24 Aralık 2017 Pazar

Niye hiç kimse Batı'yı anlamak istemez ki?



24.12.2015 08:12:57
Doğu ve Güney Anadolu’da 7 Haziran seçimleri sonrası başlayan çatışmalar sonunda geldi hendek savaşlarına dayandı.

Günlerdir oralarda sokağa çıkma yasağı sıraya bindirilmiş gibi.

Arada bir ekranlara yansıyan şehirlerden kaçışan insan görüntüleri oluyor.

Ayrıca medyaya yansıya delik deşik olmuş evler ve yollar ve yollarda Suriye’de görmeye alıştığım silahlı insan resimleri, silahla donatılmış araçlar görülüyor. Ve tabi öldürülen insan haberleri ve daha çok hemen her gün güvenlik güçlerinden ekranlara düşen her gün bir iki şehit haberleri, o şehitlerin gözü yaşlı aileleri, çocukları feryat figan ağlaşırken ekrana yansıyan kara gözlüklü, kara yüzlü öfke kusan insan görüntüleri.     

Arada bir ekranlara yansıyan “özyönetim” lafları… Mecliste kimsenin kimseyi dinlemediği, herkesin herkesi suçladığı milletvekillerinin görüntüleri…

Ve medyaya veya sosyal medyaya düşen batının doğuya güneydoğuya, oradaki olaylara ilgisizliğinden şikayetler.

“Siz nasıl insansınız? Niye tepki göstermiyorsunuz?” gibi batıyı kınayan serzenişler.

“Batı batı” denen daha çok Türkler tabi. Türklerin Kürtlere yapılan ve kimi sanatçıların yeni yeni dile getirmeye başladığı gibi “zulme” tepkisizlikleri sorgulanıyor.

Peki buradan soruyorum. “Türkler neyi biliyor da? Neye tepkisizler?”

“Siz hiç televizyon seyretmiyor musunuz?” ya da “hiç gazete okumuyor musunuz?” Oralarda yazan ne? Hangi bilgiler var?

Yani onlara medya ve televizyonlarda olan biteni anlatan mı var? Arada bir şehirlere, ilçelere, köylere gelen şehit cenazelerinden başka bildikleri ne var ki? Sonra “özyönetim” lafları neyi amaçlıyor. Biliyorlar mı? Onların bildiği ‘hep söylendiği gibi’ birileri bu ülkeyi bölmek istiyor. Yani “özyönetim” laflarının o insanlarda bölücülükten başka anlamı yok ki!

O insanlar günlük geçim kaygıları içinde savrulurken; hayat pahallılığı, işsizlik vb kaygılarla boğuşurken ve olan bitenden hiç haberi yokken neyi anlayıp tepki göstersinler?

Siz niye anamıyorsunuz o insanları? Niye anlamaya çalışmıyorsunuz?

Yani geçip bu aletlerin başına dokunaklı yazılar yazmak kolay. İnsanları “tepkisiz” diye suçlamak en kolayı.

Peki siz bu işlerin, olanın bitenin farkında olan sizler; önce o insanlara ulaşıp gerçekleri anlatmayı, bilgilendirmeyi hiç düşündünüz mü?  Siz biliyormusunuz "gerçek ne?"

Ayrıca onların “Kürt” deyince ne anladıklarını biliyor musunuz?”

Bilmiyorsanız anlatayım. Onların “Kürt” diye bildikleri kendi şehirlerinde birlikte yaşadığı, aynı yerlerde birlikte çalıştığı, akrabalık, iş ortaklığı kurduğu insanlar. Yani bildiğimiz insanlar.

Ötekiler; yani oraları ateşe boğan, her gün asker polis öldürenler de yıllarca “bebek katili” diye tanıtılmış birinin adamları. ‘Şimdi onlar oradaki şehirleri yangın yerine çevirmiş; kendi insanlarını canlı kalkan yapıyor. Güvenlik güçlerine pusu üzerine pusu kuruyor. Her gün vatanı savunmaktan başka hiç kaygısı olmayan askeri polisi şehit ediyor. Kendi halkı onları bırakıp kaçıyor.’

Batının, batıdaki milyonlarca Türk’ün bütün bildiği bunlar.

Onların içinde ağzı laf yapan, siyasetle ilgili olanlara sorun. Onların da size Kürtler hakkında, Kürtlerin ne istediği hakkında doğru dürüst söyleyecekleri bir şey olduğunu sanmıyorum. En bilinçli olanların bile sosyal medyada yazıp çizdiklerine bakın ‘birbiriyle iler tutar bir bağını görebilecek misiniz? Bir bakın.

Yani demem o ki; “bana göre batıyı, Türkleri suçlamadan önce onların neyi bilip bilmediğine bakın. Ve bu bilgi kirliği içinde siz de onları anlamaya çalışın.

Bana göre doğru olan bu…

Hep yazıyorum. Kürtler ve Türkler birbirinin gerçeklerini doğru dürüst bilmedikçe bu kan akmaya, insanlar ölmeye, öldürülmeye ve ocaklara bu ölümlerine ateşi düşmeye devam edecek.

Onun için işin kolayına kaçıp insanları suçlamaktansa mutlaka; ama mutlaka Kürt sorununun parlamento zeminine taşınması ve orada ‘özyönetim’ dahil Kürtleri sorununu ve beraberinde bütün demokratik sorunların ele alınması için yoğunlaşmak doğru olandır.

Yoksa oralarda bu hendek savaşları sürdükçe o insanlara yönelik zulüm ve karşılıklı ölümler öldürmeler sürgit devam edip gidecek ve batıda kimse onları anlamayacaktır.

Cengiz Çandar bugün Radikal'deki  yazısında benzer şeye işaret ediyor. Yazısının başlığı "Türkiye'nin kazanılamaz savaşı" 

O yazısında etnik kimlik sorunlarının dünyadaki benzer örneklerini yazdıktan sonra iktidara bu hendek savaşlarını kazanamayacağını; yani amaç kesin demokratik çözümse bunun hendek savaşlarıyla olmayacağını ve Kürtlerin de bu savaşlardan kazanacak bir şeyi olmadığını yazmış. 'Teörist' diye nitelenenlerin yaş ortalamasının 15-17 olduğunu yazarak cumhurbaşkanının söylediği gibi 'teröristin kökünün kazınamayacağını' ifade etmiş.

Benim bu konuda yazdığım dört yazı var.

O yazılarda bugün şehirlerde savaşanların dünün taş atan çocukları olduğuna işaret etmiştim. Bugün oralarda savaşan asker ve polisler de o taş atan çocuklara düşman büyüyen çoğunluğu Türk kökenli çocuklar. O yazılarımda o çocukları anlamadan ve birbirini anlamasını sağlamadan bu savaşların geleceğimizi cehenneme çevireceğini yazmıştım.

Yani akıl yolu birdir. Batının doğuyu anlamamasından şikayeti bırakıp soruna siyaseten sahip çıkmak ve iki halkın doğru bilgilenmeyle birbirini anlamasını sağlamaya çalışmak olmalı. O zaman bu ölümler durur ve doğu ve batı birlikte dirlikli bir yaşamda barış için kucaklaşır.

Cengiz Çandar'ı okuyunca "Hah şöyle ya!" dedim. Yani Batıdan yakınmaktansa 'sadede gelinmesi gerektiğine' işaret etmek istedim.

Yani bu konunun siyaseten ele alınmasına çalışılmanın doğru olacağını anlatmaya çalıştım.

"Hendeklerin hükümetin güvenlik konseptinin sonucu olduğu fikri bir ez daha benimsenmiş."

Bana göre bu konuları çok bilinmez durumdan çıkarıp sıradan milyonların anlayabileceği ve birbirine anlatabileceği hale getirmek; özellikle "özyönetim" den amacın ne olduğu açıkça anlatmak gerekir. Burada dikkat edilmesi gereken bilgi kirliğinin önüne geçilerek ve doğu bilgilenilmesi gösterilen çabadır. Yani doğru bilgilenmedir

Unutulmamalı; "hiç kimse bilmediği ve inanmadığı bir şeyi ne savunur ne de destekler" Kürt ve Türk Halkının çocukları yıllardır ölüyor. Ana babaların yürekleri yangın yeri gibi. Bu ölümlerin biriktirdiği kin ve nefret duygusu var.

Yani konu çok nazik...

HDP nin bu anlamda 'bana göre gecikmiş olan' konuyu meclise taşıma kararı çok yerindedir.

Sosyal medyada yer alan ve kendini solun ve demokrasinin bir yerinde tarif edenlere düşen öncelikli görev de öfke ve nefret dilini terk etmek ve sıradan kitleleri hor görmeden onların içinde doğrularda çoğalmaktır.

Ancak o zaman batı doğuyu doğru anlayıp Kürt Halkının demokrasi ve kendini ifade etme mücadelesinde yanında olabilir.



19 Aralık 2017 Salı

Tabi ki İsrail'le görüşme olacak; ancak..


 DÜNYA
19.12.2015 08:20:24
Dış İşleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu Uluslar arası Suriye destek gurubunun toplantılarına katılmak için gittiği ABD'de Türkiye ve İsrail arasında yürütülen görüşmeler için "tabi İsrail'le görüşmeler olacak" demiş.

Aslında doğru söylemiş. Aksi anormaldi. Yani bölgemizde önemli bir güç olan ve geçmişten gelen güçlü ilişkileri olan iki ülkenin birbirine hasım olması yani.

Ama hasımlığı yaratan İsrail'in kendi ülke çıkarlarını çok ön plana alması ve varlığını sürdürmek isterken yanı başındaki Filistin'e, Filistinlilere sinerli yaşama hakkı tanımamasıydı.

Esasen İsrail kurulduğu 1946 yılından bu yana bölge ülkeleri için hep bir huzursuzluk kaynağı olmuştur.

Bunda kuşkusuz geçmişten gelen farklı inançların birbirini kabuldeki hazımsızlık huzursuzluğun asıl nedeni olmuş.

Aslında İsrail Filistinlilerden satın aldığı topraklar üzerinde yüzyıllardır gördüğü düşü gerçekleştirmek için harekete geçmiş. Kendileri için kutsal sayılan topraklara kavuşmuş ve o topraklar üzerinde kendi bağımsız devletlerini kurmuş. Ama kurulduğu günden bu yana çevresindeki İslam ülkelerine karşı kışkırtıcı politika izlemekten de geri kalmamış.

Tabi Araplar da kendi sattıkları topraklar üzerinde bir Yahudi devleti kurulmasına gönül rızasıyla kabul göstermemiş.

Bunun sonucunda yıllardır Araplarla bir savaş veya sürtüşme içindeler; ama ABD nin açık desteği ve kendilerinin çok özverili çabaları sonucu çok çabuk komşularının diş geçirmeyeceği ülke haline gelmişler.

Bunlar bilinen şeyler.

Türkiye ile bağları da İspanyolların ülkelerinden onları kovması ve Osmanlının onlara kucak açmasıyla 1492 yılında köklü olarak oluşmuş; o günden bu güne; daha doğrusu Davos'taki "van munite" krizine kadar bu ilişkiler gayet dostça devam edip gelmiş. Diğer İslam ülkeleriyle aralarındaki krizde Türkiye hep arabulucu rolü üstlenmiş.

Belki Türkiye bu tavrıyla; yani İsail'e karşı diğer İslam ülkelerinin yanında açık tavır almaması nedeniyle diğer İslam ülkelerinin eleştirilerine de muhatap oluyordu; ama Türkiye laik bir cumhuriyet olarak yönetimini çağdaş ilkelere göre belirlemeyi hedeflediği ve inanç temelli dış politika izlemediği için bu dış politikasında dikkate alınır bir ülke konumundaydı.

