönmekmiş.
Dayı onları
dinleyince çok üzülmüş. Kendinin de gurbetçi olduğunu söylemiş. Remzi ustayı
methetmiş. Onun simsarlarla iş yapmadığını yattıkları koğuşların çok temiz
olduğunu, banyo yapmak için ayrı yerlerinin bile olduğunu anlatmış.
Üçü de güçlü
kuvvetliymiş. Yani tam Remzi ustanın istediği gibi amelelermiş. Onları,
kahveden de Kırşehir’den gelen iki ustayı alıp gitmişler.
“O sıra gördüm
bekar evlerini” dedi. Her odada onbeş yirmi kişi üst üste yatıyormuş. Her yer
pislik içindeymiş. O odalara adam başına ayda on onbeş lira veriyorlarmış.
Dayı bunları
anlattıktan sonra soluklanınca “dayı yorulduysan burada keselim. Sonra vaktin
olursa yine buluşuruz. O zaman devam ederiz” dedi, ama aslında içinden “devam
etse bari” diye geçiriyordu.
Dayı sanki onun
içinden geçeni anlamış gibi “yeğen aslında yoruldum, ama burada kesmeyeyim.
Lafın sonuna varmadım. Oraya varıncaya kadar senin çok işine yarar bilgiler
vereceğimi umuyorum. O zaman nokta koruz. Dediğin gibi ondan sonrası için
olmazsa sonra devam ederiz” deyince keyif olmuştu. “Sağ ol dayı” dedi ve
garsona iki çay daha söyledi. Dayıya “içeriz değil mi dayı?” diye sormayı da
ihmal etmedi. Dayı “tabi yeğen içeriz” deyince bekleyen garsona iki de su
söyledi.
Garson çayları
getirinceye kadar oradan buradan söyleştiler. O şekersiz çayını içerken, dayı
iki şekerli çayını karıştırıp içmeye başladı.
Çaydan bir iki
yudum aldıktan sonra “birinin adı Muhittin’di” dedi.
O sıra dalmıştı…
Dayı “birinin adı Muhittin’di” deyince irkildi.
Dayın onun
dalgınlaştığını fark edince açıkladı. “O üç işçinin canım. İkisi Erzurumluydu.
Dadaş olanın adı Muhittin’di. Öteki Horasan’lı Kürt’dü. Adı Ahmet’ti. Üçüncüsü
Ağrılı Nizam’dı. O da Kürt’dü.
Azizim bunlar
bizim Necati ustayla bir kaynaştı, anlatamam. Sen bilmezsin aslında kalıpçı
ustaları, hele Necati usta gibi baş usta olanlar çok çalımlı olur, ama Necati
Usta öyle değildi. Ve bu üç ameleyi çok sevdi. Muhittin’le Nizam’ın sesi çok
güzeldi. Nizam Kürtçe bir uzun havaya başlasın, arkasından Necati Usta
Karadeniz’in oynak türkülerinden girerdi. Muhittinse tam dadaş…
Amele mamele,
ama çok mağrur. Omzuna koyduğu harç tenekesini tahta merdivenleri tırmanıp
kolonlara dökerken sen sanırsın Bar’a çıkmış. Yani Bar oynuyor” dedikten sonra
kafasını öne eğdi, sanki o günleri hatırlamıştı “ne güzel insanlardı onlar”
dedi.
Yine
mahzunlaşmıştı…
“Nizam
sözlüymüş. Başlık parası için gelmiş. Bizimle çalıştığı yerde iyi para
alıyordu. Başlığı biriktirirken adeta gün sayıyordu. Parayı bitirir bitirmez
köyüne gidip sözlüsünü alacak.
Çok yiğit
oğlandı. Neşeliydi de. Yemek molalarında Necati usta oynak Karadeniz
Türkülerine başlayınca Muhittin, Ahmet, Nizam kalkıp ‘ha uşak’ deyip tempo
tutarak hora teper, oradakileri güldürmekten kırar geçirirdi.
