BENİM
12 EYLÜL'ÜM
1980 öncesinde
yaşadıklarımla Türkiye'nin siyasal, sosyal ve kültürel dokusunu bütün
farklılıklarıyla yakından tanıma olanağı buldum.
Bunlar benim
bütün ömrümün en büyük kazancıdır. “kazanç” derken kastım haliyle ‘mal mülk’
değil’ “iç zenginliğim, gönül zenginliğimdir.”
Bence böyle bir
kazancın insana sağladığı en olumlu sonuç ‘öncelikle’ kendi içinde barışmasını
ve iç huzurunu sağlar. Bana göre kendi içiyle barışık insanın keyfini hiçbir
şey kaçıramaz.
İnsanlar
kalabalıklar içinde yapayalnız savrulurken iç huzuru olan insan gönlündeki
insan kalabalıklarının keyfi içinde hiç yalnız kalmaz. Gece gündüz her koşulda
‘hiç; ama hiç’ yalnız kalmaz.
Bu yazdıklarım
geçmişte yaşadıklarımı hikaye ederken girişimden. Buraya taşıma nedenim de
geçmişi hikaye ederken yazdığım bir bölümden ‘başlığa yazdığım gibi’ benim
yaşadığım 12 Eylül sürecini paylaşmak.
Benim
yaşadıklarımı hikaye etme amacım yaşarken fark ettiklerimin geçmişe bir anı
demeti olarak kalması; ama bu puslar içinde bir anı demeti olmamalı.
Aradan 37 yıl
geçmiş. O sıra yaşadıklarımın belleklerdeki izi geçmemiş. Burada yazacağım
yaşadıklarımı paylaştığım dostlarımın çoğu yaşıyor ve bazı şeyler vardır ‘hiç
canlı tanığı kalmayınca’ pehlivan tefrikasına dönebilir.
Bu kaygılarla o
sıra yaşadıklarım bu anlamda önemli olduğu için içinden ayırıp hikaye ettim ve
Aydınlı dayının dediği gibi“hana ehtiyaçtan değil canım.” Öylesine laf ora beri
gele diye paylaştım.
Neyse Türkiye 12
Eylül faşist darbesine giderken ben de herkes gibi kendi işimde gidiyordum.
İşim örgütlenme görevini üstlendiğim sendikayı ilgili işyerlerinde örgütleyip
sendikaya kazandırmak.
1970 lerde
başlayan ve 12 Eylül 1980 e kadar süren ‘Abbas yolcu örneği’ yolculuğumda 1976 dan sonra görev aldığım
sendika örgütlenmesinde ‘deyim yerindeyse’ Türkiyeyi hallaç pamuğu gibi attım.
Burada açıklayayım kimse bana zorla görev vermedi. Çalıştığım iş yerinde sendika
çalışmalarına katıldığım için işten atılınca gidip geldiğim Disk bölge
temsilcisi bir gün “sen bu sendikayı örgütlemek istiyormusun?” deyince ben
gönüllü “evet” dedim ve benim sendikacılığım böyle başladı ve ben aldım çantayı
elime düştüm yollara. O sıralarda bütün yaşadıklarımı roman kurgusuyla
yazıyorum.
Neyse diyeceğim
o değil.
İlk çantayı elime
alıp çıktığımda dediğim gibi gibi; aynı amaçla 25 Ağustos 1980 de elimde çantam
‘ver elini Anadolu deyip’ Ankara’ya doğru yola çıktım.
Amacın orada
iş kolumuza giren iş yerlerinde çalışan işçilerle toplantılar yapıp onları
sendikamıza kazandırmak. Daha önce defalarca gittiğim için işçilerle oldukça
iyi ilişkiler kurmuştum.
Neyse Ankara’da
yaklaşık beş altı gün kaldım 29 Ağustos günü Erzincan'a yollandım.
Erzincan'a
normal Yozgat üzerinden gidilir ‘sanırım 6-7 saat.’ Ancak o sıra Yozgat
civarında yolda ülkücülerin mola yerlerinde yolcuları arayıp solcu olanları
dövdüğü falan sıkça gazete haberi oluyordu. Benim kimliği deşifre etmek için
‘Arif’ olmaya gerek yoktu ve göz göre göre tufaya gelmem aptallıktı. Bu
tedirginlikle ben yolu uzattım Tunceli üzerinden giden Erzincan arabasından
bilet aldım ve 30 Ağustos sabahı Tunceli’ye vardım. Oradan da Erzincan'a
geçtim.
Düşüncem oradan
Erzincan'a gidip oradan gelen iş yeri örgütlenme talebini değerlendirip; oradan
İskenderun'a geçmek.
Çünkü
İskenderun’da yetki aldığımız fabrikanın sahibi görüşmeye gelmektense işçileri
sendikadan caydırma yolunu seçmişti.
Böyle durumlarda
yapacak iki şey kalıyor. Ya pılıyı pırtıyı toplayıp’ o iş yerinden çekileceksin;
ya da grev kararı alacaksın.
Ben başında bu
sendikayı grev ve direnişlerden kaçınarak örgütleme amacındaydım. Çünkü
grev-direnişte en çok yıpranan işçiler olur. Sendikalar gücü oranında yardım
yapsa da yine en çok zahmeti işçi çeker.
Bizim sendika
neredeyse meteliksiz çıktı bu yola.
İlk sözleşmeyi
benim çalıştığım yerde yapmıştı ve sendikanın tek aidat geliri oradan gelen
aidatlardı. Yani sendikanın kasasındaki para ancak iş yeri örgütlemeleri
sırasında harcamalara yetiyordu. Öyle grev ve direnişte sosyal yardım olarak
verilecek metelik yoktu.
Kısacası bizim
hiç grev ve direnişe bulaşmadan sözleşmeler imzalamak şarttı. Ancak ayağımız
yere basarsa o zaman grev falan düşünebilirdik; ama çok şükür biz hiç grevsiz
direnişsiz sözleşme imzalayamadık.
Yani böyle bir
süreç içinde İskenderun’da muhatabımız olan işveren uzlaşmaya yanaşmadığı için
mecbur grev kararı almıştık; bu gidişimle sorunu çözmeye; yani grevsiz sözleşme
imzalamaya çalışacaktım. Son çare tabi ki ‘davullu zurnalı’ grevdi.
İşte içimde bu
kaygılarla çıktığım yolculukta Ankara’dan sonra Erzincan'a geçtim; ama içimde
hep bir korku. Yine 12 Martta olduğu gibi bir askeri darbeye toslama korkusu;
çünkü darbeyi yapan çetenin lideri Kenan Evren Genelkurmay başkanı sıfatıyla
gittiği İngiltere’den kükremeye başlamıştı ve biliyordum ki; bizim gibi
demokratik olgunluğa erişmemiş ülkelerde sürekli asker konuşuyor; siyaset
susuyorsa durum sakattır. Yani ben öyle düşünüp bu yolculukta öyle bir
fırtınaya yakalanmamak için kendim için elimden gelen önlemi aldım; çünkü 20
Eylül'e kadar geçecek süre bence çok tehlikeliydi.
20 Eylül’ün önemi
de o gün Petkim ve Aliaağa rafinelerinde grev kararı alınmasından DİSK ve
Türk-İşe bağlı birçok sendika da dayanışma için genel grev çağrısı yapmasından
geliyordu ve sırada sıkıyönetim komutanlıkları açıklama üstüne açıklamayla
böyle şeye izin verilmeyeceğini söylüyordu.
Yani cadı kazanı
tam kaynıyordu.
Onun için
tedirgindim. İlk sendika örgütlemesine çıktığımdan bu yana yolculuğumda daha
önceki o süreçte tanıdıklarımın sağladığı olanakla onlarla kalıyordum; ama
1980’de otellerde kalma kararı almıştım ve otellerde kaydımı mühendis olarak
yazdırıyordum.
O yıllar mühendislik saygın meslek
sıralamasında ilk sırada ve mühendisler toplumun her kesiminde itibar görüyordu. Ben de
‘ne de olsa epey mühendislik eğitimi aldığımdan sanırım' kendi kurguladığım
senaryoya göre çantamda mutlaka bir inşaat projesi bulunduruyordum. En üstte
gömlek, çorap pantolon, altında inşaat projeleri hesap makinesi vb. benzer
araç, en altta da sendika ile ilgili evrakı olarak yerleştiriyordum.
Neyse Erzincan'a
karışık duygu ve endişelerle vardım. Orada önce garaja yakın bir yerde otelde kaydımı
yaptırdım; sonra bizi oraya çağıranlarla buluştum. Her yerde olduğu gibi çok
dostça karşılandım. Beni önce kalmamı düşündükleri eve götürüp rahatımı
sağlamak istediler. Ben yukarıda yazdığım kaygılarımı onlara da ifade edip “bu
sıralar ters bir rüzgar esip her şey alabora olabilir. 12 Mart’ta önceden
adresi bilinen yerlerde ilk aramalar yapılmıştı. Şimdi böyle bir şey olabilir.
O zaman fırtınanın etkisi geçinceye kadar bence adres değişikliği yapmam
gerekir” diye ifade ettim; onlara da bunu önerdim. Onlardan bana hak veren veya
içinden “bu amma da korkak, korkmuş” diyenler vardı muhakkak; ama ben “korkak”
denmesinden rahatsız olmam ki. Üstüne aldığı iş neyse "korktu o işten
vazgeçti-kaçtı” denmesinden korkarım.
Hani derler ya
“korkunu yenmek için korkunun üstüne gideceksin” diye. Ben öyle yaptım.
1969 da Varto’da
tek başıma içme suyu etüdü için atla dağ köylerini dolaşırken o sırada
yapılacak genel seçimde TİP adayının seçim çalışmalarına katıldım. Seçim sonu
seçimi birlikte değerlendirdiğim Kalçık muhtarı rahmetli Nazım abi de “bravo.
Hiç korkmadan bu dağlarda dolaşıp düşünceni ifade ettin” diye başlayınca “nasıl
korkmam abi. Ödüm patlıyordu valla. Hele dağda geceye kalınca” dediğimde ağız
dolusu gülmüş. “Seni yürüdüğün yoldan kimse döndüremez yeğen. Çünkü ancak
ölüler korkmaz. Sen korksan da yoluna devam ediyorsan gerisi vız gelir”
demişti; öyle de oldu.
Neyse yukarıda
yazdığım gibi sendika için iş yeri görüşmeleri sonrası 5 Eylül’de orada
tanıdığım dostlarla ‘yine gelmek üzere’ vedalaşıp “ver elini İskenderun” deyip
İskenderun yoluna düştüm ve 6 Eylül günü İskenderun'a vardım. Önce iş yerine
gidip sendika temsilcisi atadığım arkadaşla görüşüp grev kararını iş yerine
astım. O sıra orada işverenler yoktu. İlgili kişiye yasa gereği grev kararı
aldığımızı; niyetim işçilerin talepleri doğrultusunda sözleşme imzalamak olduğunu
söyledim.
Sonra oralara
gittiğimde hep yaptığım gibi o sıralar tanıdığım ve bana çok yakınlık gösteren
dostlarımı ziyaret etmek için Hatay'a gittim.
Hatay ve İskenderun'daki
çalışmalarım sırasında bana dost aile sıcaklığı gösteren ve hep evlerinde
kaldığım dostlarıma ve tabi diğer tanıdıklara uğramadan olmazdı. O düşünceyle
gittiğim Hatay’da aynı sıcaklık ve benim duyduğum endişeli havayla karşılaştım.
Yani herkes tedirgindi. Zaten o süreçte yer alıp tedirginlik duymamak bence
Aziz Nesin’in “Ah biz eşekler” öyküsündeki eşeğe benzemektir.
İşte bu karmaşık
duygularla biraz sohbet ettik. Hep evlerinde kaldığım sevgili dostum İlmeddin
ve tabi bana abla sıcaklığı sunan eşi Lümeys yine benim onlarda kalacağımı
sanıp “iyi ettin geldin. Bu akşam biraz laflarız” deyince kaygılarımı ifade
edip “ben bu kez İskenderun’da otelde kalacağım. Siz de şu sıralar kendinize
göre tedbir alsanız iyi olur” deyince Lümeys “iyi de burası benim doğup büyüdüğüm yer.
Bizim için her yer aynı” gibi tepki verdi. Ben ısrarla “eğer endişelendiğimiz
şey olur asker yönetime el korsa. Hiç olmazsa ilk fırtınayı atlatmak için bence
önlem alınmalı” dedim. Bu sırada oralarda tanıdığım başka arkadaşlara
rastladım; onlara da aynı endişelerimi ifade ettim; hepsiyle vedalaşıp toplu
sözleşme görüşmelerini yapmak için tekrar İskenderun'a geçtim.
Önce
İskenderun’da “Yelken Otel” isimli güzel bir otele yerleştim; sonra bir
arabayla işverenin İskenderun'daki yazıhanesine gittim.
Orada işveren
‘belki kendine öyle önerildi’ beni bir şekilde ikna edip sözleşme imzalayarak
grev belasından başında kurtulmak istiyordu.
Her gün onların
yazıhanede veya beni ağırlamak için gittiğimiz mekanlarda sıra bir türlü
sözleşmeye gelmiyor beni hep bir şekilde ikna etmeye çalışıyorlardı.
Buradan geriye
bakınca çok da haksız değillerdi. Çünkü onlar için sendikacı rüşvetle razı
edilen insandı. Yaygın sarı sendikacılık uygulamaları böyle düşünce doğurmuştu
onlarda. Onun için alttan girip üstten çıkıp beni ikna için çabaladılar.
İş yerinin sahiplerinden hacı amca ‘baktı olmuyor’ “tamam yeğen sözleşmeye bir
bakalım” dedi.
‘Baktılar’ hiç
de öyle fellik fellik onları kaçıracak bir isteğimiz yoktu. Amacımız sendikasız
olan bu iş yerinde işçilere bir takım sendikal güvence sağlarken işçiler için
makul ücret ücret artışı sağlamaktı.
11 Eylül günü
yaptığımız görüşmemizde Hacı amca bunu fark edince ilk defa biraz sözleşme
üzerinde tartışıldı; sonra “tamam imzalayalım” dedi. O öyle deyince çok sevindim
tabi; ama biz işçi temsilcileri olmadan ‘işçilerin aklında şüphe kalmaması ve
alınan hakları bilsin’ diye sözleşme imzalamıyorduk.
Bunu ifade
ettim. “İşçiler arkamdan başkan bizi sattı mattı demesinler” deyince hacı amca
“o kadarı da fazla artık. Seni kim satın alabilir ki?” deyince “o şüpheyi
akıllarına bir getiren olur” dedim.
Güldüler ve
ertesi günü fabrikada işçilerin gözü önünde sözleşmeyi imzalayalım dediler.
Ertesi gün için
randevulaştık. Yani 12 Eylül günü için.
Ben oradan
ertesi günü sözleşme imzalayacak olma sevinciyle çıkıp otele doğru yürüdüm.
Yolda Maden-İş sendikasında organizatörü İsmail’le karşılaştım. “Ne oldu
başkan?” diye sorunca ben "anlaştık. Yarın iş yerinde iş yeri temsilcileriyle
birlikte sözleşmeyi imzalayacağız” dedim. O da çok sevindi. “Çok iyi. Gel bunu
bu akşam bizim evde kutlayalım” dedi. Ben yukarıdaki kaygılarımı ona da
söylemiştim. O sırada da “valla ben yorgunum. Ayrıca daha önce söylediğim gibi
kaygılarım var. Onun için otele gideceğim” dedim.
Onun yanından
geldiğim Yelken otelde aşağıda restoran kısmında otururken yanıma Maden-İş
bölge temsilcisi geldi. Çünkü o da aynı otelde kalıyordu.
Daha önce
konuştuğumuz için onunla İskenderun'a bir iş için gelmiş mühendis sıfatıyla
otelde akşamları bazen birlikte yemek yiyip sohbet ediyorduk. Çünkü o da
benzeri tedirginlik içindeydi.
İşte o sıra
yanıma gelen bölge temsilcisi ‘geçtiğimiz yılda vefatını öğrenip çok üzüldüğüm’
Mehmet “ya ben bugün Tarsus'a gideceğim. Maaşı almadım. Sende varsa ver de; eve
bırakayım. Pazartesi maaşı çekince veririm” dedi. Bende üç bin yüz lira
civarında para vardı. İhtiyaçlarımı otelden karşıladığım için küsuratı alıp üç
bin lirayı Mehmet'e verdim. O fazla kalmadan Tarsus'a gitmek için vedalaştı.
Restoranda yemek
yedim. Sözleşme imzalayacağım için keyifliydim. Yemeğin yanında bir duble de
rakı söyledim. İçki fazla içemem; onun için o bir duble keyif almam için bana
yetmişti. O keyifle odama çıktım
ayaklarımı falan yıkayıp ‘vurup kafayı’ yattım.
Taş gibi
uyumuşum.