AKP 2002 yılında iktidara geldiğinde Türkiye İsrail ilişkileri bu şekildeydi. Yani sorunsuz karşılıklı çıkar ilişkilerine dayalı devlet politikası. Arada bir Filistin nedeniyle bir tartışma yaşansa da bu devletlerin dış politikasında pek hissedilmiyordu. Bunda ABD'nin İsrail'e açık desteği ve Türkiye'nin ABD ile stratejik ortaklığı da etkili oluyordu kuşkusuz.

Ancak 'ne zaman?' Türkiye ABD'nin BOP eşbaşkanlığını farklı yorumlayıp İslam ülkeleri üzerinde liderliğe oynar politika izlemeye başladı; işte o sıra her şey birden bire değişmeye ve bu politika yani İslam liderliği politikası dış politikasında temel belirleyici yol haline geldi.

En son Davos'ta bir fırsat yakalayan cumhurbaşkanı o bilinen "van munite" çıkışıyla İsrail'le köprüleri tamamen atan bir politikaya yöneldi. Arkasından gelişmeler malum. Mavi Marmara gemisi olayı ve Filistin'e açık destek Davos'ta atılan adımın devamı oldu. O sıra Recep Tayyip Erdoğan İslam aleminin; daha doğrusu İslam ülkelerinde sıradan halk kitlelerinin adeta manevi lideri haline geldi.

O günden sonra gelişmeler malum.

Bu ayrıntıyı yazma nedenim İsrail'le ilişkilerin bozulması 'doğru veya yanlış' AKP'nin izlediği bilinçli politikanın sonunda özgür iradesiyle tercih ettiği bir sonuçtu.

Zaten doğru olan da budur. Devletler bağımsızlığını dış politikada kendi iradeleriyle attıkları adımlarla kanıtlarlar.

Ancak son İsrail yakınlaşması için aynı şeyi söylemek zor gibi. Yani 24 Kasım'da Rus uçağı düşürülmeseydi ve Rusya ile ilişkiler bu denli gerilmeseydi bugünden yarına İsrail'le böyle ikili görüşmelerin başlaması ve ilişkilerin süratle normale dönmesi 'sanırım' düşünülemezdi. Gerçi basına yansımayan, daha doğrusu dış basına zaman zaman yansıyan İsrail ve Türkiye ilişkisine dair haberler oluyordu; ama bu devletin dış politikasında değişiklik gibi bir durum göstermiyordu; ama şimdi öyle değil.

Yani Mevlüt Çavuşoğlu'nun söylediği bu ilişkilerin 'bu süratte' gelişmesi olağan değil.

Bir yurttaş olarak beni üzen ve ürküten bu durum.

24 Kasım'da düşürülen Rus uçağı için 'angajman kuralları gereği düşürüldü' demek kolaycılık oluyor.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Rusya'ya Putin'e nasıl muhabbetle baktığı ve yaklaştığı malum. Öyle ki bir ara Rusya'nın da içinde olduğu Şangayh ittifakına girmekten bile söz eder olmuş; dış politikadaki yalnızlığını Rusya geliştirilen ve onlarla bizi stratejik ortak konumuna getiren ilişkilerle gideriyordu.

Öyle olunca 'on yedi saniye' olduğu söylenen sınır ihlali nedeniyle arada böyle güçlü bağlar olan bir ülkenin uçağının düşürülmesi çok normal değil.

Bir el "belki paralelci bir el" 24 Kasım'da Rus uçağının düşürülmesiyle Türkiye'yi bir yöne itti gibi.

İşte üzerinde düşünülmesi gereken bu. Öteki Nasreddin Hoca'nın hesap "ben Rusya ile zaten küsecektim" gibi sığ bir yaklaşım olur ki; bu çok tehlikeli.

Yukarıda yazdığım gibi ülkeler bağımsızlıklarını kendi özgür iradeleriyle dış politikada attıkları adımlarla kanıtlarlar. Atılan adım yanlışsa da oturur ceremesini kendileri çeker veya o politikayı izleyenler siyaseten çeker.

Türkiye içindeki yaşadığı sorunların yanı sıra yaşadığı bölgenin özellikleri nedeniyle dış politikada da çok sorun yaşayan bir ülke. Ve bu sorunların hepsini Türkiye ancak iktidar ve muhalefetin yaratıcı işbirliğiyle aşabilir. Onun ötesinde birilerinin ittirmesine veya bölgede veya dünyada esen rüzgara göre iç ve dış politikadaki sorunları çözmeye kalkar veya çözmek zorunda kalırsa yarın yalnız siyasi iktidar değil bütün Türkiye Halkı altından kalkamayacağı bedelleri ödemek zorunda kalabilir.

Onun için tam şu sıra; içte Kürt sorununun çözümü ve dışta komşularla dostça ilişkilerin kurulması ve var olan düşmanlıkların açılıp dostlukların geliştirilmesi için parlamento zemininde güçlü bir beraberliği göstermek gerekir. Yani Rusya ile bozulan ilişkilerin yeniden düzeltilmesinden İsrail'le bozulan ilişkilerin düzeltilmesi ve yanlış olduğu iyice sırıtan Suriye politikasının süratle revize edilerek 'yanlış olan neyse' o yanlıştan süratle dönülmesinin tam zamanı şimdi.

Bizim oralarda buna 'göçün yolda düzülmesi' denir.

Yörükler sürekli hareket halinde olduğu için tam toparlanamadan yola çıkar ve yolda dağınıklığı giderip eksikleri neyse tamamlar ve varacağı yere sorunsuz varmayı hedeflermiş. Onun için diyorum "şimdi tam sırası".

