12 Temmuz 2017 Çarşamba

"O YILLAR" BAŞLIKLI ANI DEMETİNDEN BİR TUTAM "Benim 12 Eylülüm"

BENİM 12 EYLÜL'ÜM
1980 öncesinde yaşadıklarımla Türkiye'nin siyasal, sosyal ve kültürel dokusunu bütün farklılıklarıyla yakından tanıma olanağı buldum.
Bunlar benim bütün ömrümün en büyük kazancıdır. “kazanç” derken kastım haliyle ‘mal mülk’ değil’ “iç zenginliğim, gönül zenginliğimdir.”
Bence böyle bir kazancın insana sağladığı en olumlu sonuç ‘öncelikle’ kendi içinde barışmasını ve iç huzurunu sağlar. Bana göre kendi içiyle barışık insanın keyfini hiçbir şey kaçıramaz.
İnsanlar kalabalıklar içinde yapayalnız savrulurken iç huzuru olan insan gönlündeki insan kalabalıklarının keyfi içinde hiç yalnız kalmaz. Gece gündüz her koşulda ‘hiç; ama hiç’ yalnız kalmaz.
Bu yazdıklarım geçmişte yaşadıklarımı hikaye ederken girişimden. Buraya taşıma nedenim de geçmişi hikaye ederken yazdığım bir bölümden ‘başlığa yazdığım gibi’ benim yaşadığım 12 Eylül sürecini paylaşmak.
Benim yaşadıklarımı hikaye etme amacım yaşarken fark ettiklerimin geçmişe bir anı demeti olarak kalması; ama bu puslar içinde bir anı demeti olmamalı.
Aradan 37 yıl geçmiş. O sıra yaşadıklarımın belleklerdeki izi geçmemiş. Burada yazacağım yaşadıklarımı paylaştığım dostlarımın çoğu yaşıyor ve bazı şeyler vardır ‘hiç canlı tanığı kalmayınca’ pehlivan tefrikasına dönebilir.
Bu kaygılarla o sıra yaşadıklarım bu anlamda önemli olduğu için içinden ayırıp hikaye ettim ve Aydınlı dayının dediği gibi“hana ehtiyaçtan değil canım.” Öylesine laf ora beri gele diye paylaştım.
Neyse Türkiye 12 Eylül faşist darbesine giderken ben de herkes gibi kendi işimde gidiyordum. İşim örgütlenme görevini üstlendiğim sendikayı ilgili işyerlerinde örgütleyip sendikaya kazandırmak.
1970 lerde başlayan ve 12 Eylül 1980 e kadar süren ‘Abbas yolcu örneği’  yolculuğumda 1976 dan sonra görev aldığım sendika örgütlenmesinde ‘deyim yerindeyse’ Türkiyeyi hallaç pamuğu gibi attım. Burada açıklayayım kimse bana zorla görev vermedi. Çalıştığım iş yerinde sendika çalışmalarına katıldığım için işten atılınca gidip geldiğim Disk bölge temsilcisi bir gün “sen bu sendikayı örgütlemek istiyormusun?” deyince ben gönüllü “evet” dedim ve benim sendikacılığım böyle başladı ve ben aldım çantayı elime düştüm yollara. O sıralarda bütün yaşadıklarımı roman kurgusuyla yazıyorum.
Neyse diyeceğim o değil.
İlk çantayı elime alıp çıktığımda dediğim gibi gibi; aynı amaçla 25 Ağustos 1980 de elimde çantam ‘ver elini Anadolu deyip’ Ankara’ya doğru yola çıktım.
Amacın orada iş kolumuza giren iş yerlerinde çalışan işçilerle toplantılar yapıp onları sendikamıza kazandırmak. Daha önce defalarca gittiğim için işçilerle oldukça iyi ilişkiler kurmuştum.
Neyse Ankara’da yaklaşık beş altı gün kaldım 29 Ağustos günü Erzincan'a yollandım.
Erzincan'a normal Yozgat üzerinden gidilir ‘sanırım 6-7 saat.’ Ancak o sıra Yozgat civarında yolda ülkücülerin mola yerlerinde yolcuları arayıp solcu olanları dövdüğü falan sıkça gazete haberi oluyordu. Benim kimliği deşifre etmek için ‘Arif’ olmaya gerek yoktu ve göz göre göre tufaya gelmem aptallıktı. Bu tedirginlikle ben yolu uzattım Tunceli üzerinden giden Erzincan arabasından bilet aldım ve 30 Ağustos sabahı Tunceli’ye vardım. Oradan da Erzincan'a geçtim.
Düşüncem oradan Erzincan'a gidip oradan gelen iş yeri örgütlenme talebini değerlendirip; oradan İskenderun'a geçmek.
Çünkü İskenderun’da yetki aldığımız fabrikanın sahibi görüşmeye gelmektense işçileri sendikadan caydırma yolunu seçmişti.
Böyle durumlarda yapacak iki şey kalıyor. Ya pılıyı pırtıyı toplayıp’ o iş yerinden çekileceksin; ya da grev kararı alacaksın.
Ben başında bu sendikayı grev ve direnişlerden kaçınarak örgütleme amacındaydım. Çünkü grev-direnişte en çok yıpranan işçiler olur. Sendikalar gücü oranında yardım yapsa da yine en çok zahmeti işçi çeker.
Bizim sendika neredeyse meteliksiz çıktı bu yola.
İlk sözleşmeyi benim çalıştığım yerde yapmıştı ve sendikanın tek aidat geliri oradan gelen aidatlardı. Yani sendikanın kasasındaki para ancak iş yeri örgütlemeleri sırasında harcamalara yetiyordu. Öyle grev ve direnişte sosyal yardım olarak verilecek metelik yoktu.
Kısacası bizim hiç grev ve direnişe bulaşmadan sözleşmeler imzalamak şarttı. Ancak ayağımız yere basarsa o zaman grev falan düşünebilirdik; ama çok şükür biz hiç grevsiz direnişsiz sözleşme imzalayamadık.
Yani böyle bir süreç içinde İskenderun’da muhatabımız olan işveren uzlaşmaya yanaşmadığı için mecbur grev kararı almıştık; bu gidişimle sorunu çözmeye; yani grevsiz sözleşme imzalamaya çalışacaktım. Son çare tabi ki ‘davullu zurnalı’ grevdi.
İşte içimde bu kaygılarla çıktığım yolculukta Ankara’dan sonra Erzincan'a geçtim; ama içimde hep bir korku. Yine 12 Martta olduğu gibi bir askeri darbeye toslama korkusu; çünkü darbeyi yapan çetenin lideri Kenan Evren Genelkurmay başkanı sıfatıyla gittiği İngiltere’den kükremeye başlamıştı ve biliyordum ki; bizim gibi demokratik olgunluğa erişmemiş ülkelerde sürekli asker konuşuyor; siyaset susuyorsa durum sakattır. Yani ben öyle düşünüp bu yolculukta öyle bir fırtınaya yakalanmamak için kendim için elimden gelen önlemi aldım; çünkü 20 Eylül'e kadar geçecek süre bence çok tehlikeliydi.
20 Eylül’ün önemi de o gün Petkim ve Aliaağa rafinelerinde grev kararı alınmasından DİSK ve Türk-İşe bağlı birçok sendika da dayanışma için genel grev çağrısı yapmasından geliyordu ve sırada sıkıyönetim komutanlıkları açıklama üstüne açıklamayla böyle şeye izin verilmeyeceğini söylüyordu.
Yani cadı kazanı tam kaynıyordu.
Onun için tedirgindim. İlk sendika örgütlemesine çıktığımdan bu yana yolculuğumda daha önceki o süreçte tanıdıklarımın sağladığı olanakla onlarla kalıyordum; ama 1980’de otellerde kalma kararı almıştım ve otellerde kaydımı mühendis olarak yazdırıyordum.
 O yıllar mühendislik saygın meslek sıralamasında ilk sırada ve mühendisler toplumun her kesiminde itibar görüyordu. Ben de ‘ne de olsa epey mühendislik eğitimi aldığımdan sanırım' kendi kurguladığım senaryoya göre çantamda mutlaka bir inşaat projesi bulunduruyordum. En üstte gömlek, çorap pantolon, altında inşaat projeleri hesap makinesi vb. benzer araç, en altta da sendika ile ilgili evrakı olarak yerleştiriyordum.