Otel gündüz
hareketli bir sokak içinde… Hiç oralara gittiniz mi bilmem. Tıpkı Necib
Mahfuz’un ona nobel kazandıran Midak Sokağı isimli romanında tasvir ettiği
Kahire'nin arka sokaklarındaki gibi vağıltı buralarda sabahın erinde başlar.
Onun için istemesem bile erken uyanıyordum. O vağıltı beklentisiyle gözümü
açtım. Sabah olmuş ortalık süt liman. Çıt çıkmıyor. Saate baktım ‘sekizi
geçmiş’; ama çıt çıkmıyor.
O sessizliği
fark edince “noluyor ya?” deyip kapısı açık olan balkona çıktım. Balkondan
eğilip sokağa bakınca ileride tek tek ellerinde silah bekleyen askerleri görünce
tingidek düştüm. Kendi kendime “bir bokluk var” dedim; ama o sıra yapacağım bir
şey yok.
Giyinip aşağı
lobiye indim. Millet ekranda konuşan Evren'e gözünü dikmiş fısıltıyla kendi
aralarında konuşuyorlar. Onların içinde restoranda bir iki kez birlikte yemek
yiyip lafladığımız bir tüccar var. Onunla göz göze gelince “hayırdır” dedim.
“Valla mühendis bey işler kötü. Zaten olacağı buydu. Millet azdıydı” dedi.
Ekran karşısındakiler de benzer ifadeler kullanıyordu.
Benden önce o
tüccar “valla ben fırsat bulunca gideceğim. Bu havada alevere zor olur” deyince
aklımda şimşek çaktı. Öyle ya ben de orada iş için bulunan mühendistim.
Tüccarın aleverin zor olacağını ifade ettiği yerde benim bok işim mi vardı? Ben de “haklısın. Ben sonra gelmek
üzere gitmeyi düşünüyorum; bankalar kapalı. Sokağa çıkma yasağı kalkınca bir
tanıdıktan para alıp önce otel hesabını kapatacağım” dedim.
Biz onunla bu
sohbeti yaparken yanımızda olan otel sahibi “ayıp ediyorsun mühendis bey. Bir
daha gelişinde verirsin” dedi. Dedi; ama bende yol parası bile yok. Tabi ona
bunu söylemedim. “Yok tanıdıktan alırım. Olmasa mecbur sonra vereyim diyecektim
veya burada bankalar açılıncaya kadar sürtecektim. Duyarlılığınız için teşekkür
ederim” falan dedim beklemeye geçtim.
Çünkü adım gibi
biliyordum ki otelde arama yapılacak. Çünkü Maden-İş bölge temsilcisi orada
kalıyor ve otelde kalan herkes bunu biliyor. Bunu kesin ispiyonlayan çıkar.
Ben bu
kaygılarla onlardan hazırlık yapmak için izin isteyip yukarı odaya çıktım.
Hazırlığım çantamı alıp yola düşmek.
Neyse; odada
çantamı açtım. Riskli olan ne var? diye. Çantanın en altına koyduğum Ürün
dergisi vardı. Onu aldım yatağın altına
koydum ve hep olduğu gibi çantayı düzenledim. Çantamda sadece sendikayla ilgili
bir defter ve üye fişleri vardı. Onları çanta içinde bıraktım ve mühendis
rolünü oynamaya devam edecektim.
Buna karar
verdim; çünkü eğer arayan çok art niyetli biri değilse çantayı didik didik edip
karar defterini ve fişleri eline alıp incelemezdi. Onların üzerindeki bir hesap
makinesi kalem gönye ve metre mühendisin mesleki malzemesi
havasındaydı. Tabi yerlerse. Yoksa? "Valla o sıra yoksası ne?" Bunu ben de
bilmiyordum.
Onun için ‘başa
gelen çekilir’ dedim indim aşağıya. Doğru restorana. Önce kahvaltılık bir
şeyler istedim. Kahvaltımı yapıp beklemeye başladım. Beklediğim ilk fırsatta
otelden ayrılmak. Otele borcumu da iş yerindeki üye işçilerimizden sağlayacağım.
Siz şimdi “olur
mu öyle. Koskoca başkan işçi üyeye el mi açar?” diyeceksiniz. Valla siz o
durumda kendi bildiğinizi yapın. Benim tek çarem o. Otel borcunu es geçsem yol
parası yok; yani mecburum.
İşte kafamda bu
kaygı ve sorularla bekliyorum. İçimdeki korkuyu atmak için bir de bira
söyledim. Ufaktan onu içiyorum; gözüm sokakta. Derken bir polis ekibi hızla
geldi ‘sanırım’ Mehmet’i arıyorlardı. Otel sahibiyle bir şeyler görüşüp o hızla
yukarı çıktılar. Galiba Mehmet’in odayı aramışlardır. O hızla restoranda bizim
kimlik kontrolünü yapıp gittiler.
Ben belli
etmeden derin bir “oh” çektim. Çünkü ilk vartayı atlatmıştım. Eğer bu şekilde
sokağa çıkma yasağı kaldırılıncaya kadar kalabilirsem otel sahibine güvendiği
bir taksi çağırtıp iş yerinde toplayacağım paralarla hesabı kapatacaktım. Tabi
otel sahibine “işçilerden para toplayacağım” demedim. Dostum olan fabrika
sahibinden borç alacağım. Sabah öyle ifade etmiştim.
Epey bir süre
sonra bu sefer bahriyeli bir asteğmen yanında erlerle girdi otele. Kimlik
kontrolü yapmaya başladılar. Erler kimlik kontrolü yaparken asteğmen yanıma
geldi. Eğildi ve “siz sendikacıymışsınız” dedi. Onun bu sözleri kulağımda vağıldadı.
Halim’in hesap içimden “bi bok yedin. Çık bakalım işin içinden” benzeri düşünceler
geçerken “ama ben bağımsız sendika başkanıyım” dedim. O “yavaş” dedi. Sonra
“bana bak kardeşim. Bağımsız bağımlı demeden hepinizin anasını belleyecekler”
dedi. O öyle deyince ben şaşkınlıkla “iyi de; o zaman ben ne yapayım?” dedim.
Siz şaşkınlığı
görüyorsunuz değil mi? Asteğmen sıkıyönetim görevlisi olarak görev yapıyor;
yani bizi yakalamak için görev yapıyor ben ona “iyi de o zaman ben ne yapayım?”
diyorum.
İsmini bilmediğim
o değerli insan biraz acıyarak ve dostça baktı; eğilip “sen buradan ayrılma.
Biraz sonra sokağa çıkma yasağı kaldırılınca ben seni buradan çıkarırım” dedi
ve sanki kırk yıllık tanışmış gibi elimi sıkıp gitti.
Bu sırada bütün
gözler “acaba noluyor orada?” merakıyla benim üzerimdeydi. Sıkıyönetim
görevlisi bir subayla çok tanışık görünümlü sohbet ettiğimi gördüler ve bana
bakışları meraktan saygıya dönüştü. O sıra başları derde girerse kesin beni
yardım isteyecekleri biri olarak gördüklerine emindim.
Neyse ben içimde
aynı kaygılar bekleme modundayken sokaktaki hoparlörden şu saate kadar sokağa
çıkma yasağı kaldırılmış sesi yankılandı.
O sesi duyan
herkes bir şeyler yapmanın hazırlığına girişmişti ki; tam o sıra o sevgili
asteğmen askeri ciple gelip içeri girdi.
Ben onu görünce
hemen davrandım önce onunla tokalaşırken kafamdaki plan üzerine orada bulunan
otel sahibinden otel hesabını istedim; sonra “siz bana bir taksi bulun; ben
tanıdığa gidip sizin parayı o taksiyle göndereyim” dedim.
Bu sırada
asteğmenin içinden ‘bu ne yapıyor ya? Bir an önce gitse’ diye geçirdiğine
eminim.
Neyse otelci
kapının önlerinde bekleyen birini çağırdı ona bir şeyler söyledi ve “Beyefendiyi
götüreceksin” dedi. Sonra bana döndü “arkadaş tanıdık. Parayı onunla
gönderebilirsiniz” dedi.
Bu sırada
yanımızda olan asteğmenin gözü bir onda bir bendeyken otelciyle vedalaşıp asteğmenle
otelden çıktım. Orada bana gülümseyerek “hadi kolay gelsin” dedi iki dost
olarak öpüşüp vedalaştık.
Arabaya bindim.
Şoför dikiz aynasından saygıyla bakıyor. “Boru mu bu?” Sıkıyönetimde görevli
bir subayın dostu-tanıdığıyım.
Neyse ben o
rahatlıkla fabrikaya vardım.
Fabrikanın açık
olduğunu biliyorum. Ekranda Evren sürekli sıkıyönetim bildirilerini okurken
“jandarma bölgesinde halk için aynı uygulama olmayacağını; o bölgede
iş yerlerinin çalışabileceğini” söylüyordu ve benim gittiğim fabrikaya köy
içinden geçilip gidiyordu; yani fabrika jandarma bölgesindeydi.
Neyse fabrikaya
vardık. İçimde hacı dayının beni ihbar edebileceği endişesi belirdi; ama başka
çare de yok.
Taksiciye “sen
burada bekle” deyip fabrikanın idare binasına yöneldim. Kapıda hacı amca ve
yine hacı olan kardeşi vardı. Çok sıcak karşıladılar ve “geçmiş olsun” dediler.
Onlara durumumu kısaca anlatıp izin verirlerse işçilerden yol parası
isteyeceğimi söyledim.
Hacı amca “şimdi
hiç olmadı yeğen. Biz burda neciyiz?” dedi. Ben ona teşekkür edip işçilerle
görüşme talebimi yineledim. Onlar ‘buyur o zaman’ dedikleri sırada iş yeri
sendika temsilcisi Ali fabrika girişinde belirdi. Onun yanına gittim. Hızla durumu
anlatıp niye geldiğimi söyledim. O “tamam başkan sana yetecek parayı aramızda
toplarız” dedi. Birlikte bizi bantların yanında ve merakla bekleşen işçilerin
yanına gittik.
Orada onlara
“dün işveren sözleşme imzalamaya razı olmuştu. Bugün burada imzalayacaktık; ama
olanları biliyorsunuz. Ben burada sendikacı başkanı olarak bulunmuyorum” deyip
para konusunu açtım. Hemen toplandılar; ben ileride beklerken aralarında topladıkları
bir demet parayı temsilciye verdi. O yanıma gelince gördüm. En üstte birkaç
yüzlük ellilik vardı. Geri kalanı yirmi lira, on lira, beş lira olarak dürüşük
bürüşük paralardı.
Para demetini
öyle görünce içim sızladı. Bir çoğu ceplerindeki son parayı vermişti; ama o
sıra duygusal takılmanın alemi yoktu. Önce para demetinin iri paralarından 830
lira otel borcunu ayırıp çıktım ve ileride bekleyen şoföre el ettim. Yanıma
gelince otel sahibi için “beyefendiye selamlarımı söyleyin. Gösterdiği güven
için çok teşekkür ederim” deyip taksiyi savdım. Geri dönüp işçilere
birliklerini korumalarını patronlarının iyi niyetli olduğunu söyledim ve
patronlarına dün kabul ettiklerini vermesini isteyeceğimi ifade ettim. “Yeter
ki siz işçi namusuna uygun çalışın” diye ilave edip onlarla vedalaştım yanımda
temsilci Ali idare binasına yürüdük.
O yılları ve o yıllardaki tuğla fabrikalarını
bilenler bilir o fabrikalarda çalışma yeri, idare binası yemekhane hep iç içedir.
Onun için
fabrikanın kapısından çıkınca idare binasına geçiş çok kısa sürüyordu. O kısa
sürede sendika temsilcisi Ali’ye “taksiyi gönderdik. Benzin istasyonuna ben
nasıl gideceğim?” dedim.
“Benzin
istasyonu” dediğim Hatay’dan gelen arabaların genellikle İskenderun'a girişte
durduğu yer. O yolu çok gidip geldiğim için Hatay’dan çıkan uzun yol
otobüslerinin orada durduğunu biliyorum. Aliye oraya nasıl gideceğimi sorunca
“başkan benim mobilletle seni bırakırım oraya” dedi.
O iş de
hallolunca ben vedalaşmak için hacı amca ve kardeşinin yanına yöneldim.
Gösterdikleri anlayış için teşekkür ettim ve “sizden son bir ricam temsilciye
izin verin beni yola bıraksın” deyince hacı amca “dur hele. Ateş almaya gelir
gibi. Önce bir soluklan çayımızı iç” dedi.
Ben duracak
zaman olmadığını söyleyince “haklısın. Zor bir yolculuğa çıkıyorsun. Ne olur
olmaz. Sen al yine şunu” diye içinde para olan bir zarf uzattı.
“Hacı amca çok
sağ ol. Senin işçiler benim yolluğumu verdi. Ben onların verdiği parayla
giderim” deyince hiç aklımdan çıkmayan görüntüyle “ula yeğen beni ağladacaksın.
