19 Kasım 2016 Cumartesi

ONUN HİKAYESİ birinci bölüm


Antony Çehov’un Bozkır isimli öyküsü elime geçmişti. Okuyunca aklıma kendi ilçemde ellili yıllarda okuyan köylü bir çocukla duyduğum anekdot geldi.

O anekdottaki çocukla Bozkır hikayesindeki çocuğun hikayesinin ‘farklı zamanlarda, farklı ülkelerde ve farklı koşullarda geçse de’ çok benzeştiğini fark ettim.

 Sanatın; özellikle edebiyatın evrenselliğini belirleyen de sanırım bunlar. Yani dünyanın her yerinde insanlar ‘farklı ülkelerde farklı koşullarda yaşasa ve bu yaşamlar çok farklı zamanlarda geçse de’ insanların kaygılarındaki ortaklık aynı kalıyor.

 Edebiyatla ilgili olan; daha doğrusu kitap okuma alışkanlığı olup da farklı dillerin yaşandığı ülkelerin edebiyat ürünlerini okumuş olanların yukarıdaki tespite katılacağını sanıyorum.

Anton Çehov’un Bozkır isimli hikayesini okuyanlar da aşağıdaki öyküdeki çocukla, o hikayedeki çocuğun yaşamlarında buluştuğu yanı kolaylıkla fark edecektir.

Yukarıda yazdığım gibi bu hikayeyi bir anekdotu temel alarak yazdım. Yani o anekdot hariç öykünün bütün kahramanları kurgudur. Hikayeye “Onun Hikayesi” başlığını atarak kendiyle ilgili bir anekdot üzerinden hikayesini yazdığım o çocuğu da bu kurgunun içinde kaybettirdim.

Hikaye o çocuğun kasabada okumak için ailesiyle birlikte yaşadığı bir haftanın öyküsü.

Yörenin özelliklerine uygun bir dil ve deyimler kullandığım için aşağıda o kelime ve deyimlerin karşılığını yazdım. Hikayeyi okumak isteyenlerin öncelikle o yerel deyimlere bir göz gezdirirse öyküyü daha keyifle okuyacağını umuyorum. 

 

ONUN HİKAYESİNDE YEREL SÖZ VE DEYİMLER

Berinlemek………………………. Sıçrayıp uyanmak

Buymak …………………………… Donacak kadar üşümek, çok üşümek

Betek ……………………………….Berbat, kötü

Bizel ………………………………….Çok az 

Bek cıbıl …………………………… Çok faki 

Bebillenmek ………………………Faydalanmak, hiçbir şey ödemeden faydalanmak

Cısdırma …………………………...Yuvkayı saçda kızartıp üzerine kaymak veya yağ sürmek

Çentmek ………………………….. Kesici bir aletle küçük küçük kesmek

Dalazlanma………Savrulma Bulutların dalazlanması havada savrulması

Dadak ……….. ……Çocuklar için bonibon türü küçük şeker

Dımdızlak kalmak ………….Hiç bir şeysiz, parasız, meteliksiz kalmak

Dırca gelmek …………… Diklenmek, kafa tutmak

Entarilik …………… Bayan elbisesi için kumaş

 Gerelti ……………… Az gözüken kenarda bir yer

 Göre gaba almak ………..  Çok iyi karşılamak, itibarlı karşılamak

 Göynümek ………. İçi kabarmak, çok duygulanmak

 Göynek …………..  Eskiden içe atlet yerine giyilen giyecek

 Görek ………………. Asmalı kapı kilidi

 Gurnuguduz ……. Çok kurnaz, hileci, gaddar fırsatçı

 Hora geçmek …… Beğenilmek, muteber kabul edilir olmak

  Hombul hombul hombuldamak …..homurdanarak çok öfkeli tepki gösterme

  Irlamak ………… Sallamak

  İşi gıvratmak ……. Elini çabuk tutmak, hızlandırmak

  İş kesmek ……… …Çok rahatsız etmek

  Kısmırlık ……………Fazla tutumlu, harcama yapmaktan kaçınmak

  Keprem ………….. Beceriksiz, işe yaramaz, marazlı

  Lombudak ………. Pervasız, patavatsız, sakınmadan

  Mıhsıçtı …………… Çok cimri, kimseye maddi anlamda bir şey vermeyen, çok pintilere takılan lakap

  Namazla, Namazlık …..Üzerinde namaz kılınan küçük kilim benzeri şey

  Nahal ettiniz ?...........Nasıl ettiniz?

  Naf ………. Laf

  Ödü sıdmak ….. Çok korkmak

  Peşkir ……… el yüz silemeye yarayan. Havlu benzeri şey

  Püren ………. kırlık yerlerde yetişen ve süpürge yapılan ot

  Sarmaş gürmeş olmak …. Coşkuyla, çok sevinçle kucaklaşma

  Sünmek ……… açlıktan bitkin düşmek, uzamış gibi olmak… uzamış anlamında da kullanılır

  Şırlam şık ıslanmak ….. Çok ıslanmak , sucuk gibi olmak

   Şirfetlendirmek ….  Karşıdakine gıcık vermek için bilerek çok    abartmak

   Tahrat ibriği ……. Eskiden suyun olmadığı tuvaletlerde kullanılan su kabı

   Tırkı ……… Kapının ardına sürmeli kilit

   Tosdurmak ……… Görmezden gelip geçmek

   Torunsulamak ….. Torunu sanmak, torunu saymak, torunu yerine koymak, başka birinin çocuğunu görünce torununu özlemle hatırlamak

   Tepsirme ……. Hafif nemli hale gelme

   Yumurta sıdırmak …  Yağda yumurta pişirmek

   Zarplı ….. İnatçı, direngen

   

 

                                                  HİKAYE

Çocuk günlerdir mızırdanıyordu.

Ortaokulda okuyan Davut’un okula başladığı ilk yıl köye geldiği zamanlar çalımla dolaşmasını gördükçe içi içini yemişti.

Davut anasının emmisinin kızının oğluydu. İlkokulu üç yıl önce zar zor bitirmişti.

Oysa o okulun en çalışkan öğrencisiydi. Öğretmeni ona mutlaka ortaokula devam etmesini söylemişti.

Bu yüzden ilkokulu bitireli beri her gün anasına ortaokula gitmek istediğini söylüyordu.

Aslında öğretmeni babasına da “Senin oğlan çok zeki, onu mutlaka okut.” demişti. Babası da öğretmenin bu sözleri üzerine oğlunu okutmak için bir çare arıyor; oğlunun bu mızırdanmalarını da hep duyup biliyordu. Ama kasabada çocuk okutmanın zorluğu onu ürkütüyordu.

Çünkü bu zamanda çocuk okutmak her babayiğidin harcı değildi.

Bir kere; her gün çocuğun okula gelip gitme olanağı yoktu. Hadi çocuğa kasabada kalacak bir yer buldular diyelim. Oranın kirası; çocuğun yemesi içmesi, üst başı, geldisi gittisi dünyayı tutardı. Onun olup olacağı on beş yirmi davarı vardı. Kışın oduncuya gözükmeden dağdan kaçak odun kesip odun satmak da vardı; ama onu işten saymamak lazımdı. Çünkü o işin bir dünya da tehlikesi vardı. Yani bu kadar gelirle kasabada nasıl çocuk okutacaktı? Çocuk bunları düşünmeden günlerdir “okuyacağım diye” tutturmuştu.

O gün kasaba pazarıydı. Adam bir gün önce çocuklarının anasına “Oğlanı hazırla; yarın kasabaya götüreyim. Bir çare bulursam okula gaydettiririm. Olmeycek olursa geri geliriz. Kendi de görsün bakalım okumak öyle goley miymiş?” demişti.

Ana ve çocuk babanın lafının fazlasına aldırış etmeden yalnızca “okula kayıt” meselesini duyup çok sevinmişlerdi.

Hele çocuk; o gece sabaha kadar kıpır kıpır, gözünü kırpmamıştı. Arada bir daldığındaysa kendini okulda buluyordu. Davut’ta görmüştü. Ortaokulda çocuklar şapka giyiyor ve boyunlarına bir şey takıyorlardı. Gece o boyuna takılan şeyin adı aklına gelmiş; hatırlamayınca uykusu kaçmıştı.

 Düşün Allah düşün; o şeyin adını aklına getirmeye çalışıyor; ama bir türlü hatırlayamıyordu.

 Anası da gece boyunca “Çocuğum okula gidip okuycek; böyük adam olucek.” diye sevincinden doğru dürüst uyuyamamıştı.

 Babası ise “İş olacağına varır.” deyip her zaman olduğu gibi vurup kafayı uyumuştu.

 Bu sırada kız kardeşleri de geç vakte kadar yatağın içinde fısır fısır babalarına kasabadan aldıracakları şeyleri konuşmuş; sabahleyin bir fırsatını bulup babalarına söylemeyi kararlaştırdıktan sonra da uyumuşlardı.

Bu şekilde herkes kendi kaygılarıyla sabahı ‘zor’ etmiş; sabahleyin de erkenden uyanmışlardı.

Anası çabucak bir tarhana çorbası hazırlamış; sıcağı sıcağına onunla kahvaltılarını yapmışlardı.

Sonra anası oğlana bir iki giyecek hazırlamış; bir gün önceden yaptığı ot ekmeği ve katmeri de sarmış, içine de yumruk kadar keçi peyniri koyup çıkını hazırlamıştı.

Çocuğun okula kayıt olup olmayacağı belli değildi. Anası ‘eğer çocuk okula kayıt olup başlar; orada ona kalacak bir de yer bulunursa iki gün bunlarla idare eder; hafta sonu gelince sonrası için bir çare buluruz’ diye düşünmüştü.

Çocuk okula başlarsa daha önce kasabada çocuk okutan emmisinin kızına sorup bir yol, yordam öğrenecekti.

Gerçi o da çalımından doğru bilgi vermeyebilirdi ya… Çünkü iki kadın arasında kimsenin bilmediği; daha doğrusu sebebini yalnız emmi kızının bildiği bir sinir harbi vardı. Kadın bunları düşünerek oğlunun torbasını hazırladı. Kızlar çekine çekine babalarına siparişlerini söyledi. Küçük kardeşleri balon istedi. Baba oğul, evden hane halkının bu istekleriyle yola düzüldü.

Köy içerideydi. Kasaba yolu epey ileriden geçiyordu.

Yoldan geçen pazar arabalarını kaçırmamak için hızlandılar.

Çocuk babası ne derse yapıyordu. Sanki “uç” dese uçacak gibi kıpır kıpırdı.

Oğlunun bu “pır pır” hâlini gördükçe babasının içi kıyılıyordu. ‘Ya ona bir ev bulamazsa? Ya okul işi, astarı yüzünden pahalı olup da kös kös geri dönerlerse?’ İşte baba bu endişeli hâliyle; oğlan da okul heyecanıyla gözü başka bir şey görmez şekilde kasaba yoluna vardılar. Çok beklemelerine gerek kalmadan ileriden pazarcı kamyonu gözüktü. Baba kamyona el edince kamyon gelip önlerinde durdu. Şoför mahalli tıklım tıklım doluydu. Baba oğluna omuz verip arkaya; kasaya binmesine yardım etti. Sonra kendisi de kapının yanındaki basamaktan kasaya tırmandı.

Kasa mal çuvallarıyla doluydu. Üç de yolcu vardı. Sabahın ayazından korunmak için kamyonun brandasının altına sokulmuşlardı. Baba oğul beraber o brandanın altına sokuldu. Bu sırada kamyon çoktan yürümüştü.

Henüz güneş doğmamıştı. Arabanın süratiyle sabahın ayazı branda falan tanımıyordu.

Anası “Buban sene orda ceket alıvecek” diye gömleğin üzerine bir şey giydirmemişti. Bu nedenle çocuk kemiklerine kadar üşümüştü. Brandanın altına biraz daha sokuldu. Öteki üç kişiyle babası ve o, sanki bir yumak oluşturmuşlardı. Birbirinin nefesini yüzlerinde hissediyor, adeta nefesleriyle ısınıyorlardı.

Sanırım ötekiler de sabah sabah tarhana çorbası içmişlerdi. Çünkü müthiş bir sarımsak kokusu çocuğun yüzünü yalıyordu. Önce bu kokuyu duyunca midesi kalktı; kusacak gibi oldu ama kendini tuttu. Zaten bir süre sonra kokuya alışmıştı.

Branda altındaki öteki üç kişiden biri sakallıydı. Sakallarının oldukça beyazlaşmış olduğu fark ediliyordu. Başında örgü bir külah vardı.

O külahtan çocuğun babasının da vardı. Keçi güderken giyerdi. Özellikle kışın karda külahı boynuna kadar indirir; sadece gözleri açıkta kalırdı. Çocuk kaç zamandır anasından bu külahtan bir tane de kendisine örmesini istiyordu. Adamın başında yün külahı görünce çocuk bunları hatırladı. Bir de adamın gözlerinin gömgök olduğunu fark etti. Brandanın karanlığında sanki boncuk gibi parlıyordu. Öteki adam daha genç, pala bıyıklıydı. Gür kaşları altından insana korku veren kapkara gözleri gözüküyordu. Üçüncü kişi kendisinden az büyük; gençten biriydi. Saçları hafif sarı gibi oldukça uzundu. Önüne dökülmüş kâkülün altından yeşile kaçan gözleriyle çocuğa gülümseyerek bakıyordu.

Çocuk ihtiyarın külahına öteki adamın pala bıyıklarına bakarken sarışın oğlanın gülümseyen gözlerini fark etti; o da gülümsedi.

Oğlan, çocuğa daha da gülümseyerek “Merhaba; kasabaya mı gidiyosunuz?” diye sordu. Çocuk önce babasına baktı. Diğer adamlarla usul usul sohbet ettiğini görünce oğlana “Okula gayıt için kasabaya gidiyoz.” dedi. Sarışın oğlan o çocuğun “Okula gayıt için kasabaya gidiyoz.” dediğini duyunca dalıp gitti. Babasıyla kamyona bir gün önce gelip pazarında yayındıkları az ilerdeki kasabadan binmişlerdi.

Sarışın oğlan ilkokulu bitireli dört yıl oluyordu. Okumayı çok istemişti. Ama yedi nüfusu doyurmak sadece babasının gayretiyle olmuyordu. İlkokulu bitirince babası anasına “Oğlan büyüdü; bazarlara birlikte gideriz. Tek başına indir bindir olmuyor. Hem o da ticarete alışsın gari” demiş ve o günden sonra oğlanı pazarlara yanında götürmeye başlamıştı. Sattığı şeyler ucuz giyecek, lastik çizme ve ayakkabılardı. Onları şehirdeki toptancıdan alır; pazar pazar dolaşıp satarlardı.

Oğlan da işi çabuk kavramış; satışları artmıştı.

Babası anasına “Oğlanı okutmadığımız iyi oldu; canavar gibi maşallah. İyi bazarcı olucak” diye oğlunu kaç kere övmüştü. Sarışın oğlan kendini bunlarla avutmuş; okula gönderilmeyişini neredeyse unutmuştu. Ama şimdi karşısındaki çocuk okula kayıt olmaya gittiğini söyleyince içinde küllenen okuma isteği yeniden depreşmişti. Çocuğa usulca “Bubanın gıymetini bil. Oku, hayat çok zor arkıdeş” diye çokbilmişçesine fısıldadı.  Sarışın oğlanın bu fısıltısını babası da duymuş; çocuğunun okul özlemi çeken sözleri içini “cız” etmişti.

 Çocuğun babası da duymuştu sarışın oğlanın fısıltıyla çocuğa “Bubanın gıymetini bil. Oku, hayat çok zor arkıdeş.” deyişini. Duymuş; derin bir iç çekmişti. “Koyacak bir yer bulamazsa oğlanın hevesi büsbütün kırılacaktı” Adam kendi kendine “Başıma iş aldım; çık bakalım işin içinden” diye söyleniyordu.

Sarışın oğlanın babası usulca “Çok iyi yapıyon arkıdeş; bak benim oğlan heç belli edmiyo; emme içinde uhde galmış. Okumayı bu gadar çok isdediğini bilsem ganımı satar okudurdum” dedi. İkisi de sarışın oğlan ve çocuğa baktılar.

Onlar kendi aralarında sohbete dalmış; babalarını dinlemiyorlardı. Çocuğun babası oğlanın babasına “Öyle deyon arkıdeş de bizimki hâlâ belli değil. Çocuğa bir yer bulursam okudcem; yoğusam kös kös geri gelcez. Valla netceemi şaşıdım” diye dert yandı. Sarışın oğlanın babası “Valla arkıdeş, onu bunu bilmen; bak benim oğlan ilkokulu bitireli kaç yıl oldu. Bazarcılığa alışdı deyodum. Duydun; hâlâ içi yangın. Ben bileydim böyle oluceni valla ne yapar yapar oğlanı okudurdum” dedi. Çocuğun babası “Öyle yapmak lazım; ben de çocuğu okutmak için ne gerekirse yapıcem.” dedi.

 Çocuk, babasının sesi kulağına gelince dikkat kesildi. Babasının en son “Çocuğu okutmak için ne gerekirse yapıcem” dediğini duyunca içi titredi. Ayıp olmayacağını bilse dönüp babasının boynuna sarılacaktı.

Ama babası hep ciddiydi. Öyle ki; kaç kez içinden babasının boynuna sarılıp; onu öpmek istemiş ama hep çekinmişti. Hâlbuki iyi hatırlıyordu; daha okula gitmediği yıllar babası kaç kere onu kollarından tutup omzuna bindirmişti. Çocuk o sıralar babasının gücüne hayran kalıyordu. Ama okula başladıktan hele dördüncü sınıfa geçtikten sonra babası ona karşı çok değişmişt. Bir keresinde babasının anasına “oğlan böyüyo; artık çok şımartma. Yoğusam Davut gibi sırnaşık bi şe olur” dediğini duymuş; babasının niçin böyle mesafeli olduğunu küçücük yaşına rağmen anlamıştı.

İçinden kendi kendine ne olursa olsun anasının emmisinin kızının oğlu Davut gibi şımarmıyacağına; okuyup büyük adam olacağına söz vermişti. Tabi bu çocuğun duygularını babası hiç bilmeyecekti.

Bunlar aklına gelince kendini tuttu. Sarışın oğlan usulca tekrar “Buban gıymetini bil” diye fısıldadı.

Babaları kendi aralarında sohbete daldıkları için sarışın oğlanın çocuğa “Bubanın gıymetini bil” dediğini duymamışlardı. Çocuk sarışın oğlana gözüyle “Tabii bileceğim” der gibi baktı.

Çocuk sarımsak kokusundan kurtulmak için brandayı hafif aralayınca gökyüzünün bulutlandığını gördü. İçinden ‘Yağmur yağıcek. Rahmette hayır varımış’ diye geçirdi.

Bulutlar havada hızla oradan oraya savrulup ‘dalazlanıyordu’. Bu sırada havalanan bir gurup keklik hızla tepelere doğru uçtu. Üç dört kırlangıç hemen kamyonun yanında belirdi. Sanki kamyonla yarış eder gibi bir süre uçtular; onlar da sola kıvrılıp gittiler.

Kırlangıçları görünce çocuğun aklına büyütmek için aldığı kırlangıç yavrusunun ölüşü gelmiş; hüzünlenmişti.

Köyde kuş yavrusu bulunca alıp getirir, büyütürdü. Kaç kere kerkenek, karga yavrusunu büyütüp uçurmuştu. O kırlangıç yavrusunu da bir ağacın dibinde bulmuştu. Bir süre anası gelir uçurur diye beklemiş; gelen giden olmayınca kırlangıç yavrusunu alıp eve getirmişti. Zaten kanadı da kırıktı. Ne kadar uğraştıysa olmamış; sonunda ölmüştü. Kuşu götürüp bulduğu ağacın dibine gömmüştü.

Kırlangıçları görünce aklına bunlar gelmişti. İçinden ‘Emme bende günah yoğu ki, elimden geleni yapdım’ diye kendini teselli ediyordu.

O yıllar ‘henüz vara yoğa’ bilinçsizce tarım ilacı kullanılmıyordu. Her yerde dolu; çeşit çeşit kuş vardı. Kerkenekler, kargalar, sığırcıklar, bülbüller, ebabil kuşları, atmacalar, aşağıda çayırda üveyikler, yaban ördekleri, kara mekeler olurdu. Arada bir kartalların süzüldüğünü bile görürdünüz. Köyün aşağısında tarlalarda çil keklik sürüleri vardı. Tepelerde ala keklik de olurdu. Hele güze doğru bıldırcınlar sökün eder; aşağıda, biçilen arpa tarlalarında dolu bıldırcın olurdu. Köyde gençlerle daha büyükler keklik avına; bıldırcın avına giderdi.

Çocuk, avcıların el kadar bıldırcınlardan ne istediğini bir türlü anlayamazdı. “Yiyorlar” desek; her biri bir lokma bir şeydi.

Bıldırcınların avlandığını görünce uykuları kaçar; kendi kendine eline hiç tüfek almayacağına, kuş avlamayacağına söz verirdi. Hatta gençlerin tepelere karatavuk, cırrık avlamak için kurdukları av sepetlerini kaç kere gidip bozmuş; bu yüzden yakalanıp gençlerden dayak yemekten zor kurtulmuştu.

Bunlar aklına geldi. Sonra köyde aşağı yukarı her evin damında mutlaka yuvası olan leylekler aklına geldi. Mübarek hayvanlar her yıl mutlaka bir yıl önceki yuvalarına gelip yerleşir; kışın rüzgârla bozulan yuvalarını tamir eder, sonra yumurtlayıp yavru çıkarırlardı.

Artık o sıralar köydeki öküz, inek, at, eşek seslerine özellikle akşamüzerleri leylek takırtıları da eklenirdi. Köyleri hemen dağın dibindeydi. Kışın evlerinde sıcacık odalarında otururken dışarıdan dağdan gelen kurt, çakal ulumalarını duyunca ürperir, köpek havlamalarını duyunca da hoş bir güven duyarlardı.

Zaten her evin mutlaka bir köpeği olurdu.

Onların da boz bir köpekleri vardı. Çocuk bu köpekle çok iyi anlaşmış; adeta arkadaş olmuştu. O yıllar her çocuğun mutlaka bir kuş yavrusu olurdu. Çocuklar onunla oyalanır, kuşu beslerler, sonra uçururlar; birbirleriyle kuşların güzelliğini yarıştırırlardı.

İşte kırlangıçları görünce hep bunları hatırlamıştı. Birden köyünü özlediğini fark etti. İçinden ‘Akıllım köy yerinden gaçımyo, anan tatillerde gelirsin dedi ya; o zaman guş beslersin.’ diye kendine söyleniyordu.

Bu sırada araba yavaşlamış; inleyerek gidiyordu. Babasının “Dokuz dolaşıma geldik.” dediğini duydu. Araba da çok yavaş dönerek inmeye başladı. Kafasını tekrar brandanın altına soktu. Babasıyla öteki yolcuların usul usul dua ettiğini gördü. Korkuyla başını brandadan çıkardı. Dokuz dolaşımda kaç kez arabaların devrildiğini duymuştu. Kaç kere köyde anasının, büyüklerin dokuz dolaşımdan korkuyla bahsettiklerine şahit olmuştu. Hemen bildiği Süphaneke ve Fatiha dualarını okumaya başladı. Bu sırada kenardaki çamlar bir yakınlaşıp bir uzaklaşıyordu. Çocuk arabanın her dönüşünü içinden sayıyordu. Sekize gelmişti ki araba birden hızlandı. Bir eksik saydığını; dokuz dolaşımın bittiğini fark edip sevindi. Tekrar havaya bakmaya başladı.

Araba hızlanınca kasanın kenarından gözüken ağaçlar ve telefon direkleri hızla geriye gitmeye başlamıştı. Telefon direklerini saymaya dalmıştı. Bu sırada hava koyu kurşuni bir renge bürünmüştü. Uzaklarda şimşekler çakıyor, gök gürlüyordu. Burnuna bir, iki derken daha hızlı damlalar düştü. Yağmur başlamıştı. Babası brandanın altından dürttü. “Brandayı ört, şindi yağmır hızlancek.” diye seslendi. Çocuk brandayı örtüp altına girdi. Sarımsak kokusunun azaldığını fark etti. Bu sırada yağmur çok hızlanmıştı. Brandanın üzerinde yağmur damlalarının tıpırtısı arttı. Bu sesler çocuğun uykusunu getirmişti; kafası sallanıyordu.

Babası çocuğun uykusunun geldiğini görünce gülüp çocuğu dürttü. “Efendi uyuma. Okucen deyodun; her gün erkenden kalk, okula git de gör bakam okumak neymiş” dedi.

Çocuk babasının dürtmesiyle kendine geldi; babasının sözlerine gülümsedi.

Öteki adamlar ve sarışın oğlan da gülümsüyordu.

Çocuk onların da güldüğünü görünce utanıp başını yere eğdi. Uykusunu kaçırmak için gözlerini ovuyordu.

Bu sırada yağmur suları brandanın kenarından süzülüp kasaya doluyordu. Pazarcı, çuvallarına su gelmesin diye brandayı çekiştirirken hepsi altları ıslanmasın diye çömelmişti. Kamyonun hızından kasabaya girdikleri anlaşılıyordu. Çocuk merakla brandayı aralayınca yol kenarındaki evleri görmeye başladı.

Kamyon gitti gitti; bir yerde durdu. Hep beraber hızla kamyondan indiler. Babası ve öteki adamlar sağanak altında pazarcının çuvallarını indirirken çocuk kenardaki kahveye yönelmişti. Onu gören kahveci el etti. Çocuk kahvecinin el ettiğini görünce babasına baktı. Pazarcının çuvallarını indirmesine yardım eden babası “İçeri gir; ben şindi gelcem.” diye seslenince kahveye girdi.

Kahvenin bir köşesinde soba vardı. Henüz kış değildi. Sonbaharın başındaydılar; ama havalar erkenden soğumuştu. Kahveci sobayı yakmıştı.

Dışarıdan ıslanıp gelenler sobanın kenarında kurulanmaya çalışıyordu. O da brandadan siyen sudan biraz ıslanmıştı. Diğerleri gibi o da kurulanmaya başladı.

Anası gömleğin üstüne bir şey giydirmemişti. Gömleğini geçen bayramda babası, pazarda sattığı peynir parasıyla bayramlık diye almıştı. Anası sabah giydirirken “Okula giderken boyun bağını dakar, öyle gidersin. Buban sene bi de ceket alıvecek. İşde o zaman dokdur gibi olucen valla” demişti. Sırtındaki gömleği kuruturken bunları düşünüyor; babasının bir an önce o ceketi almasını istiyordu. Çünkü gömlekle hafiften üşümeye başlamıştı.

Babası çuvalları indirmeye yardım ettiği pazarcı ve oğluyla beraber geldi. Hepsi sırılsıklam ıslanmıştı. Sobanın etrafında sıralanıp ısınmaya ve kurulanmaya çalışıyorlardı. Daha önce kurunanlar da birer ikişer kahvenin içindeki masalara dağılıp sohbete başlamıştı.

Kahvenin içi “vağıl, vuğul” seslerle kaynarken kahvecinin garsonu da tepsinin üzerine koyduğu çayları masaların arasında müşterilere dağıtıyor; “Değmesin beyler, yağlı boyaaa!” diye bağırıyordu. Çocuğun şaşırarak garsona baktığını gören sarışın oğlan, kulağına eğilip “Bu hep böyle bağırıp masaların arasında kendine yol açar” diye açıkladı; ama çocuk çayla boya arasındaki bağlantıyı bir türlü kuramamış, şaşkın şaşkın bakıyordu.

Sarışın oğlanın babasının “Oğlana alacağın şey bende varısa ucuza veririm.” dediğini duyunca babasına baktı. Babasıyla göz göze geldi. Babası bu sırada cebindeki parayı hesap ediyordu. Cebinde hepi topu kasaba verdiği keçinin parasından kalan on yedi lira vardı. Onunla oğlana bir ceket, bir kravat, bir şapka, bir de lastik pabuç alacaktı. Karısının tembih ettiği, kızların istediği şeylerden para artarsa aslında kundura alırdı; ama “yok olunca yoku var etmek zor” diye düşünüyordu. Bu düşüncelerle sarışın oğlanın babasına “Sağ ol arkıdeş; tabii önce senin sergiye bakarız; paranın yetdiği gadar bi şeyle alıcez.” dedi. Bunları söylerken bir yandan garsonun getirdiği çayı karıştırıyordu. Oğluna da bir çay almıştı.

Onlar çay içerken biraz kuruyan sarışın oğlanın babası oğlunu alıp sergiyi açmaya gitti. Yağmur da dinmiş; hava hafiften açıyordu. Adam oğluna masanın kenarındaki sandalyeye oturmasını söyledi; kendi de bir sandalye çekip oturdu. Yavaş yavaş çaylarını içiyorlardı.

Adam aslında çayı asker arkadaşının kahvesinde içmek istemişti. İlerideki kahve asker arkadaşınındı. Ne zaman kasabaya gelse mutlaka onun yanına uğrar; param ele gitmesin diye çayı orada içerdi. Gerçi asker arkadaşı her defasında “Ayıpsın bizim oğlan, goy o parayı cebine.” dese de o ne yapar eder kahveden çıkarken çay parasını mutlaka adeta atar kahveden öyle çıkardı. Bu asker arkadaşına çok değer veriyordu.

Askerliği cumhuriyetin ilk yıllarında birlikte yapmışlardı. O yıllar askerin “bitli piyade” diye nam saldığı; insanların bitten kırıldığı yıllardı. Askerlik yılları hep yoklukla geçmiş, o nedenle askerde herkes birbiriyle dayanışma içinde olmuştu. Hele bir de hemşeri olunca kardeşten ileri dostluklar oluşmuş; bu dostluklar askerlik sonrası da düğünde, bayramda, kederde, sevinçte sanki kardeşmiş gibi devam edip gitmişti. İşte çocuğun babasının asker arkadaşı böyle yakın biriydi. Ama çocuğun babası arlı adamdı. ‘Haymedet arkıdeş deyi varıp gayfesine kösülüp ver gelsin’ demiyordu.

Adam bu düşüncelerle; çocuk babasının alacağını söylediği ceket, boyun bağı ve parası yeterse alıvereceği lastik ayakkabının hayaliyle çaylarını içip bitirdiler. Adam cebindeki bozukluktan bir beş, iki iki buçuk kuruş ayırıp on kuruş olan çay paralarını verdi. Garson parayı alıp boşları götürürken adam oğluna “Hadi bakam çıkam.” dedi. Çocuk babasının arkasından çıktı. Az ileride kahvenin hemen dışındaki sarışın oğlanın babasının sergisine yöneldiler.

Sarışın oğlanla babası çuvaldan çıkardıkları malları tezgâha sıralıyorlardı. Malların içinde neler yoktu ki? Ceketler, gömlekler, ayakkabılar, öğrenci şapkaları, hatta boyun bağı bile vardı. Çocuk o boyun bağının adını akşamdan beri hatırlamaya çalışıyordu. Bir türlü hatırlayamadığı için de kafasına ağrı girmişti. Serginin yanına varmışlardı. Çocuk sabırsızlıkla boyun bağlarından birini eline alıp “Bunlar kaça?” dedi.

Babası oğlunun kravatı tutup kaça demesine şaşırmış; biraz da densizlik sayıp kızmıştı. Çocuk bunun farkında değildi, bir an önce adını öğrenmek için elindeki kravatı gösteriyordu. Sarışın oğlan “ha kravatı mı soruyorsun?” deyip fiyatını söyledi.

Ama çocuk fiyata hiç dikkat etmemiş boyunbağının adının “kravat” olduğunu duymuştu sadece. Unuttuğu şeyi hatırlamış olmanın verdiği çok büyük bir rahatlama içinde kravatı elinde tutup içinden “Unutma salak! Bunun adı kravat.” diye tekrar ediyordu.

Babası çocuğun dalıp gittiğini fark etti. “Hadi bakam gey şu ceketi” diye sarışın oğlanın babasının uzattığı ceketi gösterdi. Çocuk kendini topladı içinden “kravat” diye tekrar ederek ceketi giydi. Ceket az büyüktü.  

Babası “Az büyük olsun, bunla çabuk büyüyo” deyince çocuk bu ceketin alınacağını anlayıp sevindi. Babası parasını sordu. Sarışın oğlanın babası bu ceketi toptancıdan üç liraya almış “tutturabildiğine” yedi, sekiz liraya kadar satıyordu. Ama adamın, oğlunu okutmak için gösterdiği gayretini görmüş, canı acımıştı. Ayrıca adam, o yağmurun altında canla başla gayret edip çuvalları indirmesine yardım etmişti. İçinden ‘Ramazan da yaklaşıyor, hayrım olur’ diye düşünüp “Bu ceket benden oğlumuza hediye olsun. Büyük adam olunca beni hatırlasın” dedi.

Satıcının bu sözleri üzerine çocuğun babasının içi titremiş oğlan da şaşırmış bakıyordu. Çocuğun babası adamın sözlerine çok sevinmişti ama ceketi kapıp almak olmazdı. “Olmaz arkıdeş, sen kaç para, onu de” diye ısrarcı oldu. Satıcı “Tamam gardeş oldu; tamam sen başka alcen şeyleri söyle. Ben onlardan gazanırım olur biter” diyerek para almak istememekte ısrar edince çocuğun babası “Sağ ol bizim oğlan, bu eyiliğini unutmecez” dedi.

Sonra bir kravat, bir de şapka alacağını söyledi. Onları da çocuğa verdiler. Çocuk hemen şapkayı giydi. Sarışın oğlanın yardımıyla kravatı boynuna taktılar. Adam ceket beleş olunca bir de ayakkabı almayı düşündü. Lastik pabuçlardan oğlunun giydiği numarayı bulup oğluna “Şunları gey bakam.” dedi. Çocuk sevinçle ‘cızlavet’ lastik pabuçları giyerken gözü az ilerideki bir çift kundura ayakkabıdaydı. Sarışın oğlan çocuğun kunduraya baktığını görünce kunduraları eline aldı, babasıyla göz göze gelerek sanki anlaştı “Al arkıdeş; bunla da benden olsun” dedi. Satıcı adam, şaşkınlıkla bakınan çocuğun babasına gülümseyerek “Arkıdeş senin oğlanı ikimiz de sevdik; okusun büyük adam olsun yeter.” dedi. Ardından çocuğa ayakkabıları giymesini söyledi. Çocuğun babası “Sağ ol arkıdeş, borcumuz ne?” diye sordu. Satıcı “Üç lira ver yeter.” dedi. Çocuğun babası çok şaşırdı; ne söyleyeceğini bilemez hâlde cebindeki paradan üç lira sayıp satıcıya verdi. Sonra oğluna “Öp amcanın elini.” dedi. Çocuk sevinçle adamın elini öptü. Adam eğilip yanaklarından öperken çocuğa usulca “Oku, büyük adam ol; bubanın gıymetini bil.” dedi. Çocuk “tamam” der gibi başını salladı. Sarışın oğlana da “Sağ ol abi.” dedi.

Adam da biraz ağlamaklı olmuştu. Burada kalmaya devam ederse sarışın oğlanın ve babasının boynuna sarılıp ağlayacaktı. Oğluna “Hadi bakam; üst baş tamam… Şindi galıcek bir yer bulam; sonra okula gaydolcen.” dedi ve yürüdü. Çocuk da arkasından elinde torbası ve kundurayı giyince çıkardığı eski ayakkabıları olduğu hâlde yürüdü gitti.

Bu sırada arkalarından bakan sarışın oğlanın babası oğlunun okuma isteğine aldırmadan onu pazarcı yapmanın üzüntüsüyle oğlunun başını okşadı. “Okusan iyiydi; emme sen iyi bi bazarcı olcen. Herkezden çok gazanıp rahat edicen. Biz işimize bakam.” dedi. Baba oğul üzerlerindeki hüzünlü havadan çabucak sıyrılıp sergiye gelen müşterilerle ilgilenmeye koyuldular.

Adam ve çocuk önce çocuğun kalacağı bir yer bulmak için yukarı doğru yürüdüler. Burada adamın aklına asker arkadaşına uğrayıp sormak geldi. Çocuğuna “Hadi gel; Ali Emmi’ne bir uğruyam. Belki onun bildiği bir yer vardır” dedi.

Çocuk “Ali Emmi”nin babasının asker arkadaşı olduğunu tahmin etmişti. Babasının asker arkadaşını hiç görmemişti; ama babasının kasabadan her dönüşte evde ondan bahsettiğini ve adının Ali olduğunu iyi hatırlıyordu. Usulca babasının yanında yürüdü.

Adamla çocuk meydanın öte yanındaki yolun hemen ilerisinde merdivenle çıkılan bir kahveye girdiler. O kahve de tıklım tıklım doluydu. Adam girince çay ocağına yöneldi. Çocuk çay ocağında babasından daha genç kara bıyıklı, uzunca boylu, karakaşlı bir adam görünce şaşırdı. İçinden “Allah Allah! Bu adam bubamdan güççük ya…” diye geçirdi. Ocaktaki adam babasına “Hoş geldin abe.” deyince çocuk temelli şaşırdı. Babası “Hoş bulduk yeğen, ağan yok mu?” dedi. O kara bıyıklı, karakaşlı uzunca genç adam “Ağam eve gitti abe. Bekle, az sonra gelir.” dedi. Çocuğun babası “Beklemeyen; ben çocuğu okula gayıt için getirdim. Okula yakın uzak bi yerlerde galıcek bi yer areyodum. Ağana onu sorcedim” dedi. Ocaktaki genç adam kahvenin içine bakındı; ileride oturan birine “Hasan Emmi” diye seslendi.

“Hasan Emmi” diye seslenilen adam merakla ayağa kalkıp ocağa geldi “Buyur.” dedi. Ocaktaki adam çocuğun babasını gösterip “Abe, ağamın asker arkıdeşi. Oğlunu okula gayıt ettircemiş. Ona galıcek bi yer areyo. Senin evin oralada çocuğa galıcek bi yer var mı?” diye sordu. Hasan Emmi “Var tabii; şu çayı içem arkıdeşi götürem.” dedi.

Bu sırada adamın asker arkadaşının kardeşi “Abe az durun; şindi abem gelirin. Bir şeyler yer, içeriz” dedi. Adam “Bizim oğlan; biz eyleşmeyem de arkıdeşle gidip bakam. Sen ağana selam söyle, ben belkim uğrarım.” dedi. Ocaktaki genç adam “Olur mu abe? Ağam gızar valla; işin bitince muhakkak uğra.” dedi.

Hasan Emmi de çayını bitirmişti. Çocuğun babasına “Hadi bizim oğlan, gidelim.” dedi. Adam asker arkadaşının kardeşiyle vedalaştı. Çocuğun şaşkın bakışları arasında Hasan Emmi’nin peşi sıra yürüdü. Bu sırada ocaktaki genç adam arkalarından “Abe muhakkak uğra, abem bene gızar” diye söyleniyordu.

Hasan Emmi önde; adam ve çocuk arkasında kahveden çıktılar. Pazaryerini geçtiler. Yolda Hasan Emmi adama “Kasabanın hemen dışındaki köyde Emine Yenge’nin evi tam çocuğa göre. Gerçi ev okula azcık uzak; emme ordan okula gelen çok çocuk var. Emine Yenge’nin bi gızı, bi oğlu var. Kızı yakın köyden biriyle evlendi. Oğlu da şehirde fabrikada çalışıyo. Gocası da ölük. Senin oğlan ona can yoldaşı olur. Emine Yenge yavız garıdır, senin oğlana iyi sahip olur.” diye açıklama yapıyordu.

Evin okuldan biraz uzak olacağına adamın önce canı sıkıldı, sonra içinden ‘Ya mademki ordan okula giden çocuk var. Benim oğlan da gider tabii.’ diye geçirdi. 

Şimdi kafasında başka türlü bin bir sual vardı: “Emine Yenge çocuğu kabul edecek mi?”  

“Kaç para kira isteyecek?” “Her hafta oğlana öteberi için gidip gelme, hafta sonları veya on beş güne bir oğlanın gidip gelmesi kaça patlayacak?” Bu sorularla başına ağrı dikilmiş vaziyette Hasan Emmi’nin söylediklerini anlar anlamaz “hı, mı” diyordu.

 Çocuk da kafasında okuluyla, yeni hayatıyla ilgili bin bir düşünce varken bir yandan da boyun bağının adını unutmamak için ikide bir “kravat” diye tekrar ede ede babasının ve adamın peşinden yürüyordu.

Kasabanın dışına çıkıp biraz daha yürüdüler. Bir evin önünde durdular. Hasan Emmi “Emine Yengee” diye seslendi. Bir daha seslenmişti ki evin öte yanından bir kadın belirdi. Az yaşlıcaydı. Başında çocuğun köyünde özellikle ihtiyar kadınların ve çocuğun ninesinin başına giydiği tas gibi bir şeyin üstüne örttüğü yana sarkan beyaz “dastar” vardı. İhtiyar olmasına rağmen saçları örülüydü. Başındaki tas gibi şeyin önünde “tura” değil de oya işlemesi vardı.

Zengin gelinler oraya altın tura takar; fakirler bu kadında olduğu gibi oyalı bir şey dolarlardı. Çocuk kadını görünce birden ninesini görmüş gibi oldu ve kadına içi ısındı.

Hasan Emmi Emine Yenge’ye “Yenge, bu çocuk okucemiş. Bubası galıcek bi yer areyo. Aklıma sen geldin, alıp geldim. Olur dersen işte çocuk bu, bubası bu. Olmaz dersen çeker gideriz.” dedi.

Emine Yenge, Hasan Emmi’nin bu peş peşe konuşmasına “Dur ayol pıtır pıtır o ne öyle? Az yaveş. Neye gabul edmecemişim? Sen bene huysuz gocugarı mı belledin? Çocuk okucen deyosa ben de ona analık ederim tabii; gerçi okul az uzak emme buradan giden çok çocuk var, onlarla barabar gider gelir.” diye cevap verince hem çocuk hem de babası çok rahatlamıştı.

Hep birlikte önde Emine Yenge, arkasında Hasan Emmi; onun arkasında adam ve çocuk evin öbür yanında bir yere geldiler. Emine Yenge oradaki kapıyı açtı. “İşte çocuk burda galır. Bazı aşamla benle yer; bazı aşamla kendi evinde yer. Geçinir gideriz.” deyip çocuğun başını okşadı.

Kapıdan içeri girince burunlarına kesif bir tezek kokusu gelmişti. Gerçi adam da çocuk da köyden tezek kokusuna alışkındı; ama bu kokuyu daha çok ahırda duyarlardı. Zaten burası da ahırdan bozma bir yerdi. Bir yerinde hayvanların terslerini atmaya veya havalandırmaya yarayan küçük bir deliğe pencere gibi bir şey takılmıştı. Dibi topraktı. Duvarlar ak toprakla sıvanmıştı. Ak toprağın kokusu ve tezek kokusu birbirine karışınca ortaya biraz değişik bir koku çıkıyordu.

Adam odanın içinde gezinirken burada kalınıp kalınmayacağına kendi eviyle kıyaslayıp karar vermeye çalışıyordu. İçinden ‘Bir hasır, bir kat yatak ve yorgan getirsem; bir de soba kurup evdeki gaz ocağını getirsem, bi de lamba aldım mı baya olur bu iş.’ diye geçiriyordu.

Gerçi gaz ocağını karısı yalvara yakara iki yıl öce aldırmış yarı parasını da rahmetli kaynanası vermişti. Ama şimdi oğlu okuyacaktı. Herhâlde razı olurdu. Razı olmazsa çocuk sobaya bir şeyler atar; çorbayı ısıtacak kadar yakardı. ‘Irbığın’ içinde getireceği çorbadan azar azar çanağa katar; sobada ısıtıp içer karnını doyururdu.

Bunları içinden geçirip bu işi “olur” görünce “Sağ ol Hasan Emmi; çocuğu önce Allah’a sonra Emine Yenge’ye emanet edicez. Biz de köyden elimiz boş gelmeyiz. Yeyim yecek; yakıcak bi şeyler daşırız” dedi. Kadına dönüp “Yalınız yenge; kira için ne ödecez?” diye sordu. Emine Yenge adamın bu olumlu konuşmasını beğenmişti. Çocuk gerçekten kışta kıyamette can yoldaşı olurdu. Onun için “Bizim oğlan ben buruya heç kiraya vermedim. Bilmeyon; sen münasip bi şey verisin” dedi. Adam Hasan Emmi’ye “Nasıl olacak?” der gibi bakınca Hasan Emmi “Ayda on lire ver. O da Emine Yenge’ye “kira aldım” olsun” dedi. Adam, Emine Yenge’ye baktı. Emine Yenge on lirayı az buldu ama boş duracağına iyidir diye düşünüp “Eh olsun madem. Yalınız bene de çıra, kök mök getirivecen” dedi.

Adam işin böyle kolay olmasına; on lira kiraya çok sevindi. O aklından yirmi lira falan geçiriyordu. “Sağ ol yenge. Şindi ben oğlanı okula gayıt eddirem. Biz köye gidip ötü beri, soba falan getirem.” dedi. Emine Yenge “İyi çocuğu gayıt eddir; sonra al buruya getir. Sen gider ötü berini getirisin. Yalınız sobaya gerek yok; ocak ısıdır ona. Oğlan sen gelene gadar bende galır, okulundan da galmaz” deyince; hele bir de “soba istemez” dediği için o dertten kurtulan çocuğun babası iyice keyiflendi.

Nasıl keyiflenmesin ki? Sabahtan beri her işi rast gidiyordu. Sabah “şıbbıdak” kamyona denk gelip fazla ıslanmadan kasabaya gelmişler; üst baş için on lirayı gözden çıkardığı hâlde üç liraya halletmişler; şimdi de on liraya ev bulunmuştu. Üstüne üstlük ev sahibi “Sen gelene gadar oğlan bende galsın” demiş, sobaya da ihtiyaç olmadığını söylemişti. İşte adam buna çok sevindi. “Yenge, eyi deyon da aşı falan nerde bişircek?” diye sordu. Emine Yenge “Şu düşündün şeyi bak. Ocak ne günü duruyo? Ben ona her şey bişirin; sen marak edme” deyince adam karısının gaz ocağına da dokunmayacağı için daha çok sevindi. İçinden Rab’bine işini rast getirdiği için dua ederken Emine Yenge’ye “Sağ ol yenge; Allah senden razı olsun. Tabii çıra getirin, kök de getirin. Köyü buruya yağdırın gari.” dedi.

Hasan Emmi’ye “Emmi sen de çok sağ ol. Ben giden çocuğu okula gayıt eddiren” dedi. Hasan Emmi “Sen bene değil; asker arkıdaşına, gardeşine sağ ol de. Onna benim has dosdum olduğu için senin önüne düşüp buruya gadar emendim. İşallah oğlan okur adam olur; bize de hayır dua eder” dedi.

Adam “Tabii emmi; sen de sağ ol. Esger arkıdeşim de sağ olsun. Onla az günlem geçmedi. Oğlan tabii dua edcek. Hepiniz sağ olun” deyip oğlanın elinden tuttu. “Hadi oğlum vakitlice gidip senin gayıt işini halledem. Sonra ben vakıtlıca köye dönüp yarın senin ötü beriyi getiren” dedi.

Hasan Emmi ve Emine Yenge’yle tekrar vedalaşıp kasabaya doğru okula kayıt için yürüdüler. Bu sırada Hasan Emmi, babaya okulun yerini de tarif etti. Baba oğul hızlıca okula doğru yürüdüler.

Babası oğluna “Yolu iyi belle; her gün gidip gelcen yol burası” diye tembih ediyordu. Fazla konuşmadan peş peşe; oğlan kendi hayallerinde arada bir “kravat” diye içinden tekrar ederek; baba da sabahtan beri işinin rast gidişini içinden rabbine dua şükür ederek okula geldiler.

İçeri girdiler. İçerde birini gördüler. Sert bakışlı, gür kaşları olan orta yaşlı, kırmızı kravatlı, beyaz gömlekli, lacivert takım elbiseli; bıyıkları burnundan sümük gibi sarkmış gözüken biriydi.

Onun yanına varınca adam askerlikten kalma alışkanlıkla şapkasını eline alıp esas duruşta “Efendim oğlanı gayıda getirdiydim” dedi.

Sert bakışlı, sümük gibi bıyığı olan adam gür kaşlarının altından önce adamı ve çocuğu şöyle yukardan aşağı süzdü. “Siz hangi köydensiniz?” diye sordu. Baba tekmil verir gibi esas duruşta köyünün adını söyledi. Sert görünüşlü olan adam “Peşimden gelin” deyip yürüdü.

Adam şapkası elinde kolları yana sarkmış; çocuk arkasında sert bakışlı adamdan korkmuş şekilde adamın peşi sıra yürüdüler. Bir kapının önüne gelince adam sertçe kapıyı açıp içeri girdi. Peşi sıra adam ve çocuk da içeri girdiler.

Odada bir masa; masanın arkasında bir koltuk, önünde iki koltuk vardı. Kenarda sandalyeler vardı. Masanın arkasında duvarda mor halı gibi bir şey vardı. Üzerinde Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın resmi asılıydı. Masanın üzerinde cam; camın üzerinde siyah büyük defter gibi bir şey, kalemlik ve yanda küçük bir bayrak vardı. Yandaki duvarda dolap içinde kitaplar vardı. Hemen yanında adamın ve çocuğun bu güne kadar hiç görmediği bir çiçek kocaman bir saksı içindeydi. Yerlerde tahta vardı. Ama rengi siyaha kaçıyordu. Ve oda mazot kokuyordu.

Sert bakışlı adam geçip koltuğa oturdu. Yandaki dolaptan bir dosya çıkardı. Adam ve çocuk bu sırada korkuyla saygı karışımı bir ürküntü içinde ayakta bekliyordu. Sert bakışlı adam çocuğun babasından çocuğun nüfus kaydını istedi. Adam pantolonun arka cebine koyduğu cüzdanı çıkardı. İçinden çocuğun nüfus cüzdanını çıkarıp büyük bir saygı içinde sümük gibi bıyıklı adama uzattı. Adam çocuğun nüfus cüzdanına bakıp bir şeyler yazarken “Ben okulun müdürüyüm. Kayıtlar bitmişti; ama köyden emek emek gelmişsin. Bu zamanda çocuk okutmak her baba yiğidin harcı değil. Onun için çocuğu kayıt ediyorum. Haftaya gelince çocuğun resmini çektir; dört tane resmini getir. Çocuğu kayıt ettim; yarından itibaren gelip okuyabilir. Birinci sınıf üst katta; gelince gösterirler. Kitapları ve defterleri bir hafta içinde tamamlarsınız” dedi. Sonra çocuğa baktı. “Saçları şimdilik iyi ama haftaya falan kestirir” dedikten sonra ‘işiniz bitti, gidebilirsiniz’ der gibi baktı.

Çocuk bu sümük gibi bıyıklı adamın müdür olduğunu anlayınca temelli heyecanlanmıştı. Çocuğun babası da adamın yani müdürün ettiği laflardan yalnızca “Saçını da haftaya kestirir” kısmını; o da en son söylediği sözler olduğu için anlamıştı. Öyle şaşkın; ne yapacağını bilmeden bakıyorlardı. Müdür “Evet hemşerim. Çocuk yarın gelip okula başlasın; şimdi gidebilirsiniz” deyince adam uykudan uyanır gibi silkindi. “Tamam efendim” deyip aynı askerde olduğu gibi topuğunun üzerinde döndü. Çocuğun elinden tuttu; kapıyı açıp dışarı çıktı.

Bu sırada müdür arkalarından bakıp “Halk okumaya iyi ilgi gösteriyor. Bu ilgi, ulusumuzun geleceği için çok iyi olacak” diye mırıldanıyordu. Adam ve çocuk müdürün bu sözlerini duymadan büyük şaşkınlık içinde işlerin böyle kolay ve çabuk bitmesine hem sevinip hem şaşırarak okuldan çıkıp gittiler.

Adam oğluna “Seni Emine Yenge’ye teslim eden, vakitlice köye dönem… Yarın bi vesayit bulup senin öteberiyi getiren” dedi. Sonra “Hadi bakam; hepimiz evcek seferber olduk. Sen de oku da bu emeklen hakkını ver bakam” derken oğlunun kafasını sıvazladı.

Çocuk ne zamandır babasından böyle bir yakınlık görmediği için heyecanlanmıştı. Yürürken sendeledi; ama çabucak kendini toparlayıp önünden giden babasına yetişmek için “kıvradı.”

Adam adeta koşar gibi gidiyor; çocuk yetişmekte zorlanıyordu. Giydiği kunduranın arkası da vurmaya başlamış; topallıyordu. Adam bir ara arkasına bakınca oğlunun topalladığını gördü. Durdu “Ayana mı vurdu?” diye sordu. Çocuk suçlu gibi “Hı…” dedi. Adam “Alışır alışır. Yeni babıç hep öyle yapar. Sen öteki babıçları da giyesin. Bunları yavaş yavaş alışdırısın” dedi. Çocuğun topalladığını düşünerek yürüyüşünü biraz yavaşlattı.

Başkaca bir şey konuşmadan peş peşe yürüyerek Emine Yenge’nin evine vardılar. Emine Yenge evinin önünde önüne yığdığı çalıları tahrayla çentiyordu. Onların geldiğini görünce çalıları çentmeyi durdurdu. Çocuğun babasına “Nahal ediniz? işleri golayladınız mı?” diye sordu. Çocuğun babası “Sağ ol Emine Yenge; golayladık. Çocuğu okula gayıt eddirdik. Şindi ben köye gidicen. Yarın çocun pırtısını getiren de bir an evvel evine yerleşdirem” dedi. Sonra “Yenge, o çalıları benim oğlan çente. O işlere sen onu bırak. Sağ ol; sayende gözüm arkamda galmecek” dedi. Oğluna cebinden çıkardığı paralardan sayıp iki buçuk lira verdi. “Bunlan galem, tefter falan al. Yetmezse ben gine veririn. Yalınız az idareli ol ha…” dedi. Çocuk parayı alırken “Tabii buba; ben idareli olurun” dedi.

Babasının verdiği paraya sevinmişti. Anası gelirken saklıca seksen kuruş vermişti. Kafasından ikisini topladı; üç yüz otuz kuruş ettiğini hesapladı. O parasını hesaplarken babası Emine Yenge’ye “Yenge istesen senin kiranın yarısını veren” dedi. Emine Yenge “Benim kira gaçımyo? Sen bi dünya para harcadın. Daha harcecenden keri. Kirayı ay dolunca verisin” dedi.

Adam kadının bu tok gözlülüğü karşısında mest olmuştu. “Sağ ol yenge; valla anamsın, ver elini öpem” dedi, kadının elini öptü.

Kadın şaşırdı ”Yok canım; o guda büyütcek bi şey yok” dedi. Adam “Bene müsaade yenge” deyip çocuğu yanına çağırdı. Kulağına eğildi “Uslu ol. Anan gatıvediği şeyleri bugün yersin. Yarın ben sene ne gerekirse getircen. Yalınız ot ekmenden Emine Yenge’ye muhakkak ver” diye tembih etti. Sonra Emine Yenge’ye “Yenge, hadi bene müsaade, yolcu yoluna gerek.” dedi. Emine Yenge’nin bir şey demesini beklemeden oradan hızla ayrıldı.

Giderken kafasında bin türlü sual vardı. İşleri iyi gitmiş; çocuğun okul işini, üst baş işini, hele ev işini çok ucuza mal etmişti. Şimdi bir an evvel köye dönüp, tedarikini yapıp yarın geri gelmesi lazımdı. Asker arkadaşının yanına uğramaya şimdilik vakit yoktu. Sabah beraber geldiği pazarcıya uğrayıp onların arabayla geri dönerim diye düşündü.

Meydana doğru yürüdü. Pazar kalabalığı aynen devam ediyordu. İçinden ‘Allah Allah bayram değil, seyran değil ne bu galıbalık?’ dedi. Arkasından ‘Herhâlde okul zamanı da ondan’ diye akıl yürüttü. Bu sırada sabah ilk uğradığı kahvenin hemen önündeki oğluna öteberi aldığı sergiye gelmişti. Serginin önünde bir iki kişi lastik ayakkabıları deniyordu. Sergide sarışın oğlan vardı. Yanına yaklaştı. Sarışın oğlan adamı görünce gülümsedi. “Nettin dayı? Çocuk nerde? gayıt oldu mu?” diye sordu. Adam “O işi hâlleddik. Oğlana galıcek bir yer bulduk. Orda godum. Buban nerde?” dedi.

 Oğlanın babası da bir çay içeyim diye girdiği kahveden adamı görmüş, merakla elinde çay bardağıyla çıkıp gelmişti. “Neddin bizim oğlan, oğlan nerde?” dedi. Adam gülümseyerek “Sayenizde, sizin de yardımınızdan sonra işlem hep rast gidi. Oğlana galıcek bi ev buldum. Okula gayıt da eddirdim. Şindi onun pırtısını getirmek için köye gidcen. Hayırlısıyla yarın getirip evi de döşedik mi yalınız oğlana okumak galıyo gari” dedi.

Lafına “sayenizde sizin yardımınızdan sonra” diye başlaması, hem sarışın oğlanı hem de babasını biraz gururlandırmış; mahcup eder gibi olmuştu. Oğlanın babası “Esdağfurullah bizim oğlan, senin oğlanın gayretli hâli her şeyi yapdıran, esdağfurullah” dedi. Adam “Sen öyle de,; ben biliyom ediniz iyiliği. Valla bene öyle rahadladdınız ki kardeşim olsa o gadar yapardı” dedi. Onların “esdağfurullah” demelerine aldırmadan “Arkıdeş, ben şindi köye gitmem lazım. Acıba sizin arabacıyla dönsem deyodum” dedi.

Adamın bu dilli ve çok memnun hâlini sarışın oğlanın babası içinden biraz kıskanmıştı. İçinden ‘Ee oğlu okucek, adam olcek. Senin oğlan okucen deyi yanıp duruken bazarcılığa tek başına götün yemedi, oğlanı okutmadın. İşde böyle elin oğluna kısganarak bakasın’ diye kendine kızarken adamın sorusu üzerine kendini topladı. “Eyi olurdu arkıdeş. Nolcek? Gidedik. Araba da zaten boşaldıydı. Emme biz onunla ilerdeki kasaba bazarına gidmek için anlaşdık” dedi.

Adamın canının sıkkın; çaresiz hâlini görünce “Bizim oğlan şindi pancar zamanı. Aşşa benzinlikden pancar kamyonu geçer. Biliyon, bizim o tarafdaki gantardan pancar çekiyola. Onlarıla gidersin” dedi.

 Adam “Tabii ya… Oğlanı okula kayıd edicen deyi telaşdan bende akıl mı galdı? Doğru söyleyon; o benim aklıma heç gelmedi. Bizim o tarafdan da kamyoncu var. İşallah birine denk gelirin” deyip telaşla onlarla vedalaştı. Vedalaşırken ettikleri iyiliğe tekrar teşekkür etmeyi de unutmamıştı.

Oradan ayrılıp benzinliğe yürümüştü ki aklına karısının ve kızların tembihi geldi. Küçük oğlanın balon isteyişini hatırladı. İçinden bir hesap etti. Bugün kafadan en az on, on beş lira kârlıydı. “Kısmırlık etmiden evdekilen dedini almak lazım” diye düşündü. Hemen oradaki parçacıdan karısının tembihlediği ‘entariliği’ istedi. Kızların istediği ip yumaklarını da hemen parçacının yanındaki çerçide buldu. Çerçiye “Balon var mı?” diye sordu. Çerçici “Olma mı? Var tabii” dedi. Adam içinden ‘Valla seyyar mağaza bu çerçiciler’ diye geçirdi. Çerçicinin uzattığı balonu alıp aldıklarının parasını verdi.

Karısının ve kızların istediği, balon hepsi dört lira tutmuştu. İçinden “Hâlâ kârdayın.” dedi. Biraz ilerdeki satıcı helva satıyordu. Fiyatını sordu. Satıcı “Bir lira” dedi. ‘Dadlı dadlı yeriz diye bi kilo da bazar helvası’ aldı. Elinde aldıkları yürüyordu. Fırın ekmeği almayı düşündü. Çünkü bazar helvasını onun arasına koyup yemek çok güzel oluyordu. Ama içinden ‘o gadar hovardalın alemi yok’ deyip benzinliğe doğru hızlandı.

Benzinliğe vardığında orada hiç kamyonun olmadığını gördü. Orada çalışan ‘pompacı mı?’ yoksa ‘sahibi mi?’ her kimse bir tenekeye bir şey pompalıyordu. Adam varıp onun yanında durdu. “Selamualeyküm, golay gelsin arkıdeş.” dedi. Pompacı pompalamaya devam ederken “Aleyküm selam, golayısa başına gelsin.” deyip gülümsedi.

Adam içinden ‘Eyi, bu, adam evladına bezeyo. Derdime çare olucek’ diye geçirirken gülümsedi. “Arkıdeş ben nafın gelişi öyle dedim. Yoğusam bu iş baya zordur. Öyle görünüyor.” diye pompacının gönlünü kazanmaya çalıştı.

 Bu sırada teneke dolmuştu. Gazyağı kokusu geliyordu. Adam içinden ‘Tenikeyle gazyağı alan epey zengin olmalı’ diye geçirirken bir traktör geldi. Traktörcü motoru istop etmeden çalışır vaziyette bırakıp yanlarına geldi. “Tenike doldu mu?” diye sordu. Pompacı  “Doldu dayısı, sene bekliyo, bene motora içir deyi” dedi. 

 Adam şaşkınlıkla motora bakıyordu. Çünkü o yıllarda motor, koca kasaba ve o kadar köyünde parmakla gösterilen üç beş kişide vardı. Yeni çıkanlar mazotluydu ama hâlâ eskiden kalma bir iki gazyağınla çalışan traktör vardı. Bu da eski olduğuna göre onlardan biriydi. Adam gazyağının parasını ödedi; adamın şaşkın bakışları arasında motorun deposuna gazyağını döktü. Adam bu motorları askerde falan görmüştü. Şimdi burada görünce de çok şaşırmıştı. Bu sırada motorcu tenekeyi boşaltıp pompacıya verdi; parasını da ödedi. Motora bakarak “Garnı doydu dayısı. Yarın aşama gadar idare eder herhâl. Edmezse gine geliriz. Sen tenikeyi gaybetme” dedi; traktöre binip geldiği yönde gitti.

 Pompacı adamın şaşkın bakışlarını görünce “Bu motor ilk gelenleden. Üstündeki sahibi. Adamda bok gibi tarla var. Öyle kendim evirip çevircen deyi uğraşır durur. Bi yaralı barmağa da işimez ha…” deyip içeri dükkân gibi yere yöneldi.

 Adam da arkasından gitmişti. Pompacı “Hayırdır arkıdeş, benlik bi işin mi va?” deyince adam “Var arkıdeş. Yolda galdım. Köyü gidcen de burda vesayit durur da binerin deyi geldim.” dedi. Kasabaya niye nasıl geldiğini; oğlanı yaptığı alışverişleri, asker arkadaşını, Hasan Emmi’yi, Emine Yenge’yi, okulu, okuldaki sümük gibi bıyıklı müdürü, çocuğun okuyacağını, çocuk okutmak için yola çıktığını ama “iflahının” gevrediğini biraz da övünerek anlattı. Şimdi de köye gitmesi gerektiğini söyledi.

Pompacı önündeki defter gibi şeye bir şeyler yazarken adamı dinliyordu. 


2 yorum:

  1. Savaştan yeni çıkmış,okulu ve kalacak yeri olmayan memleketin çileli çocuklarına çare olmak için kurulan köy enstitülerinin o gün için önemini görmek devlet adamı sorumluluğundaydı.''Köy Enstitüleri Projesi dönemin Milli Eğitim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç ve Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel tarafından geliştirilmiş ve uygulanmıştır.(2) Bu proje kapsamında toplumsal kalkınmanın başlaması gereken yer olarak görülen ve nüfusun büyük çoğunluğunun yaşamakta olduğu köylerde görev yapacak öğretmenlerin yetiştirilmesi hedeflenmiştir. Genç köy öğretmeni adaylarının, köy hayatını geliştirebilmeleri ve öğrencilerin yanı sıra köylüleri de eğitebilmeleri için, tarımdan inşaata kadar birçok konuda donanım sahibi olmaları planlanmıştır. Tonguç, enstitülerde verilmesini öngördüğü eğitime dair kendi yazdığı on iki maddelik bildiride, etkin ve yaparak öğrenme süreçlerinin tarif edilmesi gerekliliğini vurgular..''
    Köy çocuklarına , yatılı olarak okuma imkanı veren bu büyük projenin yokedilmesi ülkenin geleceğine ve eğitime vurulan en büyük darbe olarak belleğimize kazınmıştır.Oradan yetişen öğretmen,şair ve yazarlarımızı minnetle anıyoruz.Attığı tohumlar halen ürün vermeye devam etmektedir.Bu projeyi ortaya koyan ve yürütülmesini sağlayanları da rahmet ve şükranla anıyoruz.

    YanıtlaSil
  2. Merhaba;öyküme katkı veren yorumunuz için çok teşekkür ederim. Türkiye aydınlanmasının en önemli kişileri olan sayın Yüce ve Tonguç'u ve katkısı olan herkesi ben de şükranla anıyorum. Bu hikaye o sürecin devamı niteliğinde köylü çocuklarda yaratılan okuma heyecanının bir çocuk ve aile özelinde öyküsüdür. Ben o süreci bu hikayenin tetiklemesiyle Millet Mekteplerinden Köy Enstitülerine başlığıyla ayrı uzun öykü olarak ele alıp yazdım. Bu blogumda onlara da ulaşabilirsiniz. Destekleyici yorumunuz için çok teşekkür ederim.

    YanıtlaSil