Neyse Erzincan'a karışık duygu ve endişelerle vardım. Orada önce garaja yakın bir yerde otelde kaydımı yaptırdım; sonra bizi oraya çağıranlarla buluştum. Her yerde olduğu gibi çok dostça karşılandım. Beni önce kalmamı düşündükleri eve götürüp rahatımı sağlamak istediler. Ben yukarıda yazdığım kaygılarımı onlara da ifade edip “bu sıralar ters bir rüzgar esip her şey alabora olabilir. 12 Mart’ta önceden adresi bilinen yerlerde ilk aramalar yapılmıştı. Şimdi böyle bir şey olabilir. O zaman fırtınanın etkisi geçinceye kadar bence adres değişikliği yapmam gerekir” diye ifade ettim; onlara da bunu önerdim. Onlardan bana hak veren veya içinden “bu amma da korkak, korkmuş” diyenler vardı muhakkak; ama ben “korkak” denmesinden rahatsız olmam ki. Üstüne aldığı iş neyse "korktu o işten vazgeçti-kaçtı” denmesinden korkarım.
Hani derler ya “korkunu yenmek için korkunun üstüne gideceksin” diye. Ben öyle yaptım.
1969 da Varto’da tek başıma içme suyu etüdü için atla dağ köylerini dolaşırken o sırada yapılacak genel seçimde TİP adayının seçim çalışmalarına katıldım. Seçim sonu seçimi birlikte değerlendirdiğim Kalçık muhtarı rahmetli Nazım abi de “bravo. Hiç korkmadan bu dağlarda dolaşıp düşünceni ifade ettin” diye başlayınca “nasıl korkmam abi. Ödüm patlıyordu valla. Hele dağda geceye kalınca” dediğimde ağız dolusu gülmüş. “Seni yürüdüğün yoldan kimse döndüremez yeğen. Çünkü ancak ölüler korkmaz. Sen korksan da yoluna devam ediyorsan gerisi vız gelir” demişti; öyle de oldu.
Neyse yukarıda yazdığım gibi sendika için iş yeri görüşmeleri sonrası 5 Eylül’de orada tanıdığım dostlarla ‘yine gelmek üzere’ vedalaşıp “ver elini İskenderun” deyip İskenderun yoluna düştüm ve 6 Eylül günü İskenderun'a vardım. Önce iş yerine gidip sendika temsilcisi atadığım arkadaşla görüşüp grev kararını iş yerine astım. O sıra orada işverenler yoktu. İlgili kişiye yasa gereği grev kararı aldığımızı; niyetim işçilerin talepleri doğrultusunda sözleşme imzalamak olduğunu söyledim.
Sonra oralara gittiğimde hep yaptığım gibi o sıralar tanıdığım ve bana çok yakınlık gösteren dostlarımı ziyaret etmek için Hatay'a gittim.
Hatay ve İskenderun'daki çalışmalarım sırasında bana dost aile sıcaklığı gösteren ve hep evlerinde kaldığım dostlarıma ve tabi diğer tanıdıklara uğramadan olmazdı. O düşünceyle gittiğim Hatay’da aynı sıcaklık ve benim duyduğum endişeli havayla karşılaştım. Yani herkes tedirgindi. Zaten o süreçte yer alıp tedirginlik duymamak bence Aziz Nesin’in “Ah biz eşekler” öyküsündeki eşeğe benzemektir.
İşte bu karmaşık duygularla biraz sohbet ettik. Hep evlerinde kaldığım sevgili dostum İlmeddin ve tabi bana abla sıcaklığı sunan eşi Lümeys yine benim onlarda kalacağımı sanıp “iyi ettin geldin. Bu akşam biraz laflarız” deyince kaygılarımı ifade edip “ben bu kez İskenderun’da otelde kalacağım. Siz de şu sıralar kendinize göre tedbir alsanız iyi olur” deyince Lümeys “iyi de burası benim doğup büyüdüğüm yer. Bizim için her yer aynı” gibi tepki verdi. Ben ısrarla “eğer endişelendiğimiz şey olur asker yönetime el korsa. Hiç olmazsa ilk fırtınayı atlatmak için bence önlem alınmalı” dedim. Bu sırada oralarda tanıdığım başka arkadaşlara rastladım; onlara da aynı endişelerimi ifade ettim; hepsiyle vedalaşıp toplu sözleşme görüşmelerini yapmak için tekrar İskenderun'a geçtim.
Önce İskenderun’da “Yelken Otel” isimli güzel bir otele yerleştim; sonra bir arabayla işverenin İskenderun'daki yazıhanesine gittim.
Orada işveren ‘belki kendine öyle önerildi’ beni bir şekilde ikna edip sözleşme imzalayarak grev belasından başında kurtulmak istiyordu.
Her gün onların yazıhanede veya beni ağırlamak için gittiğimiz mekanlarda sıra bir türlü sözleşmeye gelmiyor beni hep bir şekilde ikna etmeye çalışıyorlardı.
Buradan geriye bakınca çok da haksız değillerdi. Çünkü onlar için sendikacı rüşvetle razı edilen insandı. Yaygın sarı sendikacılık uygulamaları böyle düşünce doğurmuştu onlarda. Onun için alttan girip üstten çıkıp beni ikna için çabaladılar. İş yerinin sahiplerinden hacı amca ‘baktı olmuyor’ “tamam yeğen sözleşmeye bir bakalım” dedi.
‘Baktılar’ hiç de öyle fellik fellik onları kaçıracak bir isteğimiz yoktu. Amacımız sendikasız olan bu iş yerinde işçilere bir takım sendikal güvence sağlarken işçiler için makul ücret ücret artışı sağlamaktı.
11 Eylül günü yaptığımız görüşmemizde Hacı amca bunu fark edince ilk defa biraz sözleşme üzerinde tartışıldı; sonra “tamam imzalayalım” dedi. O öyle deyince çok sevindim tabi; ama biz işçi temsilcileri olmadan ‘işçilerin aklında şüphe kalmaması ve alınan hakları bilsin’ diye sözleşme imzalamıyorduk.
Bunu ifade ettim. “İşçiler arkamdan başkan bizi sattı mattı demesinler” deyince hacı amca “o kadarı da fazla artık. Seni kim satın alabilir ki?” deyince “o şüpheyi akıllarına bir getiren olur” dedim.
Güldüler ve ertesi günü fabrikada işçilerin gözü önünde sözleşmeyi imzalayalım dediler.
Ertesi gün için randevulaştık. Yani 12 Eylül günü için.
Ben oradan ertesi günü sözleşme imzalayacak olma sevinciyle çıkıp otele doğru yürüdüm. Yolda Maden-İş sendikasında organizatörü İsmail’le karşılaştım. “Ne oldu başkan?” diye sorunca ben "anlaştık. Yarın iş yerinde iş yeri temsilcileriyle birlikte sözleşmeyi imzalayacağız” dedim. O da çok sevindi. “Çok iyi. Gel bunu bu akşam bizim evde kutlayalım” dedi. Ben yukarıdaki kaygılarımı ona da söylemiştim. O sırada da “valla ben yorgunum. Ayrıca daha önce söylediğim gibi kaygılarım var. Onun için otele gideceğim” dedim.
Onun yanından geldiğim Yelken otelde aşağıda restoran kısmında otururken yanıma Maden-İş bölge temsilcisi geldi. Çünkü o da aynı otelde kalıyordu.
Daha önce konuştuğumuz için onunla İskenderun'a bir iş için gelmiş mühendis sıfatıyla otelde akşamları bazen birlikte yemek yiyip sohbet ediyorduk. Çünkü o da benzeri tedirginlik içindeydi.
İşte o sıra yanıma gelen bölge temsilcisi ‘geçtiğimiz yılda vefatını öğrenip çok üzüldüğüm’ Mehmet “ya ben bugün Tarsus'a gideceğim. Maaşı almadım. Sende varsa ver de; eve bırakayım. Pazartesi maaşı çekince veririm” dedi. Bende üç bin yüz lira civarında para vardı. İhtiyaçlarımı otelden karşıladığım için küsuratı alıp üç bin lirayı Mehmet'e verdim. O fazla kalmadan Tarsus'a gitmek için vedalaştı.
Restoranda yemek yedim. Sözleşme imzalayacağım için keyifliydim. Yemeğin yanında bir duble de rakı söyledim. İçki fazla içemem; onun için o bir duble keyif almam için bana yetmişti.  O keyifle odama çıktım ayaklarımı falan yıkayıp ‘vurup kafayı’ yattım.
Taş gibi uyumuşum.