Ne biçim insansın sen?” dedi sonra kardeşini işaret etti. “Biz namazımızda
niyazımızda insanız. İkimiz de hacıya gittik. Defalarca umreye gittik.
İnancımıza göre biz kendimizi cennetlik olarak görürüz. Bak yeğen yarın
ahirette eğer yüce Rabbim bizi cennetine layık görürse. Biz ikimiz de seni
işaret edeceğiz ve ‘yüce Rabbim bu kulun bizden daha fazla cenneti hak ediyor.
Biz bunu şahidiz’ diyeceğiz.” dedi. O sırada hepimiz çok duygusal olmuştuk.
Hacı amca özellikle ağlamaklı olmuştu. Bana “de git işine yeğen. Dikkat et.
Yolun zor. Allah selamet versin” dedi.
Hepimiz o duygu
yoğunluğundayken dışarıda bekleyen temsilciye “başkanı al sağ salim götüreceği
yere bırak” dedi.
Onlarla hızla
vedalaşıp sendika temsilcimiz Ali'nin peşinde mobilete gittim. O mobileti
çalıştırdı; ben arkasına bindim. Hacı amcalara el salladım ve temsilcimizle
birlikte yol üzerinde olan onun köyüne evine gittik.
Ben hemen orada
çantamdaki bütün sendikacı evrakını ona “şunları yak” diye verdim ve beni
benzinliğe götürmesini istedim. Bu sırada anası, hanımı hemen bir şeyler
hazırlamıştı. Onları önüme koydular. Ali bana “başkan yollar tehlikelidir.
Bizim buradan akraba balıkçılar var. Onlar seni denizden Suriye’ye geçirsin.
Oradan Beyrut'a oradan da bir yerlere gidersin. Param yetmez diye düşünme”
dedi.
Onun bu teklifi
önce cazip geldi. Öyle ya bilmediğim bir yola çıkacaktım. Onun için önerdiği
yol daha güvenli geldi. Sonra ailemi anamı, babamı kardeşlerimi bırakıp kaçmak
hoşuma gitmedi. “Çok sağ ol. Ben bir an önce yoluma gideyim. Eğer Adanayı sağ
salim geçersem sonrası için önlem alırım” dedim.
Kalktık. Onun
ailesine çok teşekkür edip vedalaştım. Ali beni mobilette benzinliğe götürdü.
Az sonra Has turizmin arabasının benzinliğe girdiğini gördüm. Antalya arabası.
İçim rahatladı beni yolcu etmeye gelen Ali muavine ‘yer var mı?’ diye sordu.
Sonra beni gösterip “mühendis bey Antalya’ya gidecek” dedi.
Yer varmış.
Orada Aliyle de vedalaşıp bindim arabaya.
“Mühendis bey”
olarak oturduğum koltukta az sonra yürüyen arabanın içinde; motorun iniltisi
kulaklarımda uğurlarken aklımda bin türlü kaygı ve soru kafamı koltuğa yaslayıp
kapadım gözlerimi.
Sonradan
öğrendiğim Adana ve İstanbul Sıkı Yönetim komutanlıkların o sıra benimle ilgili
çıkardıkları yakalama kararı adresim tespit edilemediği için; ancak iki yıl
sonra askerde tutuklanmam gerçekleşti. O zaman kadar işler tavsadığı için çok
büyük zorluk yaşamadan geçirdim o tutukluluk süresini. Yani aldığım tedbirler
ve adressizliğim böylece çok işime yaramıştı.
Yani benim 12
Eylül'üm böyle geçti. Bazılarının ‘korkaklık’ diyeceği önlemlerle geçen süren
yolculuğum bana şans getirmişti.
Doğru dürüst
adresimin olmaması işime yaramıştı.
Yani sizin
anlayacağınız 12 Eylül’ün en fırtınalı günlerini kazasız belasız atlatmıştım.
İki yıl sonraki tutuklanmamda da öyle çok sorun yaşamadım.
Hacı amca sözleşmeyi imzaladı mı? :(
YanıtlaSilMerhaba canım kızım. Sabırla okuduğun ve yaptığın yorum için çok teşekkür ederim. Sendika kapatıldığı için hancı amcayla sözleşme imzalayamadık; ama bana bir gün önce anlaştığımız konuları aynen uygulayacağına söz verdi.
YanıtlaSil