09.11.2014 10:24:44
29
Kasım 2014 günü Radikal’de Ayşe Hür’ün “Kudüs, Mescid-i Aksa ve zeytin”
başlıklı uzun bir yazısını gördüm. İlgimi çekti; üşenmedim okudum.
Ramazan
ayında özellikle Kudüs, Mescid-i Aksa gibi konularda özellikle ekranlarda bolca tartışmalar
olduğunu fark edince o gün yazdığım bu uzun yazıyı yazdım.
Ayşe
Hür’ün yazısını okumak isteyenler goguldan girip o yazıyı okuyabilir.
Neyse;
bilen bilir Ayşe Hür ‘araştırmacı yazar’ diye nitelenen yazarlardandır.
Bir
konuda yazı yazmak için mutlaka bir araştırma yapmak gerekir. Çünkü kimse
oturduğu yerde bilgi sahibi olmadığı için fikir sahibi de olamaz.
Ancak
bizim gibi toplumlarda kavram kargaşası; daha doğru deyimle anlama yetersizliği
olduğu için bir konuda kişinin fikrine her hangi bir eleştiri getirseniz veya
‘böyle abuk şey olmaz’ deseniz hemen “neden hürriyet var. Benim de fikrimi
söyleme hakkım var” diye tepki gösterir.
Ama
‘fikir’ denen şeyin düşünce olduğunu, bir konuda düşünce yani fikir belirtmek,
üretmek için de o konuda mutlaka bilgi sahibi olması gerektiğini; o bilgiyi
oturduğu yerden; yani araştırmadan, bir yerden okumadan edinmenin olanaksız
olduğunu bilmez; bırakın bilmeyi bunu düşünmez bile..
Tabi
bir konuda bilgi sahibi olmak demek; o konuda doğru bilgi sahibi olmak
anlamında olumludur.
Yoksa
yalan yanlış bilgi içeren kaynaklardan edinilen bilgilerden doğru fikir sahibi
olunamayacağı da muhakkaktır. Ve bir konuda sunulan her bilgiyi peşinen kabul
etmeden o bilginin doğruluğunu bir süzgeçten geçirmek doğru olandır. Yani her
sunulan bilgiyi peşinen kabullenmek kişiyi yanılgıya götürür. Özellikle
günümüzde internet ortaya çıkalı beri bilgi edinmek çok kolaylaştı. Giriyorsun
internete soruyorsun. Karşına sorduğun konuyla ilgili birçok bilgi çıkıyor.
Ama
bu bilgilerden hangisi doğru? Bunu ayırt etmek oldukça zor; ama gerekli.
Çünkü
insanları, toplumları yanlış bilgilendirerek saptırmak; daha doğrusu istediğin
doğrultuda yönlendirmek de internet kanalıyla çok kolaylaştı.
Onun
için özellikle siyasi aktörler böyle yanıltıcı bilgi kaynaklarını çok
kullanıyor.
En
azından ben öyle düşünüyorum. Ve sunulan her bilgiyi hep şüpheyle bakıyorum.
Tamam çok şüpheci olmak doğru değil; ama en azından bir ‘acaba?’ demek gerekli.
Benim yapmaya çalıştığım da o.
Edinilen
bilgi konusunda çok şüpheye düşmemek için de güvenilir bilgi kaynaklarına
yönelmek burada zorunlu oluyor.
Çok
uzattım; ama böyle bir açıklama yapmayı gerekli gördüm. Çünkü bazı konularda
yazı yazmayı seçimce bilgi kaynaklarımı sorgulama gereği duyduğum için
bilgilendiğim kaynakla ilgili düşüncemi de yazma gereği duydum.
Ayşe
Hür ve buna benzer yazarları okurken onların verdiği bilgileri eleştirel gözle
bakmaya çalışıyorum. Çünkü günümüzde siyasi aktörler; daha doğrusu iktidar
medyada özgür, doğru bilgi veren doğru dürüst alan bırakmadı. Hal böyle olunca
şüpheli olmak da doğal oluyor.
Bir
bakıyorsun yazar olan kişi yazdığı konuda çok doğru ve yansız görünümünde ama
çaktırmadan belli bir düşünceyi empoze etme gayretinde. Veya bilmeden öyle bir
görüntü veriyor.
Geçtiğimiz
gün güvenilir gördüğüm Cüneyt Özdemir; polisin İstanbul’da öğrencilere
uyguladığı şiddeti, kızlara tekmeyle girişmesini görüntüleriyle verdikten sonra
“aynı şeyler Avrupa’nın özgürlük yönünden önde gelen ülkelerinden Belçika’da da
oldu. Orada da polis göstericilere şiddet uyguladı” deyip oradaki görüntüleri
ekrana getirdi.
Kuşkusuz
o da bir haberdi. Ama Cüneyt Özdemir bizim polisle Belçika polisini eşitlerken
bizdeki hukuk uygulamasını, özgürlüklere iktidarın bakışıyla Belçika’daki
iktidarın bakışını veya kamuoyunun demokratik tepkilere bizdeki bakışıyla
Belçika’daki kamuoyunun demokratik tepkilere bakışını da eşitlemiş oldu.
Belki
amacı o değildi; ama o haberi sunuşundan öyle bir sonuç ortaya çıkıyordu.
Bunun
gibi bir yazar da bir bilgiyi ‘araştırarak bile olsa’ sunarken o bilginin böyle
çarpık anlaşılmasına da neden olabilir.
Ayşe
Hür geçtiğimiz günlerde Kerbela üzerine ‘Kerbela’nın efsane mi, yoksa gerçek
mi?’ olduğunu sorgulayan bir yazısı vardı.
Tam
Muharrem ayında böyle bir yazı ne kadar gerçekçi olursa olsun toplumda
Alevilik, ‘Aleviliğin bir inanç mı yoksa kültürel bir bakış mı?’ olduğu
tartıştırılırken, Aleviler üzerine yüz yıllardır yapılan baskıların tepkisi
birikmişken bu yazı bana göre hoş olmamış.
Çünkü
inanç üzerinden tartışma bizim gibi toplumlarda daha çok inanç tacirlerinin
işine yarıyor.
Neyse;
sosyal medyada dincilere ‘inanç sahipleri değil’ inanç bezirganlarına ait
olduğu görüntüsündeki paylaşımda ‘Kıyamet günü Yahudilerle Müslümanlar arasında
savaş çıkacak. Yahudiler Müslümanlardan korunmak için ağaçların ve taşların
arkasına saklanacak. O sırada taşlar ve ağaçlar dile gelecek. “ey Müslüman
benim arkamda bir Yahudi saklanıyor” diye haber verecek. Yalnız Zeytin ağacı
susup Yahudileri saklayacak; çünkü Yahudi ağacıdır. Dün İsrail termik santralin
yapımını engellemek için Yırca’da zeytin ağacı kesilmesine engel olmaya
çalıştı. Danıştay’a karar aldırdı. Fakat hükümetimiz Yahudilerin bu
gayretlerini boşa çıkarmak için ağaç kesimini devam ettirerek İsrail’in planını
boşa çıkardı. Fakat yalnız ağaç kesmek yetmiyor. Zeytin de tüketmeyerek
İsrail’in oyununu bozmak gerekir. Oyuna gelmeyin ey Osmanlı ahvali’ diye abuk
subuk paylaşımdaki yazıyı okuyunca; Ayşe Hür’ün Kudüs, Mescid-i Aksa ve zeytin
başlıklı yazı dikkatimi çekti; çok uzun olsa da okudum.
Okuma
nedenim bilgilenmenin ötesinde Yırca’da zeytin ağacı katlimanın duyduğum tepki
ve sosyal medyada okuduğum o abuk subuk paylaşımdı.
“‘Acaba’
bu yazıda da benzer bağlantı mı var?” diye düşündüm.
Gülmeyin.
Sosyal Medya denen alana böyle abukluk öyle çok düşüyor ki; bunlarla bilgilenen
birçok ‘fikir’ sahibi var. Ve o ‘fikirleri’ üzerinden davranışlarını
belirliyorlar.
Merakım
iyi sonuç verdi.
Aslında
çok önceleri okuduğum Falih Rıfkı Atay’a ait ‘Zeytin dağını’ çok anlayarak
okumadığımı fark ettim.
İsrail’in
postallarıyla girdiği Mescid-i Aksa üzerine bilgi sahibi oldum. Mescid-i
Aksa’nın başbakanın iddia ettiği veya öyle bildiği gibi Hz. Muhammed dönemiyle
ilgisi olmadığını; Mescid-i Aksa’nın ilk binasının Emevi Halifesi Velid
tarafından ‘705-715’ yılında yapıldığını öğrenmiş oldum.
Ayrıca
Kur’an’da bahsedilen Hz. Muhammed’in miraç sırasında ayağına bastığı taşın
üstüne inşa edilen Kubbetü-s Sahra ile Mescid-i Aksa’nın aynı yer olmadığını
öğrendim.
Hz.
Ömer’in 638 yılında girdiği Kudüs’te bir anlaşma imzaladığını; sonra vakit
gelince namaz kılacağı yer olarak kendisine kilisede namaz kılmasını rica
eden patriği dinlemeyip kilisenin bahçesinde namaz kılmasını; bunun üzerine
“neden kilisede namaz kılmadığını?” soran patriğe “eğer ben kilisede namaz
kılsaydım bir gün gelir Müslümanlar benim bu davranışıma atıfta bulunarak
aramızda yaptığımız anlaşmayı bozarak burayı fethe kalkarlar” diyerek ‘bugün
başka inançtakileri öldürmeyi “inancım gereği” diye savunanlar gibi
davranmayıp’ yaptığı anlaşmaya ve verdiği söze ne kadar sadık kaldığını öğrendim.
Mekke
ve Medine yarışmasını başlatanın Kudüste halifeliğini ilan eden Emevi halifesi
Muaviye olduğunu öğrendim. Biraz araştırınca o Muaviye’nin Hz. Ali’yi öldürtüp
sonra halifeliğini ilan eden kişi olduğunu öğrendim.
Tabi
bununla kalmayacağım; Ayşe Hür’ün kaynakçalarından il kütüphanesinden
bulabildiklerimi alıp okuyarak doğru bilgilenmeye çaba göstereceğim.
Yani
demem o ki İslam tarihi aslında çok bilinmeyen; daha doğrusu çok bilinmesi
istenmeyen ve bilinmesi engellenen bir tarihtir.
İbni-Haldun
bunu yazdığı Mukaddime’de açıkça anlatır. Doğruları yazmaya kalkanların bağlı
bulunduğu halife veya hanedan tarafından derileri yüzülerek katledildiğini;
kendinin şans eseri oldukça özgürlükçü davranan bir halifeye bağlı kabilede
yaşadığını; o sıralar her kabile reisinin kendini halife ilan ettiğini yazar.
Kendi halifesinin sadece Kerbela konusunda ona kısıtlama getirdiğini diğer
konularda alabilidğine özgür yazdığını ifade eder.
Onun
için İslam dünyası hakkında doğru bilgi sahibi olmak ve güvenilir kaynak bulmak
çok zor.
Ancak
bu yazının sosyal medyaya düşen abuk sabuk yazıya ilgisi olmadığını öğrenirken;
ayrıca İsrail’in Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya postallarıyla giren İsrail’e
‘adeta cihat ilan eder gibi’ tepki gösteren başbakan ve cumhurbaşkanının o
tepkisinin Yırca’daki zeytin katlimanına seyirci kalmasıyla ilgisi olmadığını;
tamamen Hidro Elektrik Sanrtal ihalesi verdikleri Kolinoğlu şirketinin
çalışmalarına kolaylık sağlamak amacıyla olduğunu anladım.
Ve
yazının sonunda Ayşe Hür’ün yazısını bağlarken Tevrat’a göre Nuh’un tufandan
sonra saldığı beyaz güvercinin gagasında getirdiği zeytin’i aldığı ağacın
Kudüs’teki Zeytindağındaki bahçede olduğunu öğrendim. Sonra İsa’nın aynı
bahçeden göğe yüseldiğini öğrendim. Sonra Kuran’daki Tina suresinin Tin’e
‘incir’e ve zeytuna hamdolsun, Sina dağına hamdolsun ve bu güvenli şehre
‘Mekke’ye’ hamdolsun diye başladığını öğrendim.
Sonra
da “İçinde zeytin geçen Nur 35, Enam 99 ve 141, Nahl 11, Mü’minun 20, Abese 29
ayetlerin yanında muhtemelen başka ayetleri ‘Mescid-i Aksa için savaşı bile
göze alacak kadar galeyana gelen’ ancak Yırca’daki zeytin katliamına sessiz
kalan müminler açıp okusun” derken başbakan ve cumhurbaşkanına gönderme
yaptığını fark ettim.
İktidarın
uygulamalarına tepkili olduğum için Ayşe Hür’ün bu araştırma yazısı ‘ne yalan
söyleyeyim’ hoşuma gitti.
Ama
orada kalmadım internette özellikle Mescid-i Aksa’nın yapılış tarihini
sorguladım; sağlıklı bir bilgiye ulaşamadım. Daha doğrusu net bir bilgi yok.
Hz. Süleyman’dan başlayarak Mescid-i Aksa üzerine birçok bilgi var. Hangisi
doğru bilemedim. Onun için mutlaka verdiği kaynakçalara ulaşmaya çalışacağım.
Ama
yazımın başlığına dönersem…
Ülkede
zeytin üzerine dönen dolaplar çok yeni değil.
Benim
hatırladığım yetmişli yıllarda İtalya’ya ihraç edilen zeytinyağlarının “içine
makine yağı karıştırıldı” diye geri iadesi sonrası sanırım ‘ihracat getirisi
yok’ diye Ege bölgesinden Güney Anadolu’ya Kilis’e kadar uzanan zeytin
ağaçlarının kesilmesi olayı yaşandı.
Hatırladığım
kadarıyla kesilen zeytin ağaçlarının yerine bol ürün verdiği iddiasıyla
‘Amerikan buğdayı’ denen buğday ekilmişti. Aklıma kalan bu…
Yani
zeytin üzerine oyunlar ve Anadolu insanın zeytin yetiştirme kavgası geçmişten
bu yana hiç bitmeyecek gibi.
Kendi
kendine yeterli tarım ülkesinden en temek gıda ürünlerini ithal eden bir ülke
haline gelmeyi ‘elele verip’ hep beraber başardık.
Bir
süredir kamu spotu olarak ekranlara düşen tarım arazilerinin verimli hale
getirilmesi kampanyası üzerine zeytin katliamı olunca “bu ne lahana bu ne
turşu” özdeyişi akla geliyor.
Gerçekten
nedense iktidarların gerçeklerin farkına vardığı halde tersine politikaları
seçmesi bilinçsizlikten değil, art niyetli olarak birilerine ülke kaynaklarını
peşkef çekme anlayışından oluyor.
Son
zamanların ‘peşkef çekme’ argümanı enerji açığını kapatmak için termik santral
bahanesi oldu.
Güneşi
görmeyen, güneş fakiri ülkelerin bile güneş enerjisine dönme çabası varken
Türkiye’de iktidar ülkeye güneş enerjisi teknolojisinin girmesini önlemek için
epey ayak süründü. Şimdi ‘sanırım’ şartlı izin verilmiş.
Ülke
kaynaklarını böyle hovardaca harcayan zihniyetin bu politikaları için “din
iman” ardına sığınarak kamuoyu oluşturması ‘bana göre’ seksen milyonu bulan
Türkiye Halkının en büyük ayıbı.
Bana
göre ‘bu ayıptan kurtulmak için alabildiğine doğru bilgilenmek ve doğru
bilgilerde milyonlarda çoğalmak’ yurttaş sorumluluğu ve yurttaş namusu gereği
şarttır.
Bu
düşünceyle araştırmacı yazarların gerçekten doğru kaynaklardan yaptıkları araştırmalarla
gündeme ışık tutması kutlanacak bir şey.
Zaman
zaman ‘belki toplumda ters etki yapacağı kaygısıyla’ kimi araştırma yazılarını
eleştirel baksam da; örneğin Ayşe Hür bana göre araştırtmacı gazeteci namusuyla
yazan örneklerden biri.
Bunun
için kendisini kutluyorum ve başta zeytin ağaçları olmak üzere bütün doğal
zenginlikler üzerinde oynanan oyunların son bulmasını; ayrıca ‘örneğin’ yer
altı madenciliği gibi iş sahalarının dünyadaki örneklerine denk olarak güvenli
hale getirilerek işletmeye açılmasını diliyorum.
Tabi
bu dileklerin yerli yerine uygun geçerli olması için de asıl temel sorunumuz
olan demokrasi ve tabi buna bağlı olarak evrensel hukuka uygun yargı sisteminin
önceliğimiz olduğunu; özellikle önümüzdeki genel seçimlerde bu sloganlar üzerinden
muhalefeti önemsememiz ve demokratik iktidar anlayışında çoğalmamız şart.
Eğer
bunu becerebilirsek ne zeytin ağaçları, ne doğal kaynakların talanı ve en
önemlisi ne de Kürt sorunu veya Alevi sorunu gibi etnik kimlik ve inanç
farklılıklarından kaynaklanan abuk subuk sorunlarımız kalmayacaktır.
Yazımı
bitirirken Ayşe Hür’den özür dileyerek yazısının sonunda araştırması için
gösterdiği kaynakçalardan kendimce önemli gördüklerimi buraya taşıyacağım.
Belki
bu yazıda yazılanların ve kaynak gösterdiğim Ayşe Hür’ün Radikal’deki bugünkü
yazısının doğrulunu araştırmak isteyenler olacaktır. Maksadım onlara yardımcı
olmak.
Kaynakçalar:
1.-
Muammer Gül ‘Kudüs ve tarihi içinde aldığı isimler, 2.- Diyanet Vakfı
Ansiklopedisi ‘xxvı. Cilt 2002 s. 327-329’ Harvard University.1996, Falih Rıfkı
‘Zeytindağı’, İhsan Satış ‘Osmanlı Devletinde Kutsal Yerler Sorunu ‘1847-1853’,
Oxford University 1949, Toplumsal Tarih ‘s.110 Şubat 2003 s.20-23, Casim Avcı
‘Kudüs’ fethedilişinden istilasına kadar, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler
Dergisi cilt 11. Sayı.2 s.305-312, İnci Türkoğlu ‘Yahudi Geleneğinde Tapınak’
Yukarıda
yazdıklarıma ilaveten epey kaynak var. Doğru düşünce sahibi olmak için doğru
bilgi sahibi olmak şart.
Ben
o yazıdaki bilgilere dayanarak bu yazıyı yazdım. Asıl yazma amacım yazımın
sonunda dilek kısmında yazdıklarımdır.
Umarım
bu uzun yazıyı okumaya katlanan olur.
Onlara
buradan kocaman bir MERHABA diyorum.