30 Ağustos Osmanlı ahalisi konumundaki Türkiye halkının 19 Mayıs 1919 da Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkmasıyla başlayan
süreçte giriştiği Anadolu’nun bağımsızlık savaşında dönüm noktasıdır.
Tabi bu sürece gelinirken Anadolu’nun
birçok yerinde düşman işgaline karşı bağımsız yerel direnişler de olmuştu; ama
bunların derlenip toparlanıp düzenli orduya dönüşmesi ve Yurdu işgal eden
düşmana son vuruşun yapıldığı 30 Ağustos’a gelinmesi Mustafa Kemal’in
önderliğiyle oldu.
Haliyle Mustafa Kemal bu büyük mücadeleye yalnız
başlamadı. Yanında ve sonrasında katılan Osmanlı ordusundan silah arkadaşı olan
komutan arkadaşlarının ve Anadolu’da bulundukları yerin kanaat önderlerinin
katılmasıyla bu büyük mücadeleyi verdi; ama bana göre bu süreçte hep bir
başınaydı. Yani yapayalnızdı. Nihai hedefi olan çağdaş toplum hedefinde bir
devlet kurmak utkusunda yalnızdı.
Sonraki süreçte anlaşıldı ki! Bu
düşüncesini ayrıntılı olarak kimseye anlatmamış.
Özellikle saltanatın kaldırılması ve
sonrasında cumhuriyet kurulup hilafetin kaldırılması; şeriat hukukun yerini
medeni hukukun alması ve Arap alfabesi yerine Latin alfabesiyle eğitime
geçilmesi gibi hedeflerinde ‘bu hedeflere yönelimde gördüğü tepkilerden
anlaşıldığına göre’ çok ketum davranmış.
Örneğin Rauf Orbay... Mustafa Kemal’in
Selanik’ten çocukluk ve okul arkadaşı… İsmet İnönü ta başından beri yanı
başında bir arkadaşı… Ona Anadolu’nun kapısını açan Kazım Karabekir çok yakın
silah arkadaşı. Ve diğerleri var. Bütün bunların tamamına düşüncesini süreç
içindeki gelişmeye göre aktarmış; kimisinde ‘adeta’ emirvaki yapmış.
Bütün bunlara bakınca Mustafa Kemal’in
Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunda ve sonra çağdaş toplum hedefine yönelmesinde
tek belirleyici ve karar verici lider olduğu anlaşılıyor. Sanırım onu lider
özelliği kazandıran ve aradan geçen bunca yıla rağmen kişiliğine yönelik onca
yıpratma çabalarına karşın kişilik değerinden hiçbir şey yitirmemesinin
gerisinde yatan bu gerçek.
Benim bu yazdıklarımı okuyan beni “Mustafa
Kemal hayranı biri” olarak tanımlayabilir. Benim burada yapmaya çalıştığım 30
Ağustos 1922 büyük taarruza gelinen ve sonrasında devam eden süreci doğru anlamaya
çalışmaktır.
Çünkü bu sürece kolay gelinmediğini
biliyorum.
Örneğin Mustafa Kemal Samsun’a
çıktığında veya Amasya’da veya Erzurum’da veya Sivas’ta veya Ankara’da meclis
toplandıktan sonra esas amacının ‘saltanatı ve hilafeti kaldırıp çağdaş Avrupa
değerlerini hedef alan laik bir devlet kurmak’ olduğunu söyleseydi kaç kişi
yanında olurdu? Bu sorunun doğru cevabı ‘sonraki süreçte anlaşıldığına göre
örneğin Rauf Orbay veya Kazım Karabekir kesin yanında yer almazdı. En yakını
gözüken İsmet İnönü bu hedefleri hayalci bulup karşı çıkabilirdi. Anadolu’da
düşmana karşı direnişe geçenlerin çoğu işin başında onun yanında olmaktan
vazgeçebilirdi.’ Çünkü birçoğu için ulaşılması güç hayaller veya aykırı
düşüncelerdi bunlar.
Cumhuriyetin kuruluşuna, saltanatın ve
hilafetin kaldırılışına, medeni kanun ve Latin alfabenin kabulüne gösterilen
tepkiler 1920 23 Nisan’ında meclis kurulmadan önce yaşananlar, meclis
kurulduktan sonra yapılan tartışmalar, iktidar çatışmalarının hepsi benim
yukarıda tespitini doğrular nitelikte.
Örneğin Ankara’da meclisin toplanması ve
bir yıllık sürede düzenli ordunun kurulup iki yıl sonra 30 Ağustos’ta büyük
taarruza geçilmesi Mustafa Kemal’in dışında hepsi için ‘ham hayal’
gerçekleşmesi olanaksız hedeflerdi. Mustafa Kemal’in yanında yer alan veya ona
destek verenler bu süreç için çok uzun süreler geçeceğini varsayıyordu.
Örneğin Mustafa Kemal’in 24 Kasım 1928
de açılan Millet Mektepleriyle her yıl beş yüz bin yurttaşa okuma yazma öğretme
hedefini Cumhuriyetin kurucu sahibi Yunus Nadi ‘hayal’ olarak niteliyor. Latin
alfabeleriyle okuma yazma ve eğitim için en az 20-25 yıllık bir süre
gerektiğini söylüyordu. Latin Alfabesi yerine Arapça alfabenin devamını ısrarla
savunan ve saltanatın ve hilafetin kaldırılıp cumhuriyetin kurulması konusunda
ona çok ters düşen ‘Mustafa Kemal’e Anadolu’nun kapısını açan’ Kazım Karabekir
Paşa da aynı düşüncedeydi. İsmet İnönü onu çok aceleci buluyordu.
Bunları yazarken Yunus Nadi’nin bir anekdotu
aklıma geldi.
1920 yılı Mart ayının sonuna doğru
İstanbul’da matbaası İngilizler tarafından basılıp kapatılan Yunus Nadi ‘Mustafa
Kemal telgrafla Ankara’ya gelmesini isteyince’ matbaadan kurtarabildiği baskı
makinelerini İnebolu’dan Ankara’ya gönderdikten sonra kendisi yanında iki
arkadaşı Mudanya üzerinden Ankara’ya ulaşır.
Ankara’ya ulaştığında gördüklerini ifade
ederken Ankara için “yolları balçık içinde köhne binaların çoğunlukta olduğu
bir Anadolu kasabasıydı” der.
Ankara’da ilk gördüğü Mustafa Kemal’in
çağrısıyla Anadolu’dan gelen mebusların perişan, çaresiz ve umutsuz halidir.
Hepsi geldikleri Ankara’da kalacak bir yer bulma telaşına girmiş. Parası
olanlar kendilerine ev tutarken daha yoksul olanlar ikişer, üçer kişi birer
odaya doluşmuş; yerleşme telaşındadır. Hepsinin ortak sorusu “biz geldi; ama
burada ne yapacağız” dır.
Bunları gören Yunus Nadi orada birine
Mustafa Kemal’e nasıl ulaşacağını sorar. O sorduğu kişi Mustafa Kemal’in bir bağ evinde
kaldığını söyler. Bunun üzerine Yunus Nadi bir at arabası kiralayıp o adrese gider.
Onu şöyle anlatır.
“At arabası bozkırda bir arazinin içinde
iki katlı bir bağ evinin önünde durdu. Arabadan indim. Binanın önünde silahlı
bir asker duruyordu. Onun yanına varıp ‘Mustafa Kemal’le görüşmek istediğimi’
söyledim. Asker içeri girdi. Az sonra
geri döndü bana ‘paşa sizi yukarıda bekliyor’ dedi.
Kapıdan girdim. Alt katta iki kapı
yukarı çıkan bir merdiven vardı. Alt kattaki odalarda askerler vardı. Yukarı
çıktım. Yukarıda iki oda vardı. Birinden telgraf makinesinin takırtısı
geliyordu. Öbür odaya yöneldim. Odada masa üzerine yığılı kitap ve evrakın
ardında adeta kaybolmuş Mustafa Kemal vardı. Beni görünce ‘ooo! Hoş geldin çocuk.
Otur şöyle’ dedi. Bu sırada telgrafçı asker Anadolu’nun dört bir yanından
telgraflar getiriyordu. Telgraflarda direniş komiteleri kendi durumlarını
anlattıktan sonra ‘paşam gelip başımıza geçin. Yoksa başaramayacağız’ vb.
ifadelerle onu başlarına geçmesi için çağırıyorlardı.
Mustafa Kemal bütün telgrafları tek tek
cevaplıyordu. Cevabında ‘Ankara’da meclis toplandı. Düzenli ordu kurma
çalışması başladı. En kısa zamanda bütün birlikler düzenli ordu etrafında
toplanacak ve düşmanı yurttan atmak için büyük taarruza geçeceğiz’ diyordu.
Son telgrafı yazdıktan sonra benim
kendine hayretle baktığımı görünce ‘ne o çocuk? Şaşırdın mı? Yazdırdıklarım gördüklerine
uymuyor değil mi? Ama merak etme. O meclis toplanacak. Allah’ın izniyle düzenli
orduyu da kuracağız ve düşmanı bu yurttan atıp bağımsızlığımızı sağlayacağız’
dedi. Bunları söylerken çok kararlı bir yüz ifadesi vardı ve bütün söylediklerini
tek tek hayata geçirdi” diye ifade eder o sıra yaşadıklarını.
30 Ağustos Türkiye Halkının Mustafa
Kemal’in önderliğinde giriştiği bağımsızlık savaşının yıl dönümüdür.
Bir süredir özellikle mesengerden ‘bayrak
zinciri oluşturma’ çağrıları geliyor. Özellikle şu sıralar cumhuriyetin kuruluş
sürecinde sağladığı kazanımları tehlikede gören herkes bir şekilde bu güne önem
veriyor veya farklı bakıyor.
Kimisi gözünü kırpmadan ‘Atatürkçü’
olduğunu ifade edip Atatürk’ü savunuyor.
Kimileri de hep olduğu gibi Cumhuriyetin
kuruluş sürecinde veya daha önce olan olumsuzluklara; yanlışlara bakıp 30
Ağustos’a dudak bükerek bakıyor veya öyle değerlendiriyor.
Kuşkusuz o süreçte onlarında da çok
haklı olarak eleştirdiği hatalar oldu. Ama bana göre bunların hepsinin
değerlendirmesi kendi gerçeğinde bilerek, bilgili olarak yapılırsa bir anlamı
olabilir. Yani Mustafa Kemal’i veya cumhuriyeti cumhuriyet değerlerini övmek de
eleştirmek de doğru bilgilerle yapılmalı. Öteki gibi ‘Öven de, Yeren de’ sadece
kendi niyetini ifade eder ve bence bir değeri; anlamı olmaz.
Örneğin Kürt aydını sosyalist Tarık Ziya
Ekinci ‘kendi baktığı yerden’ kurtuluş savaşında Mustafa Kemal’in büyük değer
verdiği Kürt Halkını cumhuriyetin kuruluşu sırasında dışlamasına “bu konuda
bütün suçu Mustafa Kemale atmak yanlış olur. Bizimkiler ‘Kürt ağa veya beyleri’
Mustafa Kemal saltanatı kaldırınca bundan hoşnut olmadılar. Özellikle hilafetin
kaldırılmasına ‘kendi rahatları bozulacağı için’ çok tepki gösterdiler.
Cumhuriyetin kuruluş sürecinde dışlanmalarına bunlar da sebep oldu” diye
açıklık getiriyor.
Burada diyeceğim özellikle günümüzde
doğru olan tarihi gerçekler ve cumhuriyetin kazanımları ve kayıpları konusunda
lehte ve aleyhte düşünce ifade etmek için önce bu düşünceleri doğru bilgi
temelinde oluşturmak gerekir.
Öteki gibi kupkuru ‘bayrak zinciri
oluşturma’ telaşına girmenin bir anlamı yoktur. Araştırmadan ‘doğrusu eğrisi
ne?’ öğrenmeden cumhuriyeti ve kazanımlarını eleştirmek de sadece aymazlıktır.
30 Ağustos’un Türkiye Halkının
geleceğinde çok büyük önemi vardır. Bu günü daha önemli hale getirmenin tek
yolu da olabildiğince demokrasi ve demokratik toplum hedefinde çoğalmak için doğru
anlaşılır, ötekini kırmadan barış ve dostluk içeren ifadelerle kendimizi
anlatmayı hedeflemektir.
Özellikle bu günlerde inanç ve etnik
kimlik farklılığını hiç sorun yapmadan barış ve dirlik içinde siyaset
anlayışında buluşmak çok çok önemlidir
Yaklaşan 30 Ağustos’u düşünürken
aklımdan geçen bunlardı. Bunları buradan ifade etmek istedim. Umarım yazdıklarım doğru
anlaşılır.