30 Kasım 2017 Perşembe

TORBADAKİ TAVUK


                                                                                                                                            İkinci Dünya Savaşı yeni başlamıştı.

Kurtuluş Savaşı biteli beri özellikle köylüler rahat nefes almıştı. Öyle saltanat zamanında olduğu gibi köylerden ikide bir asker toplanmıyordu. Analar, eşler, yavuklular memnundu. Sırası gelen gidiyor; iki sene askerliğini yapıp geliyordu. Askere gidenler için artık eskisi gibi kimsenin yüreği kabarmıyordu.

Ancak İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı duyulunca ‘özellikle köylerde’ analarının yine yürekleri kabarmış; askere gidenler savaş olduğu için bir ayrı uğurlanıyordu.

Gerçi normal zamanda askere gidenler de köycek hep beraber uğurlanırdı. Ama bu sefer başkanıydı. Türkiye savaşa ha girdi ha girecek diye insanlar tedirgindi. Asker uğurlamaları daha kalabalık daha görkemli oluyordu. Gidenler savaşa uğurlanır gibi tedirgin; ama daha coşkuyla uğurlanıyordu.

Her yerde olduğu gibi; o köyde de muhtar askere çağrılanları ilan etmişti. Bunların arasında Hüseyin’de vardı. Hüseyin günlerdir askere gideceği günü bekliyordu. Hüseyin’in babası da bir gün seferberlik ilan edilince aynı heyecanı duyarak askere gitmişti. Ancak o sıra padişahlık vardı ve o seferberlik ilanıyla Yemen cephesine gitmişti. Orada çavuş olmuş; savaş sırasında bütün ordu esir olunca, yedi- sekiz yıl esir yatmıştı. Ve esir dönüşü kuvay-i milliye hareketine, yeni kurulacak orduda usta asker olarak hiç düşünmeden; hem de otuz dört yaşında katılmıştı.

Babası bu yeni kurulan orduda görev aldığı sırada doğan Hüseyin babasından askerlik anıları dinleyerek büyümüştü. Ve en büyük hayali babası gibi çavuş olmaktı. O sabah erkenden bu duygu ve düşünceyle kalkmış, namazını kılmış, torbasını hazırlamış, çarığını çekmiş, heyecanla gitmeye hazır bekliyordu.

Herkes köy meydanına toplanmıştı. Kadın erkek, çoluk çocuk herkes kıpır kıpırdı. Ortalık sanki bayram yeri gibiydi.  Orada davulcu Ramazan davulu gümbür gümbür öttürüyor, zurnacı Mehmet cenk havaları çalıyordu. Herkes gelmiş karınca kararınca gidenlere yolluk veriyordu. Çok yakınları ceplerine ikibuçuk kuruş, bazıları bir kuruş harçlık koyuyordu.

Bu sırada Fatma Teyze soluyarak geldi. Elinde bir çıkın vardı. Kalabalığın içine girdi. Halinden birini aradığı belliydi. Orada bir taşın üstüne oturdu. Koşarak geldiği için terlemişti. Terini “dastarın” ucuyla sildi. Etrafına bakındı. “etraf emme galabalık” diye söylendi. Ortalık “anacık, babacık günü” gibiydi. Etrafına bakındı. Yanındaki kadına “Sultanca’nın Üsen’i gördünmü?” diye sordu. Ama cevabını beklemeden kalktı. Hüseyin’i görmüştü. Yanına gitti. ”Üsen tavık bişirip, ekmen içine sardım. Al bunu Sadık’ımla ye” dedi.

“Üsen” diye aradığı bizim Hüseyin’di. Uzaktan Fatma teyzenin akrabası olurdu. Gerçi diğerleri de pek uzak sayılmazdı; ama o Hüseyin’e gelmişti. Sadık dediği oğluydu. Bir yıl önce askere gitmişti. Nerede olduğundan haberi yoktu. Hüseyin’in de nereye gideceğini bilmiyordu. Zaten köyden dışarı hiç çıkmamıştı. Köyün dışı ne kadar büyük, onlar nasıl karşılaşır veya karşılaşabilirler mi hiç düşünmüyordu. O da askere gittiğine göre oğlunun yanından başka nereye gidecekti ki? Bütün askerler herhalde aynı yere gidiyordu. Ama oraya nasıl gidilir, kaç günde gidilir, hiç düşünmemişti. O komşu köydeki oğluna gönderir gibi, yuvkaya sarılı tavuk çıkınını getirip, “Üsen” oğluyla birlikte yesin diye verdi.

“Üsen” de “deze ben onu nasıl bulurum?” demeden çıkını alıp torbasına koydu. Öğleden sonra diğer arkadaşlarıyla birlikte yayan köyün bağlı olduğu kazaya gittiler. Askerlik kağıtlarını aldılar. Hüseyin’in dağıtımı iki arkadaşıyla birlikte İstanbul’a çıkmıştı. İstanbul’a trenle gidecekleri, trene de vilayette istasyondan bineceği söylendi.

Askerlik kağıtları ile birlikte vakit geçirmeden trene yetişmek için yayan vilayete yollandılar. Gece yoldaki Çaylı’nın handa bir süre dilendikten sonra tekrar yola çıktılar. Sabah ezanında vilayete vardılar. Orada gördükleri birilerinden istasyonun yerini öğrenip, istasyona gittiler. Diğer yerlerden askere gidenlerin toplanması için iki gün istasyonda beklediler.

Hüseyin acıktığı zaman torbasından köyde koyduğu ekmeği ve katığı çıkarıp ‘yetsin diye’ azar azar yiyor; ama tavuk çıkınına el sürmüyordu. Fatma Teyze onu Sadık’a götürsün diye vermişti. Emanetti, el sürülmezdi.

