30 Kasım 2016 Çarşamba

HALİM SELİM romanımdan onuncu bölüm



Hatta içinden ‘bu da tutuklu dedi’ diye geçirmişti. Polisler onu alıp aşağıya indirmiş, arka kapıdan arabaya bindirip yine Sansaryan hana getirmişlerdi. Orada onu çok dar bir yere kapadılar. Daha önceden tuvalet ihtiyacı olup olmadığını sordular. “Var pulis bey” deyince de önce tuvalete götürmüşlerdi. O orada çabuk işini görüp çıkınca da, o dar odaya kapatmışlardı. Oda Halim’in adımıyla üç adımdı. Eni de bir buçuk adım ancak vardı. Halim oraya kapatılınca ‘gine deliğe dıkıldık. Burda köpe bağlısıla durmaz’ diye söylendi. Bir duyan var mı diye baktı. Onu oraya koyan polis çoktan kapıyı kilitleyip “hadi Allah kurtarsın” deyip gitmişti.

 

Halim etrafa bakındı. Nereden geldiği belli olmayan loş bir ışığın karanlığı vardı. Gözleri karanlığa alışınca bavulu açıp içinden parkayı çıkarıp yere serdi. ‘Sağosun komutanım verdiydi’ diye içinden geçirirken ‘verdi de ne oldu? O bunu vermiseydi bu işe başıma gelmezdi’ diye düşündü. Sonra “emme namikörsün ha! O adam bunu sene eyilik olsun deyi verdiydi. Unuddun mu? Ayana geycek babıcın yoğudu dangılak” diye söylendi. Bunları düşünüp söylenirken, parkanın üstüne oturup ayağını uzattı. ‘Bak burda bile işine yareyor’ diye düşündü. Sonra “off be! Ayakda duru duru bunlara garasu enmiş” dedi. Ayaklarını uzattı kafasını duvara dayayıp hemen uykuya daldı.

 

Kendince ‘en iyi huyu buydu.’ Neyse; hiç gözlerini açmadan kah uyuyup kah uyanarak sabahı etti.

 

Parmaklıkları biri tekmelerken sıçrayıp uyandı. Çünkü tam o sırada rüyasında yine ebenin küçük kızıyla, köy katibinin kızı öyle kuş gibi kelebek gibi değil de aynı o anasının ölüsünün başında ağlarken olduğu gibi ikisi de iki elinden tutup “ağlama da kalk” diyorlardı. Sıçrayıp ayağa kalktı.

 

Parmaklıklara vurana ‘hop hop ne vuruyon öyle? Sen manyakmısın?’ diyecekti birden nerede olduğu aklına geldi.

 

Parmaklığın öte yanındaki polise baktı. Akşamki memurlardan değildi. Onun için “gusura bakma memur bey dalıvemişim de” dedi. Polis karşısında dev gibi Halim’i görünce “hey maşallah seni hangi ormandan yakalayıp geldiler?” dedi. Halim bu lafa çok kızmıştı ‘anan şamındaki ormandan yakıladılar’ diyecekti yine kendini tuttu. Ninesi aklına gelmişti. Ninesi Halim’e “bi şeye gızınca hemen söylenme de, önce içinden öfken geçinceye gadar say. Ondan sonacıma yine canın isteyosa ozuman söylen” demişti. Bu aklına gelmişti. Hem daha beşe kadar saydığında kendine hakim olup ‘anan şamındaki ormandan’ dememiş, sadece hafif gülümsemişti.

 

Polis ‘tam ayı ne söylediğimi anlamadı da sırıdyor’ diye düşündü. “Burası Hilton değil. Burda vur kafayı yat olmaz” dedi. Halim biraz daha kızmıştı ‘netcemişim ozuman, memur efendi?’ diyecekti; yine kendini tuttu. Parkayı katlayıp bavula koydu. Polis de Halim’i dev gibi görünce ‘ne olur ne olmaz’ diye düşünüp uzaklaşmıştı.

 

Halim, yine de polisin kapıyı tekmeleyip uyarmasından memnun olmuştu. ‘Neden?’ derseniz. Zaten o kızlarda o sırada ona “ağlama da kalk” demişlerdi. O da kızların sözünü tutup, kalkmış gibi olmuştu da ondan. Çünkü Halim’in kendi dünyasında yaşarken onun dışında olanlara veya onun dışındaki kişilere hiç umursamaz, yok sayardı. Onun bütün dünyası o kızlar ve ona her şeyi öğreten ninesiydi. Gerisi sadece teferruattı.

 

Polis gidince bu sefer bavulunun üstüne oturdu. Çünkü bavulu gürgenden yapılmaydı ve çok sağlamdı. O bavulu ninesi ona vermiş “al bunu oğlum. Bunu ötürüklü deden de esgere giderken götürdüydü. Onu da bubasından yani emmimden galdıydı. Bek sağlamdır. Bu sene de esgerlik eddiri” demişti.

 

Burada bavulun bu tarihçesi aklına gelince; bavulun pansiyonda olduğu aklına geldi. ‘Ne esgerliği ninecim? Mapusduda dayandı. Hala dayanıyo. Sen nur içinde yat hiç merak etme, hala sapısağlam’ diye aklından geçirdi.

 

Sonra yine o eski günlere yani kapatıldığı yeri düşünmeye döndü. Orada bavulun üstünde oturup beklemeye başladı. Ne kadar vakit geçti bilmiyordu. Bir polis kapıyı açtı “hadi bakalım seni öbür tarafa alıcaz” dedi. Halim içinden sevindi ‘tebdili mekanda hayır vardır’ dedi.

 

Bunu da ilk dayısından öğrenmişti. Halim Sirkeci’den bavulu alıp geldiğinde dayısı “hadi bakalım dayım, buraya yerleş. Tebdili mekanda hayır vardır” demiş ve onu Asmalımescit’teki kahvenin içindeki odaya yerleştirmişti. Ancak Halim bu mekan değişikliğinden hayır görmemişti. Bir papağan gibi duyduğu her sözü ezberlediği için, şimdi burada da polis “seni öbür tarafa alacağız” deyince dayısından duyduğu bu sözler aklına gelmişti.

 

Polis onu aldı; bir gün önce savcıya gitmek için beklediği kalabalığın olduğu geniş salon gibi yere getirip “burda bekle” dedi.

 

İçinden ‘bekliyem bakam. Bekleyen derviş muradına erermiş’ diye geçirirken gözleri dün tanıdığı Rüstem’i arıyordu. “Yok daha gelmemiş” dedi.

 

Halbuki Rüstem tam tahmin ettiği gibi tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılmıştı. İfade verirken savcıya tutuklasın diye suçunu abartarak itiraf etmişti. Savcı da onun kendini illa tutuklatmak istediğini anlamıştı. “Hayırdır Rüstemefendi içerde bir işin mi var? Bana adeta seni tutuklamam için neredeyse yalvaracaksın” demişti. Rüstem içinden ‘acemi işi çaktırdın’ diye söylenirken “ne münasebet savcı beyim? Benim bir vatandaş olarak tüm çabam adaletin tecellisi” deyince savcı gülmüş “bırak da adaletin tecellisini biz yerine getirelim” diyerek onu tutuklamamıştı.

 

Savcı onu bırakınca tutuklanmadım diye içi yana yana Hacıhüsreve gitmişti. Orada “geçmiş olsun yine yırttın” diyenlere bozuk atmış. Yana yakıla tutuklanmayınca kaçırdığı fırsatı, yani Halim’i avucunun içine alıp cezaevlerinde daha önceki ‘höthötlenenlerden’ acısını çıkarıp kıralar gibi yaşama fırsatı kaçırdığını anlatmıştı…

 

Halim de henüz cezaevine gönderilmemişti. O gün tutuklanacak olanlarla birlikte götürülmeyi bekliyordu. Mapusluk zanatı için talimli olduğundan o kalabalığın içinde daha önce olduğu gibi şaşkınlık çekmemişti. Şöyle etrafına bakındı. Tıpkı Rüstem’in tarif ettiği gibi gidip bir yere çömeldi.

 

Orada olanların çoğu sanki önceden tanışıyormuş gibi ‘vağıl vuğul’ sohbete dalmıştı. Halim baktı sigara içenler var. Cebinden bir sigara çıkardı kibriti yoklandı; bittiğini gördü. İçinden ‘Rüstem ustanın öğreddini yap bakam’ dedi. Bakındı hemen yakınında ayakta biri sigara içiyordu. Ayağa kalkıp yanına gitti. “Birader ateşin varısa ver de sigaramı yaken” dedi.

 

O adam yanında bir devin yaklaştığını görüp tedirgin olmuştu. Halim “birader ateşin varısa ver de sigaramı yaken” deyince hemen toplandı. “Ayıpsın abi” dedi. Sigarası yanık olduğu halde cebinden kibrit çıkarıp “buyur abi kibrit” dedi.

 

Halim içinden ‘Rüstem hakkadden bu işin usdasıymış. Adam yanık ciğarasını uzatıp buyur abi demedi de cebinden isbirte çıkarıp veriyo’ diye geçirirken kibriti alıp sigarasını yaktı. Yine içinden ‘isbirteyi unud ayı onun adı kibrit kibrit. Salak oğlum köydü deyil İstanboldasın gari’ diye kendine söyleniyordu. Sigarasını yakıp kibriti geri verdi. “Sağ ol bizim oğlan” deyip yine yerine çömeldi.

 

Kibrit veren adam sigarasını içerken bir yandan da Halim’i gözlüyordu. Önce ‘acaba tersler mi?’ diye çekindi. Sonra cesaretini toplayıp Halim’in yanına çömeldi. Halim’e “geçmiş olsun bizim oğlan, hayırdır?” dedi. Halim o adama şöyle bir baktı. Adam az kalsın altına kaçıracaktı. Korkarak Halim’e “bi hatam mı oldu ağabeycim?” dedi. Halim “yok canım; ben maraklı insanı sevmen de” deyince adam usulca yanından kalkıp “afedersin abicim” dedi ilerde bir yere çömeldi.

 

İçinden ‘ayı ateş istedi adam gibi kibriti çıkarıp verdik. Maraklı insanı sevmezmiş. Ayı daha meraklı demesini öğrenmemiş, kalkıp bana hava atıyor. Bunun böylesine iyilik de yaramaz’ diye söyleniyordu.

 

Halim ilerden adamın dudaklarının kıpırdadığını görmüştü. “Bene mi deyon sen?” diye bağırdı. Sesi kükrer gibi çıkmış oradaki herkes irkilmiş dönüp bakıyordu. Halim de sesinin çok çıktığını fark etmişti. İçinden ‘ne olursa olsun anasını saten’ diye söylenip ayağa kalkmıştı. O adam ve ötekiler Halim’i dev gibi ayağa kalkmış görünce hepsi içinden ‘hay maşallah’ diye geçirirken o adam nerdeyse altına kaçıracaktı. Korkuyla ayağa kalktı “valla abicim ben sana bişey demedim” dedi. Halim “öylese azın neye gıpır gıpır ediyodu bakalım?” dedi. Etraftakiler onun kaba konuşmasını duyunca içlerinden ‘gırın ayısı köyden gelmiş bize hava atıyor’ diye söylenirken o adam “tövbe abicim. İçimden ‘işallah beni salıveriler’ diye dua ediyordum. Sen onu görmüşsün” dedi. Halim “ha onu desene; emme bida öyle varı yoğu dua edip durma. Gören yanlış annecek” deyince adam derin bir ‘oh!’ çekip yerine çömeldi. Ellerini dua eder gibi açtı “ayıoğlu ayıya iyi yedirdim. Bunun böylesini kafanı çalışdır, tak burnuna halkayı” diye söyleniyordu.

 

Halim ilerden “bizimoğlan accık da bene dua et” dedi. Adam tamam der gibi kafasını sallayıp içinden ‘tamam ayı oğlu ayı’ dedi. ‘Ayı oğlu ayı’ derken çok hoşlanıyordu, ama dua ettiğini yalnız Halim’e değil oradaki herkese inandırmıştı. İçlerinden bazısı “tabi arkadaş imanı-guranı unudduk. Biz de biraz dua etsek iyi olur” diye söylendi.

 

Halim de içinden ‘bu Rüstem hakkadden de bu işi biliyor. Azcık sert çıkınca bunlar bırak garşı gelmeyi; imansızsa imana bilem gelicek’ diyordu.

 

Halim bu şekilde diğerleri ile birlikte epey bekledi. İçlerinden bazısı götürüldü. Bazısı geri geldi; bazısı geri gelmedi. Bu arada yeni gelenler de oldu. Sonra içeri bir gurup polis girdi. Hepsinin elini tek tek kelepçeledi. Sonra onları aldılar bir yerden bir arabaya ‘sıkış depiş’ bindirdiler. Halim arabanın içine girince “haden bakam bi gavurmalık olduk” dedi. Diğerleri bu sözden bir şey anlamamıştı.

 

Halim cama dayandı. Küçücük camdan dışarı bakarak geçtikleri yerleri görmeye çalışıyordu. Diğerleri de sanki bu arabaya çok alışıktı. Kendi aralarında koyu bir sohbete dalmışlardı. Halim ne kadar gittiler bilmiyordu. Araba bir yerde durdu. Arabadan teker teker inip koca bir kapıdan birer birer içeri girdiler. Bir adam Halim’i diğerlerinden ayırıp bir odanın kapısının önüne getirip bıraktı. Sonra kapıyı çalıp içeri girdi.

 

Halim dışarıda beklerken merakla ‘burda da mı mahkime var acıba?’ diye geçiriyordu. O adam onu içeri aldı. İçeride bir adam vardı. Sanki hakim gibi; savcı gibi biriydi. Çatık kaşlıydı. Önündeki kağıtlara bakıyordu. Halim’i getiren adam “getirdim savcı bey” dedi.

 

Halim kendini getiren adamın söylediğini duyduğu halde içinden ‘bu da savcıymış’ diye geçirdi.

 

Savcı bey başını kağıtlardan kaldırıp Halim’e baktı.

 

Halim içinden ‘yandın oğlum; bu adamın suratında hiç meymenet yok. Nerde öteki savcıı? Nerde bu savcı? Ninecim hayrına beş barmağın beşide bir olmaz, gardeş gardeşe benzimez derdi’ diye düşünürken ‘nolur nolmaz’ diye esas duruşta dimdik duruyordu. Gözlerini de aynı askerde olduğu gibi karşıya dikmişti.

 

Onu getiren adamın “getirdim savcım” dediği adam, yani savcı bey Halim’e bakıp içinden ‘Bu herif hakikaten savcı beyin telefonda dediği gibi garip bir adam. Ne olursa olsun buranın kuralları var. Yüz vermeye gelmez. Sonra ayı gibi bu herifi zabdedemeyiz’ diye geçiriyordu.

 

Sizin de anladığınız gibi Halim’in tutuklanmasını isteyen savcı hakimin önerisi de dikkate alarak cezaevi savcısına Halim’i anlatıp; onun saf biri olduğunu yazıp diğer mahkumların oyuncağı olmaması için ricada bulunmuştu.

 

Yalnız o savcının bu ricası pek işe yaramayacaktı. Buradaki savcının da söylediği gibi cezaevinin kendine has hem yazılı, hem de yazılı olmayan kuralları vardı. Bir kısmını da Halim’e ‘ustası’ Hacıhüsrevli Rüstem öğretmişti.

 

Savcı görevliye Halim’in bavulunu açmasını söyledi. Görevli yani gardiyan büyük bir zevkle bavulu açıp içindekileri yere silkeledi. Savcı “sersem herif ben sana bavulu aç dedim. Silkele demedim, topla onları” diye bağırdı. Halim içinden ‘aboov! Adam bek sert’ deyip o da yere dökülen çamaşırları toplamaya eğildi.

 

Savcı sertçe “ben sana demedim bırak sen! O nasıl döktüyse öyle toplasın” deyince Halim doğrulup yine esas duruşa geçti.

 

İçinden ‘eşşek herif esgerlik yapdın. Hala emirsiz esas duruşda gımıldanmaz öğrenemedin giddi’ diye kendine kızıyordu; ama dudakları sımsıkı kapalı olduğu için hiç belli etmiyordu.

 

Gardiyan yerde döktüğü çamaşırları toplarken içinden ‘sen böyle yap bakam savcı bey; böyle yap da bizi bu ayının önünde küççük düşür; ondan sora bizden disiplin iste de o zaman görüşelim senle’ diye sokurdanıyordu.

 

Savcı da gardiyana biraz sert davrandığını anlamıştı. Halim’e döndü sert bir şekilde “içerde bir ona buna dayılan; benim gardiyanlarıma bir saygısızlık yap, seni zincire vurur hücreye atarım” diye bağırdı.

 

Gardiyan yerdeki Halim’in son eşyalarını toplarken savcının Halim’e bağırdığını duyunca ‘bizim ağa ineği kesti, desdiyi kırdı, şimdi yapıştırmaya çalışıyor. Bok yapışır’ diye içinden söylenirken Halim de savcı bağırınca içinden ‘hobbıla şindi ben netdim de bu adam bağırıyor’ diye geçiriyordu.

 

Ama Halimin görünüşü çok komikti. Savcı gülmemek için kendini zor tutuyordu. Bu sırada içinden ‘savcı beyin dediği kadar var. Bu herif tam öküz” diyecekti kendini tuttu. Meslektaşının uyarısı aklına geldi “çok komik” dedi.

 

Çünkü Halim için arayan savcı ona “göreceksin çok saf bir o kadar da komik ve zavallı biri” demişti.

 

Bu sırada gardiyan Halim’in eşyalarını toplayıp, bavula koyup doğrulmuştu. Savcı gardiyanın gönlünü almak için zoraki gülümsemeyle “Şükrü bey bu sana ders olsun. Ben emir vermeden bir şey yapma. Gururum kırıldı diye üzülme, ben seni çok severim ve hiçbir mahkuma değişmem” dedi. Son sözleri Halim’e bakarak söylüyordu.

 

Halim içinden ‘anladık savcı bey. Gızım sene söylüyon, gelinim sen anla deyon’ diye geçirdi.

 

Gardiyan da Halim’e bakarak ‘duy bu sözleri duy da ona göre davran’ der gibi bakıyordu.

 

Halim onun kendine baktığını görmüyordu; ama hissediyordu. İçinden ona da ‘hadi gari götün dinnensin gardiyan efendi’ diye geçiriyordu.

 

Savcı, Halim’e sertçe “sen de anladın mı?” dedi. Halim esas duruşta karşıya bakarak “annadım savcı beyim!!!” diye adeta kükrer gibi bağırdı.

 

Hem savcı, hem gardiyan, hem de dışarıda müdürün odaya girip paralarını teslim edip çıkan tutuklular, müdür ve oradaki gardiyanlar irkilmiş; müdür yanındaki gardiyanı “git savcının odada ters bir şey var” diye göndermişti.

 

Bu sırada savcı Halim’e “yavaş oğlum yavaş” dedi ve gardiyana “Şükrü bey bunu müdüre götür” dedi. Gardiyan Şükrü Halim’e “bavulunu al çık” dedi. Halim’de bavulunu alıp gardiyan Şükrü’yle kapıdan çıkarken kapıda müdürün gönderdiği gardiyanla çarpıştı. Müdürün “git bak” dediği gardiyan kapıyı öyle hızlı açmıştı ki, nerdeyse Halim ve gardiyan Şükrü’yle birlikte yere seriliyordu. Bereket Halim kaya gibiydi. Müdürün gönderdiği gardiyan neye çarptığını anlamamış, burnu kanamaya başlamıştı. Savcı “size ne oluyor öyle?” derken durumu anlamıştı.

 

Gardiyanların durumuna gülmemek için kendini zor tutuyordu. Çünkü Halim ortada dimdik dururken her iki gardiyan bir tarafa savrulmuş, başlarındaki kasketler sağa sola kaymıştı. Gardiyanlar o anda çok zavallı gözüküyordu.

 

Savcı “haydi kendinizi toplayın da bu ayıyı müdüre götürün. Yalnız başka kaza istemem” dedi. Her iki gardiyanda biraz mahcup kasketlerini düzeltiler ve Halim’i alıp çıktılar. Ama hala neye uğradıklarını anlamamışlardı. Halim’i müdürün odaya götürdüler.

 

Müdürün “git bak” diye gönderdiği gardiyan bir yandan kanayan burnuna mendil bastırırken diğer yandan, “ne olmuş?” diye soran müdüre “hiç müdür bey bu ayıymış bağıran” dedi. Halim içinden ‘ayı bubandır’ diye geçirmişti. Bu sırada ‘bi de müdür varımış. İşim zor hem de çok zor. Bok mu varıdı da elin adamlana nediyola deyi bakdıydın. Al başına belayı. Savcısı ayrı, müdürü ayrı, gardiyanlar ayrı; çık bakam bu işin içinden çıkabilirsen’ diye içinden kendine kızıyordu.

 

Farkında olmadan dudaklarını oynatmıştı. Bunu gören müdür “ne konuşuyorsun içinden öyle? Daha gelmeden ortalığı kattın karıştırdın. Şimdi seni hücreye atarım, doğru dur” dedi. Halim “nettin şindi ben? Bu da höthötleniyo. Hücrüde neyimiş ya?” diye içinden ama bu sefer dudaklarını sımsıkı kapatıp öyle söylendi. Müdüre de gözlerini dikti, put gibi duruyordu.

 

Çünkü ninesi ‘esgerde, mesgerde bir gomutan sene bağırısa hiç gıpıdımıdan put gibi dur’ dediydi. Bu aklına gelmiş ‘gerçi şindi esgerde değilin; emme olsun vasın. Mapusluk da esgerlik gibidir’ diye düşündü.

 

Ama hiç belli etmiyordu…

 

Müdür “git bak” dediği gardiyanın burnunun kanadığını ama önemli olmadığını görmüştü.  Öbür gardiyana diyecekti vazgeçti. “Şakir efendi bavulu ara” dedi.

 

Halim içinden ‘bunun adı Şakir, ötekinin adı Şükrü unutma’ diye içinden kendine tembih ediyor ‘bunlara akıldı dutması zor olucek canım. Şükrü, Şakir. Accık farklı oleydi. Misal Osman, Ali gibi da goley olucedi; emme adlanı gorken sene mi mi sorucekledi akıllım?’ diye içinden konuşuyordu.

 

Bu sırada adı Şakir olan gardiyan bavulu öteki Şükrü gibi dökmeden güzelce baktı. “Müdür beyim içinde bir parka, biri gıcır gıcır ötekiler gullanılmış dört posdal, üç don ve atlet, iki de gömlek var. Başka da bir şey yok” dedi. Halbuki hemen orda Halim’in çıkarıp çıkarıp baktığı, daha sonra direnişlerden birinde arama yapan Jandarmaların ‘parça, pinçik’ edip attığı resim vardı. O resim ilkokulda beşinci sınıfta aralarında ebenin kızıyla, köy katipinin kızının da bulunduğu sınıfça çektirdiği resimdi.

 

Şakir gardiyan gördüğü halde o resmi söylememişti. Çünkü geçen hafta kızı okul arkadaşları ile çektirdiği resmi babasına, yani Şakir gardiyana gösterip “bak baba sınıfça çektirdik, ne güzel hatıra olur değil mi?” dediği aklına gelmişti. Bu nedenle Halim’e acımış ‘bu resmi çektirince bu da babasına, bak baba ne güzel hatıra olur?’ demiştir diye düşünmüştü.

 

Müdür Halim’e “üstünde para var mı?” dedi. Halim hafif tereddüt geçirip ‘oğlum burası resmi yer hiç bişe olmaz’ diye düşündü ve “var efendim. Ninecim ben esgerde ölünce ondan galan, emmimin verdiği ikibin lira; bi de dayımın ben almecen deyip duruken zorla verdiği beş yüz lira var” dedi.

 

‘Bi de kırk lira varıdı. Onu dayımın arkideşiyle giddim randevu evindeki garıya verdim’ diyecekti, kendini tuttu ‘şindi onu garışdırma oğlum’ diye içinden kendine söylendi.

 

Müdür “senin ninecinden başka kimin kimsen yok mu?” dedi. “Dayım var müdür bey. Bi de köyde hısım akrıba var; emme onları sayma. Çünküm onlar hem vaar, hem de yok gibi bişey” dedi.

 

Müdürün Halim’e canı acımıştı. “Tamam oğlum şimdi sen bu paraları bize teslim et. Sana içeride şimdilik yetecek kadar bir miktar fiş versinler. Bittikçe gardiyanlara söylersin. Onlar da kasadaki parandan yine sana fiş alıp verirler. Yalnız içerde yamyam çoktur paranı onlara kaptırma” dedi. ‘Yalnız içerde yamyam çoktur’ derken gardiyanlara da bakmış, ‘sizi de uyarıyorum bu garibin parasına dokunmayın’ demek istemişti.

 

Gardiyanlar kaçı kurasıydı. Müdürün ne dediğini çoktan anlamışlardı. Her ikisi de birden “biz ona yardımcı olur çakalların onu yolmasını önleriz müdür bey” dediler.

 

Müdür ‘peki siz sırtlanlardan nasıl koruyacağız’ der gibi baktı. Her iki gardiyan da içinden ‘merak etme müdür efendi biz işimiz bilir bu ayının icabına bakarız’ diyordu.

 

Yalnız unuttukları bir şey vardı. Halim çok zeki ve çok iyi gözlemciydi. Müdürün bakışlarıyla ne demek istediğini anlamış içinden ‘sağ ol müdürüm. Sen hiç merak etme; ben bu çakallarla başı çıkmasını bilirin’ diyordu. Ama yanılıyordu. Doğada bile üç, beş çakal, sırtlan koca aslanın elinden yiyeceğini hem de göstere göstere alıyordu. Hapishanelerde de doğa kuralları geçerliydi. Kim zayıf ezilir, kim aptal eğlence olurdu.

 

Gerçi Halim yıllarca bu çakallarla sırtlanlarla çok iyi savaşmıştı; ama cahilliğinden kendi de epey yıpranmıştı.

 

Neyse müdürün sözleri üzerine Halim’e güven gelmişti. Çıkarıp parasını teslim etmiş, şimdilik on liralık fiş almıştı. Müdür Halim’e teslim ettiği para karşılığı makbuz verecekti. Makbuzu düşürür, müşürür diye “sen şuraya imzala. Her fiş alışında mevcuttan düşeriz” dedi. Her iki gardiyanında buna çok canı sıkılmıştı. Çünkü onlar böyle cahil ve paralı mahkumlara makbuz verildiğinde onlara fiş lazım olunca makbuzlarını alır yeniden istedikleri gibi düzenleyip geri verirdi. Bu işi de koğuş ağaları ila ortak yapardı. Çünkü öyle yapmazlarsa koğuş ağaları avanta almadığı için cahil mahkumu uyarırdı. Yani işin içinde çok iş vardı.

 

Neyse Halim müdürün söylediği yeri imzaladı. Müdür “anladın mı?” diye sorunca “anladım müdür bey” dedi. Müdür gardiyan Şükrü’ ye “şimdi bunu götür, önce güzel bir tıraş ettir” dedi.

 

Halim elinde bavulu Şükrü’nün arkasından ‘bunun adı Şükrü, öteki de Şakir’ diye içinden tekrar ede ede yürüdü. Gardiyan Şükrü Halim’in aslan yelesi gibi saçlarından çok gıcık almıştı. Bir de ‘beni müdürün yanında rezil etti’ diye düşünüp, berbere “bunu sıfır numara kes” dedi. Halim görmeden berbere ‘bunun saçlarını yoldur’ diye işaret etti. Berber de mahkumdu. İçinden ‘akıllı kendi yapamadığını bana yabdırcak. Yalnız içerde bu ayıyla baş başa kalıcak benim, onu düşünmüyor’ diye geçirirken gardiyana ‘tamam anladım’ der gibi işaret çaktı. Halim önüne oturunca sanki saçını yoldurarak kesiyormuş gibi yapıp bütün marifetini göstererek Halim’e hiç acı vermeden saçını sıfır numara kesti.

 

Halim aynada kafası kabak gibi çıkınca bir hoş oldu. ‘Esgerde bile accık saç bırakdılarıdı. Demek buranın adedi bu’ diye içinden söylendi. Berbere “borcum kaç para bizim oğlan?” dedi. Berber önce gardiyana baktı tıraş on kuruştu, ama gardiyanın işareti üzerine “elli guruş” dedi.

 

Halim çıkarıp verirken içinden “ne bu yavu? Böyle giderse para mara dayanmecek” diye söyleniyordu.

 

Tıraştan sonra gardiyan onu aldı tutukluların koğuşuna bıraktı “Allah kurtarsın” deyip gitti. Halim içinden “öyle olsun bakalım” derken etrafa bakınıyordu. Kendi gibi dımdızlak kimse yoktu. İçinden “herhalde benim suçu işliyenlen kafasını gabak ediyolar” diye geçirirken bir gurup insanın, bir kapının önünde beklediğini gördü.

 

Orada ranzalara oturup sohbet edenler vardı. Halim nereye gideceğini? nerede duracağını şaşırmış? İçinden “ben nerde yatıcen ya? Adam getirip Allah gurtarsın deyip gitti. Allah beni gurtarcedi de buruya neden düşürdü madem. Bunlakede laf. Yav ne biçim yer burası?” diye söyleniyordu.

 

İçeri giren biri çıkmış elinde fişlerini sayıyordu. Halim o adama yanaşıp “noldu bizim oğlan para mı düşürdün?” dedi.

 

Adam kafasını kaldırmadan ‘sana ne?’ diyecekti. Tam bu sırada kafasını kaldırıp Halim’le karşı karşıya kalınca “tingedek” düştü. Sanki eskiden tanıyormuş gibi ‘çevir kazı yanmasın yapıp’ “senmiydin bizim oğlan. İçerde paramı kapdırdım da onu kızıyordum” dedi.

 

Halim adamın “senmiydin bizim oğlan” deyişinden adama içi ısınmıştı. “Hangi hergile senin paranı gapdı?” dedi; ama içinden ‘hop oğlum sen kayassımın kim olduğuna, Rüstem usda ne dedi sene? Mapusda herkezin daşşa aynı okka demedimiydi?’ diye kendine kızıyordu.

 

Adam Halim’den biraz yüzlenmişti. Biraz yüksek sesle “koğuş ağası mı ne var işde o kapdı” dedi. Adamın yüksek sesle söylediği sesleri duyan koğuştaki herkes ‘şimdi anan şamını görürsün sen’ diye içlerinden söyleniyordu.

 

Halim adamla konuşurken sıra yavaş yavaş ona geliyordu. İçinden ‘çık şu sırıdan ne bok olursa olsun’ diye geçirirken ‘hop oğlum Rüsdem usda sene yavaş olucen, hemen kalkıp yörümecen demedimiydi?’ diye içinden kendini uyarıyordu.

 

Sıra ona gelmişti. Kapıdan içeri biraz tedirgin girdi. İçerde bir minder üstüne bağdaş kurup oturmuş bir adam vardı. Az kır saçlı, kütülek biriydi; ama sert biri olduğu hemen belli oluyordu. Yanında ayakta her halinden uşak olduğu belli olan biri vardı.

 

Halim içeri girince o uşak gibi olan ağasından yüzlenip “hop oğlum sen hangi sulak yerde bittin böyle maşallah” diyordu ki minderde oturan adam ona “salak haddini bil” dedi ve ayağa kalkarak Halim’e “oo hoş geldin yiğidim sen benim bu salağa aldırma. Ben onun dersini veririm” dedi. Sonra o uşak gibi adama “sittir git bize çay getir, eşşoğlu eşşek” diye çıkıştı.

 

O uşak gibi adam, hemen sıvışıp gitmişti. Giderken içinden ‘eşşoğlu eşşek sensin. Gördün ayı gibi birini; hemen kobcuları koyverdin’ diye söyleniyordu.

 

Ama bu düşüncesini kimseye söylemedi. Çünkü burası hapishaneydi. Burada yerin kulağı vardı. Bu içinden geçenleri bir duyan olursa ‘kim vurduya’ gider hiç arayıp soran olmazdı. Yılların mahkumuydu. Bu yıllar boyunca bu kuralları çok iyi öğrenmişti. Ama kendini tutamadığı için, kızdığı biri olursa ancak içinden sövüp saya biliyordu. Uşak çay getirmek için sıvışınca ağa Halim’e “gel yeğen şöyle yanıma otur” dedi.

 

Halim biraz şaşkın adamın yanına oturdu. Ağa etrafa şaşkın bakınan Halim’e “yeğen senin yatak yorgan bir şey var mı?” dedi. Halim soruyu önce anlamamıştı. Sonra anlayınca “yok dayı, beni buruya getiriken öyle bişey demedileri ki” dedi. Ağa “oldu o zaman sen burda benimle galır şurda yatar kalkarsın” diye Halim’in yatacağı ranzayı göstermişti. Halim şaşkın “sağol dayı, bu iyiliğini heç unutmecen” dedi.

 

Ağa biraz gururlu “sen sağol yiğen. Seni görünce ganım gaynadı” dedi.

 

Halim etrafına bakınıyordu. Odada iki ranza, bir de yerde kabarık bir minder, minderin hemen yanında kabarık iki yastık, bir de masa ve yanında üç sandalye vardı. Ayrıca yanında bir gaz ocağı bulunan bir dolap, önünde bir masa köşeye yerleştirilmişti. Masanın üzerinde bir radyo göze çarpıyordu...

 

Anlaşılacağı gibi bu adam tutuklu koğuşunun ağasıydı. Şimdi ‘öyle mi?’ bilmiyorum; o yıllar gardiyanlar bu koğuş ağaları ila birlikte mahkumları yönetir; her kirli şeyi kumardan esrar, eroine kadar her şeyi birlikte işletir kazancı paylaşırdı.

 

Bu adama da tutuklu koğuşunun içindeki odayı vermişler; o da odayı istediği gibi dayayıp döşemişti. Cezaevine gelen her tutukludan ‘ayakbastı parası’ olarak fiş alırdı.

 

Bugün de odanın önünde sıra olmuş olanların hepsinden de  ‘koğuşa mermer döşedicem, size tuvalet banyo yaptırıcem’ diye herkesin durumuna göre fiş alıyordu.

 

Bu hapishanede iki gurup insan vardı. Bir gurup çok ceza almış, çeşitli cezaevlerini dolaşmış ya cezası çok azalmış beklemeye alınmış veya hala çok cezası olup başka cezaevlerine sevk edilecek ağır mahkumlardan oluşuyordu. Diğer gurup ise tutuklu veya yankesicilik vb. hafif suçlardan az ceza almış mahkumlardan oluşuyordu. Burası önceden cezaevi olarak yapılmış bir yere benzemiyordu. Sanki padişahlık zamanından kalma hayvan ahırı gibi yerlerdi. Yerler hep topraktı. Koğuşların içi insanlar dolaşa dolaşa sertleşmiş pek tozmuyordu.  Havalandırma için çıkılan avlu da topraktı. Oralar da tutuklu ve mahkumlar dolaştığı için sertleşmişti; ama kışın yine çamur oluyordu.

 

Gardiyanlar için en elverişli olanlar tutuklulardı. Onun için tutuklu koğuşunun ağası ile iyi geçinmek istiyorlardı ki, avantalarından olmasınlar. Bir de hem yemekhane, hem de sinema olarak kullanılan ve gardiyanlara büyük avanta kaynağı olan geniş bir salon vardı. Ayrıca bütün mahkumların ortak kullandığı tuvalet, bir de hamam vardı. Ayrıca bir kantin vardı. Bir de bütün mahkumların korkulu rüyası olan gardiyanların ‘öpücük odası’ diye adlandırdığı hücreler vardı. Ayrıca idare binaları falan vardı; ama oralar pek bilinmezdi. Bir de kapı altı denen mahkumların tek başına çekilip, icabında “öttürüldüğü” yer vardı. Ayrıca ziyaretçi görüş yeri falan vardı.

 

Halim’in gelip, gideni olmadığı için orayı hiç görmemişti. “Dayısı vardı ya” derseniz onu hiç sormayın. Halim tutuklandıktan bir süre sonra, o sırada Asmalımescit’te çıkan bir kavgada dayısı bıçaklanıp öldürülmüştü. Halim bunu cezaevinde diğer mahkumlar seslice gazetede okurken öğrenecek, çok ağlayacaktı. Çünkü o ‘dayım bugün, yarın ziyaretime gelir’ diye beklerken bu haberi öğrenmişti. Dayısı ölünce ‘artık hiç bi kimsem galmadı’ diye çok üzülmüş, arada bir kendini ‘ebenin gızıyla, köy katibinin gızı noluyor?’ diye teselli etmeye çalışsa da ‘onnan yeri başka’ diye geçiştirirdi.

 

Neyse Halim koğuş ağasının “sen benimle galır, şurda yatar kalkarsın” deyince içinden ‘iyi yere gapılandık herhalde; baksana adam baya bişeye benzeyo’ diye geçiriyordu. Koğuş ağasına “sağol dayı” deyip sustu.

 

Çünkü ustası Rüstem ona “kim ne sorarsa sorsun sen kısaca cevap vericen” diye öğretmişti. Koğuş ağası Halim’in “sağol dayı” deyip susmasını çok beğenmiş, içinden ‘aferin, ayı gibi bi şey; amma oturup kalkmasını, nerde konuşulcak nerde susulcak biliyor’ diye içinden Halim’i beğendiğini belirtti.

 

Bu sırada ağanın adamı kapıdan söylenerek çıkınca eski tutuklular “ne o Reşit efendi? ağa payladı mı gene?” diye takıldı. Adı Reşit olan ağanın adamı “yok canım ne paylıması? ağam ‘çabuk bize iki çay’ deyince ben de “tamam ağam şimdi kapar gelirim diyordum. Siz yanlış duymuşsunuz. Ne demişle sağır duymaz uydururmuş yani” dedi.

 

Eski tutuklular biraz muzipçe gülüp hep bir ağızdan “hıı biz hep böyleyiz. Götümüzden uydurup dururuz” deyip gülüştüler. Reşit onların kendiyle dalga geçtiklerini anlamıştı. Fazla üzerinde durmadı. Çay ocağına gidip biri yarım sırf dem iki bardak çay alıp hızla içeri götürdü. Yarım demli çayı ağasına ve öbür bardağı Halim’e verdi “başka bir emrin var mı ağam” dedi. Ağa “gerekdinde seslenirim, kaybolup gidme de işine bak” dedi. Reşit “anladım ağam” deyip çıkarken tekrar Halim’e baktı. İçinden ‘ağa ayıyı iyi kafesledi, evire çevire kullanır artık’ diye geçirirken dışarı çıkıyordu. Ancak bu kez tam içinden söylendiği için kimse bir şey duymamıştı. Halim’i de kıskanmamıştı. Çünkü Halim’in yeri ayrı kendi yeri ayrıydı.

 

Reşit hırsızdı. Son hırsızlığında ev sahibi fark edip onu yakalamaya kalkınca istemeden de olsa ev sahibini öldürmüştü. Aslında birini öldürecek biri değildi. Çünkü Ödlek biriydi. Ama her ödlek gibi sıkışınca çok tehlikeli oluyordu. Bu son işinde de ev sahibi uyanıp müdahale etmeye kalkınca elindeki bıçağı sokuvermişti. Gerçi kaçmıştı; ama parmak izinden sabıkalı olduğu için çabuk bulmuşlardı. Zavallı ev sahibi de kan kaybından ölmüştü. Reşit kaçarken hiç olmazsa cankurtaran çağırsaymış, ev sahibi ölmeyecekmiş. Mahkemede hakim Reşit’e çok kızmıştı. “Hadi adamı yaraladın kaçacaksın, bari giderken cankurtaran çağırıp da öyle kaçsaydın da adam ölmeseydi ya” demişti. Aslında bu sonradan Reşit’in de aklına gelmişti, ama korkusundan beni bulurlar diye aramamıştı. Ama sonunda yine yakalanıp cinayetten yargılanmış on dört sene ceza almıştı. ‘İyi hal, af’ falan derken tahliyesine iki yıl kalınca ailesi İstanbul’da olduğu için İstanbul’a naklini istemişti. Hiç disiplin cezası olmadığı için isteği kabul edilmiş, iki ay önce buraya gelmişti. Pek parası olmadığı için öteki cezaevlerinde de hep koğuş ağalarına uşaklık etmişti. Eli her işe yatkın ve eli çabuk olduğu için buraya gelince de bu tutuklu koğuşunun ağasına yamanmıştı.

 

Koğuş ağasının da iki ölüsü vardı. Tarla sulama meselesinden köyün “su civarıyla” onları ayırmaya kalkan adamı bıçakla öldürmüştü.  İlk gittiği cezaevinde kendinden haraç isteyen koğuş ağasını da ağır yaralayınca cezası idam, müebbet sonra otuz altı yıla çevrilmişti. Cezaevinde adam bıçakladığı için infazı minfazı yoktu. Yirmi yıldır yatıyordu. Af falan çıkmazsa on altı yılı daha vardı. Memleketin bütün cezaevlerini biliyordu. Onu Keskenli Bilal diye bütün cezaevlerinde tanırlardı. Buraya geleli altı ay olmuştu. Bu gün, yarın başka bir cezaevine sevkini bekliyordu.

 

Halim daha bu cezaevine gelmeden gardiyan Şükrü ona elinde gazete ile gelip “adliyeden bizim oğlan aradı, bu ayı buraya getirilecekmiş diye haber verdi” demişti.

 

Onun için koğuş ağası, Halim odaya girince Şükrü’nün verdiği haberin doğru çıktığı görüp içinden ‘bu Şükrü’yle iyi geçinmek lazım. Adamın her yerde eli var. Yarın başka bi şey için de icabında lazım olur’ diye geçiriyordu.

 

Gerçekten Şükrü bu cezaevinin en çakal gardiyanı idi. Kardeşi adliyede ağır cezada mübaşirdi. Adliyede ne olursa anında veya akşam buluşup Şükrü’ye rapor ederdi.

 

Zaten cezaevlerinde o yıllar işler hep böyle yürürdü. Olup bitenden olanağı olan herkes yararlanmaya çalışırdı.

 

Reşit dışarı çıkınca hemen çay ocağına gidip oturdu. Orada olan gazetelerin üçüncü sayfasındaki bütün yaralama ve cinayet haberlerini dikkatle okudu. Çünkü ağanın “işine bak” dediği işi buydu. Bu okuduklarından önemli gördüğünü ağasına rapor ederdi. Bu sırada yeni gelen tutuklularla eski duruşması devam edenler hemen kaynaşmıştı. Halim’in dışında yeni gelen tutukluların suçları da ağır cezalıktı, ama öyle çok ağır suçlar değildi. Hem o tutuklular hem de diğer koğuşlarda olanlar Halim’i de, işlediği vukuatı da çoktan öğrenmişlerdi. Gazeteler haberi iri puntolarla vermişti. Ama hiç birinin haberi de doğru değildi. Kimisi ‘Dev-genç Beyoğlu’nu bastı’ diye kimisi ‘Dev gibi bir solcu üç sağcıyı bıçaklayıp öldürdü’ diye kimisi ‘Beyoğlu’nda sağ, sol gurup çatıştı bir ölü, iki yaralı’ diye başlık atmıştı.

 

Allah için bir tanesi de ‘İstiklal Caddesinde yazılama yapan sağcılar orada üzerinde parka ve postalla dolaşan birine solcu zannedip saldırdı’ diye haber yapmamıştı.

 

Gerçi başlığın altında yazılanlar aşağı yukarı doğruydu; ama nedense herkes genelde başlığa baktığı için içindekilerden haberi olan pek yoktu.

 

Yalnız bu yalan haber başlıkları Halim’in çok işine yaramıştı. Çünkü tüm haber başlıklarında Halim’den ‘Dev Genç Beyoğlu’nu bastı’, ‘Dev gibi solcu’ diye bahsedildiği için daha cezaevine gelmeden herkes ondan çekinir olmuştu.

 

Halim, ağa ile çayı birlikte içtiler. Ağa Halim’e “gel birlikte bi hava alalım” dedi. Halim yine sadece “olur dayı” deyip ayağa kalktı. Ağa da ayağa kalktı. Ağa Halim’in yanında bardak gibi kalmıştı. Buna biraz bozuldu; ama dev gibi birine sahip olduğu için, Halim’in yanında cüce gibi kaldığına fazla aldırış etmedi. Zaten Halim’e denk kimse yoktu. Hemen herkes Halim’in yanında aynı ağa gibi bardağa benziyordu.

 

Önde ağa arkada Halim odadan çıktı. Kapı tutuklular koğuşuna açıldığı için onları birlikte ilk tutuklu koğuşundakiler gördü. Az sonra akşam havalandırması ve yemeği için koğuş kapısı açılmıştı.


                                                                      DEVAM EDECEK

 

DIŞ POLİTİKADA TEHLİKELİ SULARA YELKEN AÇMAK


İki yıl önce dış politikada çıkılan yolculuk dönüp dolaşıp aynı yere geldi.
Aşağıdaki 2 Aralık 2014 günü Radikal blogda yazdığım yazının gösterdiği bu.





























02.12.2014 09:15:50
A+ A-
  • İktidar özellikle dış politikadaki yanlışlarının gerilimiyle hem dış politikada hem de iç politikada “ya herro ya merro” siyaseti izliyor izlenimi veriyor.
  •  
  • Dış politikada yalnızlaşması sonucu belirsiz ufuklara yelken açarken iç politikada da önümüzdeki ‘olası’ seçimleri kaybetme kaygısıyla “ne olursa olsun” deyip gerilimi adeta tırmandıran politikasıyla iktidar gemisini tehlikeli sulara yöneltti.
  •  
  • Dış politikada izlediği siyaset sonucu Ortadoğu politikalarında uyuşamadığı ABD ve AB ülkelerine adeta nispet yapar gibi “biz sizsiz de gemimizi yüzdürürüz” diyerek dümenini ‘Ukrayna konusunda ABD ve Avrupa’dan tepki alan ve ekonomik ambargoyla karşılaşan’ Rusya’ya doğru çevirdi.
  •  
  • İç politikada da yaklaşan genel seçimlerde iktidarda kalabilmek; hatta tek başına anayasa yapacak güce ulaşabilmek için cumhurbaşkanlığı seçiminde ikircikli kalan milliyetçi oylarını kendine çekme kaygısıyla özellikle MHP'yi Türkiye’nin tamamında olamayan güçsüz parti olarak göstermek için sıkıştırırken  CHP'yi Dersim üzerinden köşeye sıkıştırmaya çalışarak Alevi oyların bütünüyle CHP'ye yönelmesinin önünü kesmeye çalışıyor.
  •  
  • Burada “Peki iktidar hem çözüm süreci ve Dersim derken milliyetçi oyları nasıl alabilir?” sorusu öne çıkıyor.
  •  
  • Taktik belli. Bir yandan Alevi açılımı Dersim derken CHP'yi köşeye sıkıştırırken öte yandan MHP liderine meydan okuyarak onu açmaza sokup milliyetçilere “bakın Türkiye’yi bölünmeden ancak biz çözebiliriz. Çünkü biz Türkiye’nin her tarafında güçlüyüz” mesajı vermeye çalışıyor.
  •  
  • “Bu plan tutar mı?” sorusunun cevabı cumhurbaşkanlığı seçim sonuçlarında var.
  •  
  • O seçimlerde pek ala tuttu ve AKP adayını cumhurbaşkanı seçtirdi.
  •  
  • Önümüzdeki genel seçimde de izlediği bu politikayla seçmen kitlesinin önemli kesimini boykotçu veya kararsızlaştırmaya çalışırken; öte yandan ‘istikrar bozulur; sosyal yardımlar kesilir’ veya ‘devlet maaş ödeyemez duruma düşer” diye özellikle dar gelirli fakir; devletin sosyal yardımlarıyla geçinmeye çalışan veya sadaka kültürüne alıştırılan kitlelerde kaygı uyandırarak açmaza soktuğu CHP ve MHP'den umudunu kesen seçmenin oyunu pek ala alabilir…
  •  
  • Ancak bu planın yürüme olasılığı İmralı’dan son yapılan açıklamalarla zorlanabilir.
  •  
  • Bir yandan milliyetçilere oynama, bir yandan Kürtlere oynamanın MHP lideriyle girilen polemik sonucu tırmanan gerilimi adeta bir ateş yumağına döndürme olasılığı bu zorun temelini oluşturuyor.
  •  
  • Çünkü İmralı açıklamalarına göre iktidarın seçimden önce gereken adımlar şart koşuluyor. Açıklamanın “Eğer bu adımlar atılmazsa barış tehlikeye düşer ve kaos doğar” diye tehdit ifade eden kısmı da aynı zoru güçlendiriyor.
  •  
  • Bunlara ABD ve Avrupa ülkelerine omuz silkip Rusya’ya yönelmesi de eklenince iktidar gemisini yürütmek için çok tehlikeli sulara yönelmiş izlenimi veriliyor.
  •  
  • Gerçi bu yönelme 'doğal gaz ücretinin düşürülmesi, nükleer enerji anlaşması' gibi iktidarı seçim öncesi ekonomik olarak rahatlatacak sonuçlar verebilir.
  •  
  • Ancak "attığın taşın ürküttüğün kurbaya değmesi lazım"

  • Buradan bakınca "Rusya'ya yönelmenin yaratacağı ekonomik kazanç dış politikada yaratacağı yalnızlaşmayı artırıcı etkiye değer mi?" diye sormak gerekir.
  •  
  • Çünkü geçmişte özellikle dış politikada alt yapısı oluşturulamadan; daha doğrusu dış dünyadaki politik dengeyi gözetmeden farklı dünyalara dümen kıran siyasetçilerin bu politikaların bedelini beklemedikleri anda iktidarlarını kaybederek öderken; halkın da ağır bedeller ödediğine bakınca; iktidarın bugün izlediği iç ve dış politika demokrasiye inanmış kesimlerde kaygı uyandırmaya başladı.
  •  
  • Bu kaygılar görsel medyada ve gazete köşelerinde sıkça dile getirilir oldu.
  •  
  • Bütün bu değerlendirmelere bakınca iktidarın ‘her ne pahasına olura olsun' iktidarda kalma kaygısından kurtulmasını, demokrasilerde iktidardan başka muhalefet de olduğunu unutmamasını ve demokrasiyle yönetilen ülkelerde iktidarların muhalefete de düşebileceğini kabullenerek politika izlemesinin doğruluğunu kabullenmesini ve bu kabullenmeyle iktidar gemisini iç ve dış politikada tehlikeli sulardan yüzdürmekten vazgeçip demokrasiyi ve barışı güçlendirici sakin limanlara dümeni kırmasını dilerim…
  •  
  • Zaten bu sıra muhalefetin savruk ve dağınıklığına baktıkça iyi şeyler için yurttaşların elinden ancak dilemek ve ummak geliyor.
  •  
  • Ben de öyle yaptım….