28 Temmuz 2017 Cuma

İKİ YELLENMEYLE KAYBEDİLEN ÇİFTLİK


Osmanlı’nın Torosların batısında Eşeler Dağı civarında otoritesinin giderek azalması sonucu bölgede asayiş bozulmuş huzursuzluk artmıştı.

Bu nedenle İstanbul hükümeti bu yörede asayişi sağlaması için eşkıya takibinde deneyimli bir yüzbaşı kumandasındaki müfrezeyi görevlendirdi.

Görevlendirilen yüzbaşı müfrezesi ile birlikte önce o bölgenin bağlı olduğu sancağa geldi ve orada kurduğu seyyar karakolla bölgede asayişi sağlamak için çalışmalara başladı.

Bu sırada bölgeyi tanımaya çalışan yüzbaşı bölgedeki asayiş bozulmasının asıl nedeninin çevreye dağılmış çiftliklerin arasındaki çekişmeler olduğunu gördü.

Öyle ki adeta her çiftlik beyinin beslediği bir eşkıya çetesi vardı. Ve bu çeteleri birbirine karşı kullanıyordu. Bu nedenle bölgede köy basma çiftlik yakma adam kaçırma olayları ayyuka çıkmıştı.

Bunu tespit eden yüzbaşı önce çiftlik beylerini topladı. Onları eşkıya beslemekten vazgeçmeleri için uyardı. Uyarılara kulak asmayan bazı beyleri kendi usulünce şiddetle cezalandırdı ve ardından dağlarda sıkı bir eşkıya takibine girdi. Onun bu aldığı tedbirler çok işe yaramış; özellikle yüzbaşının şerrinden korkan beylerin eşkıyalarını geri çekmesiyle kısmen asayiş sağlanmıştı.

Ancak bölgede asıl dehşet saçan ve hiçbir beye bağlı olmadan yaşayan bir eşkıya çetesi vardı. O çete kimseye aldırmadan; hatta yüzbaşı eşkıya takibine başladıktan sonra şiddetini daha artırıp baskın, adam kaçırma, çiftlik basma gibi benzeri eylemlere devam ediyordu.

Dağdaki kendi adamlarını yüzbaşının baskısıyla geri çeken beyler ‘bu eşkıyaya karşı korumasız kaldıklarını’ söyleyerek yüzbaşıdan bu eşkıyayı yakalamasını ısrarla istiyordu.

Öyle ki eğer bu eşkıya yakalanmazsa yüzbaşının otoritesi sıfıra inecekti. Bunu gören yüzbaşı bu çetenin takibine çıktı; ama Çopur Ali namlı bu eşkıyayı ele geçirmek hiç de kolay değildi.

Çopur Ali şeytan gibi bir adamdı. Ayrıca çok gözü karaydı. Çevredeki dağları avucunun içi gibi biliyordu. Ayrıca şerrinden korkan hiçbir köylü onunla ilgili bilgi vermiyordu. Bu nedenle yüzbaşının köylerde kurduğu diğer çeteleri ele geçirmekte işe yarayan istihbarat ağı hiçbir işe yaramıyordu. Yüzbaşı takip ettiği bu eşkıyayı ciddiye almak zorunda olduğunu gördü. Hani “yiğidi öldür, ama hakkını ver” deyişinde olduğu gibi; Çopur Ali namlı eşkıyanın kolay lokma olmadığını kabul etmişti. Artık bütün mesaisini bu eşkıyanın takibine vermişti.

Çevrede herkesin; hatta inlerinde sinen diğer çetelerin bile dikkatle takip ettiği konuştuğu tek konu Çopur Ali ile yüzbaşının arasındaki mücadele idi.

Yüzbaşı bunun farkında oluğu için hırslanıyordu; ama bu işin öyle hırslanmayla, afra tafrayla olamayacağını da yaşayarak görmüştü. O da aynı Çopur Ali Çetesi gibi bir tertibe girdi. Müfrezeyi guruplara ayırdı. Çopur Ali çetesinin etrafında çok geniş bir çember oluşturdu. Çetenin köylerdeki desteklerini kontrol altına aldı. Ve bütün çıkış yollarını tıkayarak, yavaş yavaş çemberi daralttı. Bu takip haftalarca sürdü. Yüzbaşı müfrezesiyle birlikte en az çete kadar dağları, bölgeyi tanır olmuştu.

Bu yoğun takip Çopur Aliyi bunaltmıştı. Ama o yine de yüzbaşıya meydan okumaya devam ediyordu. Öyle ki bölgede efsane olmuştu. Köylerde ‘Çopur Aliyle ilgili ona kurşun değmediği; istediği an bulutlara karışıp kaybolduğu’ gibi saçma sapan da olsa söylentiler almış yürümüştü.

Yüzbaşı bir gün Çopur Aliyi yakalasa bile bu söylentilerden dolayı bunu kimseye inandıramayacağını biliyordu. Bu düşünce ve kaygılarla, takibi daha yoğunlaştırdı. Çember çok daralmıştı. En sonunda Batı Torosların güney-batı yakasında bir geçitte çeteyle karşı karşıya geldi.

Çopur Ali çemberin kapandığını görmüştü.  Şiddetli bir çatışma başladı. Çatışma iki gün geceli- gündüzlü sürdü. Müfrezeden yaralanalar vardı. Üç asker de şehit olmuştu. Ama sonunda Çopur Ali ve çetesi tamamen imha edildi. Yüzbaşı yaralılar ve şehit olan askerlerin cenazesi ile birlikte Çopur Ali'nin ölüsünü sancağa getirdi. Şehit cenazelerini usulünce defnetti; ama bir çok kişi Çopur Ali'nin öldüğüne inanmıyor, bulutlara karışıp gitmiş diyorlardı.

Yüzbaşı Çopur Ali'nin kafasını kestirip bir sırığın ucuna geçirdi. Günlerce çevre köylerde, çiftliklerde dolaştırdı. ‘Herkes Çopur Ali'nin sırığa geçirilmiş kafasını gözüyle gördü için öldüğüne inandı’ zannetmeyin. Bir çok köylü gözüyle gördüğü halde Çopur Ali'nin öldüğüne asla inanmamıştı; ama yüzbaşının öldürdüğü bir eşkıyanın kellesini sırığa takıp dolaştırması herkesi korkutmuştu.

Bu olay yüzbaşıyı rahatlattı. Artık bölgede bir süredir gezintiye çıkmış gibi dolaşıyordu. Çevrede yeni dostlar edindi. Bu yeni dostlarıyla sık, sık ava çıkıyordu. En çok da o çiftliğin olduğu bölgede kalıyordu. Burada çevrenin namlı pehlivanlarından Nuri pehlivanla arkadaş olmuştu.

Nuri pehlivan sırtı yere gelmemiş namlı bir baş pehlivandı. Çevrede herkesin sevip saydığı bir kişiydi. Oturaklı, lafı sözü dinlenir mert biriydi.

Herkesin korkup sindiği yüzbaşıyla sanki onun eşitiymiş gibi konuşuyordu. Onun bu tavrı yüzbaşının çok hoşuna gitmişti. Sık sık birlikte ava çıkıyorlardı. Karargahı onun köyünün çayırına kurmuştu. Ama daha çok Nuri pehlivana konuk oluyordu.

O gün yine orada gecelemiş; ertesi günü birlikte ava çıkmışlardı. Avlandıktan sonra birlikte atlarıyla köye dönüyorlardı. Köyün ekili tarlalarının içindeki yoldan ilerlerken karşıdan iki kişinin geldiğini fark ettiler. Yakınlarına geldiklerinde bu iki kişinin biçtikleri otları sırtlarına yükleyip köye dönen iki kadın olduğunu gördüler.

Yüzbaşı bu iki kadının yanından geçerlerken biriyle göz göze gelince içi titremişti. Kadınların yanından geçip Nuri pehlivanın evine geldiler.

O gün pehlivanın hanımının av etinden yaptığı yemeği yediler. Sohbet ettiler; ama yüzbaşının aklından o gözler çıkmıyordu. Nuri pehlivan yüzbaşının durgunluğunu av yorgunluğuna verdi. Bir süre sonra odalarına çekildiler. Yüzbaşı sabaha kadar yatağında döndü durdu. Sırtında ot yüklü o kızın gözlerini unutamıyordu. Sabahı zor etti.

Erkenden kalkıp giyindi. Dışarı çıktı. Nuri pehlivan ve hanımı çoktan ayaktaydı. Yüzbaşıya kahvaltı hazırlıyorlardı. Birlikte kahvaltı yaptılar. Bu sırada pehlivan “hayırdır yüzbaşım. Çok durgunsun hasta olmayasın” dedi. Yüzbaşı dalgın, soruyu duymamıştı. Nuri pehlivan “yüzbaşım hasta mı oldun?” diye tekrar sorunca yüzbaşı “sağ ol, biraz yorulmuşum” dedi. Sonra dün karşılaştıklarının kimler olduğunu sordu. Nuri pehlivan biraz şaşırarak “bizim köyün kızları, ot biçmeden geliyorlardı” dedi. Yüzbaşı göz göze geldiği kızı tarif edip onun kimin nesi olduğunu sordu. Nuri pehlivan o kızın köylülerden Süleyman Efendinin kızı  Kezban olduğunu; ancak kızın köyden Ömer isimli bir gençle nişanlı olduğunu söyledi.

Yüzbaşı başkaca bir şey sormadı. Yorgun olduğunu  karargahta istirahat edeceğini söyleyip atına binip gitti.

Nuri pehlivanın yüzbaşının bu sorusuyla kafası karışmıştı. Ama hiç belli etmedi. Kimseye de bir şey söylemedi.

Yüzbaşı karargaha gitmişti; orada kız aklında çıkmıyordu. Bu Kızı görünce yıldırım çarpmışa dönmüş kıza aşık olmuştu.

O günü karargahta geçirdi. Ertesi gün Nuri pehlivanı çağırttı. Bu kızla evlenmek istediğini söyledi.

Nuri pehlivan yüzbaşının çok kararlı olduğunu görünce “siz bilirsiniz” dedi. Yüzbaşı kız- ailesi ve nişanlısı hakkında bir yığın soru sordu. Sonra “sen bunu kimseye bahsetme” dedi. Nuri pehlivan gidince de burada tanıdığı beyleri çağırttı. Onlara bu kızdan bahsetti ve bu kızla mutlaka evlenmek istediğini söyledi. Ve kendisi için dünür gitmelerini istedi.

Köyün beyi o kızın Ömer isimli bir gençle nişanlı olduğunu söyleyince  aşktan gözü dönen yüzbaşı “anlamam, bozsunlar nişanı. Ben bu kızı alacağım” diye kestirip attı.

Koskoca Osmanlı Yüzbaşısı. İsteği emir sayılır. Beyler yüzbaşının gaddarlığından çekindikleri için kös kös gidip nişanlı kızı yüzbaşıya istediler. Kızın babası Süleyman efendinin elinden ne gelir. Mecburen Ömer’le nişanı bozup kızı yüzbaşıya verdi ve söz kestiler.

Söz kestiler amma olan Ömer'e olmuştu. Üzüntüden yemeden içmeden kesildi. Öyle bir dertlendi ki; kısa sürede verem oldu vefat etti.

Bu arada yüzbaşı Nuri pehlivanın bulduğu ustalara tez zamanda köyde kendine bir konak yapmaları emrini verdi. Her şey çok çabuk olmuş, konak yapılıp bitmişti.

Kezban şaşkın ‘Ömer'e mi yansın?’ yoksa ‘koskoca yüzbaşıyla evleneceğim diye sevinsin mi?’

Ölen öldüğüyle kalmıştı. Kezban'ı görkemli bir düğünle yüzbaşıya gelin verdiler.  Kezban tez zamanda Ömer’i unuttu. Parmak ısırtırcasına koskoca yüzbaşının hanımı olma sorumluluğunu; onun yeni yaptırdığı konağında bütünüyle taşıdı. Çevredeki evli, bekar tüm kadınların hasetine rağmen kendine hanım dedirtmeyi başardı. Kısa sürede herkes Yörük kızına Kezban hanım der olmuştu. Kezban hanım aşağı, Kezban hanım yukarı. Kocasının isteğiyle çevredeki bütün bey hanımlarıyla tanıştı. Onlara gelip gitmeye başladı.

Yalnız kendi köylerinin beyinin evinde hafiften küçük görülüyordu. Kezban hanım bunu önemsememiş; o beyin evine seyrek de olsa gelip gidiyordu.

O gün yine kocasının ısrarıyla Köyün Beyinin evine konuk gitti. Beyin hanımıyla oturup sohbete daldı. Bu sırada evin büyük hanımı da gelip ‘Kezban hanıma hoş geldin’ falan demeden sedire kuruldu.

Kezban hanım büyük hanımın kendini yok saymasını aldırmadan evin hanımıyla sohbete devam etti. Bu sırada birden zart diye bir yellenme sesiyle irkildiler. Büyük hanım yellenmişti; ama hiç istifini bozmadan oturuyordu.

Kezban hanım yine duymazlığa geldi. Derken büyük hanım bu sefer daha sesli zaarrrt diye yellenmez mi? Kezban hanım kıpkırmızı oldu. Evin hanımı da şaşırmıştı. ‘Büyük hanım hasta’ falan diye durumu kurtarmaya çalışıyordu.

Kezban hanım hışımla kalktı. Hiçbir şey söylemeden kapıyı çarpıp odadan çıktı. Doğru evine geldi. Öfkesinden kudurmuştu.  Büyük hanım onu insan yerine koymamış; yanında hem de iki kere yellenmişti. Kezban öfkeyle ağlamaya başladı.

Bu sırada eşkıya takibinden dönen yüzbaşı müfrezeyi çayırdaki karargahta bırakıp evine gelmişti. Odaya girdi, bir de ne görsün? Canı gibi sevdiği hanımı iki gözü iki çeşme ağlıyordu.

Koştu, “hayrola hanım, ölen yiten mi var?” diye merakla sordu. Kezban hanım hıçkırıklar içinde o gün olanı biteni, büyük hanımın onu insan yerine koymadan yanında hem de iki kere yellendiğini, bunun çok gücüne gittiğini, bir daha o eve gitmeyeceğini söyledi.

Yüzbaşı öfkeden deliye dönmüştü. “Bu saygısızlık sana değil bana yapıldı. Sen üzülme ben onların çiftliğini başına yıkarım” dedi. Hışımla kalktı. Aşağıda atını dolaştıran emir erine adeta kükreyerek bağırdı “tez git beyi al getir” dedi.

Emir eri fırladı beyin konağının kapısına dayandı. 

Çiftliğin beyi de yenice eve gelmiş, olanı biteni karısından öğrenmiş içine bir ateş düşmüştü. Aşağıdan bir askerin onu çağırdığı söylenince dili damağına yapıştı. Bir gayret dışarı çıktı. Askeri ne söylediğini tam anlamadan peşine düşüp yüzbaşının evine geldi.

Yüzbaşı evinin "hayat" adı verilen kısmın volta atıyordu. Karşısında çiftlik beyini görünce adeta kükredi. “Bu gece burayı terk edin. Yarına kalırsan çiftliğini başına yıkarım” dedi. Bey bir şeyler söyleyecekti; ama yüzbaşı hışımla odaya girmişti.

Çiftlik beyi süklüm püklüm konağına geldi. Kendini merakla bekleyen hanımına çocuklarına sadece “hazırlanın gidiyoruz” diyebildi. Büyük bir telaşla göçü sardılar. Gece yarısı konağı da çiftliği de terk edip gittiler.

Ertesi gün köyde bu haber duyulunca köylüler buna çok sevindi; çünkü herkes beyden kiraladıkları toprağın sahibi olmuştu. 

Bin dokuz yüz otuz altı yılına gelindiğinde beyin torunları o sıra kurulan tahrirat komisyonuna başvurarak o köydeki dedelerine ait arazinin tespit edilmesini istediler. Bir de o yıllarda yaşamış olan o köyden Kandil Mehmet isimli şahit buldular. Komisyon keşif için gün verdi. Beyin torunlarına o gün şahitlerini  hazır bulundurmalarını istedi.   

Yalnız beyin torunlarının gözden kaçırdığı bir şey vardı. O sıra ilçe olan köyde Kezban hanımın büyük oğlu Niyazi Bey oldukça etkin, sözü geçen biriydi. Bu olayı; beyin torunlarının başvurusunu ve Kandil Mehmet’in şahitleri olduğunu duymuştu. 

Hemen Kandil Mehmet’i çağırttı. Kandil Mehmet telaşla koştu geldi. Niyazi Bey “Bak Mehmet Dayı beyin torunları seni şahit göstermiş. Sen onlara dedelerinin tarlalarını gösterecekmişsin. Eğer beyin torunlarına o tarlaları gösterirsen sonra karışmam bak. İyi düşün” diye tehdit etti.

Kandil Mehmet korkudan az kalsın düşüp bayılacaktı. Çünkü Niyazi Bey’in tepesi atınca ne kadar gaddar olabileceğini tahmin ediyordu. 

Keşif günü geldi. Beyin torunları ve tahrirat heyeti geldi. Kandil Mehmet'e önce doğru söyleyeceğine dair Kur'ana el bastırıp yemin ettirdiler. Kandil Mehmet Kur'ana el basıp doğruyu söyleyeceğine yemin ederken, içinden “bütün günahı vebalı Niyazi beyin” diye geçiriyordu.

Böylece bütün günahını, vebalini Niyazi beye yükledikten sonra komisyona “burada bu beylerin dedelerine ait bir arazi olduğunu hatırlamıyorum.  Kendimi bildim bileli, bu yerler köylülere aittir” deyip sustu.

Beyin torunları şaşkın… Kandil Mehmet'e baktılar. Ama yapacak bir şey yoktu. Komisyon herhangi bir delil şahit olmadığı için yapılan başvuruyu reddedip bu arazilerin köylülere ait olduğuna karar verip tescil etti.

Böylece Kezban Hanım’la başlayan bu macera, onun büyük oğlunun son noktayı koymasıyla bitti. O günden sonra bütün köylüler kendilerinin olduğu tescillenen topraklarında ekip dikerek yaşayıp gittiler.


 

4 yorum:

  1. Toprak reformunu gerçekleştiren "yellenme" güzel bir öykü. Eline diline sağlık.

    YanıtlaSil
  2. Hoş yorumun için çok teşekkür ederim dostum.

    YanıtlaSil
  3. YÜZBAŞIYLA OSMANLI DÖNEMİNİ VE OĞLUYLA CUMHURİYET DÖNEMİNİ DEVLETİN BASKI VE ŞİDDETİNİ BİZE ANLATAN HİKAYEN İÇİN TEŞEKKÜRLER DOSTUM! ÇOK ÖNEMLİ AYRINTILAR VAR!

    YanıtlaSil
  4. İnsan egosu çok enteresan. Eşkiya, egosu yüzünden Osmanlı askerine yenildi, canından oldu. Kezban'ın egosu sayesinde de köylü toprak sahibi oldu. Hikayeyi çok beğendim. Teşekkürler...

    YanıtlaSil