İki gün istasyon’da yattıktan sonra trene bindiler. İki gün tren yolculuğu sonunda İstanbul’a geldiler. Oradan vapurla karşıya geçtiler. Karşıda bir meydan vardı. Adı Eminönü Meydanı imiş… Orada toplandılar. Vakit güz vaktiydi. Havalar serinlemişti. Gündüz idare ediyordu; ama gece ayaz oluyordu. Onun için eratı çevredeki camilerde yatırıyorlardı.

Hüseyin’de artık asker olmuş kumanyası çıkıyordu. Kumanya olarak yulaf lapası ve birer somun ekmek veriyorlardı. Hüseyin’in hiç şikayeti yoktu. O zaten köyde de benzeri şeyler yerdi. Yulafı da bilirdi; ama lapasını hiç yememişti. Köyde zenginler yulafı samanla karıştırıp beygire yedirirdi. Kıtlık zamanıydı mısır eşiğini bile öğütüp yemişlerdi. Onun için yulaf lapasını yadırgamadı. Hem devlet yeniydi. Gücü anca, yulaf lapasına yetiyordu. İçinden “buna da şükür” dedi. Tavuğa hiç el sürmüyordu. Yanında köyden birlikte çıktığı iki arkadaşı vardı. Onlar ikide bir “gahbam Üsen, çıkar şu tavığı yiyem. Kokutcen oluum” diye ısrar ediyorlar, o “gatiyyen olmaz,emanet oluum” diye diretiyordu.

Köyden çıkalı on gün olmuştu. Onları aldılar, Trakya’da Kırklareli’nde bir yerdeki birliğe götürdüler. Almanların o tarafa geldiği söyleniyordu. Bütün birlik arazide çadırlardaydı. Hüseyin’de herkes gibi sırt çantasından çadırını çıkarıp kurdu. Önünde oturmuş etrafı seyrediyordu. Az ilerde nöbetten gelenlere bakarken, içlerinden birini gözüne takıldı. Aaaa! Baktı, bu Fatma Teyze’nin oğlu Sadık’tı. El etti, o da onu tanımıştı. Nöbetten dönüyordu. Nöbetçi çavuşundan izin alıp Hüseyin’in yanına koştu. Kucaklaşıp, öpüştüler. Sadık hemşehrisi Hüseyin’in gelmesine çok sevinmişti. Bir yaş büyüktü. Ama köyde birlikte büyümüş, beraber sığır otlatmış, davara gitmiş, harman kaldırmışlardı. Düğünde dernekte hep beraberlerdi. Yani sıkı arkadaştılar.

Sadık, ”Eee, ne var ne yok? Ölen galan va mı?” diye bildik soruları sıraladı. Hüseyin “heç bi yaramazlık yok. Her şey bildin gibi” diye cevapladı. Oradan burdan konuşuyolardı. Hüseyin birden “Hay Allah daş gibi aklımdan çıktı. Az daha unuduyodum”  deyip torbasından tavuk çıkınını çıkardı. “Fatma deze sene bunu gönderdi. Tavık bişirip yukaya sarmış” dedi. Hüseyin devam etti. “Fatma Dezemin seni görcem galbine doğmuş” dedi. Sadık içinden “Eee ana yüreği yemez yedirir, geymez, geydiri” diye geçirdi. Sonra “Gahbam Üsen. Ha çıkarıp yeseydin. İnsan bişmiş tavığı gezdirip durumu. Kokmuştur olum” dedi. Hüseyin “olmaz oğlum. Emanete el mi sürülür?” derken çıkını açtı. Yuvka hamur gibi olmuştu. Tavuğu eline alıp kokladı. “Gahbam Sadık. Ne kokması mis gibi duruyo” dedi.

Beraber somunu ve tavuğu parçalayıp memleketten, askerlikten oradan, buradan sohbet ederek. Afiyetle yediler.



BÜYÜK ŞAİR



Hani hep diyorlar ya
“Can Yücel şöyle şair böyle şair” diye
Ben de düşünürdüm öyle.
Sonra 
Dün geldiğim Datça’da
Ciğerlerim de artık alıştı ya
“Ulan!” dedim kendi kendime
“İnsan böyle bir yerde
Şair olmaz da ne olurdu başka?
Şahsen ben de yaşasaydım burada
Bırakın Can Yücel’i
Puşkin olurdum valla”
Neyse; lafım şaka tabi
Estağfurullah yani
Can Yücel’in yanında ben kimim ki
Ancak laf aramızda
Bu yel, bu dinginlik ve manzarayı görünce
Kendi kendime dedim ki
Öyle çok zaman değil yani
Şöyle üç beş yıl yaşadıktan sonra
Ölüp usulca
Şöyle tepede bir yerde
Ne güzel olurdu? Gömülsem bir çalı dibine
Tabi kendimce kendi sensizliğimde
Ve tabi sessizce toprağın içinde
Bakardım keyfime..........................Erdoğan Şenel


21 Kasım 2017 Salı

"Terör kimin terörü? Ölü kimin ölüsü?"


 POLİTİKA
 15.11.2015 16:19:56
Merhaba; geçtiğimiz gün bir Akit yazarının kurtuluş savaşı için "İngilizler kalaydı ırzımıza geçerlerdi; ama dilimize karışmazlardı" dediğini sayfama düşen paylaşımda okumuştum.  Yine Yeni Şafak'ta İbrahim Karagül cumhuriyet döneminin sona erdiğini savunuyordu.

Sanırım cumhuriyetin kuruluşu sonrası Latin alfabesine geçişe gönderme yapıp bu uygulamayı eleştiriyorlar.

Onların bu yaklaşımına cumhuriyet karşıtı olan çoğu kişi onaylamıştır sanırım.

Burada dikkat çekmek istediğim; kişinin sorgulamadan bir şeye karşı çıkması veya kabul etmesi. Yoksa gerçeğin ne olduğunu bile bile kişisel çıkarları için bunu saptıranlarla işim olmaz benim.

Dün paylaştığım yazıda onun için sorgulamayı öne çıkarmaya çalışmıştım.

Çünkü o yazarlar veya onlara onay verenler eğer İngilizlerin veya emperyalizmin 'öyle çok uzağa gitmeye gerek yok' örneğin ABD'nin Irak'ı işgalinin sonrası ABD askeri 'Akit yazarının temenni ettiği gibi' binlerce Irak kadının ırzına geçerken ABD'nin Irak'ın alfabesini değiştirmeye gerek görmediğini bilirler.

Ama bu yazarları ve onların düşüncelerini savunanlar ayni ABD'nin yüzlerce Iraklı bilim insanını öldürdüğünü, Bağdat kütüphanesini tarümar edip Irak üniversitelerinden bilim yapmayı niçin olanaksız hale getirdiğini, Irak'ın tarihi eserlerini kaçırıp Irak Halkını kültürüyle bağlarını niçin kopartmaya çalıştığını bilmezler veya bilmedikleri için umursamazlar.

Zaten sorun da burada. Bilgi körlüğü nedeniyle olaylar ve uygulamalar arasındaki bağlantının farkına varamama ve istemeden birilerinin oyuncağı haline gelme; birilerinin oyuncağı olma yani.

Burada anlatmak istediğim 'Özellikle petrolün değer kazanması sonrası Arap petrollerine göz diken emperyalizm Arapların özellikle alfabesine hiç dokunmadı. Çünkü aydınlanmış Arap toplumu emperyalizmin hiç işine gelmezdi'.

Yani Akit yazarının düşündüğü gibi Emperyalizm Arapların veya Iraklıların dinlerine, dillerine onlara çok saygılı olduğu için dokunmamazlık etmedi. Bu halleriyle; yani cehaletin karanlığındaki halleriyle sömürmek daha kolayına geldiği için onların diline dinine dokunmadı.

Cumhuriyetin kuruluşu sonrası Mustafa Kemal Türkiye Halkının aydınlanıp kendini sorgulaması ve geleceğini aydınlık temeller üzerine kurması için ısrarla Arap alfabesinin yerine Latin alfabelerini savundu.

Onun bu kararlılığına karşı çıkanların argümanı "İslam aleminden kopuyoruz" olmuştu.

Emperyalizmin İslam dünyası üzerindeki amacını çok iyi analiz eden Mustafa Kemal bu nedenle Latin alfabesini kabulünde ısrar ederken yönetim üzerinde dinin etkisi yerine laikliğin ve çağdaşlığın etkin olmasını savundu.

Cehaletin karanlığında, din diye hurafenin egemen olduğu halkın savaşlardaki direncine yakından tanık olduğu için "olmaz, boşa uğraşıyorsun. Bu cahil halka okuma yazma öğretemezsin" diye o dönemin kimi aydınlarının 'örneğin Halide Edip Adıvar'ın Yunus Nadi'nin' uyarısına rağmen politikasında ısrar etti. Cumhuriyetin kuruluşundan sonra saltanatı ve hilafeti kaldırıp  1928 de Latin alfabesini bu gayeyle uygulamaya koydu.

Alfabenin kabulünden 24 gün sonra Türkiye Halkıyla Millet Mektepleri gibi bilinmedik bir yolculuğa çıktı. Ve beş yıl sonra halkın % 25'inin okuma yazma öğrenmesini sağladı.

Cumhuriyetin kuruluşu sırasında bir yandan halka laikliği ve çağdaş aklı benimsetmeye çalışırken öte yandan halkı 'din diye dayatılan' cehaletin karanlığının etkisinden kurtarmak için kılık kıyafetten tekke ve zaviyelerin kapatılmasına kadar bir dizi uygulamayı devreye soktu.

Bugün Mustafa Kemal'i eleştiren kimi aydınlarla yazarların buluştuğu yer aynı. "Halkı cahil bıraktı" veya "dinini özgürce yaşamasına engel oldu" diye suçlamadır.

Önceki gece Paris'te Işid saldırısı sonucu bir katliam yaşandı. Bir yandan o katliamı eleştirirken diğer yandan "Fransızlar Suriye muhaliflerini eğitmede ilk önce davrananlardandı" diyerek sanki o katliam için "oh olsun" diyen duruma düştüklerini hiç fark etmiyorlardı.

Kendini 'Atatürkçü, Kemalist' diye tanımlayanlar şehit cenazelerine tepki gösterirken yıllardır Kürt Halkının kimliğine ve kişiliğine yapılan baskıyı görmezden geliyorlar veya Kürt Halkına düşmanlık duyuyorlar.

Bazısı da iktidarın uygulamalarına tepki duyduğu için veya kimi polislerin ilkellik ve ırkçılık karışımı söylemlerine bakıp asker ve polisin şehit olmasını umursamıyor.

Kimi solcu kesim de asker ve polisleri şehit eden PKK isimli terör örgütünün 12 Eylül faşizminin gölgesinde kurulduğunu görmezden geldiği için PKK'ya yönelik eleştirileri Kürt Halkına veya PKK'ya inanıp katılmış Kürt gençlerinin ölülerine yapılan eleştiri veya saygısızlık gibi görüp karşı çıkıyorlar.

Bu ayrıntılı açıklamadaki amacım; yaşamı bilerek sorgulamayan insanın 'istediği kadar iyi niyetli olsun' sonunda gelip bilgisizliğin kör çukurundaki batağa batacağına işaret etmektir.

Onun için mutlaka doğru bilgilerle donanıp yaşamı doğru sorgulamak gerekir. Bunun için de öncelikle sanat ve edebiyatla tanışıp kitap okuma alışkanlığı kazanmak gerekir.

Onun için geleceğimiz olan çocuklarımızın cehaletin ve bilgisizliğin çukurunda debelenmemesi için onların aydınlanmasına gereken önemi göstermeliyiz.

Yani onların da bizim gibi "terör kimin terörü" veya "bu terörü kim besliyor?" diye sormadan "Terörü kim? Niçin besliyor?" sorusunu doğru sorup, doğru bilgilerle donanıp terörün her çeşidine karşı çıkması ve "kimin ölüsü?" demeden bütün öldürmelere ve katliamlara karşı çıkması gerekiyor.

Böyle davranmayı seçip, geleceğimizi bu doğru temeller üzerine inşa edersek; ancak o zaman emperyalizmin veya inanç diye dayatılan cehaletin ürettiği teröre karşı çıkmaya ve eleştirmeye hakkımız olur.

Yoksa "ölen kimdenmiş?" ilkelliğinde kalıp teröre veya terörün öldürdüğü ölümlere kendimizce mazeretler üretme zavallılığından asla kurtulamayız.







19 Kasım 2017 Pazar

Masum soruları cevaplamaya çalışırken yine zor sorulara çattım


POLİTİKA
14.11.2015 16:56:55
Bloglarda özellikle Radikal blogda üç dört yıldır çeşitli konularda düşündüklerimi yazıp paylaşıyorum.

Hiç kendimi bu kadar “ne yazacağım?” konusunda sıkıntılı bulmamıştım.

Sanırım buna neden özellikle 7 Haziran sonrasında doğan demokrasi umudu ve rahatlamanın kaybolması.

Bu kaygılarla bu aletin başına geçip bir şeyler yazmaya çalışırken ve sürekli ‘oto sansürün’ kontrolü altındayken eşimin soruları “neyi yazacağım?” konusunda beni rahatlattı.

Ben bu alette ne zaman bir şeyler yazmaya çalışsam; bu sırada onun hep bir takım sorularıyla karşılaşırım. Sorularını hemen cevap vermezsem “dur internete bakalım” deyip internete baktıktan sonra cevap veririm.

Yine öyle oldu. İlk sorusu zor yerden geldi. “HDP'ler PKK’lı mı” dedi. “Nereden çıkardın bunu?” deyince “haberlerde öyle dedi” diye cevap verdi. Şaşırdım tabi “hangi haber?” dedim. “Silvan’a onlar gitmiş” dedi. Ben “ne alaka?” deyince “orda PKK asker, polis öldürüyor” dedi. Sonra “geçen gün 10 Kasım törenlerine de katılmamışlar. Ondan sordum” dedi.

Ben o gün gün boyu babamın sağlığıyla ilgili olduğum için ‘HDP'nin 10 Kasım törenlerin katılıp katılmadığını’ bilmiyordum.

soruyu sorunca önce düşündüm. İçimden ‘sanırım Dersim katliamı benzeri’ katliamları gerekçe gösterip, yine cumhuriyetin kuruluşu sırasında kimi sürgünleri öne sürerek katılmamış olabileceğini düşünüp öyle cevap verdim.

Eşim “iyi; ama hani Demirtaş HDP Türkiye partisi olacaktı?” diye sorusunda ısrarcı olunca deyim yerindeyse “apışıp kaldım”.

Çaktırmadan internete girip katılıp katılmadığını sordum. Demirtaş’ın ve Bahçeli’nin Anıtkabir’deki törenlere katılmadığını görünce ‘rahatladım’  “Bahçeli’de katılmamış” dedim.

Ama içimden bütün Türkiye’nin 10 Kasım nedeniyle Anıtkabire; Dolmabahçe’ye koştuğu sırada ‘Türkiye Partisi olma’ iddiasındaki partinin 10 Kasım anmalarına katılmamasını; öte yandan Silvan’a koşmasını’ anlatmaya çalıştım. Silvan’da halkın güvenlik güçleriyle PKK arasında çok zor günler geçirdiğini HDP'nin de Kürt seçmenini bu zor günde yalnız bırakmamak için oraya gittiğini, Silvan’da sokağa çıkma yasağı sırasında ve sonrasında halkın yaşadığı zulmü anlatmaya çalıştım.

Bilmiyorum anlatabildim mi? Çünkü yaşananlar ve yaşananlar konusunda bilgi kirliliği herkes gibi onun da kafasını karıştırmış. Benim de bu konularda bilgim olduğunu düşünüp soruyor.

Eşim ev hanımı. Siyasi konularla çok ilgili değil; ama her aydın bir insan gibi olan bitenle de ilgili. Onun için soruyor. Zaten her gün birlikteyiz. Epey bir zamandır çeşitli konularda yazılar yazdığım için o da fırsat buldukça veya ilgisini çektikçe soruyor.

“Sizin de eşinizle böyle sorulu cevaplı sohbetiniz oluyor mu?” bilmem; ama ben böyle sohbetleri seviyorum. Nerdeyse her gün her saat birlikte olunca hoş ve ilginç bir sohbet oluyor.

Dün akşam da haberlerde programı sunan bayan Antalya’da toplanacak G 20 zirvesiyle ilgili bilgiler verince “G 20 zirvesi ne demek?” dedi.

G 20'nin dünyanın gelişmiş zengin ülkelerinin başkanlarının yılda bir kere bir araya gelip dünya sorunları üzerinde görüş alış verişi yaptığını söyledim. “Kimler katılıyor?” deyince internetten bakıp söyledim. Avrupa ülkelerinin olmayışı dikkatini çekti.

“Sen hep Norveç’i övüyorsun. O niye yok?” diye sorunca “kimbilir? Bak burda AB var. Belki onlar orada temsil ediliyor” diye cevapladım.

“Biz de gelişmiş ülke miyiz?” deyince güldüm. “Öyle söylüyorlar” dedim. O “iyi; ama biz her şeyi dışarıdan alıyoruz” diye cevap verdi.

O sıra kumanda elinde tabi. Kanallarda geziyor.

Sorusuna “neyi dışarıdan alıyoruz?” deyince “neyi olacak? Eti, pirinci. Sarımsağı bile dışarıdan alıyormuşuz. Biz tarım ülkesi değil miyiz?” diye cevapladı.

“Almanya’da meyve üretiliyor mu? Fransa’da portakal üretiliyor mu? Ne üretiliyor?” soruları peş peşe geldi.

Ben Fransa, İspanya’dan Yunanistan’a kadar Akdeniz’de sahili olan ülkelerde bizde üretilen meyvelerin üretildiğini söyledim.