Otel gündüz hareketli bir sokak içinde… Hiç oralara gittiniz mi bilmem. Tıpkı Necib Mahfuz’un ona nobel kazandıran Midak Sokağı isimli romanında tasvir ettiği Kahire'nin arka sokaklarındaki gibi vağıltı buralarda sabahın erinde başlar. Onun için istemesem bile erken uyanıyordum. O vağıltı beklentisiyle gözümü açtım. Sabah olmuş ortalık süt liman. Çıt çıkmıyor. Saate baktım ‘sekizi geçmiş’; ama çıt çıkmıyor.
O sessizliği fark edince “noluyor ya?” deyip kapısı açık olan balkona çıktım. Balkondan eğilip sokağa bakınca ileride tek tek ellerinde silah bekleyen askerleri görünce tingidek düştüm. Kendi kendime “bir bokluk var” dedim; ama o sıra yapacağım bir şey yok.
Giyinip aşağı lobiye indim. Millet ekranda konuşan Evren'e gözünü dikmiş fısıltıyla kendi aralarında konuşuyorlar. Onların içinde restoranda bir iki kez birlikte yemek yiyip lafladığımız bir tüccar var. Onunla göz göze gelince “hayırdır” dedim. “Valla mühendis bey işler kötü. Zaten olacağı buydu. Millet azdıydı” dedi. Ekran karşısındakiler de benzer ifadeler kullanıyordu.
Benden önce o tüccar “valla ben fırsat bulunca gideceğim. Bu havada alevere zor olur” deyince aklımda şimşek çaktı. Öyle ya ben de orada iş için bulunan mühendistim. Tüccarın aleverin zor olacağını ifade ettiği yerde benim bok işim mi  vardı? Ben de “haklısın. Ben sonra gelmek üzere gitmeyi düşünüyorum; bankalar kapalı. Sokağa çıkma yasağı kalkınca bir tanıdıktan para alıp önce otel hesabını kapatacağım” dedim.
Biz onunla bu sohbeti yaparken yanımızda olan otel sahibi “ayıp ediyorsun mühendis bey. Bir daha gelişinde verirsin” dedi. Dedi; ama bende yol parası bile yok. Tabi ona bunu söylemedim. “Yok tanıdıktan alırım. Olmasa mecbur sonra vereyim diyecektim veya burada bankalar açılıncaya kadar sürtecektim. Duyarlılığınız için teşekkür ederim” falan dedim beklemeye geçtim.
Çünkü adım gibi biliyordum ki otelde arama yapılacak. Çünkü Maden-İş bölge temsilcisi orada kalıyor ve otelde kalan herkes bunu biliyor. Bunu kesin ispiyonlayan çıkar.
Ben bu kaygılarla onlardan hazırlık yapmak için izin isteyip yukarı odaya çıktım. Hazırlığım çantamı alıp yola düşmek.
Neyse; odada çantamı açtım. Riskli olan ne var? diye. Çantanın en altına koyduğum Ürün dergisi  vardı. Onu aldım yatağın altına koydum ve hep olduğu gibi çantayı düzenledim. Çantamda sadece sendikayla ilgili bir defter ve üye fişleri vardı. Onları çanta içinde bıraktım ve mühendis rolünü oynamaya devam edecektim.
Buna karar verdim; çünkü eğer arayan çok art niyetli biri değilse çantayı didik didik edip karar defterini ve fişleri eline alıp incelemezdi. Onların üzerindeki bir hesap makinesi kalem gönye ve metre mühendisin mesleki malzemesi havasındaydı. Tabi yerlerse. Yoksa? "Valla o sıra yoksası ne?" Bunu ben de bilmiyordum.
Onun için ‘başa gelen çekilir’ dedim indim aşağıya. Doğru restorana. Önce kahvaltılık bir şeyler istedim. Kahvaltımı yapıp beklemeye başladım. Beklediğim ilk fırsatta otelden ayrılmak. Otele borcumu da iş yerindeki üye işçilerimizden sağlayacağım.
Siz şimdi “olur mu öyle. Koskoca başkan işçi üyeye el mi açar?” diyeceksiniz. Valla siz o durumda kendi bildiğinizi yapın. Benim tek çarem o. Otel borcunu es geçsem yol parası yok; yani mecburum.
İşte kafamda bu kaygı ve sorularla bekliyorum. İçimdeki korkuyu atmak için bir de bira söyledim. Ufaktan onu içiyorum; gözüm sokakta. Derken bir polis ekibi hızla geldi ‘sanırım’ Mehmet’i arıyorlardı. Otel sahibiyle bir şeyler görüşüp o hızla yukarı çıktılar. Galiba Mehmet’in odayı aramışlardır. O hızla restoranda bizim kimlik kontrolünü yapıp gittiler.
Ben belli etmeden derin bir “oh” çektim. Çünkü ilk vartayı atlatmıştım. Eğer bu şekilde sokağa çıkma yasağı kaldırılıncaya kadar kalabilirsem otel sahibine güvendiği bir taksi çağırtıp iş yerinde toplayacağım paralarla hesabı kapatacaktım. Tabi otel sahibine “işçilerden para toplayacağım” demedim. Dostum olan fabrika sahibinden borç alacağım. Sabah öyle ifade etmiştim.
Epey bir süre sonra bu sefer bahriyeli bir asteğmen yanında erlerle girdi otele. Kimlik kontrolü yapmaya başladılar. Erler kimlik kontrolü yaparken asteğmen yanıma geldi. Eğildi ve “siz sendikacıymışsınız” dedi. Onun bu sözleri kulağımda vağıldadı. Halim’in hesap içimden “bi bok yedin. Çık bakalım işin içinden” benzeri düşünceler geçerken “ama ben bağımsız sendika başkanıyım” dedim. O “yavaş” dedi. Sonra “bana bak kardeşim. Bağımsız bağımlı demeden hepinizin anasını belleyecekler” dedi. O öyle deyince ben şaşkınlıkla “iyi de; o zaman ben ne yapayım?” dedim.
Siz şaşkınlığı görüyorsunuz değil mi? Asteğmen sıkıyönetim görevlisi olarak görev yapıyor; yani bizi yakalamak için görev yapıyor ben ona “iyi de o zaman ben ne yapayım?” diyorum.
İsmini bilmediğim o değerli insan biraz acıyarak ve dostça baktı; eğilip “sen buradan ayrılma. Biraz sonra sokağa çıkma yasağı kaldırılınca ben seni buradan çıkarırım” dedi ve sanki kırk yıllık tanışmış gibi elimi sıkıp gitti.
Bu sırada bütün gözler “acaba noluyor orada?” merakıyla benim üzerimdeydi. Sıkıyönetim görevlisi bir subayla çok tanışık görünümlü sohbet ettiğimi gördüler ve bana bakışları meraktan saygıya dönüştü. O sıra başları derde girerse kesin beni yardım isteyecekleri biri olarak gördüklerine emindim.
Neyse ben içimde aynı kaygılar bekleme modundayken sokaktaki hoparlörden şu saate kadar sokağa çıkma yasağı kaldırılmış sesi yankılandı.
O sesi duyan herkes bir şeyler yapmanın hazırlığına girişmişti ki; tam o sıra o sevgili asteğmen askeri ciple gelip içeri girdi.
Ben onu görünce hemen davrandım önce onunla tokalaşırken kafamdaki plan üzerine orada bulunan otel sahibinden otel hesabını istedim; sonra “siz bana bir taksi bulun; ben tanıdığa gidip sizin parayı o taksiyle göndereyim” dedim.
Bu sırada asteğmenin içinden ‘bu ne yapıyor ya? Bir an önce gitse’ diye geçirdiğine eminim.
Neyse otelci kapının önlerinde bekleyen birini çağırdı ona bir şeyler söyledi ve “Beyefendiyi götüreceksin” dedi. Sonra bana döndü “arkadaş tanıdık. Parayı onunla gönderebilirsiniz” dedi.
Bu sırada yanımızda olan asteğmenin gözü bir onda bir bendeyken otelciyle vedalaşıp asteğmenle otelden çıktım. Orada bana gülümseyerek “hadi kolay gelsin” dedi iki dost olarak öpüşüp vedalaştık.
Arabaya bindim. Şoför dikiz aynasından saygıyla bakıyor. “Boru mu bu?” Sıkıyönetimde görevli bir subayın dostu-tanıdığıyım.
Neyse ben o rahatlıkla fabrikaya vardım.
Fabrikanın açık olduğunu biliyorum. Ekranda Evren sürekli sıkıyönetim bildirilerini okurken “jandarma bölgesinde halk için aynı uygulama olmayacağını; o bölgede iş yerlerinin çalışabileceğini” söylüyordu ve benim gittiğim fabrikaya köy içinden geçilip gidiyordu; yani fabrika jandarma bölgesindeydi.
Neyse fabrikaya vardık. İçimde hacı dayının beni ihbar edebileceği endişesi belirdi; ama başka çare de yok.
Taksiciye “sen burada bekle” deyip fabrikanın idare binasına yöneldim. Kapıda hacı amca ve yine hacı olan kardeşi vardı. Çok sıcak karşıladılar ve “geçmiş olsun” dediler. Onlara durumumu kısaca anlatıp izin verirlerse işçilerden yol parası isteyeceğimi söyledim.
Hacı amca “şimdi hiç olmadı yeğen. Biz burda neciyiz?” dedi. Ben ona teşekkür edip işçilerle görüşme talebimi yineledim. Onlar ‘buyur o zaman’ dedikleri sırada iş yeri sendika temsilcisi Ali fabrika girişinde belirdi. Onun yanına gittim. Hızla durumu anlatıp niye geldiğimi söyledim. O “tamam başkan sana yetecek parayı aramızda toplarız” dedi. Birlikte bizi bantların yanında ve merakla bekleşen işçilerin yanına gittik.
Orada onlara “dün işveren sözleşme imzalamaya razı olmuştu. Bugün burada imzalayacaktık; ama olanları biliyorsunuz. Ben burada sendikacı başkanı olarak bulunmuyorum” deyip para konusunu açtım. Hemen toplandılar; ben ileride beklerken aralarında topladıkları bir demet parayı temsilciye verdi. O yanıma gelince gördüm. En üstte birkaç yüzlük ellilik vardı. Geri kalanı yirmi lira, on lira, beş lira olarak dürüşük bürüşük paralardı.
Para demetini öyle görünce içim sızladı. Bir çoğu ceplerindeki son parayı vermişti; ama o sıra duygusal takılmanın alemi yoktu. Önce para demetinin iri paralarından 830 lira otel borcunu ayırıp çıktım ve ileride bekleyen şoföre el ettim. Yanıma gelince otel sahibi için “beyefendiye selamlarımı söyleyin. Gösterdiği güven için çok teşekkür ederim” deyip taksiyi savdım. Geri dönüp işçilere birliklerini korumalarını patronlarının iyi niyetli olduğunu söyledim ve patronlarına dün kabul ettiklerini vermesini isteyeceğimi ifade ettim. “Yeter ki siz işçi namusuna uygun çalışın” diye ilave edip onlarla vedalaştım yanımda temsilci Ali idare binasına yürüdük. 
O yılları ve o yıllardaki tuğla fabrikalarını bilenler bilir o fabrikalarda çalışma yeri, idare binası yemekhane hep iç içedir.
Onun için fabrikanın kapısından çıkınca idare binasına geçiş çok kısa sürüyordu. O kısa sürede sendika temsilcisi Ali’ye “taksiyi gönderdik. Benzin istasyonuna ben nasıl gideceğim?” dedim.
“Benzin istasyonu” dediğim Hatay’dan gelen arabaların genellikle İskenderun'a girişte durduğu yer. O yolu çok gidip geldiğim için Hatay’dan çıkan uzun yol otobüslerinin orada durduğunu biliyorum. Aliye oraya nasıl gideceğimi sorunca “başkan benim mobilletle seni bırakırım oraya” dedi.
O iş de hallolunca ben vedalaşmak için hacı amca ve kardeşinin yanına yöneldim. Gösterdikleri anlayış için teşekkür ettim ve “sizden son bir ricam temsilciye izin verin beni yola bıraksın” deyince hacı amca “dur hele. Ateş almaya gelir gibi. Önce bir soluklan çayımızı iç” dedi.
Ben duracak zaman olmadığını söyleyince “haklısın. Zor bir yolculuğa çıkıyorsun. Ne olur olmaz. Sen al yine şunu” diye içinde para olan bir zarf uzattı.
“Hacı amca çok sağ ol. Senin işçiler benim yolluğumu verdi. Ben onların verdiği parayla giderim” deyince hiç aklımdan çıkmayan görüntüyle “ula yeğen beni ağladacaksın. Ne biçim insansın sen?” dedi sonra kardeşini işaret etti. “Biz namazımızda niyazımızda insanız. İkimiz de hacıya gittik. Defalarca umreye gittik. İnancımıza göre biz kendimizi cennetlik olarak görürüz. Bak yeğen yarın ahirette eğer yüce Rabbim bizi cennetine layık görürse. Biz ikimiz de seni işaret edeceğiz ve ‘yüce Rabbim bu kulun bizden daha fazla cenneti hak ediyor. Biz bunu şahidiz’ diyeceğiz.” dedi. O sırada hepimiz çok duygusal olmuştuk. Hacı amca özellikle ağlamaklı olmuştu. Bana “de git işine yeğen. Dikkat et. Yolun zor. Allah selamet versin” dedi.
Hepimiz o duygu yoğunluğundayken dışarıda bekleyen temsilciye “başkanı al sağ salim götüreceği yere bırak” dedi.
Onlarla hızla vedalaşıp sendika temsilcimiz Ali'nin peşinde mobilete gittim. O mobileti çalıştırdı; ben arkasına bindim. Hacı amcalara el salladım ve temsilcimizle birlikte yol üzerinde olan onun köyüne evine gittik.
Ben hemen orada çantamdaki bütün sendikacı evrakını ona “şunları yak” diye verdim ve beni benzinliğe götürmesini istedim. Bu sırada anası, hanımı hemen bir şeyler hazırlamıştı. Onları önüme koydular. Ali bana “başkan yollar tehlikelidir. Bizim buradan akraba balıkçılar var. Onlar seni denizden Suriye’ye geçirsin. Oradan Beyrut'a oradan da bir yerlere gidersin. Param yetmez diye düşünme” dedi.
Onun bu teklifi önce cazip geldi. Öyle ya bilmediğim bir yola çıkacaktım. Onun için önerdiği yol daha güvenli geldi. Sonra ailemi anamı, babamı kardeşlerimi bırakıp kaçmak hoşuma gitmedi. “Çok sağ ol. Ben bir an önce yoluma gideyim. Eğer Adanayı sağ salim geçersem sonrası için önlem alırım” dedim.
Kalktık. Onun ailesine çok teşekkür edip vedalaştım. Ali beni mobilette benzinliğe götürdü. Az sonra Has turizmin arabasının benzinliğe girdiğini gördüm. Antalya arabası. İçim rahatladı beni yolcu etmeye gelen Ali muavine ‘yer var mı?’ diye sordu. Sonra beni gösterip “mühendis bey Antalya’ya gidecek” dedi.
Yer varmış. Orada Aliyle de vedalaşıp bindim arabaya.
“Mühendis bey” olarak oturduğum koltukta az sonra yürüyen arabanın içinde; motorun iniltisi kulaklarımda uğurlarken aklımda bin türlü kaygı ve soru kafamı koltuğa yaslayıp kapadım gözlerimi.
Sonradan öğrendiğim Adana ve İstanbul Sıkı Yönetim komutanlıkların o sıra benimle ilgili çıkardıkları yakalama kararı adresim tespit edilemediği için; ancak iki yıl sonra askerde tutuklanmam gerçekleşti. O zaman kadar işler tavsadığı için çok büyük zorluk yaşamadan geçirdim o tutukluluk süresini. Yani aldığım tedbirler ve adressizliğim böylece çok işime yaramıştı.
 Yani benim 12 Eylül'üm böyle geçti. Bazılarının ‘korkaklık’ diyeceği önlemlerle geçen süren yolculuğum bana şans getirmişti.
Doğru dürüst adresimin olmaması işime yaramıştı. 
Yani sizin anlayacağınız 12 Eylül’ün en fırtınalı günlerini kazasız belasız atlatmıştım. İki yıl sonraki tutuklanmamda da öyle çok sorun yaşamadım.





2 yorum:

  1. Hacı amca sözleşmeyi imzaladı mı? :(

    YanıtlaSil
  2. Merhaba canım kızım. Sabırla okuduğun ve yaptığın yorum için çok teşekkür ederim. Sendika kapatıldığı için hancı amcayla sözleşme imzalayamadık; ama bana bir gün önce anlaştığımız konuları aynen uygulayacağına söz verdi.

    YanıtlaSil