27 Şubat 2017 Pazartesi
26 Şubat 2017 Pazar
YALNIZLAŞAN İNSAN
Aydınlı dayının oğlu anlatmıştı. Sabahın
üçünde kalkarmış. İşi daha önce görüşüp anlaştığı işçileri dayı başılığını
yaptığı iş yerlerine götürmek ve iş yerinde onların başında iş süresince
bekleyip sonra köye geri getirmekmiş.
Babasının başında o bekliyordu. Diğer bir
kardeşine bu işi takip etme görevini vermişti; ama yine kendi takip ediyordu.
Ben babasını hep o beklediği için onun babasıyla özel bir bağı olduğunu; daha
doğrusu babasının sevgili oğlu olduğunu kardeşlerinin babalarına dargın
olduğunu sanmıştım. "Babamı ben bekleyeceğim" deyince aklıma öyle
gelmişti.
Benim değerlendirmem böyleydi. Sonraki
sohbetlerde bunun benim 'ön yargım' olduğunu ve yanıldığımı anladım.
Neyse; ilk geceden itibaren gecenin bir
vakti ona gelen telefonlara sinir olmuştum. Ayrıca rahatsız da oluyordum ve her
gün gecenin yarısı başlayan telefon görüşmelerini merak da ediyordum.
Çünkü adam çok uykusuzken gecenin bir
yarısı gelen telefona açıp uykulu uykulu sabırla cevap veriyor; sonra başka
yerleri arıyordu.
Geldiklerinin ikinci gecesi dayanamayıp
"kusura bakma gece yarısı kiminle konuşuyorsun böyle" deyince mahcup
bir yüz ifadesiyle "abi kusura bakma ya. Galiba rahatsız ettim" dedi.
Ben "önemli değil canım. Kiminle
konuşuyorsun diye merak ettim" deyince güldü. "Abi ben dayı başıyım.
Gece saat üçten itibaren daha önce anlaşdığım işçileri tek tek arayıp uyarıyon.
Sonra gardeşime onları toparlamasını söylüyon. İş başı yapana gadar telefonla
takip ediyon" diye açıkladı.
Kardeşi tek başına bu işi beceremezmiş.
Hastanede babasıyla da onların yeterince ilgilenemeyeceğini düşününce
kardeşlerine "bubamın yanında zararı yok ben galayım. Siz de benim işi
takip edin" demiş; böyle bir iş bölümü sonucu geceli gündüzlü burada kalıp
telefonla da işin eksiksiz yapılmasını takip ediyordu.
Sonraki günler onunla ve dayıyla samimiyeti
artırınca anlatmışlardı. Bunların köy ev içeri geceden kalkıp değişik yerlerde
çalışmaya giderlermiş. Herkesin sigortası varmış. Kadın erkek köyde yaşı belli
bir yere gelince emekli olmayan yokmuş. O bunları anlattıkça benim aklımda
kendi ilçem ve köylerimiz geliyordu. Bizim orada köylerde bu boyutta çalışma
yoktur. Çiftçilik veya besicilik yapan köylerde bu işi genelde kadınlar
yaparlar.
Onlarla bu köyün insanları kıyaslayınca
kendi doğum yerim olan ilçem, köyleri ve başka bildiğim yerler gelince bu köyün
insanına gıpta ettim.
Daha sonraki günler Aydınlı dayıyla
yaptığım sohbetlerde köydeki yaşamlarından verdiği örneklerle bu durumu daha
ayrıntılı olarak anlatmıştı. Onların köyde yaz ve kış hayat en geç dörtte başlarmış.
Herkesin iş için gidecek bir yeri yapacak bir işi olurmuş. Hemen hepsinin 'az
veya çok' zeytinliği, ceviz ve kestane ağaçları varmış.
