28 Temmuz 2017 Cuma
İKİ YELLENMEYLE KAYBEDİLEN ÇİFTLİK
Osmanlı’nın
Torosların batısında Eşeler Dağı civarında otoritesinin giderek azalması sonucu
bölgede asayiş bozulmuş huzursuzluk artmıştı.
Bu
nedenle İstanbul hükümeti bu yörede asayişi sağlaması için eşkıya takibinde
deneyimli bir yüzbaşı kumandasındaki müfrezeyi görevlendirdi.
Görevlendirilen
yüzbaşı müfrezesi ile birlikte önce o bölgenin bağlı olduğu sancağa geldi ve
orada kurduğu seyyar karakolla bölgede asayişi sağlamak için çalışmalara
başladı.
Bu
sırada bölgeyi tanımaya çalışan yüzbaşı bölgedeki asayiş bozulmasının asıl
nedeninin çevreye dağılmış çiftliklerin arasındaki çekişmeler olduğunu gördü.
Öyle
ki adeta her çiftlik beyinin beslediği bir eşkıya çetesi vardı. Ve bu çeteleri
birbirine karşı kullanıyordu. Bu nedenle bölgede köy basma çiftlik yakma adam
kaçırma olayları ayyuka çıkmıştı.
Bunu
tespit eden yüzbaşı önce çiftlik beylerini topladı. Onları eşkıya beslemekten
vazgeçmeleri için uyardı. Uyarılara kulak asmayan bazı beyleri kendi usulünce
şiddetle cezalandırdı ve ardından dağlarda sıkı bir eşkıya takibine girdi. Onun
bu aldığı tedbirler çok işe yaramış; özellikle yüzbaşının şerrinden korkan
beylerin eşkıyalarını geri çekmesiyle kısmen asayiş sağlanmıştı.
Ancak
bölgede asıl dehşet saçan ve hiçbir beye bağlı olmadan yaşayan bir eşkıya
çetesi vardı. O çete kimseye aldırmadan; hatta yüzbaşı eşkıya takibine
başladıktan sonra şiddetini daha artırıp baskın, adam kaçırma, çiftlik basma
gibi benzeri eylemlere devam ediyordu.
Dağdaki
kendi adamlarını yüzbaşının baskısıyla geri çeken beyler ‘bu eşkıyaya karşı
korumasız kaldıklarını’ söyleyerek yüzbaşıdan bu eşkıyayı yakalamasını ısrarla
istiyordu.
Öyle
ki eğer bu eşkıya yakalanmazsa yüzbaşının otoritesi sıfıra inecekti. Bunu gören
yüzbaşı bu çetenin takibine çıktı; ama Çopur Ali namlı bu eşkıyayı ele geçirmek
hiç de kolay değildi.
Çopur
Ali şeytan gibi bir adamdı. Ayrıca çok gözü karaydı. Çevredeki dağları avucunun
içi gibi biliyordu. Ayrıca şerrinden korkan hiçbir köylü onunla ilgili bilgi
vermiyordu. Bu nedenle yüzbaşının köylerde kurduğu diğer çeteleri ele
geçirmekte işe yarayan istihbarat ağı hiçbir işe yaramıyordu. Yüzbaşı takip
ettiği bu eşkıyayı ciddiye almak zorunda olduğunu gördü. Hani “yiğidi öldür,
ama hakkını ver” deyişinde olduğu gibi; Çopur Ali namlı eşkıyanın kolay lokma
olmadığını kabul etmişti. Artık bütün mesaisini bu eşkıyanın takibine vermişti.
Çevrede
herkesin; hatta inlerinde sinen diğer çetelerin bile dikkatle takip ettiği
konuştuğu tek konu Çopur Ali ile yüzbaşının arasındaki mücadele idi.
Yüzbaşı
bunun farkında oluğu için hırslanıyordu; ama bu işin öyle hırslanmayla, afra
tafrayla olamayacağını da yaşayarak görmüştü. O da aynı Çopur Ali Çetesi gibi
bir tertibe girdi. Müfrezeyi guruplara ayırdı. Çopur Ali çetesinin etrafında
çok geniş bir çember oluşturdu. Çetenin köylerdeki desteklerini kontrol altına
aldı. Ve bütün çıkış yollarını tıkayarak, yavaş yavaş çemberi daralttı. Bu
takip haftalarca sürdü. Yüzbaşı müfrezesiyle birlikte en az çete kadar dağları,
bölgeyi tanır olmuştu.
Bu
yoğun takip Çopur Aliyi bunaltmıştı. Ama o yine de yüzbaşıya meydan okumaya
devam ediyordu. Öyle ki bölgede efsane olmuştu. Köylerde ‘Çopur Aliyle ilgili
ona kurşun değmediği; istediği an bulutlara karışıp kaybolduğu’ gibi saçma
sapan da olsa söylentiler almış yürümüştü.
Yüzbaşı
bir gün Çopur Aliyi yakalasa bile bu söylentilerden dolayı bunu kimseye
inandıramayacağını biliyordu. Bu düşünce ve kaygılarla, takibi daha
yoğunlaştırdı. Çember çok daralmıştı. En sonunda Batı Torosların güney-batı
yakasında bir geçitte çeteyle karşı karşıya geldi.
Çopur
Ali çemberin kapandığını görmüştü.
Şiddetli bir çatışma başladı. Çatışma iki gün geceli- gündüzlü sürdü.
Müfrezeden yaralanalar vardı. Üç asker de şehit olmuştu. Ama sonunda Çopur Ali
ve çetesi tamamen imha edildi. Yüzbaşı yaralılar ve şehit olan askerlerin
cenazesi ile birlikte Çopur Ali'nin ölüsünü sancağa getirdi. Şehit cenazelerini
usulünce defnetti; ama bir çok kişi Çopur Ali'nin öldüğüne inanmıyor, bulutlara
karışıp gitmiş diyorlardı.
Yüzbaşı
Çopur Ali'nin kafasını kestirip bir sırığın ucuna geçirdi. Günlerce çevre
köylerde, çiftliklerde dolaştırdı. ‘Herkes Çopur Ali'nin sırığa geçirilmiş
kafasını gözüyle gördü için öldüğüne inandı’ zannetmeyin. Bir çok köylü gözüyle gördüğü
halde Çopur Ali'nin öldüğüne asla inanmamıştı; ama yüzbaşının öldürdüğü bir
eşkıyanın kellesini sırığa takıp dolaştırması herkesi korkutmuştu.
Bu
olay yüzbaşıyı rahatlattı. Artık bölgede bir süredir gezintiye çıkmış gibi
dolaşıyordu. Çevrede yeni dostlar edindi. Bu yeni dostlarıyla sık, sık ava
çıkıyordu. En çok da o çiftliğin olduğu bölgede kalıyordu. Burada çevrenin
namlı pehlivanlarından Nuri pehlivanla arkadaş olmuştu.
Nuri pehlivan sırtı yere gelmemiş namlı bir baş pehlivandı. Çevrede herkesin sevip
saydığı bir kişiydi. Oturaklı, lafı sözü dinlenir mert biriydi.
Herkesin
korkup sindiği yüzbaşıyla sanki onun eşitiymiş gibi konuşuyordu. Onun bu tavrı
yüzbaşının çok hoşuna gitmişti. Sık sık birlikte ava çıkıyorlardı. Karargahı
onun köyünün çayırına kurmuştu. Ama daha çok Nuri pehlivana konuk oluyordu.
O
gün yine orada gecelemiş; ertesi günü birlikte ava çıkmışlardı. Avlandıktan
sonra birlikte atlarıyla köye dönüyorlardı. Köyün ekili tarlalarının içindeki
yoldan ilerlerken karşıdan iki kişinin geldiğini fark ettiler. Yakınlarına
geldiklerinde bu iki kişinin biçtikleri otları sırtlarına yükleyip köye dönen
iki kadın olduğunu gördüler.
Yüzbaşı
bu iki kadının yanından geçerlerken biriyle göz göze gelince içi titremişti. Kadınların
yanından geçip Nuri pehlivanın evine geldiler.
O
gün pehlivanın hanımının av etinden yaptığı yemeği yediler. Sohbet ettiler; ama
yüzbaşının aklından o gözler çıkmıyordu. Nuri pehlivan yüzbaşının durgunluğunu
av yorgunluğuna verdi. Bir süre sonra odalarına çekildiler. Yüzbaşı sabaha
kadar yatağında döndü durdu. Sırtında ot yüklü o kızın gözlerini unutamıyordu.
Sabahı zor etti.
Erkenden
kalkıp giyindi. Dışarı çıktı. Nuri pehlivan ve hanımı çoktan ayaktaydı. Yüzbaşıya
kahvaltı hazırlıyorlardı. Birlikte kahvaltı yaptılar. Bu sırada pehlivan
“hayırdır yüzbaşım. Çok durgunsun hasta olmayasın” dedi. Yüzbaşı dalgın, soruyu
duymamıştı. Nuri pehlivan “yüzbaşım hasta mı oldun?” diye tekrar sorunca
yüzbaşı “sağ ol, biraz yorulmuşum” dedi. Sonra dün karşılaştıklarının kimler
olduğunu sordu. Nuri pehlivan biraz şaşırarak “bizim köyün kızları, ot biçmeden
geliyorlardı” dedi. Yüzbaşı göz göze geldiği kızı tarif edip onun kimin nesi
olduğunu sordu. Nuri pehlivan o kızın köylülerden Süleyman Efendinin kızı Kezban olduğunu; ancak kızın köyden Ömer
isimli bir gençle nişanlı olduğunu söyledi.
Yüzbaşı
başkaca bir şey sormadı. Yorgun olduğunu
karargahta istirahat edeceğini söyleyip atına binip gitti.
Nuri pehlivanın yüzbaşının bu sorusuyla kafası karışmıştı. Ama hiç belli etmedi.
Kimseye de bir şey söylemedi.
Yüzbaşı
karargaha gitmişti; orada kız aklında çıkmıyordu. Bu Kızı görünce yıldırım
çarpmışa dönmüş kıza aşık olmuştu.
O
günü karargahta geçirdi. Ertesi gün Nuri pehlivanı çağırttı. Bu kızla evlenmek
istediğini söyledi.
Nuri pehlivan yüzbaşının çok kararlı olduğunu görünce “siz bilirsiniz” dedi. Yüzbaşı
kız- ailesi ve nişanlısı hakkında bir yığın soru sordu. Sonra “sen bunu kimseye
bahsetme” dedi. Nuri pehlivan gidince de burada tanıdığı beyleri çağırttı.
Onlara bu kızdan bahsetti ve bu kızla mutlaka evlenmek istediğini söyledi. Ve
kendisi için dünür gitmelerini istedi.
Köyün
beyi o kızın Ömer isimli bir gençle nişanlı olduğunu söyleyince aşktan gözü dönen yüzbaşı “anlamam, bozsunlar
nişanı. Ben bu kızı alacağım” diye kestirip attı.
Koskoca
Osmanlı Yüzbaşısı. İsteği emir sayılır. Beyler yüzbaşının gaddarlığından
çekindikleri için kös kös gidip nişanlı kızı yüzbaşıya istediler. Kızın babası
Süleyman efendinin elinden ne gelir. Mecburen Ömer’le nişanı bozup kızı
yüzbaşıya verdi ve söz kestiler.
Söz
kestiler amma olan Ömer'e olmuştu. Üzüntüden yemeden içmeden kesildi. Öyle bir
dertlendi ki; kısa sürede verem oldu vefat etti.
Bu
arada yüzbaşı Nuri pehlivanın bulduğu ustalara tez zamanda köyde kendine bir
konak yapmaları emrini verdi. Her şey çok çabuk olmuş, konak yapılıp bitmişti.
Kezban
şaşkın ‘Ömer'e mi yansın?’ yoksa ‘koskoca yüzbaşıyla evleneceğim diye sevinsin
mi?’
Ölen
öldüğüyle kalmıştı. Kezban'ı görkemli bir düğünle yüzbaşıya gelin
verdiler. Kezban tez zamanda Ömer’i
unuttu. Parmak ısırtırcasına koskoca yüzbaşının hanımı olma sorumluluğunu; onun
yeni yaptırdığı konağında bütünüyle taşıdı. Çevredeki evli, bekar tüm
kadınların hasetine rağmen kendine hanım dedirtmeyi başardı. Kısa sürede herkes
Yörük kızına Kezban hanım der olmuştu. Kezban hanım aşağı, Kezban hanım
yukarı. Kocasının isteğiyle çevredeki bütün bey hanımlarıyla tanıştı. Onlara
gelip gitmeye başladı.
Yalnız
kendi köylerinin beyinin evinde hafiften küçük görülüyordu. Kezban hanım bunu
önemsememiş; o beyin evine seyrek de olsa gelip gidiyordu.
O
gün yine kocasının ısrarıyla Köyün Beyinin evine konuk gitti. Beyin hanımıyla
oturup sohbete daldı. Bu sırada evin büyük hanımı da gelip ‘Kezban hanıma hoş
geldin’ falan demeden sedire kuruldu.
Kezban hanım büyük hanımın kendini yok saymasını aldırmadan evin hanımıyla sohbete
devam etti. Bu sırada birden zart diye bir yellenme sesiyle irkildiler. Büyük
hanım yellenmişti; ama hiç istifini bozmadan oturuyordu.
Kezban hanım yine duymazlığa geldi. Derken büyük hanım bu sefer daha sesli zaarrrt
diye yellenmez mi? Kezban hanım kıpkırmızı oldu. Evin hanımı da şaşırmıştı. ‘Büyük
hanım hasta’ falan diye durumu kurtarmaya çalışıyordu.
Kezban hanım hışımla kalktı. Hiçbir şey söylemeden kapıyı çarpıp odadan çıktı. Doğru
evine geldi. Öfkesinden kudurmuştu.
Büyük hanım onu insan yerine koymamış; yanında hem de iki kere
yellenmişti. Kezban öfkeyle ağlamaya başladı.
Bu
sırada eşkıya takibinden dönen yüzbaşı müfrezeyi çayırdaki karargahta bırakıp
evine gelmişti. Odaya girdi, bir de ne görsün? Canı gibi sevdiği hanımı iki
gözü iki çeşme ağlıyordu.
Koştu,
“hayrola hanım, ölen yiten mi var?” diye merakla sordu. Kezban hanım
hıçkırıklar içinde o gün olanı biteni, büyük hanımın onu insan yerine koymadan
yanında hem de iki kere yellendiğini, bunun çok gücüne gittiğini, bir daha o
eve gitmeyeceğini söyledi.
Yüzbaşı
öfkeden deliye dönmüştü. “Bu saygısızlık sana değil bana yapıldı. Sen üzülme
ben onların çiftliğini başına yıkarım” dedi. Hışımla kalktı. Aşağıda atını
dolaştıran emir erine adeta kükreyerek bağırdı “tez git beyi al getir” dedi.
Çiftliğin beyi de yenice eve
gelmiş, olanı biteni karısından öğrenmiş içine bir ateş düşmüştü. Aşağıdan bir
askerin onu çağırdığı söylenince dili damağına yapıştı. Bir gayret dışarı
çıktı. Askeri ne söylediğini tam anlamadan peşine düşüp yüzbaşının evine geldi.
Yüzbaşı
evinin "hayat" adı verilen kısmın volta atıyordu. Karşısında çiftlik beyini görünce adeta
kükredi. “Bu gece burayı terk edin. Yarına kalırsan çiftliğini başına yıkarım”
dedi. Bey bir şeyler söyleyecekti; ama yüzbaşı hışımla odaya girmişti.
Çiftlik
beyi süklüm püklüm konağına geldi. Kendini merakla bekleyen hanımına
çocuklarına sadece “hazırlanın gidiyoruz” diyebildi. Büyük bir telaşla göçü
sardılar. Gece yarısı konağı da çiftliği de terk edip gittiler.
Hemen Kandil Mehmet’i çağırttı. Kandil Mehmet telaşla koştu geldi.
Niyazi Bey “Bak Mehmet Dayı beyin torunları seni şahit göstermiş. Sen onlara
dedelerinin tarlalarını gösterecekmişsin. Eğer beyin torunlarına o tarlaları
gösterirsen sonra karışmam bak. İyi düşün” diye tehdit etti.
Keşif günü geldi. Beyin
torunları ve tahrirat heyeti geldi. Kandil Mehmet'e önce doğru söyleyeceğine
dair Kur'ana el bastırıp yemin ettirdiler. Kandil Mehmet Kur'ana el basıp
doğruyu söyleyeceğine yemin ederken, içinden “bütün günahı vebalı Niyazi beyin” diye geçiriyordu.
Böylece
bütün günahını, vebalini Niyazi beye yükledikten sonra komisyona “burada bu
beylerin dedelerine ait bir arazi olduğunu hatırlamıyorum. Kendimi bildim bileli, bu yerler köylülere
aittir” deyip sustu.
Beyin
torunları şaşkın… Kandil Mehmet'e baktılar. Ama yapacak bir şey yoktu. Komisyon
herhangi bir delil şahit olmadığı için yapılan başvuruyu reddedip bu arazilerin
köylülere ait olduğuna karar verip tescil etti.
Böylece
Kezban Hanım’la başlayan bu macera, onun büyük oğlunun son noktayı koymasıyla
bitti. O günden sonra bütün köylüler kendilerinin olduğu tescillenen
topraklarında ekip dikerek yaşayıp gittiler.
27 Temmuz 2017 Perşembe
İKİ FARKLI HAYATIN BİRBİRİNE ÇOK BENZEYEN SONU
"Hiç
Kuşlu Cami tarafına yolunuz düştü mü? Oradaki sokak kedilerini gördünüz
mü?" bilmiyorum.
Orada
yaşayan sokak kedileri öteki sokak kedilerinden farklıdır. Yani diğer sokak kedilerine hiç
benzemez. Hele kasap önünde, lokanta ve dönerci civarında dolanan, kuyruk
sallayıp yaltaklanarak karın doyurmaya çalışan kedilere hiç benzemez.
‘Nerede?
Ne zaman? Nasıl yiyecek bulurlar? Nerelerde dolaşırlar?’ hiç bilinmez.
Sabahleyin
erkenden hepsi bankanın köşesindeki dönerci arabasının altında toplanır. Güneş
parkın köşeye vurunca oraya gider topluca sabah temizliklerini yaparlar; sonra civar hareketlenmeye başlayınca kaybolup giderlerdi.
Arada
bir yanınızdan şimşek gibi geçince veya parkta arada bir neyi
paylaşamıyorlarsa?’ çıkardıkları gürültüyle onları ancak fark edersiniz.
Akşam
da yine hepsi bir anda parkın çıkışında toplanır, sonra bankanın köşeye
gelirlerdi. O saatte banka kapalı; dönerci de çoktan gitmiş olurdu.
Yine
oralarda bir süre dolaşırlar; gece olunca da bankayla asmalı kahve arasındaki
boşlukta kaybolurlardı.
Bu
yaşam biçimi hergün aynı şekilde başlar ve sona ererdi.
Ben
onları ‘bir arkadaşım sayesinde elde ettiğim’ proje çizimi için kullandığım
büroda sabahladığım günlerde tanımıştım. Hatta dost bile olmuştum. Rast
geldiklerinde ‘birilerinin önlerine koyduğu hiçbir şeye tenezzül etmezken’
benim yarım ekmek döner ve ciğerimi pek ala paylaşırlardı.
Sanırım
beni de kendilerinden sayıyorlardı.
Bu
kediler öyle diğer kediler gibi pist deyince asla gitmezlerdi. Önce “pist” diyene
dönüp şöyle bir bakarlar; ‘nasıl bir? Sert, gaddar, hayvan düşmanı mı? Yoksa
nane molla biri mi? Kendilerinden korkan veya tiksinen biri mi?’ bunu bir
bakışta anlarlar; eğer “pist” diyen ikinci kategoride nane molla birisi ise
döner ”ah korktum” der gibi bir miyav çeker; kuyruk sallaya sallaya çeker
gider, durur kaşınır sonra gideceği yere giderlerdi. Bu sırada adeta kendine
pist diyen kişiyle dalga geçerlerdi.
Diyelim biri eline bir şey alıp onlara
fırlatacak gibi yaptı; ‘eğer bunu korkutmak için yaptıysa’ veya ‘attığını vuran
kişi değilse’ bunu da anlar istiflerini bozmazlardı.
Ancak
pist diyen veya fırlatmak için eline bir şey alan gaddar, hayvan düşmanı biriyse
ona keskin bir “miyav” çeker şimşek gibi kaybolup giderlerdi.
Onların
böyle bir hayatları vardı. Acımasız, kıyasıya, mücadele isteyen ama
onurlu; kimseye benzemeyen çetin bir yaşam.
Ama
onların da önünde eğildikleri, etrafına toplanıp mırıl mırıl yaltaklandıkları
biri vardı. Evet onlara tümüyle egemen olan biri.
Ben
onu bu kedileri gözlerken fark ettim. Hatta ilk başta onu fark ettim. Bu bir
gözü kör korkunç görünüşlü ‘kaplan olarak doğacakken’ son anda vazgeçip kedi
olarak doğmuş, iri bir kedi idi.
Her
gün bu kedinin yanında, etrafında bankanın köşede toplanır, sanki onunu talimatıyla
parkın köşesine geçip sabah temizliği yapar ve yine onun talimatıyla sağa sola
dağılırlardı.
Ben
gördüklerimden öyle anlıyordum. O kör kedi akşamüzeri parkın köşede belirince
ağzında hep bir kuş veya kasap kedilerinden zorla aldığı irice et veya ciğer parçası
olurdu. Gelir bankanın köşede döner tazgahının altında, kedilerin önüne kor;
onlar da sessizce kavga gürültü yapmadan önlerine konan neyse birlikte yerdi.
Kör Kedi de bu sırada onları seyrederdi.
Ben
bu Kediye baktıkça ‘onu nerede okudum? bilmiyorum’ okuduğum veya okuduğumu
zannettiğim (birinden duymuş da olabilirim) hikayedeki bir gözü kör ceberut
görünüşlü; ilk bakışta insana korku veren oralarda KÖR KADI diye ünlenen kadıya
benzetirdim.
Okuduğum
hikayedeki o ceberut, korkunç görünüşlü bir gözü kör Kadı mahkemede çok adil,
müşfik biriydi. Korka korka karşısına çıkanlar ‘ister berat etsin, ister mahkum
olsun’ onu çok sever ömür boyu saygı duyardı.
Ben
hikayeyi öyle hatırlıyorum. Bu kör kediyi tanıdıkça onu tıpkı o kör kadıya benzetiyordum.
Hele
bir gün giderek samimi olduğum dönerci benim bu kör kediye çok ilgi
gösterdiğimi görünce ”abi, bu kedi var ya; bunların reisi. Geçenlerde şu
aralıkta kedinin biri enikledi. Herhalde biraz hastaydı. Bu kör kedi günlerce,
o kediye yiyecek taşıdı. Hem ananın hem yavruların hayatını kurtardı. Dar bir
aralıkta olduğu için ara sıra bende bir şeyler atıyordum. Hayret o hasta kedi,
bu kör kedi gelene kadar hiç dokunmuyordu. Allah seni inandırsın şaştım kaldım”
deyince benim bu kediye sevgim ve hayranlığım artmış ve ona KÖR KADI demeye
başlamıştım.
Benden
duyanlar da ona hep KÖR KADI diyordu.
O
gün öğleden sonraydı. Ben büroda oturuyordum. Hava bulutlanmış, ortalık
kararmıştı. Az sonra o şehrin bildiğimiz yağmuru aniden bastırdı. Gök
gürlüyor, şimşek çakıyor, yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyordu. Tam benim
sevdiğim havaydı.
“Nedense?”
gök gürültülü şimşek çakışlı, bardaktan boşanırcasına yağmurlu veya ince ince
kar yağışlı, tipili havalara bayılırım.
Onun
için o sıra yağmurun zevkine daha iyi varayım diye kapıyı açıp, sandalyeyi kapı
aralığına koyup oturdum.
Sokakta
bir anda sağdan soldan birikip oluşan küçük selin sürüklediği yaprak, kağıt
parçası, sigara izmariti gibi şeylerin döne döne gidişini izliyordum.
KÖR
KADI bankanın yanından geçip, hızla parka doğru koştu. O anda aşağı
tarafından hızla gelen taksinin onu ezip geçtiğini gördüm. Taksi geçince koştum
‘arka ayakları ve karnı ezilmişti.’ Gören gözüyle acı içinde bana bakıyordu.
Baş tarafından tutup bankın altına çektim. Çok ezilmişti kan akıyordu. Bir süre
baktım. Yapabilecek bir şey yoktu dayanamayıp büroya geldim. Adamakıllı
ıslanmış; çok da üzülmüştüm.
Ben
büroya geldiğimde gördüm. Bütün kediler etrafında toplanıp mırıl mırıl sesler
çıkarıyor bir yandan sırayla ezilen yerleri yalıyordu. Sanırım o şekilde
iyileşeceğini umuyorlardı. Bazen sırayla, bazen hep beraber KÖR KADI’ larının
yarasını yalamaya devam ettiler. Onların bu gayretine hayran kalmış
bakıyordum.
O
sırada köşeden Tombalacı Nuri gözüktü. Hızla meyhaneler sokağına gidiyordu.
Tam önümden geçerken birden caminin oradaki parka yöneldi.
O
saatte o yağmurlu havada parkta yalnız naylon çadırlarda yaşayan adem babalar
olurdu. Onların tarafından bir bağırtı sesi gelmişti. Sanırım Nuri de o
sesi duyup oraya yönelmişti.
Ben
Tombalacı Nuri'yi yıllardır tanırım. Nereli olduğu hakkında bir fikrim
yok. Arada bir benim kaldığım otele gelip kalırdı. Oralarda tanımıştım.
Tombalacılık yapıyordu. Öyle eksik taşlı, hileli kartlı tombalacılardan
değildi. Harbi tombalacıydı.
O
şehirde, o semtte hep aynı köşede çalışırdı. Ara sıra yanına uğrardım.
Müşterileri hep varlıklı insanlardı. Genç orta yaşlı, temiz müşterisi vardı.
Tombalayı bir şey kazanmak için değil öylesine, vakit geçirmek için çekerler,
kazanırlarsa birini alıp diğerlerini Nuri'ye bırakırlardı. Onun muhabbetini
seviyorlardı. Ayrıca o kimseye saygıda kusur etmezdi. Ayrıca muhitinde
pislik barındırmadığı için bir yerde bulunduğu yerin güvenliğini sağlıyordu.
O
kendi için hep böyle derdi. Bir keresinde limana gelen 6. Filoyu protesto eden
gençlerden biri polisten kaçarak onun yanına gelmiş Nuri de onu yandaki inşaatta saklamıştı. Bunu akşam otele geldiğinde keyifle
anlatmış ”birader artık bende devrimci oldum” diye hava atmıştı.
Geçekten
çok iyi insandı. Gariban dostuydu. Parası bitenlere borç
verir; olmadı gider bir şeyler yaptırıp gelip yedirirdi. Beni de çok sever, her
şeyini anlatırdı.
Genelevinde
(asıl adı Sultan olan) Ajda isimli bir dostu vardı. Hatta onu çıkarıp evlenmek
istemiş. Kabul etmeyince çok kırılmıştı. Sonra o kadının Nuri'yi çok kötü
dövdürdüğü söylenmişti. Ama bundan hiç bahsetmezdi. O caminin parkındaki adem
babalara hep sahip çıkar, onlara rahatsızlık verenleri arar bulur, posta kordu.
Oraya
her gelişinde adem babalara ekmek arası döner, ciğer ısmarlar, arada bir
zıkkımlansınlar diye şarap alırdı. Onu o civarda herkes severdi. Ancak son
yıllarda içtiği zıkkımlar yüzünden çabuk çökmüş, beli kamburlaştığı için
karşılaştığı kişilerin onu tepeden baktığını gördükçe, içine kapanmış pek
konuşmuyordu. Ama eli açıklığı hep devam ediyordu.
Sanırım
şimdi de adem babaların oradan gelen sesle yardıma ihtiyaçları olduğunu düşünüp
yağmura aldırmadan o tarafa yönelmişti.
Nuri
oraya yönelince, bağırış, çağırış, küfür sesleri yükseldi. Adem Babaların
koşarak çil yavrusu gibi dağıldıklarını gördüm. Biri elinde bıçakla fırlayıp
geçti. Az sonra Nuri ‘kamburu biraz daha artmış şekilde’ gözüktü. Birden yere
kapaklandı. Donup kalmıştım.
Koştum,
yere kapaklanan Nuri'yi çevirdim. Karnından kan fışkırıyordu. Fışkıran kan
hızla kirli yağmur sularına karışıp onların rengini değiştirerek akıp
gidiyordu. Karşı kahveden birileri koştu geldi. Biri başındaki şapkayı karnına
bastırıp tampon yaptı. Taksi çağırdılar. Taksiye bindirdik. Orada tanıdık iki
kişi taksiye bindi. Götürdüler.
Ben
şaşkın korkmuş, üzgün sırılsıklam ıslanmış halde büroya dönüyordum. Gözüm orada
adem babalara ilişti. Metruk binanın kapısı önünde, öylece titreşerek
bakıyorlardı.
Gittim
büroya sandalyeye oturdum. Gördüklerim karşısında neşe kaçmıştı. Yağmur da zevk
vermiyordu.
KÖR
KADI’ya baktım, öylece yatıyordu. Kediler etrafında; ama yalamadan
bekleşiyordu. Sanırım ölmüştü.
Akşamüzeri
yağmur dinince belediye temizlik görevlileri geldi; onu çöp arabasına koyup
gittiler.
Kediler
bir süre çöp arabasının arkasından baktılar. Ellerinden geleni yapmışlardı; ama
yine ölmüştü. Topluca önümden sessizce geçtiler. Bankanın köşesindeki aralıkta
kaybolup gittiler. Ne ertesi gün ne sonraki gün ortalıkta gözükmediler. Sonraki
günler eski neşelerinin olmadığını fark ettim. Uzunca süre matem tuttular. Veya
bana öyle geldi.
KÖR
KADI’ nın çöp arabasında götürülmesinden az sonra Tombalacı Nuri'nin kan
kaybından öldüğü haberi geldi. Yardıma ihtiyaçları olduğunu düşünüp
yardımlarına koştuğu adem babalar toz olmuştu. ‘Kim bıçakladı?’ şahit bile
olmadılar.
Onu
da belediye görevlileri, alıp kimsesizler mezarlığına gömmüşler.
20 Temmuz 2017 Perşembe
NUR TOPU GİBİ TAKINTISI OLDU
O güne kadar herhangi bir takıntısı yoktu. Ama eşinin çok takıntısı vardı. Mutfakta her şeyin, çay kaşıklarına kadar her şeyin sayısını bilirdi. Salondaki eşyalarda simetriye çok dikkat ederdi. Ayrıca her şeyin yerini, şeklini de bilirdi. Herhangi bir şey; örneğin sehpanın üstündeki vazo, perdelerin veya başka bir eşyanın hafif yeri değişsin veya bulunduğu durum bozulsun hemen fark ederdi.
O da eşinin bu takıntıları ile dalga geçer; söylediği bir şeyi yapmazsa perdeyi bozmakla veya eşyaların yerini değiştirmekle tehdit eder; her dediğini yaptırırdı.
Hele ‘mutfakta herhangi bir eşyayı saklarım demesi’ çok etkili oluyordu. Çünkü böyle bir durumda eşinin mutfaktaki bütün eşyaları tek, tek sayması ve kaybolan eşyayı mutlaka bulması gerekirdi. Çünkü eşi kendisini buna mecbur olduğunu hissederdi.
Evlilikleri süresince eşinin bu takıntıları onun için hep eğlence kaynağı olurdu. Kendisinin hiçbir takıntısı olmadığını, kafaya hiçbir şey takmadığını söyler, övünür dururdu.
Gerçekten öyleydi. Yatağa yatsa, yatar yatmaz uyurdu. Oysa eşi saatlerce uyuyamaz, kalkar kafasına takılan bir şey ‘örneğin o gün misafir geldiyse’ çay kaşıklarını tek tek sayar yerine kordu. Gece kafasına takılır, tekrar kalkar tek, tek tekrar sayardı.
Bu sırada salona girer; defalarca kontrol ettiği ‘televizyonun kapanıp kapanmadığını’ tekrar kontrol ederdi. Bazen de bir isim aklına takılır, saatlerce onu hatırlamaya çalışırdı. Öyle ki; kaç kez gecenin bir yarısı kocasını uyandırıp o aklına takılan kişiyi tarif eder; adını sorardı.
Kocası alışmıştı. Eşinin takıntısı bir yerde onun eğlence kaynağı oluyordu. Karşılıklı birbirlerine takılarak, evliliklerine renk katıyorlardı.
Ayrıca eşinin temizlik takıntılı kadınlardan olmadığına şükrediyordu. Öyle bir tanıdıkları vardı. Kadın, kocası ve çocukları eve gelince kapıda ayaklarına poşet giydirip doğru banyoya götürürmüş. Mutfakta bulaşık makinesinin temiz yıkadığına güvenmez bütün bulaşıkları tekrar tek tek elle yıkarmış.
O kadının kocası ile bir gün su parası ödemek için gittiği belediyede karşılaşınca adam sohbet sırasında anlatmıştı. Bu sırada adamın ödediği su faturasını görünce ağzı bir karış açık kalmıştı. Onun neredeyse bir yıllık su parasının iki katını o adam her ay ödüyormuş.
Laf su parasından açılınca adam öyle bir dert yanmıştı ki, o kendi eşinin takıntıları için şükretmişti.
Çok şükür böyle geçinip gidiyordu.
Bir gün İstanbul’da oturan kızlarının daveti üzerine, gezmek için İstanbul’a gittiler. Kızları Ortaköy’de oturuyordu. Ortaköy’ü çok beğenmişlerdi. Her gün beraber boğaz kıyısına iniyorlardı.
Bu sırada Ortaköy’ün trafiğine hayran kalmışlardı.
Yolda giden taksilerin karşıdan karşıya geçmek isteyen yayaları görünce, sanki fotoselli gibi aniden yavaşlaması çok hoşlarına gitmişti. Eşiyle beraber boğaz kenarına giderken bir biri, bir öteki karşı tarafa geçiyordu. Bu sırada araçların onları görünce yavaşlaması çok hoşlarına gidiyordu.
Bazen önce o tek başına caddeye çıkıyor ve karşıdan karşıya geçme oyununu kendi oynuyordu.
Kızlarının arkadaşlarıyla karşılaşınca, kızları kendilerinden utanmasın diye yeni kıyafetler almışlardı. Bu arada yeğeni de ona güzel bir spor ayakkabı hediye etmişti.
İstanbul’a geldiğinde ”iyi ki öyle davranmışım” demişti. O semtte herkesin kılık kıyafeti düzgündü. Ayrıca eşi ‘burada herkesin ayakkabısı çok şık’ demişti. O da eşine güzel bir spor ayakkabı almıştı.
Birlikte takıp takıştırıp, yeni spor ayakkabılarını giyip caddeye öyle çıkıyorlar ve boğaz kenarına gidiyorlardı.
Orada eşi ile birlikte gelip geçenlerin ayakkabılarını kritik etmek ve kendi ayakkabıları ile karşılaştırmak alışkanlık haline gelmişti.
Öyle ki eşi ona veya o eşine dürtüp önlerinden geçen veya yanda oturan birinin ayakkabısını gösterip işaretle değerlendiriyordu. Erkek o sırada bunların bir takıntı haline geldiğini fark etmemişti. Eşiyle gezerken eğlence kaynağı diye kabul ediyordu bunu.
Bir süre sonra kendi kaldıkları şehre döndüler. Erkek Ortaköy’de karşıdan karşıya rahatça geçme alışkanlığıyla kendi kaldığı şehirde karşıdan karşıya geçmeye kalkınca az daha eziliyordu. Onu gören araçlar Ortaköy’de olduğu gibi bırakın yavaşlamayı, tam gaz üzerine geliyordu. Trafik ışıklarının olduğu yerde yeşil yansa bile; aynı güvenle karşıdan karşıya geçemeyeceğini fark edince Ortaköy’de kazandığı bu alışkanlığı hemen terk etti.
Yalnız yolda veya bir yerde otururken gördüğü kişilerin ayakkabılarını kritik etmeye devam etti.
Yanınızdan geçerken veya bir yerde otururken ayakkabılarınıza dikkatle bakan birini görürseniz sakın yanlış anlamayın. İstanbul’da edindiği takıntısıyla bizim dostumuzdan başkası değildir. “Çok şükür, hiç takıntım yok” deyip eşinin takıntısı ile alay ederken ‘nur topu’ gibi bir takıntısı olmuştu. Artık o da kendi takıntıyla yaşamına devam etti.
18 Temmuz 2017 Salı
AKLIM ÇOCUKLUĞUMA AKTI GİTTİ
Sabahleyin bir iş nedeniyle evden
çıktım. Bir süre sonra dönüşte soluklanmak için bizim sokağın ucunda olan
caminin avlusuna girip; oradaki banklardan birine oturdum.
Sokaktaki cami bir tekke adıyla ünlü;
eskilerden kalma mimarisiyle güzel bir cami.
