İkinci
Dünya Savaşı yeni başlamıştı.
Kurtuluş
Savaşı biteli beri özellikle köylüler rahat nefes almıştı. Öyle saltanat
zamanında olduğu gibi köylerden ikide bir asker toplanmıyordu. Analar, eşler, yavuklular
memnundu. Sırası gelen gidiyor; iki sene askerliğini yapıp geliyordu. Askere
gidenler için artık eskisi gibi kimsenin yüreği kabarmıyordu.
Ancak
İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı duyulunca ‘özellikle köylerde’ analarının yine
yürekleri kabarmış; askere gidenler savaş olduğu için bir ayrı uğurlanıyordu.
Gerçi
normal zamanda askere gidenler de köycek hep beraber uğurlanırdı. Ama bu sefer
başkanıydı. Türkiye savaşa ha girdi ha girecek diye insanlar tedirgindi. Asker
uğurlamaları daha kalabalık daha görkemli oluyordu. Gidenler savaşa uğurlanır
gibi tedirgin; ama daha coşkuyla uğurlanıyordu.
Her
yerde olduğu gibi; o köyde de muhtar askere çağrılanları ilan etmişti. Bunların
arasında Hüseyin’de vardı. Hüseyin günlerdir askere gideceği günü bekliyordu.
Hüseyin’in babası da bir gün seferberlik ilan edilince aynı heyecanı duyarak
askere gitmişti. Ancak o sıra padişahlık vardı ve o seferberlik ilanıyla Yemen
cephesine gitmişti. Orada çavuş olmuş; savaş sırasında bütün ordu esir olunca,
yedi- sekiz yıl esir yatmıştı. Ve esir dönüşü kuvay-i milliye hareketine, yeni
kurulacak orduda usta asker olarak hiç düşünmeden; hem de otuz dört yaşında
katılmıştı.
Babası
bu yeni kurulan orduda görev aldığı sırada doğan Hüseyin babasından askerlik
anıları dinleyerek büyümüştü. Ve en büyük hayali babası gibi çavuş olmaktı. O
sabah erkenden bu duygu ve düşünceyle kalkmış, namazını kılmış, torbasını
hazırlamış, çarığını çekmiş, heyecanla gitmeye hazır bekliyordu.
Herkes
köy meydanına toplanmıştı. Kadın erkek, çoluk çocuk herkes kıpır kıpırdı.
Ortalık sanki bayram yeri gibiydi. Orada
davulcu Ramazan davulu gümbür gümbür öttürüyor, zurnacı Mehmet cenk havaları
çalıyordu. Herkes gelmiş karınca kararınca gidenlere yolluk veriyordu. Çok
yakınları ceplerine ikibuçuk kuruş, bazıları bir kuruş harçlık koyuyordu.
Bu
sırada Fatma Teyze soluyarak geldi. Elinde bir çıkın vardı. Kalabalığın içine
girdi. Halinden birini aradığı belliydi. Orada bir taşın üstüne oturdu. Koşarak
geldiği için terlemişti. Terini “dastarın” ucuyla sildi. Etrafına bakındı. “etraf
emme galabalık” diye söylendi. Ortalık “anacık, babacık günü” gibiydi. Etrafına
bakındı. Yanındaki kadına “Sultanca’nın Üsen’i gördünmü?” diye sordu. Ama cevabını
beklemeden kalktı. Hüseyin’i görmüştü. Yanına gitti. ”Üsen tavık bişirip, ekmen
içine sardım. Al bunu Sadık’ımla ye” dedi.
“Üsen”
diye aradığı bizim Hüseyin’di. Uzaktan Fatma teyzenin akrabası olurdu. Gerçi diğerleri
de pek uzak sayılmazdı; ama o Hüseyin’e gelmişti. Sadık dediği oğluydu. Bir yıl
önce askere gitmişti. Nerede olduğundan haberi yoktu. Hüseyin’in de nereye
gideceğini bilmiyordu. Zaten köyden dışarı hiç çıkmamıştı. Köyün dışı ne kadar
büyük, onlar nasıl karşılaşır veya karşılaşabilirler mi hiç düşünmüyordu. O da
askere gittiğine göre oğlunun yanından başka nereye gidecekti ki? Bütün
askerler herhalde aynı yere gidiyordu. Ama oraya nasıl gidilir, kaç günde
gidilir, hiç düşünmemişti. O komşu köydeki oğluna gönderir gibi, yuvkaya sarılı
tavuk çıkınını getirip, “Üsen” oğluyla birlikte yesin diye verdi.
“Üsen”
de “deze ben onu nasıl bulurum?” demeden çıkını alıp torbasına koydu. Öğleden
sonra diğer arkadaşlarıyla birlikte yayan köyün bağlı olduğu kazaya gittiler. Askerlik
kağıtlarını aldılar. Hüseyin’in dağıtımı iki arkadaşıyla birlikte İstanbul’a
çıkmıştı. İstanbul’a trenle gidecekleri, trene de vilayette istasyondan
bineceği söylendi.
Askerlik
kağıtları ile birlikte vakit geçirmeden trene yetişmek için yayan vilayete
yollandılar. Gece yoldaki Çaylı’nın handa bir süre dilendikten sonra tekrar
yola çıktılar. Sabah ezanında vilayete vardılar. Orada gördükleri birilerinden
istasyonun yerini öğrenip, istasyona gittiler. Diğer yerlerden askere
gidenlerin toplanması için iki gün istasyonda beklediler.
Hüseyin
acıktığı zaman torbasından köyde koyduğu ekmeği ve katığı çıkarıp ‘yetsin diye’
azar azar yiyor; ama tavuk çıkınına el sürmüyordu. Fatma Teyze onu Sadık’a
götürsün diye vermişti. Emanetti, el sürülmezdi.
İki
gün istasyon’da yattıktan sonra trene bindiler. İki gün tren yolculuğu sonunda
İstanbul’a geldiler. Oradan vapurla karşıya geçtiler. Karşıda bir meydan vardı.
Adı Eminönü Meydanı imiş… Orada toplandılar. Vakit güz vaktiydi. Havalar
serinlemişti. Gündüz idare ediyordu; ama gece ayaz oluyordu. Onun için eratı
çevredeki camilerde yatırıyorlardı.
Hüseyin’de
artık asker olmuş kumanyası çıkıyordu. Kumanya olarak yulaf lapası ve birer
somun ekmek veriyorlardı. Hüseyin’in hiç şikayeti yoktu. O zaten köyde de
benzeri şeyler yerdi. Yulafı da bilirdi; ama lapasını hiç yememişti. Köyde
zenginler yulafı samanla karıştırıp beygire yedirirdi. Kıtlık zamanıydı mısır
eşiğini bile öğütüp yemişlerdi. Onun için yulaf lapasını yadırgamadı. Hem
devlet yeniydi. Gücü anca, yulaf lapasına yetiyordu. İçinden “buna da şükür” dedi.
Tavuğa hiç el sürmüyordu. Yanında köyden birlikte çıktığı iki arkadaşı vardı. Onlar
ikide bir “gahbam Üsen, çıkar şu tavığı yiyem. Kokutcen oluum” diye ısrar
ediyorlar, o “gatiyyen olmaz,emanet oluum” diye diretiyordu.
Köyden
çıkalı on gün olmuştu. Onları aldılar, Trakya’da Kırklareli’nde bir yerdeki
birliğe götürdüler. Almanların o tarafa geldiği söyleniyordu. Bütün birlik
arazide çadırlardaydı. Hüseyin’de herkes gibi sırt çantasından çadırını çıkarıp
kurdu. Önünde oturmuş etrafı seyrediyordu. Az ilerde nöbetten gelenlere
bakarken, içlerinden birini gözüne takıldı. Aaaa! Baktı, bu Fatma Teyze’nin
oğlu Sadık’tı. El etti, o da onu tanımıştı. Nöbetten dönüyordu. Nöbetçi
çavuşundan izin alıp Hüseyin’in yanına koştu. Kucaklaşıp, öpüştüler. Sadık hemşehrisi
Hüseyin’in gelmesine çok sevinmişti. Bir yaş büyüktü. Ama köyde birlikte
büyümüş, beraber sığır otlatmış, davara gitmiş, harman kaldırmışlardı. Düğünde
dernekte hep beraberlerdi. Yani sıkı arkadaştılar.
Sadık,
”Eee, ne var ne yok? Ölen galan va mı?” diye bildik soruları sıraladı. Hüseyin
“heç bi yaramazlık yok. Her şey bildin gibi” diye cevapladı. Oradan burdan
konuşuyolardı. Hüseyin birden “Hay Allah daş gibi aklımdan çıktı. Az daha
unuduyodum” deyip torbasından tavuk
çıkınını çıkardı. “Fatma deze sene bunu gönderdi. Tavık bişirip yukaya sarmış” dedi.
Hüseyin devam etti. “Fatma Dezemin seni görcem galbine doğmuş” dedi. Sadık
içinden “Eee ana yüreği yemez yedirir, geymez, geydiri” diye geçirdi. Sonra “Gahbam
Üsen. Ha çıkarıp yeseydin. İnsan bişmiş tavığı gezdirip durumu. Kokmuştur olum”
dedi. Hüseyin “olmaz oğlum. Emanete el mi sürülür?” derken çıkını açtı. Yuvka
hamur gibi olmuştu. Tavuğu eline alıp kokladı. “Gahbam Sadık. Ne kokması mis
gibi duruyo” dedi.
Beraber
somunu ve tavuğu parçalayıp memleketten, askerlikten oradan, buradan sohbet
ederek. Afiyetle yediler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder