ONUN HİKAYESİ birinci bölüm
Antony Çehov’un Bozkır isimli öyküsü elime
geçmişti. Okuyunca aklıma kendi ilçemde ellili yıllarda okuyan köylü bir
çocukla duyduğum anekdot geldi.
O anekdottaki çocukla Bozkır hikayesindeki
çocuğun hikayesinin ‘farklı zamanlarda, farklı ülkelerde ve farklı koşullarda
geçse de’ çok benzeştiğini fark ettim.
Sanatın; özellikle edebiyatın
evrenselliğini belirleyen de sanırım bunlar. Yani dünyanın her yerinde insanlar
‘farklı ülkelerde farklı koşullarda yaşasa ve bu yaşamlar çok farklı zamanlarda
geçse de’ insanların kaygılarındaki ortaklık aynı kalıyor.
Edebiyatla ilgili olan; daha doğrusu kitap
okuma alışkanlığı olup da farklı dillerin yaşandığı ülkelerin edebiyat
ürünlerini okumuş olanların yukarıdaki tespite katılacağını sanıyorum.
Anton Çehov’un Bozkır isimli hikayesini
okuyanlar da aşağıdaki öyküdeki çocukla, o hikayedeki çocuğun yaşamlarında
buluştuğu yanı kolaylıkla fark edecektir.
Yukarıda yazdığım gibi bu hikayeyi bir
anekdotu temel alarak yazdım. Yani o anekdot hariç öykünün bütün kahramanları
kurgudur. Hikayeye “Onun Hikayesi” başlığını atarak kendiyle ilgili bir anekdot
üzerinden hikayesini yazdığım o çocuğu da bu kurgunun içinde kaybettirdim.
Hikaye o çocuğun kasabada okumak için
ailesiyle birlikte yaşadığı bir haftanın öyküsü.
Yörenin özelliklerine uygun bir dil ve
deyimler kullandığım için aşağıda o kelime ve deyimlerin karşılığını yazdım.
Hikayeyi okumak isteyenlerin öncelikle o yerel deyimlere bir göz gezdirirse
öyküyü daha keyifle okuyacağını umuyorum.
ONUN
HİKAYESİNDE YEREL SÖZ VE DEYİMLER
Berinlemek………………………. Sıçrayıp uyanmak
Buymak …………………………… Donacak kadar üşümek,
çok üşümek
Betek ……………………………….Berbat, kötü
Bizel ………………………………….Çok az
Bek
cıbıl …………………………… Çok faki
Bebillenmek ………………………Faydalanmak, hiçbir şey
ödemeden faydalanmak
Cısdırma …………………………...Yuvkayı saçda kızartıp
üzerine kaymak veya yağ sürmek
Çentmek ………………………….. Kesici bir aletle küçük
küçük kesmek
Dalazlanma………Savrulma Bulutların dalazlanması
havada savrulması
Dadak ……….. ……Çocuklar için bonibon türü küçük
şeker
Dımdızlak kalmak ………….Hiç bir şeysiz, parasız,
meteliksiz kalmak
Dırca gelmek …………… Diklenmek, kafa tutmak
Entarilik …………… Bayan elbisesi için kumaş
Gerelti ……………… Az gözüken kenarda bir yer
Göre
gaba almak ……….. Çok iyi karşılamak,
itibarlı karşılamak
Göynümek ………. İçi kabarmak, çok duygulanmak
Göynek …………..
Eskiden içe atlet yerine giyilen giyecek
Görek ………………. Asmalı kapı kilidi
Gurnuguduz ……. Çok kurnaz, hileci, gaddar
fırsatçı
Hora
geçmek …… Beğenilmek, muteber kabul edilir olmak
Hombul hombul hombuldamak …..homurdanarak çok öfkeli tepki gösterme
Irlamak ………… Sallamak
İşi
gıvratmak ……. Elini çabuk tutmak, hızlandırmak
İş
kesmek ……… …Çok rahatsız etmek
Kısmırlık ……………Fazla tutumlu, harcama yapmaktan kaçınmak
Keprem ………….. Beceriksiz, işe yaramaz, marazlı
Lombudak ………. Pervasız, patavatsız, sakınmadan
Mıhsıçtı …………… Çok cimri, kimseye maddi anlamda bir şey vermeyen, çok
pintilere takılan lakap
Namazla, Namazlık …..Üzerinde namaz kılınan küçük kilim benzeri şey
Nahal ettiniz ?...........Nasıl ettiniz?
Naf
………. Laf
Ödü
sıdmak ….. Çok korkmak
Peşkir ……… el yüz silemeye yarayan. Havlu benzeri şey
Püren ………. kırlık yerlerde yetişen ve süpürge yapılan ot
Sarmaş gürmeş olmak …. Coşkuyla, çok sevinçle kucaklaşma
Sünmek ……… açlıktan bitkin düşmek, uzamış gibi olmak… uzamış anlamında
da kullanılır
Şırlam şık ıslanmak ….. Çok ıslanmak , sucuk gibi olmak
Şirfetlendirmek …. Karşıdakine gıcık vermek için bilerek
çok abartmak
Tahrat ibriği ……. Eskiden suyun olmadığı tuvaletlerde kullanılan su kabı
Tırkı ……… Kapının ardına sürmeli kilit
Tosdurmak ……… Görmezden gelip geçmek
Torunsulamak ….. Torunu sanmak, torunu saymak, torunu yerine koymak,
başka birinin çocuğunu görünce torununu özlemle hatırlamak
Tepsirme ……. Hafif nemli hale gelme
Yumurta sıdırmak … Yağda yumurta
pişirmek
Zarplı ….. İnatçı, direngen
HİKAYE
Çocuk günlerdir mızırdanıyordu.
Ortaokulda okuyan Davut’un okula başladığı
ilk yıl köye geldiği zamanlar çalımla dolaşmasını gördükçe içi içini yemişti.
Davut anasının emmisinin kızının oğluydu. İlkokulu üç yıl önce zar zor bitirmişti.
Oysa o okulun en çalışkan öğrencisiydi.
Öğretmeni ona mutlaka ortaokula devam etmesini söylemişti.
Bu yüzden ilkokulu bitireli beri her gün
anasına ortaokula gitmek istediğini söylüyordu.
Aslında öğretmeni babasına da “Senin oğlan
çok zeki, onu mutlaka okut.” demişti. Babası da öğretmenin bu sözleri üzerine
oğlunu okutmak için bir çare arıyor; oğlunun bu mızırdanmalarını da hep duyup
biliyordu. Ama kasabada çocuk okutmanın zorluğu onu ürkütüyordu.
Çünkü bu zamanda çocuk okutmak her
babayiğidin harcı değildi.
Bir kere; her gün çocuğun okula gelip gitme
olanağı yoktu. Hadi çocuğa kasabada kalacak bir yer buldular diyelim. Oranın
kirası; çocuğun yemesi içmesi, üst başı, geldisi gittisi dünyayı tutardı. Onun
olup olacağı on beş yirmi davarı vardı. Kışın oduncuya gözükmeden dağdan kaçak
odun kesip odun satmak da vardı; ama onu işten saymamak lazımdı. Çünkü o işin
bir dünya da tehlikesi vardı. Yani bu kadar gelirle kasabada nasıl çocuk okutacaktı?
Çocuk bunları düşünmeden günlerdir “okuyacağım diye” tutturmuştu.
O gün kasaba pazarıydı. Adam bir gün önce
çocuklarının anasına “Oğlanı hazırla; yarın kasabaya götüreyim. Bir çare
bulursam okula gaydettiririm. Olmeycek olursa geri geliriz. Kendi de görsün
bakalım okumak öyle goley miymiş?” demişti.
Ana ve çocuk babanın lafının fazlasına
aldırış etmeden yalnızca “okula kayıt” meselesini duyup çok sevinmişlerdi.
Hele çocuk; o gece sabaha kadar kıpır
kıpır, gözünü kırpmamıştı. Arada bir daldığındaysa kendini okulda buluyordu.
Davut’ta görmüştü. Ortaokulda çocuklar şapka giyiyor ve boyunlarına bir şey
takıyorlardı. Gece o boyuna takılan şeyin adı aklına gelmiş; hatırlamayınca
uykusu kaçmıştı.
Düşün Allah düşün; o şeyin adını aklına
getirmeye çalışıyor; ama bir türlü hatırlayamıyordu.
Anası da gece boyunca “Çocuğum okula gidip
okuycek; böyük adam olucek.” diye sevincinden doğru dürüst uyuyamamıştı.
Babası ise “İş olacağına varır.” deyip her
zaman olduğu gibi vurup kafayı uyumuştu.
Bu sırada kız kardeşleri de geç vakte kadar
yatağın içinde fısır fısır babalarına kasabadan aldıracakları şeyleri konuşmuş;
sabahleyin bir fırsatını bulup babalarına söylemeyi kararlaştırdıktan sonra da
uyumuşlardı.
Bu şekilde herkes kendi kaygılarıyla sabahı
‘zor’ etmiş; sabahleyin de erkenden uyanmışlardı.
Anası çabucak bir tarhana çorbası
hazırlamış; sıcağı sıcağına onunla kahvaltılarını yapmışlardı.
Sonra anası oğlana bir iki giyecek
hazırlamış; bir gün önceden yaptığı ot ekmeği ve katmeri de sarmış, içine de yumruk
kadar keçi peyniri koyup çıkını hazırlamıştı.
