Sabahleyin bir iş nedeniyle evden
çıktım. Bir süre sonra dönüşte soluklanmak için bizim sokağın ucunda olan
caminin avlusuna girip; oradaki banklardan birine oturdum.
Sokaktaki cami bir tekke adıyla ünlü;
eskilerden kalma mimarisiyle güzel bir cami.
Bahçesi de sessizliğiyle hoş bir yermiş.
İlk kez gittiğim için fark ettim. Sokağın hemen altında da çocuk parkı var.
Orada da oturacak banklar var; ama oralarda genellikle parktaki oyun araçlarıyla
oynaması için çocuklarını getiren genellikle bayanların eyleştiği bir yer.
Çocuk taciz ve tecavüzlerin ayyuka
çıktığı bir dönemde benim gibi ‘yaşlı bile olsa’ birinin o banklarda
oturmasının hoş karşılanmayacağını bildiğim için ‘çocukları kendi aralarında oyun
oynarken izlemek çok hoşuma gitse de’ orada oturup eyleşmeyi hiç düşünmem. Onun
için bugün yorulunca caminin bahçesindeki bankları tecrcih ettiğim.
Bahçede oturmak için epey oturma yeri
var. Bu yerlerin bir bölümünde oturan yaşlılar vardı. Onlara selam verip
ileride boş bir banka oturdum.
Onlar karşıdan selamımı aldı. Adet üzere
merhabalaştık. O sırada o yaşlıların az ilerisinde iki oturan iki bayan gözüme
ilişti. Biri ‘türban’ denen başörtülü bir kadın, yanındaki ‘başı açık’ normal
kıyafetli bir kadın.
İlk başta içimden “bunların burada ne
işi var?” dedim. O sırada caminin içinden kuş cıvıltısı gibi çocuk cıvıltıları
gelince anladım. Camide kuran kursu vardı. Bu bayanlar da oraya kuran kursu
için getirdikleri çocuklarını bekleyen çocuk yakınlarıydı.
Az sonra kurs bitti, kursa katılan
çocuklar tüm çocuksu halleriyle kurstan çıkmaya başladı. Hallerinden “iyi ki
kurs bitti” diye sevinç içinde oldukları anlaşılıyordu. O sıra onları götürmek için
anne ve babalar belirdi.
Epey uğraşılarla çocuklarını razı edip
alıp gittiler. Kimsesi gelmeyen çocuklar bundan memnun ötekilerle oyun için
sözleşerek çıkıp gitti.
Onları izlerken benim aklım da
çocukluğuma kayıp gitti. Çünkü ben bu yaşa tıpkı onlar gibi çocuksu duygularla onların
yaşadığı çocukluğu yaşayarak gelmiştim.
Onun için aklım kayıp gitmişti
çocukluğuma.
Benim çocukluğumu yaşadığım yıllarda ‘böyle
kuran kursları var mıydı?’ diye hatırlamaya çalıştım. Sanırım yoktu ki;
hatırlayamadım.
Yalnız o yıllardan aklımda kalan anam ve
kadın arkadaşlarının “kör Mustafa” diye bilinen hafız Mustafa abiyle dini
sohbetleriydi. Ondan namaz duası vb. konularda bir şeyler öğrenmeye
çalışırlardı. Mustafa abinin amalığı bir de hemşeriliği kadınların onunla
rahatça sohbetine olanak sağlıyordu sanırım.
Mustafa abiyi yıllar sonra daha yakından
tanıma olanağı buldum. Farklı bir din adamıydı. Bir kere çok dürüst ve aydın
kafalı biriydi. Çocukların öyle fazla namazla niyazla ilgili olmasından ziyade
ilim irfan sahibi insanlar olarak yetişmesinden yanaydı. Dinle ilgii namaz
kılacak kadar ilgili olmalarını yeterli görürdü. Sabah çok erken kalktığından
sanırım o yıllar meşhur olan bizim radyoyu falan izlerdi. Bir keresinde söylemişti
bunu.
Sabah namazından sonra açık olan
kahvenin ilk müşterilerindendi.
Bir dönem kahvecilik yapınca onu daha
yakından tanıma olanağı bulmuştum. O sıra düşüncelerini, dürüstlüğünü daha iyi
fark ettim.
Neden bilmem başta ezan okumak olmak
üzere namaz esnasında bir imamın yapması gereken tüm görevleri yaptığı halde
görme özrünü bahane edip ona bir türlü imam veya müezzin kadrosu verilmemişti;
ama o ilçede yaşayanların gönüllerinin imamı olarak kalmıştı hep.
Ölüler için sala verilmesinden, mevlitlerde
kuran okunmasına kadar bütün işlerini ona yaptıran halkın bu hizmetleri
karşılığında verdikleriyle geçimini sağlamış, onurundan kişiliğinden hiç taviz
vermeden kadro için kimseye yalvarmadan onuruyla yaşamayı seçmiş ve ilçe
halkının sevgilisi olarak vefatından sonra görkemli bir cenaze töreniyle
uğurlanmıştı.
Tekkenin bahçesinde çocukluğuma akıp
giden aklımın ilk uğrak yerlerinden biri olmuştu “Kör Mustafa” abiyle ilgili
anılarım.
Yine o yıllarda gezinirken kendi
çocukluğum uçuştu aklımda. Ben de öteki çocukların çocukluğuna benzeyen
şimdinin çocuklarının hiç bilmediği çocukluğu yaşadım; yalnız bir farkla.
Çocukluk yıllarımdaki anılarımı en çok dolduran kitap kütüphane farkıyla...
Ancak bizim dinden imandan uzak
yetiştiğimiz anlaşılmasın sakın. O yıllarda bizim de dinle bir şekilde
tanışmamızı sağlamıştı büyüklerimizin. Tıpkı Mustafa abinin düşündüğü gibi
namaz kılacak kadar dualar öğretilmişti bize. Her çocuk gibi Ramazanda kimimiz
oruç tutmaya bile heveslenmişti ve inanç sahibine, namaz niyazla ilgili olana
veya hiç ilgisi olmayana saygı öğretilmişti bize. Yani laik toplum anlayışında
olduğu gibi kimsenin namazına niyazına karışmadan yaşamak öğretilmişti.
Öyle cennet mükafatı veya cehennem
korkusu gibi düşüncelerle yaklaşılmazdı çocuklara.
Kör Halil diye bilinen Halil hoca o sıra
kahvecilik yapan babamın iyi müşterilerindendi. Benim kitap okumaya merakımı
fark edince “Peygamberler tarihi” diye kalın bir kitap hediye etmişti bana. Ben
o kitabı zevkle okumuştum.
Ondan öğrendiğim bilgiler ortaokulda
epey işime yaramıştı. Din dersine dışarıdan giren ve o kitabı okuduğumu bilen
öğretmenim derste “Erdoğan kalk anlat bakalım peygamberlerin hayatını” derdi.
Ben de kalkıp anlatırdım. O yıl din dersimiz benim o kitaptan aklımda kalan
peygamber hayatlarını anlatmamla geçmişti.
Aklım çocukluğumda gezinirken bunlar
aklıma geldi ve tabi hayal dünyamın gelişmesinde önemli katkısı olan “masalcı
teyze” Dudanım teyze ve onun anlattığı masallar aklıma geldi.
Benim çocukluk yıllarımda öyle
televizyon falan yok. O aletlerden en çok radyo vardı evlerde. O da her evde
değil. Bir de dedemin hanındaki sinema vardı. O yıllarda bizim yaştaki çocukların
sinemaya gitme olanağı da yok tabi.
Çocuklar gündüzleri mahalle veya
komşulardaki yaşıtlarıyla birlikte oyun oynardı.
Yani bütün çocuk oyunları kolektif
oynanan oyunlardı. Çocukluklarını kendi gibi çocuklarla birlikte yaşardı hepsi.
Bilmiyorum şimdiki çocukların da yıllar sonra
geriye dönüp baktıklarında çocuksu duygularla akıllarından kalan ve hatırlayacağı
çocukluk anıları ve çocukluk arkadaşları var mı? Ama benim yaşadığım yıllardan
aklımda kalan ve hiç unutmadığım; aklıma geldiklerinde sanki dün onlardan
ayrılmış gibi tazelikte çocukluk anılarım ve çocukluk arkadaşlarım var.
Belli yıl ve yaşa kadar sanırım pek çok
kişinin de benzer anılarla hatırladığı çocukluk anısı ve arkadaşları vardır.
Çünkü o yıllar ne yaşanmışsa hep
birlikte yaşanırdı. Köy, kasaba, şehir fark etmez; hemen herkesin aklında yaşamlarından
belli izleri vardır.
Yani ben öyle düşünüyorum.
Neyse; o yıllardaki her anne gibi bizim
anamız da yanına bizi alır birlikte oturmaya giderdi veya başka anneler
yanlarında çocukları bize oturmaya gelinirdi. O yıllar kadınların bu ev
gezmesinin adı “oturmaya gitmek” olarak bilinirdi.
O sıra oturmaya gidilen yerde veya
misafir olarak oturmaya gelen misafirin yanlarında getirdikleri çocuklarıyla birlikte
oyunlar çıkarılırdı.
Az büyüklerin yönlendirmesiyle en çok oynanan
oyun mendil veya çorap içinde yüzük saklamaca oyunuydu.
Bizim için; daha doğrusu benim için
favori olarak gitmek istediğimiz ev Dudanım teyzelerin eviydi.
Onların evine gitmeyi veya onun bize
misafir olarak oturmaya gelmesini dört gözle beklerdik.
Anam gece oturmasından bahsedince ben ve
kardeşlerim “ne olur Dudanım teyzelere gidelim” derdik.
Bu ısrarımızın nedeni onun anlattığı
masalları dinleme arzusuydu.
Şimdi rahmetli olan mübarek kadın öyle
güzel masal anlatırdı ki. “Bir varmış bir yokmuş” diye anlatmaya başladığında
sanki ağzında şeker vardı da onu bizimle paylaşıyormuş gibi gelirdi. Öyle tatlı
anlatırdı yani.
Aynı masalı kendi hayal dünyasına uygun
eklemelerle defalarca anlattığı halde hiç bıkkınlık vermeden aynı tatta
dinletirdi bize.
Hele onun “tozlu bey” masalı. Aradan bu
kadar yıl geçmiş. Hep aklımdadır.
Ondan dinlediğim bu masalı evde
kardeşlerime kendim eklemeler yaparak anlatırdım. Onlar da dinlerdi haliyle.
Yine o yıllardan aklımda kalan kütüphane
alışkanlığım ve geçtiğimiz günlerde vefat eden kütüphane öğretmenim sevgili
Salih öğretmenin olağan üstü sabrıydı.
Tekkenin camisinin avlusunda kuran
kursundan çocuksu cıvıltıyla dağılan çocukları; onların çocuksu telaşını
izlerken aklımda akıp çocukluğuma dair hatırladıklarım arasından seçtiklerimdi
bunlar.
Siz diyeceksiniz “senin çocukluğun hep
böyle hep güzelliklerle mi geçti? Hiç kötü bir şey yaşamadın mı? Sen çok mükemmel
bir çocuk muydun? Senin hiç yanlışın olmadı mı?” gibi sorular aklınızdan
geçebilir.
Olmaz mı? Benim belki öteki çocuklardan
da fazla çok olumsuz, çok yanlış hallerim olmuştur.
Benim burada anlattığım kendi çocukluğum
değil ki. Ondan bahsederken asıl anlatmak istediğim o yıllardaki çocukluk;
çocukların yaşamları.
Aklımın kayıp gittiği çocukluğumdan kimi
örneklerle asıl anlatmak istediğim o yılların çocuklarının kolektif bir yaşam
içinde oldukları. Oyunları birlikte oynadıkları… Büyüklerin onlarla belli
şefkat içinde daha çok ilgili oldukları…
Yani şimdi olduğu gibi eline akıllı
telefon vb. aleti verip veya ceplerini harçlıkla doldurup veya böyle
sorgulamadan kuran kurslarına başlarından savar gibi gönderip onlara karşı görevlerini
yaptıklarını sanan anne baba sorumsuzluğu içinde olmadıklarını bu nedenle o
yılların çocuklarının şanslı çocuklar olduğunu anlatmak istedim.
O yıllarda anne babanın ‘koşulları ne
olursa olsun’ çocukları kendi kendilerine yeterli oluncaya kadar
sorumluluklarının bilince çocuklarıyla ilgilerini hiç kesmeden onları
yönlendirme çabası içinde olduklarını anlatmak istedim.
Yani çocuksu cıvıltılarla kuran
kursundan dağılan çocukları izlerken bugünün çocuklarının giderek bir başlarına
yalnızlaşan hayatlara sürüklendiği; hele tek çocuklu ailelerin çocukların
gelecekte derin psikolojik sorunlar yaşayacağı aklıma gelince de içim acıdı.
Bunu ifade etmek istedim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder