30 Kasım 2017 Perşembe

TORBADAKİ TAVUK


                                                                                                                                            İkinci Dünya Savaşı yeni başlamıştı.

Kurtuluş Savaşı biteli beri özellikle köylüler rahat nefes almıştı. Öyle saltanat zamanında olduğu gibi köylerden ikide bir asker toplanmıyordu. Analar, eşler, yavuklular memnundu. Sırası gelen gidiyor; iki sene askerliğini yapıp geliyordu. Askere gidenler için artık eskisi gibi kimsenin yüreği kabarmıyordu.

Ancak İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı duyulunca ‘özellikle köylerde’ analarının yine yürekleri kabarmış; askere gidenler savaş olduğu için bir ayrı uğurlanıyordu.

Gerçi normal zamanda askere gidenler de köycek hep beraber uğurlanırdı. Ama bu sefer başkanıydı. Türkiye savaşa ha girdi ha girecek diye insanlar tedirgindi. Asker uğurlamaları daha kalabalık daha görkemli oluyordu. Gidenler savaşa uğurlanır gibi tedirgin; ama daha coşkuyla uğurlanıyordu.

Her yerde olduğu gibi; o köyde de muhtar askere çağrılanları ilan etmişti. Bunların arasında Hüseyin’de vardı. Hüseyin günlerdir askere gideceği günü bekliyordu. Hüseyin’in babası da bir gün seferberlik ilan edilince aynı heyecanı duyarak askere gitmişti. Ancak o sıra padişahlık vardı ve o seferberlik ilanıyla Yemen cephesine gitmişti. Orada çavuş olmuş; savaş sırasında bütün ordu esir olunca, yedi- sekiz yıl esir yatmıştı. Ve esir dönüşü kuvay-i milliye hareketine, yeni kurulacak orduda usta asker olarak hiç düşünmeden; hem de otuz dört yaşında katılmıştı.

Babası bu yeni kurulan orduda görev aldığı sırada doğan Hüseyin babasından askerlik anıları dinleyerek büyümüştü. Ve en büyük hayali babası gibi çavuş olmaktı. O sabah erkenden bu duygu ve düşünceyle kalkmış, namazını kılmış, torbasını hazırlamış, çarığını çekmiş, heyecanla gitmeye hazır bekliyordu.

Herkes köy meydanına toplanmıştı. Kadın erkek, çoluk çocuk herkes kıpır kıpırdı. Ortalık sanki bayram yeri gibiydi.  Orada davulcu Ramazan davulu gümbür gümbür öttürüyor, zurnacı Mehmet cenk havaları çalıyordu. Herkes gelmiş karınca kararınca gidenlere yolluk veriyordu. Çok yakınları ceplerine ikibuçuk kuruş, bazıları bir kuruş harçlık koyuyordu.

Bu sırada Fatma Teyze soluyarak geldi. Elinde bir çıkın vardı. Kalabalığın içine girdi. Halinden birini aradığı belliydi. Orada bir taşın üstüne oturdu. Koşarak geldiği için terlemişti. Terini “dastarın” ucuyla sildi. Etrafına bakındı. “etraf emme galabalık” diye söylendi. Ortalık “anacık, babacık günü” gibiydi. Etrafına bakındı. Yanındaki kadına “Sultanca’nın Üsen’i gördünmü?” diye sordu. Ama cevabını beklemeden kalktı. Hüseyin’i görmüştü. Yanına gitti. ”Üsen tavık bişirip, ekmen içine sardım. Al bunu Sadık’ımla ye” dedi.

“Üsen” diye aradığı bizim Hüseyin’di. Uzaktan Fatma teyzenin akrabası olurdu. Gerçi diğerleri de pek uzak sayılmazdı; ama o Hüseyin’e gelmişti. Sadık dediği oğluydu. Bir yıl önce askere gitmişti. Nerede olduğundan haberi yoktu. Hüseyin’in de nereye gideceğini bilmiyordu. Zaten köyden dışarı hiç çıkmamıştı. Köyün dışı ne kadar büyük, onlar nasıl karşılaşır veya karşılaşabilirler mi hiç düşünmüyordu. O da askere gittiğine göre oğlunun yanından başka nereye gidecekti ki? Bütün askerler herhalde aynı yere gidiyordu. Ama oraya nasıl gidilir, kaç günde gidilir, hiç düşünmemişti. O komşu köydeki oğluna gönderir gibi, yuvkaya sarılı tavuk çıkınını getirip, “Üsen” oğluyla birlikte yesin diye verdi.

“Üsen” de “deze ben onu nasıl bulurum?” demeden çıkını alıp torbasına koydu. Öğleden sonra diğer arkadaşlarıyla birlikte yayan köyün bağlı olduğu kazaya gittiler. Askerlik kağıtlarını aldılar. Hüseyin’in dağıtımı iki arkadaşıyla birlikte İstanbul’a çıkmıştı. İstanbul’a trenle gidecekleri, trene de vilayette istasyondan bineceği söylendi.

Askerlik kağıtları ile birlikte vakit geçirmeden trene yetişmek için yayan vilayete yollandılar. Gece yoldaki Çaylı’nın handa bir süre dilendikten sonra tekrar yola çıktılar. Sabah ezanında vilayete vardılar. Orada gördükleri birilerinden istasyonun yerini öğrenip, istasyona gittiler. Diğer yerlerden askere gidenlerin toplanması için iki gün istasyonda beklediler.

Hüseyin acıktığı zaman torbasından köyde koyduğu ekmeği ve katığı çıkarıp ‘yetsin diye’ azar azar yiyor; ama tavuk çıkınına el sürmüyordu. Fatma Teyze onu Sadık’a götürsün diye vermişti. Emanetti, el sürülmezdi.

İki gün istasyon’da yattıktan sonra trene bindiler. İki gün tren yolculuğu sonunda İstanbul’a geldiler. Oradan vapurla karşıya geçtiler. Karşıda bir meydan vardı. Adı Eminönü Meydanı imiş… Orada toplandılar. Vakit güz vaktiydi. Havalar serinlemişti. Gündüz idare ediyordu; ama gece ayaz oluyordu. Onun için eratı çevredeki camilerde yatırıyorlardı.

Hüseyin’de artık asker olmuş kumanyası çıkıyordu. Kumanya olarak yulaf lapası ve birer somun ekmek veriyorlardı. Hüseyin’in hiç şikayeti yoktu. O zaten köyde de benzeri şeyler yerdi. Yulafı da bilirdi; ama lapasını hiç yememişti. Köyde zenginler yulafı samanla karıştırıp beygire yedirirdi. Kıtlık zamanıydı mısır eşiğini bile öğütüp yemişlerdi. Onun için yulaf lapasını yadırgamadı. Hem devlet yeniydi. Gücü anca, yulaf lapasına yetiyordu. İçinden “buna da şükür” dedi. Tavuğa hiç el sürmüyordu. Yanında köyden birlikte çıktığı iki arkadaşı vardı. Onlar ikide bir “gahbam Üsen, çıkar şu tavığı yiyem. Kokutcen oluum” diye ısrar ediyorlar, o “gatiyyen olmaz,emanet oluum” diye diretiyordu.

Köyden çıkalı on gün olmuştu. Onları aldılar, Trakya’da Kırklareli’nde bir yerdeki birliğe götürdüler. Almanların o tarafa geldiği söyleniyordu. Bütün birlik arazide çadırlardaydı. Hüseyin’de herkes gibi sırt çantasından çadırını çıkarıp kurdu. Önünde oturmuş etrafı seyrediyordu. Az ilerde nöbetten gelenlere bakarken, içlerinden birini gözüne takıldı. Aaaa! Baktı, bu Fatma Teyze’nin oğlu Sadık’tı. El etti, o da onu tanımıştı. Nöbetten dönüyordu. Nöbetçi çavuşundan izin alıp Hüseyin’in yanına koştu. Kucaklaşıp, öpüştüler. Sadık hemşehrisi Hüseyin’in gelmesine çok sevinmişti. Bir yaş büyüktü. Ama köyde birlikte büyümüş, beraber sığır otlatmış, davara gitmiş, harman kaldırmışlardı. Düğünde dernekte hep beraberlerdi. Yani sıkı arkadaştılar.

Sadık, ”Eee, ne var ne yok? Ölen galan va mı?” diye bildik soruları sıraladı. Hüseyin “heç bi yaramazlık yok. Her şey bildin gibi” diye cevapladı. Oradan burdan konuşuyolardı. Hüseyin birden “Hay Allah daş gibi aklımdan çıktı. Az daha unuduyodum”  deyip torbasından tavuk çıkınını çıkardı. “Fatma deze sene bunu gönderdi. Tavık bişirip yukaya sarmış” dedi. Hüseyin devam etti. “Fatma Dezemin seni görcem galbine doğmuş” dedi. Sadık içinden “Eee ana yüreği yemez yedirir, geymez, geydiri” diye geçirdi. Sonra “Gahbam Üsen. Ha çıkarıp yeseydin. İnsan bişmiş tavığı gezdirip durumu. Kokmuştur olum” dedi. Hüseyin “olmaz oğlum. Emanete el mi sürülür?” derken çıkını açtı. Yuvka hamur gibi olmuştu. Tavuğu eline alıp kokladı. “Gahbam Sadık. Ne kokması mis gibi duruyo” dedi.

Beraber somunu ve tavuğu parçalayıp memleketten, askerlikten oradan, buradan sohbet ederek. Afiyetle yediler.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder