Lak-luk veya lık ekleri sanırım bizim
gramerde eklendiği kelimeye olumlu veya olumsuzluk katarak artırır. Çok
bildiğimden değil bu işleri. Hatta hiç bilmem. Yani dil bilgisi kurallarında
kendimi “alaylı” diye tarif etsem çok yanlış olmaz. Yani yaşamın içinde
öğrenmek.
Bizde ‘alaylı’ deyimi sanırım Osmanlının
mirası. Orada kimi paşalar için ‘onlar alaylı’ diye okumuştum. Tabi ‘onlar
alaylı paşalardı’ diye yazılı olan yerde “bunun ne demek?” olduğu anlatılmaz;
ama lafın söylediği yer ve biçiminde o anlaşılır. Bizim oralarda buna “lafın
şetteni” denir. Ayrıca bir de “lafı şirfetlendirme” de denir.
Siz şimdi diyeceksiniz ki; “hopalla. Adam
‘uykusuzluk’ diye başlık attı. Sonra ‘gaynaya galdı’ oradan buradan laf
çıkarmaya” diye tepki gösterseniz “haksız sayılmazsınız” Siz belki “lafı uzatma
kısa kes” de der ilave edersiniz “Aydın havası” diye. Çünkü öyle bilinir.
Bende öyle bilirdim. Oysa o lafın sonu
“kısa kes Aydın habası” ymış. Almanya’da çalışan ve orada vefat eden ‘benim
kafa olarak en iyi anlaştığım’ dayımdan öğrendim doğrusunu. O bir yaz göl kenarındaki belediye plajına
çadır kurmuştu. Ben de ilçede yaşadığım için özellikle akşamları alırdım
nevaleyi ‘yani rakı makı bir şeyler’ giderdim yanına. Özellikle gece boyu göl
kenarında onun muhabbetine doyum olmazdı.
Sanki o da “alaylı” bir felsefeciydi. Benim
“alaylı” dil bilgisine sahip olmam gibi; ama tabi aynı şey değil de benzer. Benzediği
yön ikisinin de eğitimsiz yaşamın içinde edinilen bilgiyi ifade eder. Tıpkı okul
yüzü görmeden görev yaptıkları alaylar içinde yeteneklerini gösterip rütbe
alanlar gibi.
Bakın şimdi de “alaylar” çıktı. “Alaylar”
kalabalıklar demek oluyor sanırım. Örneğin avcıya orada keklik olduğuna
inandırmak isteyen kişi “tam şurdan bi alay keklik geçti” der. Onun gibi “alay”
bütün kalabalıkların önüne konup onu çoğaltır. “Alay” deyiminin önüne konulduğu
sözcüğü azalttığını sanmıyorum. Yani “alay” sözcüğü yukarıda yazıya girerken
“lak-luk-lık” ekleri gibi olumsuzluk ifade etmez. Zaten “alay”da bir başına bir
anlam ifade eden bir kelimedir. Yani “alaysız” veya “alaysızlık” diye bir şey
duymadım; ama ‘örneğin’ “uykusuzluk” denince herkes “uyku” sözcüğün olumsuz bir
anlam taşıdığını “uyku” veya “uyuma” zoru taşıdığını ifade eder. Aynı şekilde
“uykululuk” hali denince “uyku” içinde olan anlaşıldığı gibi.
Bizim oralarda konuşurken uyukluyana “ne bu
oğlum? Üyküsüzlükten ölüp galmışsın sanki” denir. Tabi bizim oranın şivesi
böyle. Yoksa doğrusu “uykusuzluktan ölüp kaldın mı?” dır. Yani “o şeye sahip
olacakken sahip olamadın mı?” gibi bir şey; ama alaylı ifadedir bu.
“Malkara Keşan Hoppala paşam” da olduğu
gibi siz şimdi “hoppala? Nereden girdin nereden çıktın sen?” diyebilirsiniz ve
haklı sayılırsınız; ama bu sizin haklı olduğunuz anlamına gelmez; öyle de olabilirsiniz;
haklısınızdır. Ama benim rotu çıkmış araba gibi veya gayışını koparmış beygir
gibi bu saatte “Neye? Nereye?” savrulduğumu “neden?" savrulduğumu” anlamadan
sizin "hoppala" diye gösterdiğiniz tepkide haklı çıktığınız anlamı değildir.
Benim gecenin bir vakti böyle savrulmamın nedeni bilinç uyuşukluğu içinde bilinçli bir savrulma.
Üstünüze afiyet benim geçmeyen, geçmeyecek
ve onunla gabire gireceğim "koah" diye bilinen bir hastalığım var. Bunun ne anlama
geldiğini yazmak anlamsız. Günümüzün moda deyimi haline geldiğinden herkes şimdilerde
nefes zorluğu çekmeye başladı mı? ‘sanki matah olmuş gibi’ kendi kendine veya birine “ben de koahlıyın” ve “koahlıymışım” der.
“mşım” ekine bakınca ona bunu birinin yani doktorun söylediğini anlarsınız. Halbuki
doktoru ona “sizde koah belirtisi var” dedikten sonra ‘ne meret içiyorsa dumanlı’ içtiği
şeyi bırakmasını söyler ve “sonra bu koahınız ilerler” der.
Bu günlerde medyatik kelime olan “koah”
sözcüğünü doktoru tarafından ona yakıştırılan kişi ‘rütbe almış gibi’ övünür
artık. “Ben de koahlıymışın; ama sigarayı bırakamıyorum” diye.
Neyse diyeceğim o değil. Knut Hamsun diye Norveçli bir yazar var. Hamsun gençlik yıllarında işsiz gezgin maceracı. Norveç’te yaşarken bir gün atlamış bir gemiye hep hayal
ettiği yere Amerika'ya gitmiş. O yıllardan çok önce başlayan “Amerikan rüyası”
denen Avrupa'daki işsiz veya maceracıların başlattığı ‘altın arama’ göçüne katılanların çoğu tıpkı
bizde ellilerin başında İstanbul için “taşı toprağı altın” deyip başlayıp günümüzde hala devam eden; ama
sonunda taşında toprağında altın bulamadığı gibi geldiği yerde kaybolduğu gibi Amerika'da iş bulamadıkları gibi çoğu kaybolup yitmiş.
Bizim Hamsun da büyük hayallerle gittiği
Amerika’da her ne kadar kaybolmasa da “dikiş de tutturamamış” ve geriye Norveç'e kös kös
dönmüş. İşte o sıra aklına gelmiş yazarlık. Amerika'da görüp yaşadığı
veya duyduğu hikayeleri geri geldiği Norveç'te ufak ufak yazıp şehrin
gazetesine satarak karın doyurmaya çalışmış.
O da kendini o sıra benim gibi
“yazar” saydığı için yazdıklarını götürdüğü gazete sahibinin değer verip
aldığını sanırmış. Oysa işin aslı yazdıklarını götürdüğü gazete sahibi yazara çizere ve tabi
okuyana büyük değer veren 'bugün kişi başına kitap tüketiminde en çok kitap tüketen; bu özelliğiyle dünyada en mutlu insanların yaşadığı ülkeler arasında ilk sıralarda olan' bir ülkenin gazete sahibi olduğu için buna “garibin
hevesi kırılmasın. Belki ileride hakikaten yazar olur” diye o farkında
olmadan sponsorluğunu yaparmış. Yani onun yazıp getirdiği çoğu hikayenin bir
işe yaramadığını fark etiği halde ‘sanki’ basacakmış gibi o yazıları alır
ve ona da üç beş kuruş verir yazıların çoğunu çöpe atarmış; ama küçük bir şehirde küçük bir gazete sahibi bu
sponsorluğu nereye kadar sürdürür ki? Son getirdiği hikayeyi de alınca
karşılığını vermiş ve başka bir iş tutmasını o işlerde daha çok para olduğunu
söylemiş; yani adamcağız Hamsun’a “senden her şey olur; ama yazar olmaz.
Uğraşma” demek istemiş.
Gazetecinin bu sözleri karşısında
‘tingidek’ düşen Hamsun da lafı tam öyle doğru anlamış ve oradan aldığı son
yazarlık parasıyla kendine yiyecek içecek bir şeyler alıp kaldığı yere gitmiş.
Kaldığı yer de bir pansiyonun çatı katında farelerin cirit attığı bir yermiş.
Pansiyon sahibi de ona acıdığı için ve
‘herhalde’ “Norveç’in ayazında kalmasın garip” diye pansiyonun tavan arasında
kullanmadığı bir yeri vermiş ona.
Hamsun parası olursa kaldığı yerin
kirasını veriyor; olmayınca da ‘yukarıda yazdığım gibi’ pansiyon sahibi sorun
yapmazmış.
Neyse o gün elinde gazetecinin verdiği ve
son olduğunu bildiği parayla aldığı yiyecek içecekle çıkıp gelmiş pansiyona
azar azar yemiş onları; çünkü ufukta bir açlık çekeceğinin farkındaymış ve
nitekim öyle de olmuş. Yediği son lokmadan sonra birkaç gün oradaki çeşmeden
içtiği suyla doyurmuş kendini. “Doyurmuş” dedikse bu lafın gelişi. “Hiç insan
suyla doyar mı?” somyada kıpırdandıkça boş karına dolan su “culk culk” diye ses
çıkarırmış. O sıra başlamış açlık günleri tabi.
Bir hafta sonra falan Hamsun somyadan zor
zahmet kalkıp suyunu içmiş ve o sıra aklına “su olduğuna göre dayanırım; bir
insan kaç gün aç kalır ve aç kaldığı sürede ne hisseder?” sorusu gelmiş. Yani “açlık
nasıl bir şey?” sorusu. Bu da yaşanmadan bilinmez ki.