O gün Nizam
kolonun üstünde elinde bir kazık dökülen harcı şişliyor” dedikten sonra
açıklama yaptı. “O zamanlar şimdiki gibi vibratör yok. Varsa bile o inşaatta
yoktu. Ameleler harcı getirip kolon kalıplarına boşaltınca biri elinde kazıkla
betonu sıkıştırırdı” dedi.
O işgüzarlık
yapmamak veya lafı bölmemek için kendi mesleğinin asıl inşaatçılık olduğunu
söylemeden bunu ilk defa duyuyormuş gibi başıyla anladım der gibi yaptı.
Dayı bu
açıklamayı yaptıktan sonra “baktım Nizam çok durgun. Yanaştım kolonun dibine. O
sıra Muhittin geldi o da çok üzgün. Ahmet geldi o da öyle. Bu sırada Nizam
yanık yanık Kürtçe bir türkü söylüyordu, gözü de yaşlı gibiydi.
Ben Muhittin'e
‘ne oldu?’ der gibi baktım. Muhittin bir şey demeden tenekeyi boşaltıp
merdivenden inince peşi sıra gittim. Nizam’dan epey uzaklaşınca Muhittin ‘abe
ya, Nizam'ın sözlüsünü vermişler’ dedi. Ben ‘nasıl anlamadım?’ deyince anlattı.
Gece telgraf gelmiş. Telgrafı kardeşi çekmiş. Kızın babası kızı peşin daha
yüksek başlık veren birine vermiş. Nizam onun için çok üzgünmüş.
Muhittin ‘abe
valla geceden beri ağzını bıçak açmıyor. Biz de ne yapacağımızı şaşırdık valla’
dedi.
Nizam akşam
Remzi ustadan parasını istemiş. O da bir şey bilmediği için ‘ihtiyacı var’ diye
bütün alacağını vermiş.
Nizam'ı o günden
sonra gören olmadı…
Florya’da bir
inşaatta çalışırken Muhittin söyledi…
Nizam doğru
Ağrı’ya köyüne gitmiş. Kızın babasını da, onu alan adamı da vurup öldürmüş.
Muhittin ‘Nizam
oradan İran'a kaçmış. Kardeşi geldi bizimle çalışıyor o söyledi’ dedi. Beni
kardeşiyle tanıştırdı. O da aynı Nizam gibiydi, ama sanırım ağabeyinin durumuna
canı sıkın olduğu için çok durgundu” dedi.
Sonra “işte
böyle yeğen… Çok insan tanıdım. Çok acılara, çok mutluluklara şahit oldum. Sana
bir şey diyeyim mi? O zamanlar İstanbul bir başka güzeldi. İnsanlarda bir
samimiyet vardı. Biri düşkün olsa öteki o düşkünün elinden tutardı. Elbet it,
puşt insanlar da vardı. Ama inan; o yılların itinde puştunda bile bir insanlık
vardı. İstanbul altmışlardan sonra hızla çok bozuldu” dedi.
Belli ki çok
dertliydi.
Bu sözler
üzerine onun aklına kendi yaşanmışlığından bir an gelmişti.
O askere çok
geç, seksen birde gitmişti. Keşan’da Askerlik yaparken seksen ikinin Kasım'ında
tutuklanıp İzmir'e getirildiği gece İnzibat merkezinde bir gece kalmış, ertesi
gün sorguculara teslim edilmişti.
İşte o gece
inzibat merkezindeki nezarethanede iki kişi daha vardı. Asker kaçağı. Yaşları
‘aşağı yukarı’ onunla aynı…
Bunlar yıllardır
asker kaçağıymış. Suç işleyip cezaevine konmuşlar. Cezaları bitince de asker
kaçağı oldukları için inzibata teslim edilince oraya getirilmişler. Biri
silahlı soygundan, öteki yankesicilik yaparken birini bıçakla yaralamadan
cezaevine girmiş.
Soyguncu
İzmir’li, yankesici Diyabakırlı konuşkan biriydi.
Diyarbakırlı
anlatmıştı…
On üç ondört
yaşlarındayken köylerine yakın köyden İstanbul’da oturan biri gelmiş. Onu
‘İstanbul’da çalıştıracağım’ diye babasından istemiş.
Babada evlat çok
tabi… Biraz da para alınca razı olmuş.
O adam bunu
İstanbul'a getirmiş, bir de kol saati almış ona. O Kol saatine çok sevindiği
söylemişti.
Neyse adam
bununla getirdiği diğer çocuklara üç dört ay yankesicilik kursu vermiş, sonra
salmış İstanbul caddelerine.
Dayı “İstanbul altmışlardan sonra çok bozuldu”
deyince onun aklına bu anısı gelmişti.
Bir de
yankesicinin “ben büyüyünce restimi çekip tek çalıştım. Ama bu sefer beni
tanıyan aynasızlardan baş alamayınca beni aynasızların tanımadığı küçük şehir
ve kasabalara gittim” dediğini ve bu arada onun nereli olduğunu öğrenince
“sizin pazar Perşembe günü çok kalabalık olur. Ben oraya çok gelip iş yaptım”
deyince çok şaşırdığını hatırlamıştı.
O aklından
bunları geçirirken, dayı çayını bitirmişti.
Dayı onun dalgınlaştığını
görünce “ne o yeğen yine daldın” deyince o “hiç dayı aklıma bir şey geldi de”
diye cevap verdi.
Aklında dayının
anlattıklarından kalan sorular vardı.
Birincisi
‘Bağdat Caddesinde inşaatlar yasaklandıysa Remzi usta o inşaatlara nasıl devam
etmişti? İkincisi hep Remzi ustayla mı çalışmıştı? Üçüncüsü Fikirtepe’ye üşüşen
baykuşlar kimdi? Onlarla ilgili yaşadığı sıkıntılar neydi?’
Bunları sordu…
Dayı güldü.
“Bravo gözünden bir şey kaçmıyor” dedi. Ve anlatmaya başladı.
Doğru o yıl
Bağdat Caddesinde inşaat yasaklanmıştı. Ama Remzi ustanın inşaatını yaptığı
yerin sahibi Kadıköy’de Vatan Cephesini kurmuştu. “Bilirsin DP zamanında bir
Vatan Cephesi vardı” dedi. Bu cephe elli sekizlerde kurulmuştu. DP ye taraftar
kaydediyormuş. O inşaatın sahibi iktidardan torpilli olduğu için inşaatı devam
etmiş.
Remzi usta o
inşaatı bitirince o adam sayesinde başka semtlerden çok iş almış. Dayı altmış
yedinin sonuna kadar Remzi ustayla devam etmiş. Sonra kendi ekibiyle taşeronluk
yapmaya başladıysa da Remzi Usta ölünceye kadar ondan hiç kopmamış.
Fikirtepe’de
yaşanan sıkıntılara gelince dayı “onu anlatması uzun sürecek. Sonra denk
gelirse anlatırım” dedi.
Kolundaki saate
baktı “oo! vakit epey olmuş lafa daldırınca fark etmedik. Başta da dedim ya
benim hanım hasta. Hem merak da etmiştir. Ben gideyim. İstersen sonra yine burada
buluşuruz laflarız” deyince “olur dayı ben sana telefonu vereyim. Sen de bana
ver. Birbirimizi arar müsait olursak buluşur laflarız; ben seni çok sevdim, çok
da şey öğrendim” dedi.
Dayı telefon
numarasını verirken “estağfurullah yeğen… Sen de beni aldın geçmişime savurdun,
o günleri yeniden yaşattın. Ben de bundan çok mutlu oldum” diye cevap verip
ayağa kalktı.
Bu arada
birbirine telefon numaralarını vermişlerdi.
Dayı garsonu
çağırıp çay paralarını vermek isteyince “şimdi olmadı dayı. Sen benim üstüme
geldin. Yani benim misafirimsin” deyince dayı güldü “öyle olsun, bir dahaki
sefere ben ısmarlarım. Hadi şimdi hoşça kal” dedi ve yürüyüp gitti.