Bahçesi de sessizliğiyle hoş bir yermiş.
İlk kez gittiğim için fark ettim. Sokağın hemen altında da çocuk parkı var.
Orada da oturacak banklar var; ama oralarda genellikle parktaki oyun araçlarıyla
oynaması için çocuklarını getiren genellikle bayanların eyleştiği bir yer.
Çocuk taciz ve tecavüzlerin ayyuka
çıktığı bir dönemde benim gibi ‘yaşlı bile olsa’ birinin o banklarda
oturmasının hoş karşılanmayacağını bildiğim için ‘çocukları kendi aralarında oyun
oynarken izlemek çok hoşuma gitse de’ orada oturup eyleşmeyi hiç düşünmem. Onun
için bugün yorulunca caminin bahçesindeki bankları tecrcih ettiğim.
Bahçede oturmak için epey oturma yeri
var. Bu yerlerin bir bölümünde oturan yaşlılar vardı. Onlara selam verip
ileride boş bir banka oturdum.
Onlar karşıdan selamımı aldı. Adet üzere
merhabalaştık. O sırada o yaşlıların az ilerisinde iki oturan iki bayan gözüme
ilişti. Biri ‘türban’ denen başörtülü bir kadın, yanındaki ‘başı açık’ normal
kıyafetli bir kadın.
İlk başta içimden “bunların burada ne
işi var?” dedim. O sırada caminin içinden kuş cıvıltısı gibi çocuk cıvıltıları
gelince anladım. Camide kuran kursu vardı. Bu bayanlar da oraya kuran kursu
için getirdikleri çocuklarını bekleyen çocuk yakınlarıydı.
Az sonra kurs bitti, kursa katılan
çocuklar tüm çocuksu halleriyle kurstan çıkmaya başladı. Hallerinden “iyi ki
kurs bitti” diye sevinç içinde oldukları anlaşılıyordu. O sıra onları götürmek için
anne ve babalar belirdi.
Epey uğraşılarla çocuklarını razı edip
alıp gittiler. Kimsesi gelmeyen çocuklar bundan memnun ötekilerle oyun için
sözleşerek çıkıp gitti.
Onları izlerken benim aklım da
çocukluğuma kayıp gitti. Çünkü ben bu yaşa tıpkı onlar gibi çocuksu duygularla onların
yaşadığı çocukluğu yaşayarak gelmiştim.
Onun için aklım kayıp gitmişti
çocukluğuma.
Benim çocukluğumu yaşadığım yıllarda ‘böyle
kuran kursları var mıydı?’ diye hatırlamaya çalıştım. Sanırım yoktu ki;
hatırlayamadım.
Yalnız o yıllardan aklımda kalan anam ve
kadın arkadaşlarının “kör Mustafa” diye bilinen hafız Mustafa abiyle dini
sohbetleriydi. Ondan namaz duası vb. konularda bir şeyler öğrenmeye
çalışırlardı. Mustafa abinin amalığı bir de hemşeriliği kadınların onunla
rahatça sohbetine olanak sağlıyordu sanırım.
Mustafa abiyi yıllar sonra daha yakından
tanıma olanağı buldum. Farklı bir din adamıydı. Bir kere çok dürüst ve aydın
kafalı biriydi. Çocukların öyle fazla namazla niyazla ilgili olmasından ziyade
ilim irfan sahibi insanlar olarak yetişmesinden yanaydı. Dinle ilgii namaz
kılacak kadar ilgili olmalarını yeterli görürdü. Sabah çok erken kalktığından
sanırım o yıllar meşhur olan bizim radyoyu falan izlerdi. Bir keresinde söylemişti
bunu.
Sabah namazından sonra açık olan
kahvenin ilk müşterilerindendi.
Bir dönem kahvecilik yapınca onu daha
yakından tanıma olanağı bulmuştum. O sıra düşüncelerini, dürüstlüğünü daha iyi
fark ettim.
Neden bilmem başta ezan okumak olmak
üzere namaz esnasında bir imamın yapması gereken tüm görevleri yaptığı halde
görme özrünü bahane edip ona bir türlü imam veya müezzin kadrosu verilmemişti;
ama o ilçede yaşayanların gönüllerinin imamı olarak kalmıştı hep.
Ölüler için sala verilmesinden, mevlitlerde
kuran okunmasına kadar bütün işlerini ona yaptıran halkın bu hizmetleri
karşılığında verdikleriyle geçimini sağlamış, onurundan kişiliğinden hiç taviz
vermeden kadro için kimseye yalvarmadan onuruyla yaşamayı seçmiş ve ilçe
halkının sevgilisi olarak vefatından sonra görkemli bir cenaze töreniyle
uğurlanmıştı.
Tekkenin bahçesinde çocukluğuma akıp
giden aklımın ilk uğrak yerlerinden biri olmuştu “Kör Mustafa” abiyle ilgili
anılarım.
Yine o yıllarda gezinirken kendi
çocukluğum uçuştu aklımda. Ben de öteki çocukların çocukluğuna benzeyen
şimdinin çocuklarının hiç bilmediği çocukluğu yaşadım; yalnız bir farkla.
Çocukluk yıllarımdaki anılarımı en çok dolduran kitap kütüphane farkıyla...
Ancak bizim dinden imandan uzak
yetiştiğimiz anlaşılmasın sakın. O yıllarda bizim de dinle bir şekilde
tanışmamızı sağlamıştı büyüklerimizin. Tıpkı Mustafa abinin düşündüğü gibi
namaz kılacak kadar dualar öğretilmişti bize. Her çocuk gibi Ramazanda kimimiz
oruç tutmaya bile heveslenmişti ve inanç sahibine, namaz niyazla ilgili olana
veya hiç ilgisi olmayana saygı öğretilmişti bize. Yani laik toplum anlayışında
olduğu gibi kimsenin namazına niyazına karışmadan yaşamak öğretilmişti.
Öyle cennet mükafatı veya cehennem
korkusu gibi düşüncelerle yaklaşılmazdı çocuklara.
Kör Halil diye bilinen Halil hoca o sıra
kahvecilik yapan babamın iyi müşterilerindendi. Benim kitap okumaya merakımı
fark edince “Peygamberler tarihi” diye kalın bir kitap hediye etmişti bana. Ben
o kitabı zevkle okumuştum.
