28 Temmuz 2017 Cuma

İKİ YELLENMEYLE KAYBEDİLEN ÇİFTLİK


Osmanlı’nın Torosların batısında Eşeler Dağı civarında otoritesinin giderek azalması sonucu bölgede asayiş bozulmuş huzursuzluk artmıştı.

Bu nedenle İstanbul hükümeti bu yörede asayişi sağlaması için eşkıya takibinde deneyimli bir yüzbaşı kumandasındaki müfrezeyi görevlendirdi.

Görevlendirilen yüzbaşı müfrezesi ile birlikte önce o bölgenin bağlı olduğu sancağa geldi ve orada kurduğu seyyar karakolla bölgede asayişi sağlamak için çalışmalara başladı.

Bu sırada bölgeyi tanımaya çalışan yüzbaşı bölgedeki asayiş bozulmasının asıl nedeninin çevreye dağılmış çiftliklerin arasındaki çekişmeler olduğunu gördü.

Öyle ki adeta her çiftlik beyinin beslediği bir eşkıya çetesi vardı. Ve bu çeteleri birbirine karşı kullanıyordu. Bu nedenle bölgede köy basma çiftlik yakma adam kaçırma olayları ayyuka çıkmıştı.

Bunu tespit eden yüzbaşı önce çiftlik beylerini topladı. Onları eşkıya beslemekten vazgeçmeleri için uyardı. Uyarılara kulak asmayan bazı beyleri kendi usulünce şiddetle cezalandırdı ve ardından dağlarda sıkı bir eşkıya takibine girdi. Onun bu aldığı tedbirler çok işe yaramış; özellikle yüzbaşının şerrinden korkan beylerin eşkıyalarını geri çekmesiyle kısmen asayiş sağlanmıştı.

Ancak bölgede asıl dehşet saçan ve hiçbir beye bağlı olmadan yaşayan bir eşkıya çetesi vardı. O çete kimseye aldırmadan; hatta yüzbaşı eşkıya takibine başladıktan sonra şiddetini daha artırıp baskın, adam kaçırma, çiftlik basma gibi benzeri eylemlere devam ediyordu.

Dağdaki kendi adamlarını yüzbaşının baskısıyla geri çeken beyler ‘bu eşkıyaya karşı korumasız kaldıklarını’ söyleyerek yüzbaşıdan bu eşkıyayı yakalamasını ısrarla istiyordu.

Öyle ki eğer bu eşkıya yakalanmazsa yüzbaşının otoritesi sıfıra inecekti. Bunu gören yüzbaşı bu çetenin takibine çıktı; ama Çopur Ali namlı bu eşkıyayı ele geçirmek hiç de kolay değildi.

Çopur Ali şeytan gibi bir adamdı. Ayrıca çok gözü karaydı. Çevredeki dağları avucunun içi gibi biliyordu. Ayrıca şerrinden korkan hiçbir köylü onunla ilgili bilgi vermiyordu. Bu nedenle yüzbaşının köylerde kurduğu diğer çeteleri ele geçirmekte işe yarayan istihbarat ağı hiçbir işe yaramıyordu. Yüzbaşı takip ettiği bu eşkıyayı ciddiye almak zorunda olduğunu gördü. Hani “yiğidi öldür, ama hakkını ver” deyişinde olduğu gibi; Çopur Ali namlı eşkıyanın kolay lokma olmadığını kabul etmişti. Artık bütün mesaisini bu eşkıyanın takibine vermişti.

Çevrede herkesin; hatta inlerinde sinen diğer çetelerin bile dikkatle takip ettiği konuştuğu tek konu Çopur Ali ile yüzbaşının arasındaki mücadele idi.

Yüzbaşı bunun farkında oluğu için hırslanıyordu; ama bu işin öyle hırslanmayla, afra tafrayla olamayacağını da yaşayarak görmüştü. O da aynı Çopur Ali Çetesi gibi bir tertibe girdi. Müfrezeyi guruplara ayırdı. Çopur Ali çetesinin etrafında çok geniş bir çember oluşturdu. Çetenin köylerdeki desteklerini kontrol altına aldı. Ve bütün çıkış yollarını tıkayarak, yavaş yavaş çemberi daralttı. Bu takip haftalarca sürdü. Yüzbaşı müfrezesiyle birlikte en az çete kadar dağları, bölgeyi tanır olmuştu.

Bu yoğun takip Çopur Aliyi bunaltmıştı. Ama o yine de yüzbaşıya meydan okumaya devam ediyordu. Öyle ki bölgede efsane olmuştu. Köylerde ‘Çopur Aliyle ilgili ona kurşun değmediği; istediği an bulutlara karışıp kaybolduğu’ gibi saçma sapan da olsa söylentiler almış yürümüştü.

Yüzbaşı bir gün Çopur Aliyi yakalasa bile bu söylentilerden dolayı bunu kimseye inandıramayacağını biliyordu. Bu düşünce ve kaygılarla, takibi daha yoğunlaştırdı. Çember çok daralmıştı. En sonunda Batı Torosların güney-batı yakasında bir geçitte çeteyle karşı karşıya geldi.

Çopur Ali çemberin kapandığını görmüştü.  Şiddetli bir çatışma başladı. Çatışma iki gün geceli- gündüzlü sürdü. Müfrezeden yaralanalar vardı. Üç asker de şehit olmuştu. Ama sonunda Çopur Ali ve çetesi tamamen imha edildi. Yüzbaşı yaralılar ve şehit olan askerlerin cenazesi ile birlikte Çopur Ali'nin ölüsünü sancağa getirdi. Şehit cenazelerini usulünce defnetti; ama bir çok kişi Çopur Ali'nin öldüğüne inanmıyor, bulutlara karışıp gitmiş diyorlardı.

Yüzbaşı Çopur Ali'nin kafasını kestirip bir sırığın ucuna geçirdi. Günlerce çevre köylerde, çiftliklerde dolaştırdı. ‘Herkes Çopur Ali'nin sırığa geçirilmiş kafasını gözüyle gördü için öldüğüne inandı’ zannetmeyin. Bir çok köylü gözüyle gördüğü halde Çopur Ali'nin öldüğüne asla inanmamıştı; ama yüzbaşının öldürdüğü bir eşkıyanın kellesini sırığa takıp dolaştırması herkesi korkutmuştu.

Bu olay yüzbaşıyı rahatlattı. Artık bölgede bir süredir gezintiye çıkmış gibi dolaşıyordu. Çevrede yeni dostlar edindi. Bu yeni dostlarıyla sık, sık ava çıkıyordu. En çok da o çiftliğin olduğu bölgede kalıyordu. Burada çevrenin namlı pehlivanlarından Nuri pehlivanla arkadaş olmuştu.

Nuri pehlivan sırtı yere gelmemiş namlı bir baş pehlivandı. Çevrede herkesin sevip saydığı bir kişiydi. Oturaklı, lafı sözü dinlenir mert biriydi.

Herkesin korkup sindiği yüzbaşıyla sanki onun eşitiymiş gibi konuşuyordu. Onun bu tavrı yüzbaşının çok hoşuna gitmişti. Sık sık birlikte ava çıkıyorlardı. Karargahı onun köyünün çayırına kurmuştu. Ama daha çok Nuri pehlivana konuk oluyordu.

O gün yine orada gecelemiş; ertesi günü birlikte ava çıkmışlardı. Avlandıktan sonra birlikte atlarıyla köye dönüyorlardı. Köyün ekili tarlalarının içindeki yoldan ilerlerken karşıdan iki kişinin geldiğini fark ettiler. Yakınlarına geldiklerinde bu iki kişinin biçtikleri otları sırtlarına yükleyip köye dönen iki kadın olduğunu gördüler.

Yüzbaşı bu iki kadının yanından geçerlerken biriyle göz göze gelince içi titremişti. Kadınların yanından geçip Nuri pehlivanın evine geldiler.

O gün pehlivanın hanımının av etinden yaptığı yemeği yediler. Sohbet ettiler; ama yüzbaşının aklından o gözler çıkmıyordu. Nuri pehlivan yüzbaşının durgunluğunu av yorgunluğuna verdi. Bir süre sonra odalarına çekildiler. Yüzbaşı sabaha kadar yatağında döndü durdu. Sırtında ot yüklü o kızın gözlerini unutamıyordu. Sabahı zor etti.

Erkenden kalkıp giyindi. Dışarı çıktı. Nuri pehlivan ve hanımı çoktan ayaktaydı. Yüzbaşıya kahvaltı hazırlıyorlardı. Birlikte kahvaltı yaptılar. Bu sırada pehlivan “hayırdır yüzbaşım. Çok durgunsun hasta olmayasın” dedi. Yüzbaşı dalgın, soruyu duymamıştı. Nuri pehlivan “yüzbaşım hasta mı oldun?” diye tekrar sorunca yüzbaşı “sağ ol, biraz yorulmuşum” dedi. Sonra dün karşılaştıklarının kimler olduğunu sordu. Nuri pehlivan biraz şaşırarak “bizim köyün kızları, ot biçmeden geliyorlardı” dedi. Yüzbaşı göz göze geldiği kızı tarif edip onun kimin nesi olduğunu sordu. Nuri pehlivan o kızın köylülerden Süleyman Efendinin kızı  Kezban olduğunu; ancak kızın köyden Ömer isimli bir gençle nişanlı olduğunu söyledi.

Yüzbaşı başkaca bir şey sormadı. Yorgun olduğunu  karargahta istirahat edeceğini söyleyip atına binip gitti.

Nuri pehlivanın yüzbaşının bu sorusuyla kafası karışmıştı. Ama hiç belli etmedi. Kimseye de bir şey söylemedi.

Yüzbaşı karargaha gitmişti; orada kız aklında çıkmıyordu. Bu Kızı görünce yıldırım çarpmışa dönmüş kıza aşık olmuştu.

O günü karargahta geçirdi. Ertesi gün Nuri pehlivanı çağırttı. Bu kızla evlenmek istediğini söyledi.

Nuri pehlivan yüzbaşının çok kararlı olduğunu görünce “siz bilirsiniz” dedi. Yüzbaşı kız- ailesi ve nişanlısı hakkında bir yığın soru sordu. Sonra “sen bunu kimseye bahsetme” dedi. Nuri pehlivan gidince de burada tanıdığı beyleri çağırttı. Onlara bu kızdan bahsetti ve bu kızla mutlaka evlenmek istediğini söyledi. Ve kendisi için dünür gitmelerini istedi.

Köyün beyi o kızın Ömer isimli bir gençle nişanlı olduğunu söyleyince  aşktan gözü dönen yüzbaşı “anlamam, bozsunlar nişanı. Ben bu kızı alacağım” diye kestirip attı.

Koskoca Osmanlı Yüzbaşısı. İsteği emir sayılır. Beyler yüzbaşının gaddarlığından çekindikleri için kös kös gidip nişanlı kızı yüzbaşıya istediler. Kızın babası Süleyman efendinin elinden ne gelir. Mecburen Ömer’le nişanı bozup kızı yüzbaşıya verdi ve söz kestiler.

Söz kestiler amma olan Ömer'e olmuştu. Üzüntüden yemeden içmeden kesildi. Öyle bir dertlendi ki; kısa sürede verem oldu vefat etti.

Bu arada yüzbaşı Nuri pehlivanın bulduğu ustalara tez zamanda köyde kendine bir konak yapmaları emrini verdi. Her şey çok çabuk olmuş, konak yapılıp bitmişti.

Kezban şaşkın ‘Ömer'e mi yansın?’ yoksa ‘koskoca yüzbaşıyla evleneceğim diye sevinsin mi?’

Ölen öldüğüyle kalmıştı. Kezban'ı görkemli bir düğünle yüzbaşıya gelin verdiler.  Kezban tez zamanda Ömer’i unuttu. Parmak ısırtırcasına koskoca yüzbaşının hanımı olma sorumluluğunu; onun yeni yaptırdığı konağında bütünüyle taşıdı. Çevredeki evli, bekar tüm kadınların hasetine rağmen kendine hanım dedirtmeyi başardı. Kısa sürede herkes Yörük kızına Kezban hanım der olmuştu. Kezban hanım aşağı, Kezban hanım yukarı. Kocasının isteğiyle çevredeki bütün bey hanımlarıyla tanıştı. Onlara gelip gitmeye başladı.

Yalnız kendi köylerinin beyinin evinde hafiften küçük görülüyordu. Kezban hanım bunu önemsememiş; o beyin evine seyrek de olsa gelip gidiyordu.

O gün yine kocasının ısrarıyla Köyün Beyinin evine konuk gitti. Beyin hanımıyla oturup sohbete daldı. Bu sırada evin büyük hanımı da gelip ‘Kezban hanıma hoş geldin’ falan demeden sedire kuruldu.

Kezban hanım büyük hanımın kendini yok saymasını aldırmadan evin hanımıyla sohbete devam etti. Bu sırada birden zart diye bir yellenme sesiyle irkildiler. Büyük hanım yellenmişti; ama hiç istifini bozmadan oturuyordu.

Kezban hanım yine duymazlığa geldi. Derken büyük hanım bu sefer daha sesli zaarrrt diye yellenmez mi? Kezban hanım kıpkırmızı oldu. Evin hanımı da şaşırmıştı. ‘Büyük hanım hasta’ falan diye durumu kurtarmaya çalışıyordu.

Kezban hanım hışımla kalktı. Hiçbir şey söylemeden kapıyı çarpıp odadan çıktı. Doğru evine geldi. Öfkesinden kudurmuştu.  Büyük hanım onu insan yerine koymamış; yanında hem de iki kere yellenmişti. Kezban öfkeyle ağlamaya başladı.

Bu sırada eşkıya takibinden dönen yüzbaşı müfrezeyi çayırdaki karargahta bırakıp evine gelmişti. Odaya girdi, bir de ne görsün? Canı gibi sevdiği hanımı iki gözü iki çeşme ağlıyordu.

Koştu, “hayrola hanım, ölen yiten mi var?” diye merakla sordu. Kezban hanım hıçkırıklar içinde o gün olanı biteni, büyük hanımın onu insan yerine koymadan yanında hem de iki kere yellendiğini, bunun çok gücüne gittiğini, bir daha o eve gitmeyeceğini söyledi.

Yüzbaşı öfkeden deliye dönmüştü. “Bu saygısızlık sana değil bana yapıldı. Sen üzülme ben onların çiftliğini başına yıkarım” dedi. Hışımla kalktı. Aşağıda atını dolaştıran emir erine adeta kükreyerek bağırdı “tez git beyi al getir” dedi.

Emir eri fırladı beyin konağının kapısına dayandı. 

Çiftliğin beyi de yenice eve gelmiş, olanı biteni karısından öğrenmiş içine bir ateş düşmüştü. Aşağıdan bir askerin onu çağırdığı söylenince dili damağına yapıştı. Bir gayret dışarı çıktı. Askeri ne söylediğini tam anlamadan peşine düşüp yüzbaşının evine geldi.

Yüzbaşı evinin "hayat" adı verilen kısmın volta atıyordu. Karşısında çiftlik beyini görünce adeta kükredi. “Bu gece burayı terk edin. Yarına kalırsan çiftliğini başına yıkarım” dedi. Bey bir şeyler söyleyecekti; ama yüzbaşı hışımla odaya girmişti.

Çiftlik beyi süklüm püklüm konağına geldi. Kendini merakla bekleyen hanımına çocuklarına sadece “hazırlanın gidiyoruz” diyebildi. Büyük bir telaşla göçü sardılar. Gece yarısı konağı da çiftliği de terk edip gittiler.

Ertesi gün köyde bu haber duyulunca köylüler buna çok sevindi; çünkü herkes beyden kiraladıkları toprağın sahibi olmuştu. 

Bin dokuz yüz otuz altı yılına gelindiğinde beyin torunları o sıra kurulan tahrirat komisyonuna başvurarak o köydeki dedelerine ait arazinin tespit edilmesini istediler. Bir de o yıllarda yaşamış olan o köyden Kandil Mehmet isimli şahit buldular. Komisyon keşif için gün verdi. Beyin torunlarına o gün şahitlerini  hazır bulundurmalarını istedi.   

Yalnız beyin torunlarının gözden kaçırdığı bir şey vardı. O sıra ilçe olan köyde Kezban hanımın büyük oğlu Niyazi Bey oldukça etkin, sözü geçen biriydi. Bu olayı; beyin torunlarının başvurusunu ve Kandil Mehmet’in şahitleri olduğunu duymuştu. 

Hemen Kandil Mehmet’i çağırttı. Kandil Mehmet telaşla koştu geldi. Niyazi Bey “Bak Mehmet Dayı beyin torunları seni şahit göstermiş. Sen onlara dedelerinin tarlalarını gösterecekmişsin. Eğer beyin torunlarına o tarlaları gösterirsen sonra karışmam bak. İyi düşün” diye tehdit etti.

Kandil Mehmet korkudan az kalsın düşüp bayılacaktı. Çünkü Niyazi Bey’in tepesi atınca ne kadar gaddar olabileceğini tahmin ediyordu. 

Keşif günü geldi. Beyin torunları ve tahrirat heyeti geldi. Kandil Mehmet'e önce doğru söyleyeceğine dair Kur'ana el bastırıp yemin ettirdiler. Kandil Mehmet Kur'ana el basıp doğruyu söyleyeceğine yemin ederken, içinden “bütün günahı vebalı Niyazi beyin” diye geçiriyordu.

Böylece bütün günahını, vebalini Niyazi beye yükledikten sonra komisyona “burada bu beylerin dedelerine ait bir arazi olduğunu hatırlamıyorum.  Kendimi bildim bileli, bu yerler köylülere aittir” deyip sustu.

Beyin torunları şaşkın… Kandil Mehmet'e baktılar. Ama yapacak bir şey yoktu. Komisyon herhangi bir delil şahit olmadığı için yapılan başvuruyu reddedip bu arazilerin köylülere ait olduğuna karar verip tescil etti.

Böylece Kezban Hanım’la başlayan bu macera, onun büyük oğlunun son noktayı koymasıyla bitti. O günden sonra bütün köylüler kendilerinin olduğu tescillenen topraklarında ekip dikerek yaşayıp gittiler.


 

27 Temmuz 2017 Perşembe

İKİ FARKLI HAYATIN BİRBİRİNE ÇOK BENZEYEN SONU

"Hiç Kuşlu Cami tarafına yolunuz düştü mü? Oradaki sokak kedilerini gördünüz mü?" bilmiyorum.
Orada yaşayan sokak kedileri öteki sokak kedilerinden farklıdır. Yani diğer sokak kedilerine hiç benzemez. Hele kasap önünde, lokanta ve dönerci civarında dolanan, kuyruk sallayıp yaltaklanarak karın doyurmaya çalışan kedilere hiç benzemez. 
‘Nerede? Ne zaman? Nasıl yiyecek bulurlar? Nerelerde dolaşırlar?’ hiç bilinmez.
Sabahleyin erkenden hepsi bankanın köşesindeki dönerci arabasının altında toplanır. Güneş parkın köşeye vurunca oraya gider topluca sabah temizliklerini yaparlar; sonra civar hareketlenmeye başlayınca kaybolup giderlerdi.
Arada bir yanınızdan şimşek gibi geçince veya parkta arada bir neyi paylaşamıyorlarsa?’ çıkardıkları gürültüyle onları ancak fark edersiniz.
Akşam da yine hepsi bir anda parkın çıkışında toplanır, sonra bankanın köşeye gelirlerdi. O saatte banka kapalı; dönerci de çoktan gitmiş olurdu.
Yine oralarda bir süre dolaşırlar; gece olunca da bankayla asmalı kahve arasındaki boşlukta kaybolurlardı.
Bu yaşam biçimi hergün aynı şekilde başlar ve sona ererdi. 
Ben onları ‘bir arkadaşım sayesinde elde ettiğim’ proje çizimi için kullandığım büroda sabahladığım günlerde tanımıştım. Hatta dost bile olmuştum. Rast geldiklerinde ‘birilerinin önlerine koyduğu hiçbir şeye tenezzül etmezken’ benim yarım ekmek döner ve ciğerimi pek ala paylaşırlardı.
Sanırım beni de kendilerinden sayıyorlardı. 
Bu kediler öyle diğer kediler gibi pist deyince asla gitmezlerdi. Önce “pist” diyene dönüp şöyle bir bakarlar; ‘nasıl bir? Sert, gaddar, hayvan düşmanı mı? Yoksa nane molla biri mi? Kendilerinden korkan veya tiksinen biri mi?’ bunu bir bakışta anlarlar; eğer “pist” diyen ikinci kategoride nane molla birisi ise döner ”ah korktum” der gibi bir miyav çeker; kuyruk sallaya sallaya çeker gider, durur kaşınır sonra gideceği yere giderlerdi. Bu sırada adeta kendine pist diyen kişiyle dalga geçerlerdi. 
Diyelim biri eline bir şey alıp onlara fırlatacak gibi yaptı; ‘eğer bunu korkutmak için yaptıysa’ veya ‘attığını vuran kişi değilse’ bunu da anlar istiflerini bozmazlardı.
Ancak pist diyen veya fırlatmak için eline bir şey alan gaddar, hayvan düşmanı biriyse ona keskin bir “miyav” çeker şimşek gibi kaybolup giderlerdi.
Onların böyle bir hayatları vardı. Acımasız, kıyasıya, mücadele  isteyen ama onurlu; kimseye benzemeyen çetin bir yaşam.
Ama onların da önünde eğildikleri, etrafına toplanıp mırıl mırıl yaltaklandıkları biri vardı. Evet  onlara tümüyle egemen olan biri. 
Ben onu bu kedileri gözlerken fark ettim. Hatta ilk başta onu fark ettim. Bu bir gözü kör korkunç görünüşlü ‘kaplan olarak doğacakken’ son anda vazgeçip kedi olarak doğmuş, iri bir kedi idi.
Her gün bu kedinin yanında, etrafında bankanın köşede toplanır, sanki onunu talimatıyla parkın köşesine geçip sabah temizliği yapar ve yine onun talimatıyla sağa sola dağılırlardı.
Ben gördüklerimden öyle anlıyordum. O kör kedi akşamüzeri parkın köşede belirince ağzında hep bir kuş veya kasap kedilerinden zorla aldığı irice et veya ciğer parçası olurdu. Gelir bankanın köşede döner tazgahının altında, kedilerin önüne kor; onlar da sessizce kavga gürültü yapmadan önlerine konan neyse birlikte yerdi. Kör Kedi de bu sırada onları seyrederdi.
Ben bu Kediye baktıkça ‘onu nerede okudum? bilmiyorum’ okuduğum veya okuduğumu zannettiğim (birinden duymuş da olabilirim) hikayedeki bir gözü kör ceberut görünüşlü; ilk bakışta insana korku veren oralarda KÖR KADI diye ünlenen kadıya benzetirdim.
Okuduğum hikayedeki o ceberut, korkunç görünüşlü bir gözü kör Kadı mahkemede çok adil, müşfik biriydi. Korka korka karşısına çıkanlar ‘ister berat etsin, ister mahkum olsun’ onu çok sever ömür boyu saygı duyardı.
Ben hikayeyi öyle hatırlıyorum.  Bu kör kediyi tanıdıkça onu tıpkı o kör kadıya benzetiyordum.
Hele bir gün giderek samimi olduğum dönerci benim bu kör kediye çok ilgi gösterdiğimi görünce ”abi, bu kedi var ya; bunların reisi. Geçenlerde şu aralıkta kedinin biri enikledi. Herhalde biraz hastaydı. Bu kör kedi günlerce, o kediye yiyecek taşıdı. Hem ananın hem yavruların hayatını kurtardı. Dar bir aralıkta olduğu için ara sıra bende bir şeyler atıyordum. Hayret o hasta kedi, bu kör kedi gelene kadar hiç dokunmuyordu. Allah seni inandırsın şaştım kaldım” deyince benim bu kediye sevgim ve hayranlığım artmış ve ona KÖR KADI demeye başlamıştım.
Benden duyanlar da ona hep KÖR KADI diyordu. 
O gün öğleden sonraydı. Ben büroda oturuyordum. Hava bulutlanmış, ortalık kararmıştı. Az sonra o şehrin bildiğimiz yağmuru aniden bastırdı. Gök gürlüyor, şimşek çakıyor, yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyordu. Tam benim sevdiğim havaydı.
“Nedense?” gök gürültülü şimşek çakışlı, bardaktan boşanırcasına yağmurlu veya ince ince kar yağışlı, tipili havalara bayılırım.
Onun için o sıra yağmurun zevkine daha iyi varayım diye kapıyı açıp, sandalyeyi kapı aralığına koyup oturdum.
Sokakta bir anda sağdan soldan birikip oluşan küçük selin sürüklediği yaprak, kağıt parçası, sigara izmariti gibi şeylerin döne döne gidişini izliyordum.
KÖR KADI bankanın yanından geçip, hızla parka doğru koştu. O anda aşağı tarafından hızla gelen taksinin onu ezip geçtiğini gördüm. Taksi geçince koştum ‘arka ayakları ve karnı ezilmişti.’ Gören gözüyle acı içinde bana bakıyordu. Baş tarafından tutup bankın altına çektim. Çok ezilmişti kan akıyordu. Bir süre baktım. Yapabilecek bir şey yoktu dayanamayıp büroya geldim. Adamakıllı ıslanmış; çok da üzülmüştüm.
Ben büroya geldiğimde gördüm. Bütün kediler etrafında toplanıp mırıl mırıl sesler çıkarıyor bir yandan sırayla ezilen yerleri yalıyordu. Sanırım o şekilde iyileşeceğini umuyorlardı. Bazen sırayla, bazen hep beraber KÖR KADI’ larının yarasını yalamaya devam ettiler. Onların bu gayretine hayran kalmış bakıyordum. 
O sırada  köşeden Tombalacı Nuri gözüktü. Hızla meyhaneler sokağına gidiyordu. Tam önümden geçerken birden caminin oradaki parka yöneldi.
O saatte o yağmurlu havada parkta yalnız naylon çadırlarda yaşayan adem babalar olurdu. Onların tarafından bir bağırtı sesi gelmişti. Sanırım Nuri de o sesi duyup oraya yönelmişti. 
Ben Tombalacı Nuri'yi yıllardır tanırım. Nereli olduğu hakkında bir fikrim yok. Arada bir benim kaldığım otele gelip kalırdı. Oralarda tanımıştım. Tombalacılık yapıyordu. Öyle eksik taşlı, hileli kartlı tombalacılardan değildi. Harbi tombalacıydı.
O şehirde, o semtte hep aynı köşede çalışırdı. Ara sıra yanına uğrardım. Müşterileri hep varlıklı insanlardı. Genç orta yaşlı, temiz müşterisi vardı. Tombalayı bir şey kazanmak için değil öylesine, vakit geçirmek için çekerler, kazanırlarsa birini alıp diğerlerini Nuri'ye bırakırlardı. Onun muhabbetini seviyorlardı. Ayrıca o kimseye saygıda kusur etmezdi.  Ayrıca muhitinde pislik barındırmadığı için bir yerde bulunduğu yerin güvenliğini sağlıyordu.
O kendi için hep böyle derdi. Bir keresinde limana gelen 6. Filoyu protesto eden gençlerden biri polisten kaçarak onun yanına gelmiş Nuri de onu yandaki inşaatta saklamıştı. Bunu akşam otele geldiğinde keyifle anlatmış ”birader artık bende devrimci oldum” diye hava atmıştı.
Geçekten çok iyi insandı. Gariban dostuydu. Parası bitenlere borç verir; olmadı gider bir şeyler yaptırıp gelip yedirirdi. Beni de çok sever, her şeyini anlatırdı.
Genelevinde (asıl adı Sultan olan) Ajda isimli bir dostu vardı. Hatta onu çıkarıp evlenmek istemiş. Kabul etmeyince çok kırılmıştı. Sonra o kadının Nuri'yi çok kötü dövdürdüğü söylenmişti. Ama bundan hiç bahsetmezdi. O caminin parkındaki adem babalara hep sahip çıkar, onlara rahatsızlık verenleri arar bulur, posta kordu.
Oraya her gelişinde adem babalara ekmek arası döner, ciğer ısmarlar, arada bir zıkkımlansınlar diye şarap alırdı. Onu o civarda herkes severdi. Ancak son yıllarda içtiği zıkkımlar yüzünden çabuk çökmüş, beli kamburlaştığı için karşılaştığı kişilerin onu tepeden baktığını gördükçe, içine kapanmış pek konuşmuyordu. Ama eli açıklığı hep devam ediyordu.
Sanırım şimdi de adem babaların oradan gelen sesle yardıma ihtiyaçları olduğunu düşünüp  yağmura aldırmadan o tarafa yönelmişti. 
Nuri oraya yönelince, bağırış, çağırış, küfür sesleri yükseldi. Adem Babaların koşarak çil yavrusu gibi dağıldıklarını gördüm. Biri elinde bıçakla fırlayıp geçti. Az sonra Nuri ‘kamburu biraz daha artmış şekilde’ gözüktü. Birden yere kapaklandı. Donup kalmıştım.
Koştum, yere kapaklanan Nuri'yi çevirdim. Karnından kan fışkırıyordu. Fışkıran kan hızla kirli yağmur sularına karışıp onların rengini değiştirerek akıp gidiyordu. Karşı kahveden birileri koştu geldi. Biri başındaki şapkayı karnına bastırıp tampon yaptı. Taksi çağırdılar. Taksiye bindirdik. Orada tanıdık iki kişi taksiye bindi. Götürdüler.
Ben şaşkın korkmuş, üzgün sırılsıklam ıslanmış halde büroya dönüyordum. Gözüm orada adem babalara ilişti. Metruk binanın kapısı önünde, öylece titreşerek bakıyorlardı.
Gittim büroya sandalyeye oturdum. Gördüklerim karşısında neşe kaçmıştı. Yağmur da zevk vermiyordu.
KÖR KADI’ya baktım, öylece yatıyordu. Kediler etrafında;  ama yalamadan bekleşiyordu. Sanırım  ölmüştü.
Akşamüzeri yağmur dinince belediye temizlik görevlileri geldi; onu çöp arabasına koyup gittiler.
Kediler bir süre çöp arabasının arkasından baktılar. Ellerinden geleni yapmışlardı; ama yine ölmüştü. Topluca önümden sessizce geçtiler. Bankanın köşesindeki aralıkta kaybolup gittiler. Ne ertesi gün ne sonraki gün ortalıkta gözükmediler. Sonraki günler eski neşelerinin olmadığını fark ettim. Uzunca süre matem tuttular. Veya bana öyle geldi. 
KÖR KADI’ nın çöp arabasında götürülmesinden az sonra Tombalacı Nuri'nin kan kaybından öldüğü haberi geldi. Yardıma ihtiyaçları olduğunu düşünüp yardımlarına koştuğu adem babalar toz olmuştu. ‘Kim bıçakladı?’ şahit bile olmadılar.

Onu da belediye görevlileri, alıp kimsesizler mezarlığına gömmüşler. 

20 Temmuz 2017 Perşembe

NUR TOPU GİBİ TAKINTISI OLDU


O güne kadar herhangi bir takıntısı yoktu. Ama eşinin çok takıntısı vardı. Mutfakta her şeyin, çay kaşıklarına kadar her şeyin sayısını bilirdi. Salondaki eşyalarda simetriye çok dikkat ederdi. Ayrıca her şeyin yerini, şeklini de bilirdi. Herhangi bir şey; örneğin sehpanın üstündeki vazo, perdelerin veya başka bir eşyanın hafif yeri değişsin veya bulunduğu durum bozulsun hemen fark ederdi.

O da eşinin bu takıntıları ile dalga geçer; söylediği bir şeyi yapmazsa perdeyi bozmakla veya eşyaların yerini değiştirmekle tehdit eder; her dediğini yaptırırdı.

Hele ‘mutfakta herhangi bir eşyayı saklarım demesi’ çok etkili oluyordu. Çünkü böyle bir durumda eşinin mutfaktaki bütün eşyaları tek, tek sayması ve kaybolan eşyayı mutlaka bulması gerekirdi. Çünkü eşi kendisini buna mecbur olduğunu hissederdi.

Evlilikleri süresince eşinin bu takıntıları onun için hep eğlence kaynağı olurdu. Kendisinin hiçbir takıntısı olmadığını, kafaya hiçbir şey takmadığını söyler, övünür dururdu.

Gerçekten öyleydi. Yatağa yatsa, yatar yatmaz uyurdu. Oysa eşi saatlerce uyuyamaz, kalkar kafasına takılan bir şey ‘örneğin o gün misafir geldiyse’ çay kaşıklarını tek tek sayar yerine kordu. Gece kafasına takılır, tekrar kalkar tek, tek tekrar sayardı.

Bu sırada salona girer; defalarca kontrol ettiği ‘televizyonun kapanıp kapanmadığını’ tekrar kontrol ederdi. Bazen de bir isim aklına takılır, saatlerce onu hatırlamaya çalışırdı. Öyle ki; kaç kez gecenin bir yarısı kocasını uyandırıp o aklına takılan kişiyi tarif eder; adını sorardı.

Kocası alışmıştı. Eşinin takıntısı bir yerde onun eğlence kaynağı oluyordu. Karşılıklı birbirlerine takılarak, evliliklerine renk katıyorlardı.

Ayrıca eşinin temizlik takıntılı kadınlardan olmadığına şükrediyordu. Öyle bir tanıdıkları vardı. Kadın, kocası ve çocukları eve gelince kapıda ayaklarına poşet giydirip doğru banyoya götürürmüş. Mutfakta bulaşık makinesinin temiz yıkadığına güvenmez bütün bulaşıkları tekrar tek tek elle yıkarmış.

O kadının kocası ile bir gün su parası ödemek için gittiği belediyede karşılaşınca adam sohbet sırasında anlatmıştı. Bu sırada adamın ödediği su faturasını görünce ağzı bir karış açık kalmıştı. Onun neredeyse bir yıllık su parasının iki katını o adam her ay ödüyormuş.

Laf su parasından açılınca adam öyle bir dert yanmıştı ki, o kendi eşinin takıntıları için şükretmişti.

Çok şükür böyle geçinip gidiyordu.

Bir gün İstanbul’da oturan kızlarının daveti üzerine, gezmek için İstanbul’a gittiler. Kızları Ortaköy’de oturuyordu. Ortaköy’ü çok beğenmişlerdi. Her gün beraber boğaz kıyısına iniyorlardı.

Bu sırada Ortaköy’ün trafiğine hayran kalmışlardı.

Yolda giden taksilerin karşıdan karşıya geçmek isteyen yayaları görünce, sanki fotoselli gibi aniden yavaşlaması çok hoşlarına gitmişti. Eşiyle beraber boğaz kenarına giderken bir biri, bir öteki karşı tarafa geçiyordu. Bu sırada araçların onları görünce yavaşlaması çok hoşlarına gidiyordu.

Bazen önce o tek başına caddeye çıkıyor ve karşıdan karşıya geçme oyununu kendi oynuyordu.

Kızlarının arkadaşlarıyla karşılaşınca, kızları kendilerinden utanmasın diye yeni kıyafetler almışlardı. Bu arada yeğeni de ona güzel bir spor ayakkabı hediye etmişti.

İstanbul’a geldiğinde ”iyi ki öyle davranmışım” demişti. O semtte herkesin kılık kıyafeti düzgündü. Ayrıca eşi ‘burada herkesin ayakkabısı çok şık’ demişti. O da eşine güzel bir spor ayakkabı almıştı.

Birlikte takıp takıştırıp, yeni spor ayakkabılarını giyip caddeye öyle çıkıyorlar ve boğaz kenarına gidiyorlardı.

Orada eşi ile birlikte gelip geçenlerin ayakkabılarını kritik etmek ve kendi ayakkabıları ile karşılaştırmak alışkanlık haline gelmişti.

Öyle ki eşi ona veya o eşine dürtüp önlerinden geçen veya yanda oturan birinin ayakkabısını gösterip işaretle değerlendiriyordu.  Erkek o sırada bunların bir takıntı haline geldiğini fark etmemişti. Eşiyle gezerken eğlence kaynağı diye kabul ediyordu bunu.

Bir süre sonra kendi kaldıkları şehre döndüler. Erkek Ortaköy’de karşıdan karşıya rahatça geçme alışkanlığıyla kendi kaldığı şehirde karşıdan karşıya geçmeye kalkınca az daha eziliyordu. Onu gören araçlar Ortaköy’de olduğu gibi bırakın yavaşlamayı, tam gaz üzerine geliyordu. Trafik ışıklarının olduğu yerde yeşil yansa bile; aynı güvenle karşıdan karşıya geçemeyeceğini fark edince Ortaköy’de kazandığı bu alışkanlığı hemen terk etti.

Yalnız yolda veya bir yerde otururken gördüğü kişilerin ayakkabılarını kritik etmeye devam etti.


Yanınızdan geçerken veya bir yerde otururken ayakkabılarınıza dikkatle bakan birini görürseniz sakın yanlış anlamayın. İstanbul’da edindiği takıntısıyla bizim dostumuzdan başkası değildir. “Çok şükür, hiç takıntım yok” deyip eşinin takıntısı ile alay ederken ‘nur topu’ gibi bir takıntısı olmuştu. Artık o da kendi takıntıyla yaşamına devam etti.  

18 Temmuz 2017 Salı

AKLIM ÇOCUKLUĞUMA AKTI GİTTİ



Sabahleyin bir iş nedeniyle evden çıktım. Bir süre sonra dönüşte soluklanmak için bizim sokağın ucunda olan caminin avlusuna girip; oradaki banklardan birine oturdum.
Sokaktaki cami bir tekke adıyla ünlü; eskilerden kalma mimarisiyle güzel bir cami.
Bahçesi de sessizliğiyle hoş bir yermiş. İlk kez gittiğim için fark ettim. Sokağın hemen altında da çocuk parkı var. Orada da oturacak banklar var; ama oralarda genellikle parktaki oyun araçlarıyla oynaması için çocuklarını getiren genellikle bayanların eyleştiği bir yer.
Çocuk taciz ve tecavüzlerin ayyuka çıktığı bir dönemde benim gibi ‘yaşlı bile olsa’ birinin o banklarda oturmasının hoş karşılanmayacağını bildiğim için ‘çocukları kendi aralarında oyun oynarken izlemek çok hoşuma gitse de’ orada oturup eyleşmeyi hiç düşünmem. Onun için bugün yorulunca caminin bahçesindeki bankları tecrcih ettiğim.
Bahçede oturmak için epey oturma yeri var. Bu yerlerin bir bölümünde oturan yaşlılar vardı. Onlara selam verip ileride boş bir banka oturdum.
Onlar karşıdan selamımı aldı. Adet üzere merhabalaştık. O sırada o yaşlıların az ilerisinde iki oturan iki bayan gözüme ilişti. Biri ‘türban’ denen başörtülü bir kadın, yanındaki ‘başı açık’ normal kıyafetli bir kadın.
İlk başta içimden “bunların burada ne işi var?” dedim. O sırada caminin içinden kuş cıvıltısı gibi çocuk cıvıltıları gelince anladım. Camide kuran kursu vardı. Bu bayanlar da oraya kuran kursu için getirdikleri çocuklarını bekleyen çocuk yakınlarıydı.
Az sonra kurs bitti, kursa katılan çocuklar tüm çocuksu halleriyle kurstan çıkmaya başladı. Hallerinden “iyi ki kurs bitti” diye sevinç içinde oldukları anlaşılıyordu. O sıra onları götürmek için anne ve babalar belirdi.
Epey uğraşılarla çocuklarını razı edip alıp gittiler. Kimsesi gelmeyen çocuklar bundan memnun ötekilerle oyun için sözleşerek çıkıp gitti.
Onları izlerken benim aklım da çocukluğuma kayıp gitti. Çünkü ben bu yaşa tıpkı onlar gibi çocuksu duygularla onların yaşadığı çocukluğu yaşayarak gelmiştim.
Onun için aklım kayıp gitmişti çocukluğuma.
Benim çocukluğumu yaşadığım yıllarda ‘böyle kuran kursları var mıydı?’ diye hatırlamaya çalıştım. Sanırım yoktu ki; hatırlayamadım.
Yalnız o yıllardan aklımda kalan anam ve kadın arkadaşlarının “kör Mustafa” diye bilinen hafız Mustafa abiyle dini sohbetleriydi. Ondan namaz duası vb. konularda bir şeyler öğrenmeye çalışırlardı. Mustafa abinin amalığı bir de hemşeriliği kadınların onunla rahatça sohbetine olanak sağlıyordu sanırım.
Mustafa abiyi yıllar sonra daha yakından tanıma olanağı buldum. Farklı bir din adamıydı. Bir kere çok dürüst ve aydın kafalı biriydi. Çocukların öyle fazla namazla niyazla ilgili olmasından ziyade ilim irfan sahibi insanlar olarak yetişmesinden yanaydı. Dinle ilgii namaz kılacak kadar ilgili olmalarını yeterli görürdü. Sabah çok erken kalktığından sanırım o yıllar meşhur olan bizim radyoyu falan izlerdi. Bir keresinde söylemişti bunu.
Sabah namazından sonra açık olan kahvenin ilk müşterilerindendi.
Bir dönem kahvecilik yapınca onu daha yakından tanıma olanağı bulmuştum. O sıra düşüncelerini, dürüstlüğünü daha iyi fark ettim.
Neden bilmem başta ezan okumak olmak üzere namaz esnasında bir imamın yapması gereken tüm görevleri yaptığı halde görme özrünü bahane edip ona bir türlü imam veya müezzin kadrosu verilmemişti; ama o ilçede yaşayanların gönüllerinin imamı olarak kalmıştı hep.
Ölüler için sala verilmesinden, mevlitlerde kuran okunmasına kadar bütün işlerini ona yaptıran halkın bu hizmetleri karşılığında verdikleriyle geçimini sağlamış, onurundan kişiliğinden hiç taviz vermeden kadro için kimseye yalvarmadan onuruyla yaşamayı seçmiş ve ilçe halkının sevgilisi olarak vefatından sonra görkemli bir cenaze töreniyle uğurlanmıştı.
Tekkenin bahçesinde çocukluğuma akıp giden aklımın ilk uğrak yerlerinden biri olmuştu “Kör Mustafa” abiyle ilgili anılarım.
Yine o yıllarda gezinirken kendi çocukluğum uçuştu aklımda. Ben de öteki çocukların çocukluğuna benzeyen şimdinin çocuklarının hiç bilmediği çocukluğu yaşadım; yalnız bir farkla. Çocukluk yıllarımdaki anılarımı en çok dolduran kitap kütüphane farkıyla...
Ancak bizim dinden imandan uzak yetiştiğimiz anlaşılmasın sakın. O yıllarda bizim de dinle bir şekilde tanışmamızı sağlamıştı büyüklerimizin. Tıpkı Mustafa abinin düşündüğü gibi namaz kılacak kadar dualar öğretilmişti bize. Her çocuk gibi Ramazanda kimimiz oruç tutmaya bile heveslenmişti ve inanç sahibine, namaz niyazla ilgili olana veya hiç ilgisi olmayana saygı öğretilmişti bize. Yani laik toplum anlayışında olduğu gibi kimsenin namazına niyazına karışmadan yaşamak öğretilmişti.
Öyle cennet mükafatı veya cehennem korkusu gibi düşüncelerle yaklaşılmazdı çocuklara.
Kör Halil diye bilinen Halil hoca o sıra kahvecilik yapan babamın iyi müşterilerindendi. Benim kitap okumaya merakımı fark edince “Peygamberler tarihi” diye kalın bir kitap hediye etmişti bana. Ben o kitabı zevkle okumuştum.
Ondan öğrendiğim bilgiler ortaokulda epey işime yaramıştı. Din dersine dışarıdan giren ve o kitabı okuduğumu bilen öğretmenim derste “Erdoğan kalk anlat bakalım peygamberlerin hayatını” derdi. Ben de kalkıp anlatırdım. O yıl din dersimiz benim o kitaptan aklımda kalan peygamber hayatlarını anlatmamla geçmişti.
Aklım çocukluğumda gezinirken bunlar aklıma geldi ve tabi hayal dünyamın gelişmesinde önemli katkısı olan “masalcı teyze” Dudanım teyze ve onun anlattığı masallar aklıma geldi.
Benim çocukluk yıllarımda öyle televizyon falan yok. O aletlerden en çok radyo vardı evlerde. O da her evde değil. Bir de dedemin hanındaki sinema vardı. O yıllarda bizim yaştaki çocukların sinemaya gitme olanağı da yok tabi.
Çocuklar gündüzleri mahalle veya komşulardaki yaşıtlarıyla birlikte oyun oynardı.
Yani bütün çocuk oyunları kolektif oynanan oyunlardı. Çocukluklarını kendi gibi çocuklarla birlikte yaşardı hepsi.
Bilmiyorum şimdiki çocukların da yıllar sonra geriye dönüp baktıklarında çocuksu duygularla akıllarından kalan ve hatırlayacağı çocukluk anıları ve çocukluk arkadaşları var mı? Ama benim yaşadığım yıllardan aklımda kalan ve hiç unutmadığım; aklıma geldiklerinde sanki dün onlardan ayrılmış gibi tazelikte çocukluk anılarım ve çocukluk arkadaşlarım var.
Belli yıl ve yaşa kadar sanırım pek çok kişinin de benzer anılarla hatırladığı çocukluk anısı ve arkadaşları vardır.
Çünkü o yıllar ne yaşanmışsa hep birlikte yaşanırdı. Köy, kasaba, şehir fark etmez; hemen herkesin aklında yaşamlarından belli izleri vardır.
Yani ben öyle düşünüyorum.
Neyse; o yıllardaki her anne gibi bizim anamız da yanına bizi alır birlikte oturmaya giderdi veya başka anneler yanlarında çocukları bize oturmaya gelinirdi. O yıllar kadınların bu ev gezmesinin adı “oturmaya gitmek” olarak bilinirdi.
O sıra oturmaya gidilen yerde veya misafir olarak oturmaya gelen misafirin yanlarında getirdikleri çocuklarıyla birlikte oyunlar çıkarılırdı.
Az büyüklerin yönlendirmesiyle en çok oynanan oyun mendil veya çorap içinde yüzük saklamaca oyunuydu.
Bizim için; daha doğrusu benim için favori olarak gitmek istediğimiz ev Dudanım teyzelerin eviydi.
Onların evine gitmeyi veya onun bize misafir olarak oturmaya gelmesini dört gözle beklerdik.
Anam gece oturmasından bahsedince ben ve kardeşlerim “ne olur Dudanım teyzelere gidelim” derdik.
Bu ısrarımızın nedeni onun anlattığı masalları dinleme arzusuydu.
Şimdi rahmetli olan mübarek kadın öyle güzel masal anlatırdı ki. “Bir varmış bir yokmuş” diye anlatmaya başladığında sanki ağzında şeker vardı da onu bizimle paylaşıyormuş gibi gelirdi. Öyle tatlı anlatırdı yani.
Aynı masalı kendi hayal dünyasına uygun eklemelerle defalarca anlattığı halde hiç bıkkınlık vermeden aynı tatta dinletirdi bize.
Hele onun “tozlu bey” masalı. Aradan bu kadar yıl geçmiş. Hep aklımdadır.
Ondan dinlediğim bu masalı evde kardeşlerime kendim eklemeler yaparak anlatırdım. Onlar da dinlerdi haliyle.
Yine o yıllardan aklımda kalan kütüphane alışkanlığım ve geçtiğimiz günlerde vefat eden kütüphane öğretmenim sevgili Salih öğretmenin olağan üstü sabrıydı.
Tekkenin camisinin avlusunda kuran kursundan çocuksu cıvıltıyla dağılan çocukları; onların çocuksu telaşını izlerken aklımda akıp çocukluğuma dair hatırladıklarım arasından seçtiklerimdi bunlar.
Siz diyeceksiniz “senin çocukluğun hep böyle hep güzelliklerle mi geçti? Hiç kötü bir şey yaşamadın mı? Sen çok mükemmel bir çocuk muydun? Senin hiç yanlışın olmadı mı?” gibi sorular aklınızdan geçebilir.
Olmaz mı? Benim belki öteki çocuklardan da fazla çok olumsuz, çok yanlış hallerim olmuştur.
Benim burada anlattığım kendi çocukluğum değil ki. Ondan bahsederken asıl anlatmak istediğim o yıllardaki çocukluk; çocukların yaşamları.
Aklımın kayıp gittiği çocukluğumdan kimi örneklerle asıl anlatmak istediğim o yılların çocuklarının kolektif bir yaşam içinde oldukları. Oyunları birlikte oynadıkları… Büyüklerin onlarla belli şefkat içinde daha çok ilgili oldukları…
Yani şimdi olduğu gibi eline akıllı telefon vb. aleti verip veya ceplerini harçlıkla doldurup veya böyle sorgulamadan kuran kurslarına başlarından savar gibi gönderip onlara karşı görevlerini yaptıklarını sanan anne baba sorumsuzluğu içinde olmadıklarını bu nedenle o yılların çocuklarının şanslı çocuklar olduğunu anlatmak istedim.
O yıllarda anne babanın ‘koşulları ne olursa olsun’ çocukları kendi kendilerine yeterli oluncaya kadar sorumluluklarının bilince çocuklarıyla ilgilerini hiç kesmeden onları yönlendirme çabası içinde olduklarını anlatmak istedim.
Yani çocuksu cıvıltılarla kuran kursundan dağılan çocukları izlerken bugünün çocuklarının giderek bir başlarına yalnızlaşan hayatlara sürüklendiği; hele tek çocuklu ailelerin çocukların gelecekte derin psikolojik sorunlar yaşayacağı aklıma gelince de içim acıdı. Bunu ifade etmek istedim.