Yani burada amaç açlık grevine çıkmak değil; “el mecbur” yaşanan açlık konusunda bir deney yaşamak olacak. Yani o öyle düşünmüş ve aç kaldığı
zamanlarda hissettiklerini zor zahmet yazıp götürmüş gazeteye. “Ben iş
bulamadım. Aç kaldım. Aç kalınca da aklıma açlığı yazmak geldi ve alıp size
geldim” demiş. Tabi gazetecinin de içi sızlamış. Onu kovamamış “iyi; arada yaz
getir. Ben değerlendiririm” deyip ona üç beş kuruş da para vermiş.
O parayı alan Hamsund hemen karnını
doyurmaya kalkmamış. Öyle ya; açlığın romanını; onu yaşayarak yazacak. Onun
için o parayla aldığı biraz nevaleyle çıkmış pansiyondaki katına. “Çok çok
acıkırsam ufak ufak yerim” diye açlığı yaşamaya devam etmiş. Sonunda ortaya dünya klasikleri arasına giren“Açlık” romanı çıkmış.
Siz şimdi “iyi de ne alaka?” diyeceksiniz.
Alakası şu. Ben tekrar enfeksiyon kapınca;
benim için iki yol vardı. Ya hastanede yatarak tedavi göreceğim; ya da evimde
kendim tedavi olacağım.
Şöyle böyle değil “ben bu hastalığı on
yıldır yaşıyorum. Defalarca hastanede yatarak tedavi oldum” bu aklıma gelince “bu
şekilde nerede hastalanacağım belli değil. Her yerde hastane olmayabilir. Onun
için ben evimde hastanedeymiş gibi kendimi tedavi edeyim” dedim. Doktorum da “hastane
mikrobu kapmamdan endişe ettiği için belki” buna “olur” verince ve başladım
hastane prensibiyle tedaviye.
Bütün ilaçlarım, oksijen makinem, oksijen
tüplerim var” ki bu son var olan oksijen zaten bu tedavinin olmazsa olmazı.
Geriye sadece kullanacağım asıl ilaç olan
antibiyotik kalıyor. Doktorum onu da yazınca “un var, yağ var, şeker var, su da var. O
zaman helvaya niye para vereyim? Ben kararım” diyen gibi başladım evde tedaviye.
Öyle diyen o helvayı kardı mı bilmiyorum;
ama ben işin başına geçince anladım yediğim haltı.
Öyle ya; “hastanede yatak var. Yemek var.
Refakatçin de var. İlaç vb. şeylerin var”; ama her gün saatinde gelip sana tedavi
veren görevli yok. Onlar gece gündüz ‘sen uyuyor bile olsan’ uyandırıp yapıyor
tedavini.
“Peki evde?” hadi yatak var. Diğer
ihtiyaçların için eşin var; ama tedavi veren. O yok. Siz diyeceksiniz ki “eşin
var.” Ama onun bildiği bir şey değil ki bu. Yani sizin anlayacağınız hastanede
olduğu gibi usule uygun ilaçları gece gündüz ben almak zorunda olunca yirmi
güne yakın gün esaslı bir uykusuzluk çektim.
Öyle oluyordu ki; gözümü kapayınca dumanlar
uçuşuyor, nerede yattığımı bilmiyordum. Kabus gibi rüya içindeyken beni gören
eşim panik halinde “ambulans çağıralım bari” dedikçe uykusuzluk ve oksijen
sıkışıklığıyla tepem atıp bağırıyorum ona. “Sen sesini kes. Şu oksijeni aç. Şunu
getir” diye. Kadıncağız korku ve can havli içinde iki ayağını bir pabuca
sığdırmak zorunda kalıyor. Nefesim biraz düzelince yaptığım kabalığı fark edip
özür falan diliyorum.
Bu şekilde kendimle eşimle kavga didişme
sonunda “inadım inat” deyip tedavimi yaptım; şimdi oksijen maskesiz bu aletin
başına geçince aklıma geldi Hamsun'un açlık romanı ve onu nasıl yazdığı.
Siz şimdi “ukalaya bak. Kendini bırak
yazar; “dünya nimeti” başlıklı eseriyle dünya ününe sahip olmuş Hamsun’un
yerine koyuyor” derseniz bu sefer “haksızsınız”
Çünkü Hamsun o romanı yazmaya
başladığında benim gibi bir şeyler yazdığını sanan biriymiş. Sonradan öyle
olmuş. O zaman benim de başarıp “yazar olarak kabul edilmeyeceğim ne malum?”
hem ben bunu yazar olmak için değil. Sevdiğim bir yazarın denediği şeyi; yani
zor bir yaşanmışlığı ve o sıra yaşadıklarımdan aklımda kalanları “hele aklımı
başıma bir toplayayım” mutlaka “UYKUSUZLUK” başlığı altında yazacağım. Yani o
sıradaki yaşadıklarımı yazacağım ve hep olduğu gibi blogumdan paylaşacağım.