Ondan öğrendiğim bilgiler ortaokulda
epey işime yaramıştı. Din dersine dışarıdan giren ve o kitabı okuduğumu bilen
öğretmenim derste “Erdoğan kalk anlat bakalım peygamberlerin hayatını” derdi.
Ben de kalkıp anlatırdım. O yıl din dersimiz benim o kitaptan aklımda kalan
peygamber hayatlarını anlatmamla geçmişti.
Aklım çocukluğumda gezinirken bunlar
aklıma geldi ve tabi hayal dünyamın gelişmesinde önemli katkısı olan “masalcı
teyze” Dudanım teyze ve onun anlattığı masallar aklıma geldi.
Benim çocukluk yıllarımda öyle
televizyon falan yok. O aletlerden en çok radyo vardı evlerde. O da her evde
değil. Bir de dedemin hanındaki sinema vardı. O yıllarda bizim yaştaki çocukların
sinemaya gitme olanağı da yok tabi.
Çocuklar gündüzleri mahalle veya
komşulardaki yaşıtlarıyla birlikte oyun oynardı.
Yani bütün çocuk oyunları kolektif
oynanan oyunlardı. Çocukluklarını kendi gibi çocuklarla birlikte yaşardı hepsi.
Bilmiyorum şimdiki çocukların da yıllar sonra
geriye dönüp baktıklarında çocuksu duygularla akıllarından kalan ve hatırlayacağı
çocukluk anıları ve çocukluk arkadaşları var mı? Ama benim yaşadığım yıllardan
aklımda kalan ve hiç unutmadığım; aklıma geldiklerinde sanki dün onlardan
ayrılmış gibi tazelikte çocukluk anılarım ve çocukluk arkadaşlarım var.
Belli yıl ve yaşa kadar sanırım pek çok
kişinin de benzer anılarla hatırladığı çocukluk anısı ve arkadaşları vardır.
Çünkü o yıllar ne yaşanmışsa hep
birlikte yaşanırdı. Köy, kasaba, şehir fark etmez; hemen herkesin aklında yaşamlarından
belli izleri vardır.
Yani ben öyle düşünüyorum.
Neyse; o yıllardaki her anne gibi bizim
anamız da yanına bizi alır birlikte oturmaya giderdi veya başka anneler
yanlarında çocukları bize oturmaya gelinirdi. O yıllar kadınların bu ev
gezmesinin adı “oturmaya gitmek” olarak bilinirdi.
O sıra oturmaya gidilen yerde veya
misafir olarak oturmaya gelen misafirin yanlarında getirdikleri çocuklarıyla birlikte
oyunlar çıkarılırdı.
Az büyüklerin yönlendirmesiyle en çok oynanan
oyun mendil veya çorap içinde yüzük saklamaca oyunuydu.
Bizim için; daha doğrusu benim için
favori olarak gitmek istediğimiz ev Dudanım teyzelerin eviydi.
Onların evine gitmeyi veya onun bize
misafir olarak oturmaya gelmesini dört gözle beklerdik.
Anam gece oturmasından bahsedince ben ve
kardeşlerim “ne olur Dudanım teyzelere gidelim” derdik.
Bu ısrarımızın nedeni onun anlattığı
masalları dinleme arzusuydu.
Şimdi rahmetli olan mübarek kadın öyle
güzel masal anlatırdı ki. “Bir varmış bir yokmuş” diye anlatmaya başladığında
sanki ağzında şeker vardı da onu bizimle paylaşıyormuş gibi gelirdi. Öyle tatlı
anlatırdı yani.
Aynı masalı kendi hayal dünyasına uygun
eklemelerle defalarca anlattığı halde hiç bıkkınlık vermeden aynı tatta
dinletirdi bize.
Hele onun “tozlu bey” masalı. Aradan bu
kadar yıl geçmiş. Hep aklımdadır.
Ondan dinlediğim bu masalı evde
kardeşlerime kendim eklemeler yaparak anlatırdım. Onlar da dinlerdi haliyle.
Yine o yıllardan aklımda kalan kütüphane
alışkanlığım ve geçtiğimiz günlerde vefat eden kütüphane öğretmenim sevgili
Salih öğretmenin olağan üstü sabrıydı.
Tekkenin camisinin avlusunda kuran
kursundan çocuksu cıvıltıyla dağılan çocukları; onların çocuksu telaşını
izlerken aklımda akıp çocukluğuma dair hatırladıklarım arasından seçtiklerimdi
bunlar.
Siz diyeceksiniz “senin çocukluğun hep
böyle hep güzelliklerle mi geçti? Hiç kötü bir şey yaşamadın mı? Sen çok mükemmel
bir çocuk muydun? Senin hiç yanlışın olmadı mı?” gibi sorular aklınızdan
geçebilir.
Olmaz mı? Benim belki öteki çocuklardan
da fazla çok olumsuz, çok yanlış hallerim olmuştur.
Benim burada anlattığım kendi çocukluğum
değil ki. Ondan bahsederken asıl anlatmak istediğim o yıllardaki çocukluk;
çocukların yaşamları.
Aklımın kayıp gittiği çocukluğumdan kimi
örneklerle asıl anlatmak istediğim o yılların çocuklarının kolektif bir yaşam
içinde oldukları. Oyunları birlikte oynadıkları… Büyüklerin onlarla belli
şefkat içinde daha çok ilgili oldukları…
Yani şimdi olduğu gibi eline akıllı
telefon vb. aleti verip veya ceplerini harçlıkla doldurup veya böyle
sorgulamadan kuran kurslarına başlarından savar gibi gönderip onlara karşı görevlerini
yaptıklarını sanan anne baba sorumsuzluğu içinde olmadıklarını bu nedenle o
yılların çocuklarının şanslı çocuklar olduğunu anlatmak istedim.
O yıllarda anne babanın ‘koşulları ne
olursa olsun’ çocukları kendi kendilerine yeterli oluncaya kadar
sorumluluklarının bilince çocuklarıyla ilgilerini hiç kesmeden onları
yönlendirme çabası içinde olduklarını anlatmak istedim.
Yani çocuksu cıvıltılarla kuran
kursundan dağılan çocukları izlerken bugünün çocuklarının giderek bir başlarına
yalnızlaşan hayatlara sürüklendiği; hele tek çocuklu ailelerin çocukların
gelecekte derin psikolojik sorunlar yaşayacağı aklıma gelince de içim acıdı.
Bunu ifade etmek istedim.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)