Dayı bunları anlatırken "bunların en
güççüğü bi oğlan var benim. Az berduşdur. Öyle işi mişi çok sevmez. Hana berduş
dediğim öyle şer şör biri değil. 'Arkıdeşlenle oturur bira içer. Ara sıra
sarhoş olur'. Yani berduşluğu bunlar. Ben en güççük olunca onu az hoş dutdum.
Bunlar bene bi şey demeye çekinir; emme o kerata arkıdeş gibidir" dedi.
Buraya gelmeden az evvel o oğluna "ula
oğlum; sen de bi iş dutsana" demiş. Oğlu "buba işde beraber bi şeyle
yapıyoz ya" demiş. Bu "eyi oğlum da. Sen evlenmecen mi? Ne deycez de
sene gız isdeycez. Gız isdemeye gidince senin oğlan berduşun biri derlerse nedicen?"
demiş. Oğlu "ula buba kafa yorduğun şeye bak. Öyle derlerse 'ben ne güne
duruyon. Onun kapı gibi bubası var arkasında dersin. Benim bubam gibi kimin
bubası var?'" demiş. Dayı bunu söylerken gülümsüyordu "döyüsün oğlu
sırtını bene yaslamış. Ondan öyle ediyomuş" dedi sonra "hana vakıt
geçsin deye anladıyon bunlara. Yoğusa o da çok faydalıdır" dedi.
"Aydınlı dayıyla sohbet" adı
altında onunla yaptığımız sohbetlerin hepsini öyküleştirdim. Bu öyküde anlatmak
istediğim şey
Anadolu insanın özellikle ailesine ve tabi
çocuklarına karşı tatlı bir otorite üzerinden gösterdiği engin ilgisi ve
hoşgörüsüdür.
"Kentsoylu" diye tanımlanan
özellikle eğitim almış insanların dünyasında bunu göremezsiniz. Onlar daha çok
çocuklarının iyi eğitimine odaklandığı için onlara kurs benzeri olanak sağlamakla
görevlerinin bittiğini sanır. Şehir yaşamının yoğun hayhuyu içinde ailesine
veya çocuklarına pek yakın ilgi gösteremez. Onları anlamaya çalışmaz. Biraz
varlıklı olanları özellikle çocuklarını maddi olarak doyurup, istediklerini
alınca onlara karşı görevlerini yaptım zanneder.
Sanırım çekirdek aile diye nitelenen sosyal
yapının en küçük birimi ailelerin kendi içlerine kapanması; kırsal kesimdeki
ataerkil aile yapısının hısım akraba ilişkilerinin hoşluğunun giderek fertler
ve aileler arasında kıskançlık içeren yarışa dönüşürken insanın yaşama
bakışının giderek maddileşmesi, duygusal insan yanının giderek tükenip
günümüzdeki bencil insan kimliğinin oluşmasının temelinde 'Anadolu insanı' diye
tanımlanan kırsal kesim insanının kendine geçmişten miras kalan duygusal
bağların giderek kopması fertler arasında buna bağlı olarak "ana baba ve
kardeş dahil' ilişkinin tamamen maddeleşmesi yatıyor.
Halk türküsü diye bilinen bütün sözlü ve
yazılı edebiyatlara bakınca bu özellikleri çok rahat görebiliriz.
Halk Türkülerinde ifade edilen aşk
muhabbet, sıla özlemi, gurbet duyguları günümüz kentleşen insanı için hep
içinden bir şeyler akıtan geçmişin sesi gibiyse de; giderek o ses de sanki
temelli yitip gidiyor veya gidecek gibi.
Sanırım toplumsal yapımızın bugün içinde
savrulduğu dünyanın en öne çıkan yanı da bu; yani "İnsanın giderek tümüyle
yalnızlaşması."
Aydınlı dayıyla yaptığımız sohbetlerde ve
sıradan insanlar arasında yaptığım gözlemlerde öne çıkan yan bu oluyor.
Öyle ki maddeleşen dünyaya uyum sağlamak
isteyen insan içindeki korkularla yaşamaya katlanmaya razı oluyor.
Doğulu tanıdığım bir işçi vardı. Kendisi ve
ailesi Kürt'tü. Bir sohbet sırasında evde çocukların yanında hiç Kürtçe
konuşmadıklarını söylemişti. Gerekçe olarak da "kızlarım çok zeki.
Derslerinde çok başarılı... Okudukları okulda tek Kürt bunlar var. Bizden
Kürtçe öğrenip okulda kendi aralarında Kürtçe konuşurlarsa arkadaşları
tarafından dışlanırlar; bu durum onların psikolojisi üzerinde olumsuz etki
yapar; başarılı olamazlar diye endişe ediyorum" demişti. Kızlarının okuyup
iyi okullarda okumasını 'belki doktor falan olmasını' istiyordu.
Bu da içinde yaşadığımız gerçeğin bir başka
yönü. İnsanları korkularıyla kendi içine kapanık yaşamasının bir başka ifadesi…
Buna ekonomik durumların yarattığı olumsuzlukların insanın kişiliği üzerinde
yarattığı kompleksin sonucu ortaya çıkan kaygılarını da ekleyebiliriz.
Gerek o Kürt işçinin gerekse ekonomik
sıkıntıların kompleksi içinde kıvranan insanın da gerisinde yatan acı gerçek
'modern dünyanın insan üzerinde kurduğu amansız baskının sonucunda' onların
sosyal köklerinden kopması ve yalnızlaşmasıdır.
Tabi özellikle Kürt işçinin yaşadığı
çelişkinin gerisinde toplumsal yapıdaki Kürt gerçeğine bakış da var.
Ama ondan daha önemli olan o kişinin
çocukların geleceğine yönelik kaygılarla kendini kendi gerçeğinden soyutlamayı
göze alması; yani teslimiyetçiliği yatıyor.
Laf buraya Aydınlı dayıyla sohbet ve
onların köyündeki gündelik yaşamla ilgili olarak konuştuklarımızı yazarken
geldi.
Aydınlı dayıyla birlikteyken veya kendi
başıma sıradan insan topluluklarını izlerken gördüğüm günümüz insanın öyle veya
böyle yalnızlaşmasının gerisinde yatan asıl gerçeği onun toplumla arasındaki
sosyal bağlarını koparmasında yatıyor olmasıydı.
O gün dayı ve oğlu "bizim bugün
ziyaretçimiz gelecek. Az kalabalık olurlar" deyince şaşırmıştım. Çünkü
dayı yanımda yatalı on günü geçmiş "ciğer bağından yanasıcala"
başlığıyla anlattığım hemşerileri kadın dışında hiç kimse gelmemişti. Onun için
'kimler gelecek?' diye merak ederken akşam ziyaret saatinde onları
ziyaretçileriyle yalnız bırakmak için salona geçtim.
Orada otururken kata çıkan asansörün oradan
rengarenk giysili çoğunluğu kadın insanlar çıkıp gelmeye başladı. Sayıları bir
hayli fazlaydı. Sanki düğüne gider gibi 'özellikle kadınlar en yeni
elbiselerini giymiş, erkekler de öyle tıraş da olup" gelmişlerdi.
İçimden "Allah Allah! Bunlar nereden
geliyor böyle?" diye söylenirken kendi aralarındaki konuşmalarından
gelenlerin dayının ziyaretçiler olduğunu anladım ve merakla arkalarından
baktım.
Gittiler dayının odaya girdiler bir süre
odada kaldılar; sonra geldikleri gibi çıkıp gittiler. Onlar gittikten sonra
odaya girince dayı "Gelenle köyden hısım akraba" dedi.
Onların hepsi sabahın köründe kalkıp
işlerine gitmişler. Orada dayıya ziyarete gelecekleri konusunda kendi
aralarında sözleşmişler; akşamüzeri iş yerinden evlerine dönünce temizliklerini
yaptıktan sonra şehre gelecekleri için de en yeni elbiselerini giymiş 'takmış
takıştırmış' sonra bir dolmuşa doluşmuşlar ve düğüne gelir gibi gelmişlerdi.
Hastaneye gelince önce Aydınlı dayıyı sonra üst kattaki hemşerileri "ciğer
bağından yanasıcala" diye televizyonculara ilenen kadının kocasını da
ziyaret edip güle oynaya gittiler.
Onların gelirken giderken, ziyaret ederken
kendi aralarındaki samimiyeti şehrin içinden hastalara ziyarete gelen hiç
kimsede görmedim. Şehrin içinden gelenlerde hep 'görev bilip geldik'
resmiliğiyle karışık yapay bir samimiyet sırıtıyordu. Oysa onlar aynı düğüne
gelir gibi kendi aralarında gülüşe şakalaşa 'sanki sabahın köründe işe gidip
yorulan onlar değilmiş gibi' geldiler; hastalara ziyaretlerini yapıp gittiler.
24 Şubat 2017 Cuma
AKLIMDA BAŞLIĞI ÖYLECE KALAKALDIM
Geçtim bu aletin başına
Dokundum tuşlarına,
“Mevsim Sonbahar” diye
yazdım.
Aklımca öyle başlıkla
Bir şiir yazacaktım.
Düşün Allah düşün
Sizin anlayacağınız
Tek satır gelmedi aklıma
“Mevsim Sonbahar” diye
yazdım,
Öylece kala kaldım
Derken birden ilham geldi
“Sararan yapraklar kızıla döndü
Bugün benim için en mutlu
gündü”
Diye yazdım.
Ama
Benim için mutlu olan gün
neydi?
Düşün Allah düşün
O kadar zorladım; yine aklıma gelmedi
Sonra "oğlum" dedim
"Mutluluk kim? Sen kim?
Mutluluğu kim düşürdü de?
Sen bulup mutlu olacaksın
Sen bir garip
cingenesin
Gümüş zurna senin neyine? dedikleri gibi
Dertlerin içinde kaybolmuş giderken
Senin mutluluk neyine"
Bunlar aklıma gelince
Vazgeçtim şiir miir
yazmaktan
Dalıp gittim geçmişe
Yıllardır içimde biriken keşkelerime…
Haliyle
Mevsimin Sonbahar
Günlerden Cuma olduğu
Hepsi birden
Aklımdan silinip gitti
Yani kendi keşkelerimin girdabında kaybolup giderken
Artık hiçbir şey umurumda
değildi... .....................Erdoğan Şenel
SABAHIN ERİNDE GÖZLERİ YOLDAYDI
Depoya gelen demirleri indirmiş dinleniyordu.
Deponun sahibinin malzeme almaya gelen inşaat sahibine
“çimento yarın sabah gelecek” dediğini duymuş geceden oraya gelmişti.
O, kasabada hemen herkesin tanıdığı biriydi. Kasabaya
gelen tüm yük kamyonlarını boşaltma görevini kendiliğinden üstlenmişti. Her gün
değişik depoları, mahrukatçıları, toptancıları dolaşıp indirecek yük arıyordu.
Bu iş için kimse ona bir ücret ödemiyor, onunda böyle bir talebi olmuyordu. Onu
çalıştıran her kimse karnını doyuruyor; arada bir eskilerini verip
giydiriyordu. Bazen bir depoda, bir benzinlikte hortumla onu yıkadıklarını
görürdünüz. Bazen berbere götürüp tıraş da yaptırırlardı.
O bunlara hiç tepki vermezdi. O kadar işe yaradığı
halde çoğu kişi onunla dalga geçip kendi aşağılık duygularını tatmin ederdi.
Böyle yaşayıp gidiyordu.
Onu tanıyanlar onun eskiden normal biri olduğunu; o
askerde iken sevdiği kızın başka biriyle evlendiğini; bunu asker dönüşü
öğrenince içine kapanıp kimseyle konuşmadığını sonra köyünü evini terk edip
buralara geldiğini söylemişlerdi.
Onun o gün bu gün bu kasabada yaşadığını; yazları bağ,
bahçede kaldığını kışları ise inşaatlarda veya terk edilmiş evlerde kaldığını
söylemişlerdi.
İşte bir gün önce çimento geleceğini öğrenince o
kamyonu kaçırmamak için ağacın dibinde sabahlamıştı. Soğuktan kazık gibi kalmış
ve biraz da üşümüştü. Kalktı gerindi ellerini ovuşturdu, yerinde zıplamaya
başladı. Kamyonun geçip gitmesinden endişelenmişti. Ama buna olanak yoktu.
Böyle araba beklediği günler kendinden geçip uyuklasa bile en küçük seste
sıçrayıp kalkardı. Yola baktı yok kamyon daha gelmemişti. Acaba onunla dalga mı
geçmişlerdi. Ama dalga geçmelerine de olanak yoktu. Gerçi daha önceleri onun
yanında “yarın kamyon tuğla, çimento vb. getirecek” deyip onun ne yapacağını
merak ederler eğer sabah erkenden depoya gelirse de gülüşüp dalgalarını geçer
kendi aşağılık duygularını tatmin ederlerdi. Ama o bunlara hiç kulak asmaz
kamyon geleceği söylenince de kimseye söylemeden geceden kamyonun geçeceği yola
gelip; kamyonları oralarda beklerdi. Eğer dalga geçtiler ve beklediği kamyon
gelmezse bağ aralarında dolaşıp gelmiş gibi yapar; bu şekilde onunla dalga
geçmelerini önlerdi.
Yola tekrar baktı kamyon görünürde yoktu. Güneş daha
doğmamıştı. Saati güneşe bakarak anlardı. “daha ezan yeni okundu, vakit erken”
dedi. Hoplaya zıplaya biraz ısınmıştı. Gitti tekrar ağacı dibine oturdu. Yeni
doğan Güneş yüzüne vuruyordu. “sabah güneşi sidikliye doğarmış” diye mırıldanıp
güldü. Köyü aklına geldi. Ninesi sabah herkesten evvel kalkar anasına ve kız
kardeşlerine “gııı! Yatıp durumusunuz? galkın gari. Üstünüze Güneş doğmuş,
sidiklilee!” diye bağırırdı.
Nineciği anacığı kardeşleri aklına gelince “ne günledi
be?” dedi.
Gerçekten en mutlu günleri askere kadar yaşadığı
süreydi. “Bubası” odun kaçakçısıydı. Daha doğrusu kaçak kök kazıp gelir,
özellikle kahveci fırıncı esnafına ve kasaba halkına satardı. Şimdiki gibi tüp
icat olmamıştı. Olduysa bile onun köyüne, kasabasına daha bu “icat”
uğramamıştı. Kömür de bilinmezdi. Evlerde odun, kahve ve fırında da kök” odunu
yakılırdı. Kökün közü “guvvatlı” olurdu. Hem de iyi dayanırdı. Kök evlerde pek
yakılmazdı. Çünkü diğer oduna göre pahalıydı. Ayrıca her soba kökün közünün
ateşine dayanmazdı. Kök yakmak için kuzine lazımdı. O da her evde bulunmazdı.
Onun için kökü evlerde zenginler kullanırdı.
Kadınlar çamaşır yıkayacakları zaman kahveden,
fırından kül isterlerdi. Küllü suyla yıkanan çamaşırlar kar gibi bembeyaz
olurdu.
İşte onun “bubası” da daha çok kök kazıp satan
oduncuydu. Nasıl olduysa kereste kaçakçılarına takılmıştı. Onlar önceden
ormancıların dağda gezmeyeceği geceyi nasılsa öğrenir o gece yanlarına
aldıkları oduncularla birlikte önceden tespit ettikleri çamları çabucak kesip
kamyona, traktöre yükler götürürdü.
İşte o gece yine “bubasını” çağırmışlardı.
Anacığı yalvarmıştı gitme diye. “Kök neyimize yetmiyo.
Şükür geçinip gidiyoz. O iş tehlikeli gitme” diye yalvarmıştı. “bubası” “öyle
diyon emme. Çocukla büyüyo. Oğlan yakında esgere gidicek. Paramız yetmiyo. Hem
yövmiyeleri de artırdıla. Bi gecede onbeş gün kökden gazandığımı alıyon. Hem
kök çok mu golay? Gecenin bi vaktı ormancıya gözükmüden kasabaya inmek golay mı
zannediyon?” dedi.
Anası “onlara ormancı işlemeyo mu? Dağın dilberim
torlarını devirip devirip götürüyo körolasılar” dedi. ‘Bubası’ “tabi onlara
ormancı işlemeyo. Orda bu çalışıyo bu çalışıyo” diye para sayar gibi yapıp
çıkmıştı. Anası ardından “naha onların adı batsın, boyu devrilsin” diye
ilenmişti.
O anasının “bubasına” mı? Ormancıya mı? Yoksa
kaçakçılara mı? “ilendiğini” anlamamıştı. Ninesiyle birlikte o da “boyu
devrilesiceler” demişti.
Kardeşleri daha küçüktü. Uykulu gözlerle bir şey
anlamadan bakıyorlardı. ‘Bubası’ gidiş o gidiş.
Ertesi gün öğle vakti ormancılar bir eşeğin üstüne
sardıkları ‘bubasının’ ölüsünü getirip evin önüne bırakmışlardı.
‘Bubasının’ dağda ölüsünü bulunca jandarmaya haber
vermişler; jandarma da savcı ve doktorla gelmiş. Doktor ‘bubasını’ torun
altında bulunca otopsiye gerek görmemiş “kestiği ağaç altında kalarak ölmüş”
diye rapor tutmuş ve savcıyla birlikte “köyüne götürülüp gömülsün” diye muhtara
bildirmişlerdi.
Bütün bunları ‘bubasının’ ölüsünü ormancılar eşeğin
sırtına sarıp geldiklerinde yanlarında gelen muhtar anlattı.
Ninesi “ötekiler nerdeymiş? Boyu devrilesi kereste
gaçakçıları nerdeymiş? Benim oğlan bi başına mı toru devirmiş? Oğlumun ölüsünü
goyup gaçanla nerdeymiş?” diye habire soruyordu.
Muhtar şaşalamıştı. ‘Bubasının’ ölüsünü sarıp getiren
ormancı “ne ötekileri teyze? Oğlun orda tek başınaymış. Zaten senin oğlanı kaç
kez kök getirirken yakaladım da idare ettim” demiş.
Ninesi “heç bile yalnız değildi. Onu oraya patronları
götürdü. Onla nerdeymiş? Tabi söylemezsiniz. Onla sizi doyuruyo tabi” diye
söylenince ormancı “orasını karıştırma. Hem sizin evde kaçak odun var. Bir
tutanak tutarsam iflahınız gevrer” diye sertçe çıkışmıştı. Bu arada muhtar
kaşıyla gözüyle ninesine “sus” işareti yapıyordu.
Ormancının koluna girdi “sen bunlan gusuruna bakma.
Acıyla ne sölediklerini bilmeyo” diyerek ormancıyı oradan uzaklaştırdı.
Ormancının giderken “bunların kulanı bük; fazla ileri
geri konuşmasınlar” dediğini muhtarın “sen merak etme; ben her bişeyi söyler,
tembihlerim” dediğini o da duymuş bir şey anlamamıştı.
Ormancı gittikten sonra muhtar köylüler geldi.
Kadınlar ninesi ve anasıyla yas tutup, ağıt yakarken erkekler ‘bubasının’
ölüsünü yıkayıp camide namazını kıldırıp, götürüp mezara defnetmişlerdi.
Babası öldükten sonra o dört sene ev işlerine yardım
etti. Evin erkeği olarak her işe koştu. Bu arada Keziban kızla yavuklu oldu.
Gizlice görüşüyordu. Bunu bir ninesi biliyordu. O da torununa “sen hayırlısıyla
eskere git gel, o vakit gide isteriz” demişti. O da askerliği gelince askere
gitmiş; bir an evvel bitip de Keziban kıza kavuşmak için izin bile kullanmamış,
teskereyi iple çekmişti. Teskere günü gelince sevinçle askerlik yaptığı yerin
çarşısına gitmiş; ninesine, anasına, kardeşlerine ve tabi Keziban kıza da
hediyelikler alıp köyün yolunu tutmuştu.
O gün kasabaya gelmişti. Köye giden dolmuş köyde gelin dolaştıracağım
diye erken kalktığından dolmuşa ucu ucuna yetişmişti. “Allah var ya” aklına
düğün kimin diye sormak gelmemişti. O yalnız Keziban kızı düşünüyordu.
Köye gelince doğru eve koşmuştu. Eve girdiğinde hem
anası, hem ninesi ‘sevinmek şurda dursun’ ölü görmüş gibi ona baktılar.
Şaşırmış bir şey anlamamıştı. “Hayırdır hortlağa mı benzettiniz beni? Ben
geldim ben, oğlunuz” deyince önce ninesi kalkıp boynuna sarılmış “abo sevinmez
miyiz? Ay oğlum, sevinmez miyiz? Benim gadersiz torunum, sevinmez miyiz?” deyip
bir yandan sarılıp, bir yandan yas ediyordu. Anası kardeşleri de ona
sarıldılar. Hepsi feryat figan ağlaşıyordu.
Şaşırıp kalmıştı. Neden sonra sakinleştiler. Ninesi
olan biteni ona bir bir anlattı. O askerde iken Keziban’ı muhtar oğluna
istemiş. Kız “gatiyen olmaz, ben başkasını seviyom” dediyse de babası muhtarın
verdiği başlık parası çok olduğu için Keziban’ı muhtarın oğluna vermişler.
Dolmuşçunun yetişmem lazım diye acele ettiği düğün
Keziban’ın düğünüymüş. O bunu duyunca ‘samıt gibi olmuş.’ Ne söylenirse sanki
duymuyormuş. Bir hafta evden çıkmamış. Askerden geldiği için “hayırlı olsuna”
gelenlerle bile görüşmemiş.
Bir hafta sonra da köyden çıkmış, çıkış o çıkış. Bir
daha köye dönmemiş. Anası ninesi uzunca süre peşinde koşmuş doktorlara,
hocalara götürmüşler. Hiçbir çaresini bulamamışlar. O o gün, bu gündür kasabada
mecnun gibi yaşamış. Bir süre sonra ninesi de, anası da ölüp gitmiş. Kardeşleri
kocaya varmış. O bunları hep duyup, bilip, görüyormuş. Ama kendi acısıyla hiç
umursamamış.
Bu kasabada onun, bunun işini görerek, yük boşaltıp,
yükleyerek, verilen eskimiş üstbaşla, bir lokma yiyecekle bu güne gelmiş. Bu
gün de burada gecenin ilk yarısından beri çimento kamyonunu bekliyordu.
Tekrar yola baktı. Gelen giden yoktu. Biraz daha
ellerini ovup zıpladı. Güneş hafiften ısıtmaya başlamış; sabah serinliğinin
acısını almıştı. Birden bir kamyon sesi duydu. Koştu yola çıktı. Kamyon
yaklaşınca el etti. Şoför de onu tanımıştı; arabayı durdu. Şoförün yanındaki
basamağa tutundu. Depoya kadar öyle gitti.
Depocu daha yeni gelmişti. Kamyonu
ve kamyonun yanı başında asılı onu görünce şoföre “ooo!. Bizim deli oğlan seni
bulmuş” dedi. Şoför kamyonu yanaştırdı. O kapakları açtı. Onlar vermece, o alıp
istif etmece; diğerleri gelmeden kamyonu bir çırpıda boşalttı.
Orada
bulunanların hepsi “maşallahı var bunun” dediklerinde koltukları kabardı.
Deponun sahibi “biraz dinlen, sonra şişçiye git bi güzel garnını doyur” dedi. O
çimentoların yanında oturdu; şoförün verdiği sigarayı ‘tellendirdi.’ Bir iki
nefes çekip attı.
Sigara içmez arada bir verirlerse bir iki nefes çekip
atardı. Biraz dinlenmişti. Diğer işçiler gelip çimentoların indiğini görünce
biraz eksiklenmişler ve ona “aferin deli olan bize iş bırakmamış” diye
akıllarınca onu enayi yerine koyup eğlenmişlerdi.
O bunlara hiç yüz vermezdi. Kalktı depo sahibiyle,
şoföre “hadi eyvallah” deyip şişçiye gitti. Patronun selamını söyleyip ikilik
bir şiş söyledi. Adamakıllı karnını doyurdu. Çıktı doğru benzinliğe gitti. Boş
olduğu zamanlar hep o benzinliğe giderdi. Onunla yalnız o benzinliğin sahibi
dalga geçmez, dalga geçenlere kızardı. Benzinliğe vardı.
Benzinliğin sahibi onu
görünce sanki yakınıymış gibi “sen nerdeydin kaç gündür. İnsan hiç haber vermez
mi” dedi. Sonra “sen çimento indirmişsin herhalde. Üstün başın toz içinde
kalmış. Gel seni bi yıkayayım” deyip kolundan tuttuğu gibi benzinliğin arkasına
götürdü. Fırça ve hortumla bi güzel yıkadı. Onun için eski elbiselerinden
getirmişti. Onları giydirdi. Çıkardığı elbiselerini ateşte yaktı. Saçını da
usturayla bir güzel kazıdı. “hah şöyle bit pire kalmadı ter temiz oldun” dedi.
Gerçekten çok rahatlamıştı; gitti ilerdeki armudun dibinde bir güzel uyku
çekti. Sonra uyanınca benzincinin verdiği ot ekmeği dürümünü aldı; bir şişe de
su doldurdu, doğru geceleri kaldığı inşaata gitti.
Günler böyle böyle
geçiyordu. Hava soğumaya başlamıştı. Geceleri de ayaz oluyordu. Kış bu sene çok
sert başlamış, kar erkenden yağmıştı. O gece inşaatın bodrumunda çimento
torbalarından yaptığı yatakta yatmıştı. Gece ayaz olunca “uyur galır da, buyup
ölürün” diye kalkıp kalkıp zıplamış uyumamaya çalışmıştı.
Ama gecenin yarısında
uyku adamakıllı bastırınca; çimento torbalarını üstüne yorgan gibi örtüp öylece
uyumuştu. Sabah inşaatın sahibi, “ne var ne yok?” diye inşaatına bakmaya
gelince bir koku duyup bodruma inmiş; orada onun öldüğünü fark edince koşarak
insan çağırmaya gitmiş; bu sırada haberi duyan herkes koşup gelmiş, birileri de
doktora ve savcıya haber vermişti. Bunun üzerine savcıyla birlikte gelen doktor
onu incelemiş; otopsi yapmaya bile gerek duymadan “donarak ölmüş” diye rapor
tutup, morga kaldırılmasını söylemiş.
Bu arada köyüne kardeşlerine haber
vermişler. Köylüleri, kardeşleri, enişteleri koşup gelmiş; ölüsünü yıllar önce
çıkıp gittiği köye götürüp gömmüşler.
Ölümüne en çok benzinciyle, acısını içine
gömen Keziban kız üzülmüştü.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)