“Ama Almanya soğuk orada da ‘misal’ portakal üretiliyor mu?” diye sorunca yine internete başvurdum. Almanya’nın ve diğer Avrupa ülkelerinin hepsinde iç pazardaki meyve ve sebze tüketimini yarıya yakınını kendi ürettiğini okudum.

Onun bu soruları sormasındaki asıl nedenin kafasında bizim buğdaya kadar hemen her şeyi dışarıdan ithal ettiğimiz; halbuki iklim olarak oralardan çok şanlı olduğumuz gibi düşünce sorular olduğunu fark ettim. O da öyle dedi. “Ne güzel güneşimiz bol. Bir zaman her şeyi biz üretiyorduk. Şimdi eti, sarımsağı bile dışarıdan alıyoruz” dedi.

Sahi sizce çok yakın zamana kadar ‘dünyada tarım ürünleri yönünden kendi kendine yeterli çok az sayıda ülkesinden biriyken; bugün ‘bırakın sarımsaktan buğdaya; arpayı, pirinci’ samanı bile dışarıdan ithal eden bir ülke haline gelmemizin nedeni ne?

‘İthal ettiğimiz tarım ürünleri neler?’ ya da ‘hiç ithal etmediğimiz tarım ürünü var mı?’

Örneğin ‘asgari ücret sıralamasında Avrupa’da kaçıncıyız? Dünya’da kaçıncıyız? Milli gelirden ne kadar pay alıyoruz? Milli gelirden pay alma sıralamasında Avrupa’da kaçıncı? Dünyada kaçıncıyız? Kişi başına ‘kaç öğretmem, kaç doktor, kaç hakim kaç avukat düşüyor?’ Kaç ceza evi var? Kaç gazeteci tutuklu? İş cinayetlerinde dünyada kaçıncıyız? Sınıflarda ortalama kaç öğrenci var? ‘Kişi başına kaç kütüphane? Kaç kütüphaneci düşüyor?’ ‘Kadın cinayetlerinde kaçıncıyız?’ ‘Ortalama evlenme yaşı kaç?’ ‘Kaç cami? Kaç imam var?’ ‘İmam hatip okulları yılda kaç mezun veriyor?’ ‘Yılda ortalama imam açığımız kaç?’ ‘Kaç tornacı? Kaç dokuma ustası? Kaç kaynakçı? Kaç motor ustası, Kaç elektrikçiye? İhtiyaç var. Meslek okullarından bunların karşılığı kaç nitelikli eleman yetişiyor?’ ya da ‘kaç meslek lisemiz var?’

Milli Eğitime genel bütçeden ayrılan pay nedir? Diyanet İşlerine genel bütçeden ayrılan pay nedir?

Ya da Genel bütçeden hangi ihtiyaç için ne kadar pay ayrılıyor?

Hollanda Konya kadar yüz ölçümüne sahip bir ülke ve yıllık tarım ürünleri ihracatı 185 milyar dolarken bizim tarım ürünleri ihracatımız niçin 12.5 milyar dolar. Yani oradan onbeş kat, belki daha fazla büyük ülkeyken ondan on beş kat az tarım ürünü ihracatımızın gerisinde yatan gerçek ne?

Üç tarafı denizlerle çevrili bir ülke olmamamıza rağmen Norveç’in denizle ilişkisi bizden çok azken orada neden deniz ürünleri ihracatı birinci geliyor ve ne kadar dolar? Orada Deniz İşleri bakanlığı ayrı bir bakanlıkken bizde niye değil?

Üç tarafı denizlerle çevrili bir ülke olarak bizde kişi başına balık tüketimi ne kadar? Almanya’da ne kadar kilogram düşüyor?

Adana’da ‘Dünya Rakı Günü buluşması Adana valiliği niçin yasak getirdi?’

En can alıcı soru “bizde yılda kişi başına kaç kitap düşüyor? Avrupa ortalaması kişi başına kaç kitap düşüyor?

Biz G 20 zirvesine katılacak kadar gelişmiş zengin bir ülkeysek bu sorular ne oluyor?

Bu masum sorulardan sonra aklıma en son gelen sorular “bu sorular ve doğru cevaplar ne kadar yurttaşın kafasını meşgul ediyor? Ortalama yurttaş bu soruları ve cevaplarını merak ediyor mu? Etmiyorsa seçimlerde neye göre oy kullanıyor. Ediyorsa seçim sonuçları oluşan siyaset bu sorulara yeterli cevap verilebilecek mi?”

Gördüğünüz gibi eşimin “HDP 10 Kasım’a niçin katılmadı?’ ya da ‘HDP Türkiye Partisi olacağım diyorsa 10 Kasım Atatürk’ü anmalarına niçin katılmadı?’ ya G 20 zirvesine ev sahipliği yaptığımıza bakarak “Biz zengin bir ülkeyiz diyebiliyor muyuz? Avrupa ne üretiyor? Geçmişte tarım ürünü yönünden her ihtiyacımızı kendimiz karşılarken şimdi her şeyi niye dışarıdan alıyoruz? Tarım ürünlerini bile dışarıdan alırken gelişmiş ülke nasıl oluyoruz?” diye sorduğu masum sorular uzadı, uzadı buraya kadar geldi.

İstenirse çok daha uzatılabilir; ya da siz bu soruları istediğiniz kadar uzatabilirsiniz.

Çünkü bu soruların hepsi bizi yurttaş olarak yakından ilgilendiren ‘ilgilendirmesi gereken’ masum yurttaş soruları...

Tabi öteki sorular da var. Suriye’de işler nasıl gidiyor? Başbakanın söylediği gibi Türkiye hiçbir konuda etik ve stratejik bir hata yapmadı mı? O zaman bugün gelinen nokta tamamen başarılı mı? Eğer öyleyse dış politikada her hangi bir başarısızlıktan söz edilemez demektir. “Acaba öyle mi?”

Cumhurbaşkanı G 20 zirvesinde Suriye konusunda haklı olduğumuzu anlatacakmış. Paris katliamıyla ilgili “sözün bittiği” yerdeyiz demiş. Terörizmle mücadeleden bahsederken Işid ‘ya da Daiş’le’’ ilgili mücadelede samimi olduğunu ikna edebilecek mi? Paris’teki Işid katliamının sonuçlarının Suriye’de Işid’le mücadelede ne etkisi olacak?

Sonra mülteci sorunu var. Suriye’den gelen mültecilerin Türkiye’ye büyük maddi yükü var. Avrupa mültecilerin kendi ülkelerine gelmesini istemiyor. Sanki Türkiye’ye “sen mültecilerin Avrupa’ya sığınmasını engel ol; biz de masrafına ortak olalım” der gibi. Peki Suriyeli mültecilerin Türkiye’deki sosyal yaşamda yarattığı sıkıntılar nasıl giderilecek?

Bu sorunlar veya konular G 20 zirvesine katılan liderleri ne kadar ilgilendiriyor? Ya da HDP Silvan’da yaşananları bir mektupla G20 zirvesine katılan liderlere iletip Türkiye’yi veya iktidarı şikayet edecekmiş. Peki “bu etik mi?” veya “G 20 zirvesine katılan liderleri ne ilgilendirir? İlgilendirir mi?” yani “Silvan veya Kürt sorunu bizim iç sorunumuz değil mi? Bu sorunu uluslar arası platforma götürme HDP'nin masum bir politikası mı?” yoksa “Kürt sorununu uluslar arası arenaya taşımanın bir manevrası mı? Öyleyse yukarıda eşimin “HDP Türkiye partisi olmak istiyordu. Ne oldu?” sorusu haklılık kazanıyor.

Bana göre Silvan’da ne yaşanmışsa bunlarla ilgilenmek, hukuksuz uygulamalar varsa bunlarla mücadele etmek sadece HDP'nin değil bütün Türkiye siyasetinin bir görevi olmalı. Öteki geçmişte olduğu gibi yani İmralı sürecinde olduğu gibi Kürt sorunun görüşülmesinde siyasi tıkanıklık yaratır.

Orada yaşananları “PKK saldırısı” diye geçiştirmek doğru mu? Kürt Halkının güvenlik güçleriyle PKK kıskacında zulmü çağrıştıran yaşadıklarının hukuki sonuçları araştırılacak mı? Yoksa hep olduğu gibi geçiştirilecek mi?

Geçtiğimiz gün Radikal’deki haberde hükümet sözcüsü Ömer Çelik’in “İmralı’yla siyasilerin görüşmesi söz konusu olamaz. HDP kendini muhataplığa indirgemeye çalışıyor. Böyle bir şey yok” derken veya “Türkiye’de sürecin adı çözüm süreci. Barış süreci diye bir şey yok” diye açıklama yaptı ve bu açıklamayı hükümet sözcüsü olarak değil MYK sonrası AKP sözcüsü olarak yaptı.

“Barış süreci yok” dedi. “Sadece Kürt kardeşlerimizle değil, tüm kesimden kardeşlerimizle görüşürüz” dedi. “Peki o zaman bu kardeşlerimizi; yani Kürtleri kim temsil edecek?”

Ayrıca “Siyasilerin İmralı ile görüşmesi söz konusu değil. İhtiyaç duyulursa devletin güvenliği, çıkarları açısından bu görüşme yapılır. HDP muhataplığı kendine indirgemeye çalışıyor böyle bir şey yok. Bu konuda sözü olan bütün siyasi partiler, sosyolojik unsurlar muhataptır. HDP'nin çok enteresandır. Suriye'deki PYD'de de aynı şeyi yapmaya çalışıyor. Bırakın başka unsurları başka Kürt unsurları  bile dışlayan bir yaklaşım sergiliyorlar. Belli bir siyasi çıkar üretmeye dönük yaklaşımlardır. Öteden beri yaklaşımlarımız aynıdır. Bütün kesimler muhataptır” dedi.

Açıklamasının en son bölümünde “Türkiye'de artık ben silah ile şu amaca erişmek işitiyorum diyenin erişeceği hiçbir amaç yok. Bu yol kapalıdır. Meşru bir şekilde güvenlik güçleri gerekli karşılığı veriyor vermeye devam edecektir" dedi.

Bu açıklamalardan AKP'nin HDP'yi muhatap almamak gibi bir eğilimi olduğu anlaşılıyor. “HDP muhatap değilse; siyasi muhatap kim? Bütün siyasi partiler mi?

Bu arada çözüm süreci için Kürt siyasetinde yeni aktörler ve partiler ortaya çıkmış.

Bunlar “Kürt sorununu biz çözeriz” demişler. Bunlar içinde en ilginci İslamcı kimliğiyle Hüdapar. Hüdapar’ın PKK ile çatıştığı biliniyor.

O zaman; yani Hüdapar çözüm sürecine dahil olursa; bu sonuç yeni önü alınmaz çatışmalara yol açar mı?

Bu açıklamaların hepsinin kendi içinde üretilecek soruları vardı.

Ayrıca Doğu ve Güneydoğu’da PKK saldırıları devam ederken şehit haberleri artarak devam ediyor; ancak bu haberlerin dışında olayların gelişimiyle ilgili sağlıklı bilgi yok.

Örneğin “Doğu ve Güneydoğu’da olağan hal veya sıkıyönetim uygulanan yerler var mı? Orada yurttaşlar durumu nedir?”  gibi sorularla ilgili.

Görüldüğü gibi masum yurttaş sorularından uzaklaştın mı? Karşınıza cevabı kolay verilemeyen çetrefili sorular çıkıyor. Ancak bunları da vatandaşın sorması; en azından bu konularda doğru bilgi sahibi olması gerekiyor. Özellikle Suriye konusu bana göre Türkiye’de yaşayan her yurttaş için bilinmesi gereken bir hak gibi. Çünkü hemen hepimizi yakından ilgilendiriyor. Ayrıca çözüm süreci öyle AKP sözcüsü Ömer Çelik’in “o yasak. Öteki de yasak” veya askeri bildiri açıklar gibi “şöyle şöyle olacak. Şu karışacak. Şunlar karışamayacak” gibi emir kipiyle geçiştirilecek konular değil.

Çözüm süreci de yediden yemişe bütün Türkiye Halkını ilgilendiriyor. Bu sürecin mutlaka Barış süreci olarak BARIŞ umudu taşıyan bir süreç olması lazım. İmralı süreci diye başlayan süreç bir barış umudu doğurduğu için Kürt Türk milyonlarca Türkiye Halkının çoğunluğu tarafından benimsenmişti. AKP açısından siyasi sonucu olumsuz olmuşsa bu sürecin; yani BARIŞ sürecinin yanlışlığından değil o sürecin kesintiye uğramasından o sonuç doğdu.

İktidar ve cumhurbaşkanı G 20 zirvesine katılan liderler nezdinde Suriye konusunda haklılıklarını ispatlamaya çalışırken; bu zirvenin ülkemizde toplanması nedeniyle bütün dünyanın ve dünya basının gözünü ülkemize çevirmişken yukarıda sağlıklı cevabı olmayan soruların birikmesi ve bunların zirveye taşınması ülkemizin uluslar arası saygınlığını zedelemez mi?

Görüldüğü gibi masum sorulara cevap ararken karşımıza böyle çetrefilli sorular da çıkıyor. Ve bu sorulara cevap arama yurttaş sorumluluğu taşıyan herkesin görevidir. Sorulara cevap bulmak veya vermek de başta iktidar olmak üzere Türkiye siyasetinin, siyasi partilerin görevidir; ya da öyle olmalı.

Paris saldırısı sonrası analistler bu saldırının üçüncü dünya savaşının ayak sesleri olduğunu söylemesi çok ürkütücü. Bu saldırıyla "terörün dini olmaz" argümanı ne derece kabul görür.

% 49.5 oy alarak güçlü bir iktidara ulaşan AKP de kendine doğru soruları sorup üçüncü dünya savaşı söylentilerinin böyle ayyuka çıktığı sırada doğru cevaplarında buluşmayı seçebilecek mi?

Çünkü geçtiğimiz günlerde yine Ortadoğu'dan bir lider Suriye'deki gelişmelerin Işid'i köşeye sıkıştırması sonucu terörü bütün düyaya, özellikle Avrupa'ya taşıyabileceğini böylece Suriye özelinde bir üçüncü dünya savaşı çıkabileceğini ifade etti.

Türkiye'nin Musul konsolosunun kaçırılışından bu yana tanıştığı Işid'e karşı savaşan koalisyon içinde yer alması Türkiye'nin de Işdi terörüne muhatap olabilme olasılığını artırıyor.

zaman Işid'e karşı ABD ve Rusya ile birlikte savaş planı nasıl? Olası Işid saldırılarına karşı tedbirler alınıyor mu? Ankara garında ve öncesinde Suruç'ta paylayan bombalı saldırılara yetersiz kalan istihbaratın PKK teörüyle uğraşırken olası Işid saldırısı karşısında istihbaratı yeterli mi?

G 20 zirvesinin öncesi yükselen bu terör saldırısı sanırım zirvenin gündemini de etkiliyecek.

Yazı yazma sıkıntısı çekerken ‘ev halinde masum sorulardan G 20 zirvesi öncesi yükselen terör saldırısı ve ülke gündemini işgal eden sorunlar yazma kolaylığı sağladı ve düşündüklerimi böyle ifade ettim.

Yazı son gelişmeler nedeniyle epey uzun oldu. Buraya kadar okuma zahmetine katlanan herkese kocaman bir merhaba.





18 Kasım 2017 Cumartesi

KİM BUNLAR?


POLİTİKA
18.11.2015 15:59:09
Bir süredir güneydoğu'da şehirlerde ve ilçe merkezlerinde yüzlerin maskeli elinde püskürtme boyayla duvarlara yazı yazan tipler peydah oldu.
                        
Bunlar sanki matah işliyormuş gibi bu görüntülerini medyaya ve sosyal medyaya da servis ediyorlar.

Yazılanlar önce ırkçı, şöven ifadeler içerirken giderek Işid militanları havasında dini sloganlar eşliğinde birilerine; daha doğrusu yörede yaşayan Kürt Halkına yönelik tehdit içeren ifadeli yazılara dönüşmeye başladı.

Resimde de görüldüğü gibi "kanımız aksa da zafer İslamındır. İmza Esadullah tim" vb. örneklerinde olduğu gibi.

Peki kim bunlar? "Güvenlik görevlileri" diyemezsiniz; çünkü güvenlik görevlilerinin görevi güvenliği sağlamaktır. İnsanları tedirgin etmek; ya da kin ve nefret tohumu ekmek değil.

AKP 'iktidarının on üç yıllık iktidarı boyunca; başlangıçta verilen sözlere uygun politikalar izlerken' özellikle 2011 yılından sonra hızla İslamlaşma, İslamlaşmanın ötesinde devletin laik kimliğini törpüleyen bir mezhebin siyasi iktidarına dönüşmeye başladı.

Türkiye seksen milyona yaklaşan nüfusuyla 1923 yılında cumhuriyet kurulduktan sonra laikliği ve çağdaşlığı yönetimin esası haline getirerek yönünü, yöntemini belli etmiştir.

Bir savaş; daha doğrusu devrimci bir dönüşümle oluşan iktidarın hedefi belliydi. Demokratik hukuk devleti ve yargının bağımsız olduğu laik bir toplum modeli.

Tabi cumhuriyetin kuruluşundan itibaren hemen bir günden öteki güne ulaşılacak bir hedef değildi bu; ama uzun vadeli de olsa bir hedefti.

Özellikle laiklik, medeni hukukun kabulü, kadınlara erkekle eşit haklar tanımak, giderek siyasette seçme ve seçilme hakkı tanıyarak kadına yer verme toplumda geniş kabul gördü.

Yıllar öncesinin toplum görüntülerini veren resimler de görüldüğü gibi; kızlı erkekli eğitimin yaygınlaşmasına giderken köylülük özelliği taşıyan kitlelerde Latin alfabelerinin hemen kabulünden sora başlayan okuma yazma kurslarına yoğun ilgi toplumda laik çağdaş toplum anlayışının geniş kabul görmesine ve cumhuriyetin önderi Mustafa Kemal Atatürk'e yönelik yoğun teveccüh ve sevginin oluşmasına neden oldu.

Öyle ki; Mustafa Kemal Atatürk'ün 1938 yılından sonra ölümünden sonra bile bu sevgi azalmadığı gibi giderek arttı ve artmaya devam ediyor.

Cumhuriyetin kuruluş yıllarında iktidarı kaybeden toplumun inancını sömürerek yönetme heveslileri o gün bu gün bu heveslerinden vazgeçmedi.

1960 dan sonra her on yılda bir yapılan askeri darbelerle bir türlü demokrasinin bütün kurumlarıyla işlerlik kazanmasına izin verilmezken; her defasında adına 'sağ' denen siyasete zemin hazırlandı. Yani toplumda gelişen demokratik bilinç askeri darbelerle kırıldıktan sonra adeta sil baştan demokrasiyi rafa kaldırma hevesindeki siyasete zemin hazırlandı ve 1928 yılında başlayan aydınlanma hevesi ve laik, çağdaş yönetime ilgi kırılmaya çalışıldı.

Eğitimle sürekli oynanarak o siyasi anlayışa uygun nesiller yetiştirme hevesine gidildi. Her seferinde askeri darbelerle laiklik törpülendi.

12 Eylül 1980 yılında yapılan faşist darbeyle o sıra ABD'nin yeşil kuşak projesine uygun zemin oluşturmak için faşist cunta bir yandan sendika ve demokratik kitle örgütlenmelerini ve demokratik siyaseti darmadağın ederken öte yandan Kürt ve Türk Halkının birlikte demokrasi mücadele vermesinin yerine ölümüne bir Kürt Türk düşmanlığının tohumlarını ekti. Aynı zamanda 1980'in hemen sonrası bugün iktidarın "paralel terör örgütü" diye sıkı takibe aldığı Fetullah Gülen ve cemaatiyle anlaşma imzalanarak onların desteğini aldılar.

Kenan Evren bir yandan meydanlarda ayetler okuyarak topluma hitap ederken öte yandan laiklik ve Atatürkçülük şarlatanlığı yaptı.

Uzun sözün kısası 12 Eylül faşist cuntası sonrası bir yandan Kürt Türk düşmanlığı derinleştirilirken, öte yandan "bugünün Feto terör örgütü" marifetiyle gerek orduda gerekse devletin çeşitli kademelerinde dinci terörün örgütlenmesinin yolu açıldı ve bugünlere gelindi.

1 Kasım seçim sonuçlarına bakan kimileri "cumhuriyette rövanşı aldık" demeye gelen laflar etmeye başladı.
AKP iktidarının başlattı çözüm süreciyle oluşan barış ortamının köküne limon sıkıldı.  Doğu ve Güneydoğu'nun il ve ilçelerde PKK'ya karşı "savaşıyoruz" diye bir şiddet ve baskı ortamı yaratılırken maskeli birileri tarafından devletin güvenlik görevlisi sıfatıyla dinci söylemlerle daha pervasız kin ve nefret saçmaya; bu kin ve nefreti duvar yazılarıyla belgelemeye başladılar.

Görünen o.

Ancak yüzde 49.5 oyla 1 Kasım'da güçlü bir şekilde iktidar tazeleyen AKP iktidarı bu kin ve nefret tohumuna dur demezse; emin olsun bu dinci terör dönüp gelip önce bu iktidarı vuracaktır.

Hele Suruç, Ankara ve en son Paris'teki saldırısıyla terörün vardığı boyut göz önüne serilmişken ve G20 zirvesinde Işid'e karşı ortak savaşım için deklarasyon açıklanmışken yeni kurulacak AKP hükümeti ve başbakan Davutoğlu elini tez tutup "kimlerse bunlar?" en kısa zamanda ortaya çıkarıp gerekli cezaları vermezse yarın çok geç kalmış olabilir/ler.

Burada ayrıca bir şey daha hatırlatmak isterim.

Bugün Radikal'de bir işçinin yazdığı mektupta ifade edildiği gibi son yıllarda borçlandırılan halkın kimi ekonomik kaygılarla 1 Kasım'da AKP'ye yönelmesini umarım kimse yanlış yorumlamaz.

Yani "artık cumhuriyetin kuruluş sürecinde yönetimde egemen olan Laik çağdaş siyasete kaptırdığımız iktidarın rövanşını aldık. Artık İslam cumhuriyeti düşüncesinde yürüyebiliriz" gibi bir aymazlığa 'umarım' kimse kapılmaz. Çünkü herkes emin olsun ki AKP'ye açılan siyasi kredi sadece ekonomik ve siyasi kaygılarladır.

Yani Halk "Mustafa Kemal Atatürk ve onun kurduğu laik demokratik cumhuriyet mi?" yoksa "İslamcı veya 2. Cumhuriyet diye tanımlanan cumhuriyet ve başka bir lider mi?" sorusuyla kesin karşı karşıya kalırsa 'herkes emin olsun ki?' Ülkenin bir başından öte başına bu halkın ezici çoğunluğu tercihini hiç tereddütsüz Mustafa Kemal Atatürk ve onun kurduğu laik demokratik cumhuriyetten yana koyar. Yani kendini "Atatürkçü, Kemalist veya Ulusalcı" diye niteleyenlerin tüm sevimsizliğine rağmen öyle davranır.
10 Kasım 2017 tarihindeki son görüntüler benim bu yazımı doğruluyordu.