Yani hesapta olmayan bir gelişme sonucu bozulan Rusya ile ilişkilerin yeniden düzelmesi için o tarafa samimi bir adım atmak, yanı başımızda tarihsel bağlarımız olan İran'a yeni bir merhaba demek gibi.  Ve Suriye için belki bir "pardon" demek, Irak'ın toprak bütünlüğüne saygılı olduğumuzu Barzani'ye net bir tavırla söyleyerek Irak'ın yeniden güvenini kazanmak gibi.  En önemlisi Arap dünyasının güçlü ülkesi Mısır'la bozulan ilişkileri düzeltirken İsrail'le yeninden açıktan ikili görüşmelere başlamak gibi.

İç politikada da Kürt sorununu yeniden 'bu sefer sorunu parlamento zeminine taşıyarak' çözüm süreci veya Kürt sorunun çözümü için güçlü bir adım atarak ülke içindeki sorununun çözümünde dışarıdan gazel okumak isteyenlere "bir dakika bu bizim kendi sorunumuz. Biz bu sorunu kendimiz çözeriz. Siz gölge etmeyin yeter" diyerek tabi.

Yani bu adımların hepsinin tam zamanı. Yani 24 Kasım'da Rus uçağının düşürülmesi sonucu Rusya ile gerilen ilişkilerin dayattığı sorunları ele alıp hepsini temelden çözmenin; yani Rusya krizini fırsata çevirmenin tam zamanı.

Sanırım Rusya böyle bir gelişme karşısında ters tepki vermez. Çünkü Türkiye ilişkilerinin bozulmasından en azından Türkiye kadar Rusya da huzursuzdur. Geçmişte Sovyetler zamanında burnunun dibinde batı müttefiki olan Türkiye ile son yıllarda geliştirdiği ilişki Rusları ve dolayısıyla devlet başkanı Putin'i de ziyadesiyle memnun etmişti.

Siz diyeceksiniz ki; "onca kötü sözden sonra kolay mı bu?"

Elbette çok kolay değil. Ama büyük devlet adamlığı böyle zor konularda bu adımları atmayı gerektirir. Yoksa işler şıkır şıkır devam ederken konuşması kolaydır.

Sonra bu son gelişmenin anormal olduğunu Ruslar ve Putin de kabul ediyor. Dönüp dönüp "kalleşlik bu. Arkadan bıçaklandık" gibi tepkiler ancak dost bildiklerine gösterilir ve böyle dostluklar da öyle bir osurukla yıkılacak dostluklar değildir.

Tamam 'istem dışı bir gelişme olmuş' ki bunun böyle olduğunu hem cumhurbaşkanı ve hem de başbakan da kabul ediyor ki uçağın düşürülmesinde başka yeri 'askeri' suçlayan ifadelerde bulundular.

Yani bana göre tam şu sıra atılacak ters bir adım; yani özür miahiyetinde bir adım Rusya tarafından geniş kabul göreceği gibi Türkiye'yi de küçültmez; aksine hatadan dönme onurunu gösterecek kadar yiğitlik veya cesaret ancak takdir görür.

Ve eğer Türkiye dış ve iç politikada bu adımları atabilirse emin olun Türkiye ile ilgili 'layhte veya lehte' hesapları olan ülkeler bu hesaplarını tekrar gözden geçirmek ve Türkiye'nin gerçekten bağımsız bir devlet olduğunu fark ederek politikalarını ona göre belirlemek zorunda kalacaklardır. Böylece Türkiye 'gerektiğinde hatasını kabul eden ve' yeniden dostluğuna güvenilir ve karşıya alınmaktan çekinilir bir ülke olabilir.

Yani bence öyle...


Umarım Türkiye'yi yönetenler Rusya krizinin dayattığı bu tarihi fırsatı kaçırmazlar.

15 Aralık 2017 Cuma

"Pardon biz bu uçağı Suriye uçağı zannettik" mi acaba?


 POLİTİKA
26.11.2015 08:19:16
Bugün Rusya krizinin üçüncü günü.

Olay gerçekleştiğinden itibaren karşılıklı suçlamalarda Rus tarafında öfke hakimdi.

Haliyle bir uçakları düşürüldü. Bunu sindirmek kolay değil. Çünkü onların da kendi iç kamuoyu var.

Ancak bu öfke sürgit devam edip gidecek mi?

Rusya Dış İşleri Bakanı 13 yıllık deneyimi olan bir bakan. Türkiye'nin bu saldırıyı provokatif amaçlı yaptığını söylüyor.

Dün Radikaldeki habere göre Rus Dış İşleri Bakanı mevkidaşı Mavlüt Çavuşoğlu'yla yaptığı telefon görüşmesinde Çavuşoğlu'na "Elimizdeki bilgilere göre provokasyona yönelik önceden planlı bir saldırya inanıyoruz" demiş. Çavuşoğlu'ysa görüşmeden üzüntülerini ilettiğini söylemiş. Yani "provokasyon olduğunu kabul ettiler" demek istemiş.

Açıklamasından devamla "Teröristlerin Türkiye topraklarını kullandığı bir sır değil" demiş ve "Türkiye'ye savaş açmayacağız; ancak ilişkilerimizi ciddi olarak gözden geçireceğiz" demiş. Ayrıca haberlerde bizim Büyük Elçi ısrarla önümüzdeki günlerde Rus Büyükelçisiyle konuşacağını söylüyorsa da Lavrov böyle bir görüşmenin yapılmayacağı yolunda açıklama yapmış.

Burada "savaş açmamaktan" söz ediyor. Demek ki olayı Türkiye'ye "bir savaş açıp; açmama" olarak da değerlendirmişler. Ancak görünen Rusya bu uçaklarının düşürülme şokunu çok uzun süre üzerlerinden atamayacaklar. Rusya devlet başkanı Putin'in buz gibi yüz ifadesiyle dudaklarını büzerek yaptığı açıklamalarda öfkesini zor gizliyor gibi.

Burada "bu kadar öfkenin gerisinde ne olabilir?" diye düşününce insanın aklına ilk gelen cevap Rusya devlet başkanı Putin'in ne olursa olsun Türkiye'den böyle bir saldırı beklemediği oluyor. Yani bizim cumhurbaşkanıyla yaptığı ikili görüşmelere, belli konularda yaptığı ikili anlaşmalara dayanarak öyle düşünüyor olabilir.

Çok haksız da sayılmaz. Türkiye'nin Nato'ya verdiği bilgiyle "sınır ihlali" denen şey hep topu 17 saniye.

Bu kadarcık bir sınır ihlali diplomatik yollardan pekala krize dönüşmeden hallolabilirdi.

Bu nedenle burada benim yazdığım ikinci ihtimal beliriyor. Radar'daki uçağın Rus uçağı değil de Suriye uçağı olduğu sanılması. Çünkü düşürülen SU 24 uçağının Suriye Hava Kuvvetlerinin elinde de olabileceği ihtimali var. Bilmiyorum öyle mi. Eğer öyleyse; yani aynı uçaktan Suriye'nin elinde de varsa Türkiye geçmişte düşürülen kendi uçaklarına misilleme olarak 'bu uçağı düşürmüş olması' en akla yakın gelen ihtimal.

Ben bu satırları yazarken bizim Silahlı Kuvvetlerden düşürülen uçakla ilgili yeni bir açıklama yapıldığı haberi düştü Radikal habere.

Tam benim düşündüğüm gibi yapılan açıklamada ısrarla milliyeti bilinmeyen uçak ifadesi kullanılıyor.

Açıklama özetle "Rusya Federasyonu'na ait SU-24 savaş uçağının düşürülmesi ile ilgili olarak 24 ve 25 Kasım 2015 tarihlerinde Rusya Federasyonu Savunma Ataşesi ve Kara Ataşesi, Genelkurmay Başkanlığı Karargâhına davet edilerek, olayın meydana gelişi konusunda bilgilendirme yapılmış ve görüş alışverişinde bulunulmuştur. Bahse konu görüşmelerde; Tarafımızdan uçağın uyarılması esnasında milliyetinin bilinmediği, Israrla yapılan ve 10 kez tekrarlanan çağrılarımıza cevap vermemesi üzerine hava sahamızı ihlal eden uçağa yönelik ilgili angajman kuralının uygulandığı" söyleniyor ve pilotların kurtarılmasına yönelik çalışmalar anlatılıyor ve Moskova ile her türlü iş birliğine hazır olduğu söyleniyor.

Burada henüz "biz bunu Suriye uçağı sandık" gibi bir ifade yok. Belki basına yansımayan ifadeyle bu ifade edilmiştir; ancak açıklamada "milliyeti bilinmediği ve ısrarla yapılan çağrıya vermediği için angajman kuralları uygulandı" deniyor.

Bana göre de "gerekçe ne olursa olsun?" yanı başımızda önemli ticari ilişkiler içinde olduğumuz dünyanın sayılı ülkelerinden ve güvenlik konseyinin beş daimi üyesinden biri olan bir ülkenin uçağının sınırımızı17 saniye ihlal etti diye düşürülmesinin hiçbir mantığı yok. Rus uçağı olduğu bilinseydi olay pekala görüşmeyle çözülür ve bu sorun yaşanmazdı.

Olay benim düşündüğüm gibi 'uçak Suriye uçağı sanıp düşürüldüyse' Rusya'nın hiç beklemediği yerden gelen saldırının şaşkınlığı içindeyken ani tepki konusunda çekimserliği, uçağın düşürüldükten 40 dakika sonra kendi uçağının düşürülmesini öğrenmesinin avantajıyla Türkiye çok büyük uluslar arası krize teğet geçmiş gibi.

Buradan üç dört gündür yazılarımda özetle verdiğim geçen yıl Murat Yetkin'in İran Büyük Elçisiyle yaptığı röportaj var. Orada Büyülk Elçi Sovyetlerin Ekim devrimini kutlama törenlerini izledikten on beş gün sonra Sovyetlerin dağıldığını söyledikten sonra "o günlerde biri Sovyetlerin dağılacağını söylese ona 'deli' gözüyle bakılırdı" diyor. Ayrıca İran İslam devrinin hemen öncesi gelen istihbarat raporlarında her şeyin normal olduğunu İran Kapalı çarşısının sakin olduğunun ifade edilmesinin ertesinde İran İslam devriminin olduğunu söylüyor.

Buradan işaretle "Mısır'ın Irak'ın Libya'nın başına gelenler niye İran'ın Türkiye'nin başına gelmesin demesine gönderme yapıp "evet niçin olmasın?" diye soruyorum.

Yani burada ifade etmek istediğim Suriye özelinde Ortadoğu'da hararet çok yükselmiş durumda. Özellikle Işid'in son saldırılarıyla bütün ülkeler diken üstündeyken yanlışlıkla çıkacak bir kıvılcımın bütün Ortadoğu'yu ve dolayısıyla Ortadoğu'ya bizim gibi bir şekilde bulaşmış sınırı ülkelerin yaşamının cehenneme dönmesi işten bile değil.

Bu tespitle tekrar dönersem 'hiç abartmadan yazayım' verilmiş sadakamız varmış ki; Rusya dost bildiği ülkeden gelen 'beklemediği' bir saldırının şokuyla ani tepki yoluna gitmedi. Olay sonrası ne kadar sert açıklama yapılsa da onlar ancak olayın gazını almaya yaradı.

Umarım yanılıyorumdur.

Ama eğer yanılmıyorsam; herkes bilsin ki "pardon" deme sınırlarının aşıldığı bir süreç yaşıyoruz. Ve özellikle bizim bundan sonra özellikle dış poliyikada bir iş yaparken dokuz düşünüp tartıp 'neyse o iş?' o zaman yapmalıyız.

Çünkü her zaman şansımız burada olduğu gibi yaver gitmeyebilir ve bize çok pahalıya mal olacak bir belaya çatabiliriz.


Yanlış düğmeyle başlayan ilikleme doğru sonuç vermez

DÜNYA
16.12.2015 14:16:33
Hani yanlış yerden iliklemeye başlarsan 'sonunda bütün ilikleri sökmek ve sil baştan doğru iliklemek için doğru düğmeyi aramak zorunda kalırsın' diye veya benzer bir benzetme vardır.

Sanırım bu bir işe yanlıştan başlamanın o işle ilgili hiçbir zaman doğru sonuç vermeyeceğini anlatmak için ifade edilmiş bir deyim.

Şu anda Türk dış politikasına bu benzetme ya da deyim tam oturuyor.

Türkiye ne zaman gelenekselleşmiş "yurtta sulh cihanda sulh" politikasını terk etti, ne zaman komşularıyla olan sıfır sorunu bütün komşularıyla sorunlu hale geleceği Ortadoğu politikasında o yanlış adımı attı ve Suriye batağına battı; artık o günden sonra Türk dış politikasının ve tabi Türkiye'nin burnu boktan kurtulamaz hale geldi.

Aslında "komşularla sıfır sorun" bu iktidarın dış politikasının temek belgisiydi.

Ama nasıl olduysa İslam coğrafyasının liderliği ve Osmanlı ruhunu diriltmek için bir düşün etkisine girildi; artık o noktadan sonra iktidarı tutabilene aşk olsun.

Önce Davos'ta İsrail'e kükreme ve ABD'nin önermesiyle Suriye'de muhalefete el vermeyle başlayan süreç sonra üzerine dış politikadaki sorunları koydukça koydu.

Ne olup bittiğini toplumun geleceğiyle aşağı yukarı ilgili olan herkes biliyor. Onun için ben gelinen son noktaya işaret ederek yazıma devam edeceğim.

Bilindiği gibi Türkiye son bir yıldır uluslar arası yalnızlığı oynama pahasına yönünü Rusya'ya çevirmiş gibiydi. Suriye konusundaki bütün dış eleştirilere kulaklarını tıkamış; sanki ABD ve AB'ye "siz yoksanız ben de Rusya ile olurum" der gibi bir havaya girmiş ve Rusya'yı stratejik ortak ilan etmişti. Öyle ki AB'nin Rusya ile yaşadığı sorunlarda bile arabulucu olmaya soyunuyordu; ama 'ne olduysa? Nasıl olduysa?' 24 Kasım günü bu yeni müttefikin uçağı Türkiye sınırını on yedi saniyelik ihlalde bulundu diye düşürüldü.

O günden sonra gelişmeler de herkesin malumu. Rusya bu hiç beklemediği saldırı karşısında deliye döndü; ama olan olmuştu bir kere. Dostluğun yerini süratle düşmanlık aldı. Bu son gelişmeyle adeta zil takıp oynayan AB Nato kanalıyla Türkiye'ye kol kanat olmaya ABD arka çıkmaya kalktı; ama o hareketinin faturası Türkiye'ye ekonomik yönden çok ağır olarak çıktı. Siyasi sonuçları da öyle. Türkiye başından beri büyük hevesle karıştığı Suriye'de burnunun ucunu gösteremez hale geldi.

Bu sırada yeni bir Irak macerası yaşandı. Belki Rus uçağını düşürmenin gazıyla Irak hükümetine "sen de kim oluyorsun?" der gibi Musul'a doğru bir askeri manevraya girişildi. Ama orada da işin öyle olmadığı 'ABD'nin de uyarsıyla' anlaşıldı ve gönderilen birlik geri çekildi.

Bu sırada Rusya ile yaşananlara ve ağırlaşan faturaya bakan cumhurbaşkanı ve başbakan Putin'in dayattığı özür adımını atmasa da Rus uçağının düşürülmesinin 'sanki' kendi iradeleri dışında bir gelişme olduğunu söylemeye ve askeri suçlamaya başladılar.

Bu sırada yalnız Rusya değil onun doğal müttefiki İran'la ilişkiler de sıkıntı yaratmaya başlamıştı.

İşte tam bu sırada ABD'nin önerisiyle Türkiye adına İslam ittifakı denen bir ittifakın içine sokuldu. Yani henüz Rusya krizinde sağlıklı bir çözüme kavuşmadan Türkiye'nin 'bu konuda kendini sorgulayıp toparlanmasına meydan verilmemek ister gibi' içine sokulduğu yeni ittifak aslına tam bir bela ittifak.

ABD ve AB Işid'e karşı savaşta ne zamandır kara gücünün bölge ülkelerinden oluşacağını söylüyor; ama adını koymuyordu.

Bu İslam İttifakı denen ittifakla kara gücünün adı da konmuş oldu. Yani Işid'e karşı savaşta bu ittifak kara gücünü oluşturacak.

Peki kimler var ittifakta diye bakınca Suudiler dışında ilk göze çarpan Mısır. Hani Türkiye'nin darbeyle iktidardan düşürülen Mursi nedeniyle bir türlü meşruiyetini tanımadığı Sisi'nin yönettiği ülke.

Yani ABD ve AB usta bir el çabukluğuyla Türkiye'yi iktidarının meşruiyetini tartıştığı Büyükelçi bulundurmadığı ülkeyle aynı çuvala sokmayı becerdi. Peki bu İslam ittifakında en büyük İslam ülkesi Endenozya niye yok? "yok. Çünkü bu ittifak adındaki gibi bir İslam ittifakı değil"

Bizde bir çok şey gibi bu konu da henüz bilinmezken elin oğlu; yani elin basını bu gelişmenin adını koymaktan geri kalmadı. Bu ittifakın söylendiği gibi Işid'e karşı değil bölgede İran'ın etkinliğine karşı olduğu yazıldı.

Radikal habere göre İngiltere'nin saygın gazetelerinden Guardian, sayfasında geniş yer verdiği yorum yazısında, Türkiye'nin de dahil olduğu ittifakın askeri arenada nasıl bir rol oynayacağı ya da bir cephede savaşıp savaşmayacağı gibi konularda net olmadığından dolayı samimi olmadığı iddia etti.

Uzman görüşlerine yer veren gazete, İslam ittifakıyla birlikte Suudi Arabistan'ın Batılı ülkelerin desteğini çekerek nükleer müzakerelerde Batı'yla uzlaşma içinde olan İran'ın bölgesel etkisini artırmasını engellemeyi hedeflediğini, oluşturulan ittifakın terör örgütlerinden çok İran'ın önünü kesmeyi hedeflediğini yazdı.

Bu ittifakın amacının Ortadoğu'da ABD'nin AB'nin çıkarlarını Rusya ve tabi İran'a karşı korumak olduğu bu şekilde dış basında yer aldı.

Yani ittifakın esas olarak İran'ın Ortadoğu'da etkinliğini kırmak için bir ittifak olduğu.

Tabi daha fazlası var. Olası bir Ortadoğu savaşında İran'ın saldırısına muhatap olacak İsrail'e şemsiye görevi sağlamak da bu ittifakın kurulmasını isteyen batı dünyasının amaçlarından.

Türkiye'yi yöneten iktidar ittifakın özellikle bu son amacının ne kadar farkında bilemem.

Ama yazımın girişinde yazdığım gibi yanlış düğmeden başlayan Dış politika gömleği Türkiye'ye uymadığı gibi giderek daha da sıkıntı verir hale geldi, gelecek.

Doğrusu ne? Sorunun cevabı belli. Dış politikayı saran bütün yanlış düğmeleri çözmek.

Tabi bunun için öncelikle izlenen Ortadoğu ve Suriye politikasında köklü bir özeleştiriyle işe girişmek ve süratle komşularımızla bozulan ilişkileri "özürse özür dileyerek" düzeltmek.

Çünkü küçülen dünyada ülkelerin en yakını can dostu olması gereken asıl komşuları. Komşularıyla ilişkisi bozulan ülkeyi herkes istediğini yöne çekebiliyor.

Türkiye'nin son yaşadığı budur. Türkiye süratle bu İslam ittifakı ilişkisini gözden geçirip bir yerde bu yanlış gidişe dur demek zorundadır. Yoksa bundan sonra ABD'nin ve AB'nin karagücü konumuna getirilmiş bir Türkiye'den bu ülkede yaşayan hiç kimseye 'buna cumhurbaşkanı ve iktidar dahil' hayır yoktur.

Umarım Türkiye'de siyaset yapanlar, iktidar muhalefet bütün herkes bu yanlış gidişin bir an önce farkına varır ve giderek deli gömleği haline gelen dış politikadan Türkiye'nin süratle geri dönmesini sağlar.

Yoksa'nın ne olacağını 'hiç istemem; ama' hep birlikte yaşayınca göreceğiz sonunda.




5 Aralık 2017 Salı

Dünya için tam şimdi "barış" deme zamanı; yoksa yarın çok geç olabili



 DÜNYA
05.12.2015 08:36:31
A+ A-
Akdeniz savaş gemilerinin manevra alanı gibi oldu.

"Kırışmak" bizim oralarda “kızgın boğalarının birbirini gözeterek çalım satmasına” denir.

Belgesellerde "Bufola" veya "manda" bizim oralarda "camız" denen hayvanlar da çok öfkeli olur ve sürekli etrafına 'kırışarak' öfkeli bakarlar.

Bizim oralarda öyle öfkeli dövüşecek gibi bakınan kişiye "ne o? Camız gibi ne gırışıp durusun öyle?" derler.

Akdeniz'e savaş gemilerinin doluşması olağan savaş tatbikatı değil.

Isınan Akdeniz sularında bu gemiler 'teşbihte hata olmazsa' şimdi birbirine kızgın boğalar veya camızlar gibi kırışıyorlar adeta.

Umarım bu savaş gemilerinin Akdeniz'e doluşması yalnızca ülkelerin birbirine çalım satması seviyesinde kalır.

Yok eğer birbirine çalım satan boğa veya camızların sonunda birbirine saldırması gibi bu ülkelerin gemileri birbirine dalaşmaya yeltenirse oluşacak karmaşada “Kimin dost? Kimin düşman?” olduğu birbirine karışacak gibi.

Hep adı söylenirken bile 'insanın içini titreten' üçüncü dünya savaşından bahsediyorum. Yani ülkelerin hızla birbirine karşı saf tutmasından…

Kimse “bu güç dengesinde olur mu öyle şey canım?” der gibi olmazlanmasın. Çünkü büyük savaşlar güç dengelerinin eşitlendiği sırada çıktı hep.

Birinci dünya savaşı ve ikinci dünya savaşına bakın öyle olduğunu göreceksiniz. Çünkü güç dengesizliğinin olduğu hallerde ‘tıpkı zayıf boğanın güçlünün önünden kaçıp gitmesi gibi’ çatışma çıkmaz.

Ne zamandır Sovyetlerin dağılmasıyla dünyanın tek süper gücü haline gelen ABD ve bağlaşığı AB ye karşı yeniden palazlanan Rusya içinde Çin’le birlikte yer aldığı Şangayh beşlisi ittifakıyla 'ufaktan ufaktan' yeniden ABD'ye ve batıya kafa tutmaya ve “dünya patronluğunda ben de varım" veya "biz de varız" demeye başladı/lar.

Türkiye’de 2011 den sonra tek adam diktatörlüğe kayan AKP ile cumhurbaşkanı bile bu oluşan yeni güç dengesine bakıp ABD'nin ve özellikle AB’nin kendine yönelik demokrasi eleştirilerine karşı Rusya ve Şangayh beşlisinde yer alma isteklerini artırmıştı.

Özellikle son bir yılda batı dünyasında yalnızlaştırıldıkça Rusya’yı yeni stratejik ortağı haline getirmiş ve bir yığın ikili anlaşmalar imzalamıştı.

Türkiye’nin izlediği bu manevra ABD'yi ve AB'liğini rahatsız etse de ‘kendi kamuoylarının etkisiyle’ yine de Türkiye’de anti demokratik baskılara ve hukuku umursamama eğiliminin artmasına yönelik eleştirmeden de geri durmuyorlardı.

Onlar eleştirilerini artırdıkça Türkiye Rusya’ya daha yanaşır hale gelmişti; ama 'nasıl olduysa? Oldu' geçtiğimiz gün Suriye sınırında yeni stratejik ortağının uçağının 17 saniyelik sınır ihlaline tahammül göstermeyip düşürdü.

Bu öylesine olağandışı 'Rusya'nın hiç beklemediği' bir gelişmeydi ki; Putin uçaklarının düşürülmesini “Türkiye bizi arkadan bıçakladı” diye tepki gösterip; Türkiye’ye karşı sert tavrını kontrol edemez hale geldi.

Putin sertleştikçe ABD'nin AB'nin Türkiye’ye Nato kanalıyla 'sanki böyle bir gelişmeyi fırsata çevirir gibi' hak verir hale gelmesi giderek artarken; bu gelişmeden memnuniyetlerini gizlemeye bile gerek görmüyorlardı.

Öyle ki; geçtiğimiz gün bizim başbakanın da katıldığı Brüksel zirvesinde AB ülkelerinin liderleri 'kendilerine pek uymayan; ama bize özgü olan' el  kol hareketleriyle sevinçlerini gösteriyorlardı.

Sanırım bu yeni gelişme 'giderek Putin’leşen' Cumhurbaşkanımız karşısında siyaseten açmaza düşen bizim başbakanı da ziyadesiyle sevindirmişti; o da AB üyesi ülke liderleriyle Brüksel toplantısında sarmaş dolaş olmuştu.

Ama tabi bu gelişmeler Türkiye ve Rusya’yı neredeyse adeta savaşın eşiğine getirmişti.

Cengiz Çandar son yazılarında bu son gelişmeyi ve Rus uçağının düşürülmesini “bu işte bir bit yeniği var” derken sanki Türkiyeyi Rusya’dan ayırıp AB'ye ve tabi ABD'ye tekrar yanaştırmak isteyen görünmeyen bir elin 17 saniyelik sınır ihlaline tahammül edemediğine işaret ediyordu.

Buraya kadar olanlar bir yerde normal sayılır. Türkiye’nin öteden beri içinde yer almak istediği AB'yle ilişkilerini yeniden sıcaklaştırması hoş bir gelişme bile sayılır; ama şimdi son gelişmelerle ısınan bir Akdeniz ve orada ‘yukarıda boğaların birbirine çalım satmasına benzettiğim gibi’ adeta birbiriyle sürtüşerek manevra yapan savaş gemileri var.

Radikal’deki haberde en fazla savaş gemisi de eski dost yeni düşman Rusya ve Türkiye'nin savaş gemileri.

Her iki ülkenin siyasi liderlerinin birbirine benzeyen pervasız hallerine bakınca bu hiç de hoş bir şey değil.

Çünkü batıda ne zamandır özellikle İsrail ve İran üzerinden olası bir nükleer savaşın bölgede oluşturacağı can ve mal kaybının blançoları çıkarılıyor.

Yani Allah etmesin Rus uçağının düşürülmesine benzer yeni güçlü bir kıvılcımın bu olasılığı aniden gündeme getirmesi hiç de olmaz hallerden değil.

Çünkü bütün dış politika uzmanlarının dile getirdiği gibi yeni bir dünya savaşının ancak Ortadoğu üzerinden çıkarılacağı; ABD ve AB'nin daha önceki dünya savaşlarına benzer kendi yaşam bölgelerinde bir savaş istemediği biliniyor.

İngiliz istihbaratınca batının göz bebeği İsrail’in her an hazır olduğu nükleer savaşta fazla can kaybı vermeyeceği; yani birkaç yüz bin ölüyle bu tehlikeyi savuşturacağı; ama başta İran olmak üzere Ortadoğu ülkelerinin 25-26 milyon can kaybı vereceği çoktan senaryolaştırılmış bile. Üç dört yıl önce böyle bir istatistik yayınlanmıştı.

Yani demem o ki; Akdeniz’de ısınan suların sonunda bölgenin cehenneme dönme olasılığı artarken yazımın başlığında olduğu gibi bugün için bölge ülkelerinde duyarlı yurttaşların, medyanın, siyasi partilerin, özellikle parlamento içi ve dışı muhalefetin bence esas gündemi barış için ayağa kalkmak olmalı. Ve barış yönünde milyonları içine alan kamuoyu oluşturmanın da şimdi tam sırası.

Hep söylenir ya “gecenin en karanlık anı sabaha en yakın anıdır” diye. Onun gibi savaş tamtamlarının sesinin en gür çıktığı şu sıralar da ‘bence’ barış için kamuoyu duyarlılığının en fazla olduğu andır”

Yani demem o ki; şu sıralar yurttaş duyarlılığı içinde olanların, medyanın, basının kısacası hemen herkesin ve tabi bütün dünyanın ve özellikle bölge ülkelerinde yaşayan insanların “barış” deyip yatması; “barış” deyip kalkması bizim ve Ortadoğu halklarının ve insanlığın yeniden çok büyük acılar yaşamaması ve dirlikli geleceği için çok hayati önem taşıyor.

Radikal haberde Akdeniz’deki savaş gemilerinin sayılarını öğrenince ve bizim cumhurbaşkanıyla Putin’in savaşı ‘çocuk oyuncağı’ sayar hallerine bakınca aklıma gelen bunlardı; burada paylaştım.