Çocuğun okula kayıt olup olmayacağı belli
değildi. Anası ‘eğer çocuk okula kayıt olup başlar; orada ona kalacak bir de
yer bulunursa iki gün bunlarla idare eder; hafta sonu gelince sonrası için bir
çare buluruz’ diye düşünmüştü.
Çocuk okula başlarsa daha önce kasabada
çocuk okutan emmisinin kızına sorup bir yol, yordam öğrenecekti.
Gerçi o da çalımından doğru bilgi
vermeyebilirdi ya… Çünkü iki kadın arasında kimsenin bilmediği; daha doğrusu
sebebini yalnız emmi kızının bildiği bir sinir harbi vardı. Kadın bunları
düşünerek oğlunun torbasını hazırladı. Kızlar çekine çekine babalarına
siparişlerini söyledi. Küçük kardeşleri balon istedi. Baba oğul, evden hane
halkının bu istekleriyle yola düzüldü.
Köy içerideydi. Kasaba yolu epey ileriden
geçiyordu.
Yoldan geçen pazar arabalarını kaçırmamak
için hızlandılar.
Çocuk babası ne derse yapıyordu. Sanki “uç”
dese uçacak gibi kıpır kıpırdı.
Oğlunun bu “pır pır” hâlini gördükçe
babasının içi kıyılıyordu. ‘Ya ona bir ev bulamazsa? Ya okul işi, astarı
yüzünden pahalı olup da kös kös geri dönerlerse?’ İşte baba bu endişeli
hâliyle; oğlan da okul heyecanıyla gözü başka bir şey görmez şekilde kasaba
yoluna vardılar. Çok beklemelerine gerek kalmadan ileriden pazarcı kamyonu
gözüktü. Baba kamyona el edince kamyon gelip önlerinde durdu. Şoför mahalli
tıklım tıklım doluydu. Baba oğluna omuz verip arkaya; kasaya binmesine yardım
etti. Sonra kendisi de kapının yanındaki basamaktan kasaya tırmandı.
Kasa mal çuvallarıyla doluydu. Üç de yolcu
vardı. Sabahın ayazından korunmak için kamyonun brandasının altına
sokulmuşlardı. Baba oğul beraber o brandanın altına sokuldu. Bu sırada kamyon
çoktan yürümüştü.
Henüz güneş doğmamıştı. Arabanın süratiyle
sabahın ayazı branda falan tanımıyordu.
Anası “Buban sene orda ceket alıvecek” diye
gömleğin üzerine bir şey giydirmemişti. Bu nedenle çocuk kemiklerine kadar
üşümüştü. Brandanın altına biraz daha sokuldu. Öteki üç kişiyle babası ve o,
sanki bir yumak oluşturmuşlardı. Birbirinin nefesini yüzlerinde hissediyor,
adeta nefesleriyle ısınıyorlardı.
Sanırım ötekiler de sabah sabah tarhana
çorbası içmişlerdi. Çünkü müthiş bir sarımsak kokusu çocuğun yüzünü yalıyordu.
Önce bu kokuyu duyunca midesi kalktı; kusacak gibi oldu ama kendini tuttu.
Zaten bir süre sonra kokuya alışmıştı.
Branda altındaki öteki üç kişiden biri
sakallıydı. Sakallarının oldukça beyazlaşmış olduğu fark ediliyordu. Başında
örgü bir külah vardı.
O külahtan çocuğun babasının da vardı. Keçi
güderken giyerdi. Özellikle kışın karda külahı boynuna kadar indirir; sadece
gözleri açıkta kalırdı. Çocuk kaç zamandır anasından bu külahtan bir tane de
kendisine örmesini istiyordu. Adamın başında yün külahı görünce çocuk bunları
hatırladı. Bir de adamın gözlerinin gömgök olduğunu fark etti. Brandanın
karanlığında sanki boncuk gibi parlıyordu. Öteki adam daha genç, pala
bıyıklıydı. Gür kaşları altından insana korku veren kapkara gözleri
gözüküyordu. Üçüncü kişi kendisinden az büyük; gençten biriydi. Saçları hafif
sarı gibi oldukça uzundu. Önüne dökülmüş kâkülün altından yeşile kaçan
gözleriyle çocuğa gülümseyerek bakıyordu.
Çocuk ihtiyarın külahına öteki adamın pala
bıyıklarına bakarken sarışın oğlanın gülümseyen gözlerini fark etti; o da
gülümsedi.
Oğlan, çocuğa daha da gülümseyerek
“Merhaba; kasabaya mı gidiyosunuz?” diye sordu. Çocuk önce babasına baktı.
Diğer adamlarla usul usul sohbet ettiğini görünce oğlana “Okula gayıt için
kasabaya gidiyoz.” dedi. Sarışın oğlan o çocuğun “Okula gayıt için kasabaya
gidiyoz.” dediğini duyunca dalıp gitti. Babasıyla kamyona bir gün önce gelip
pazarında yayındıkları az ilerdeki kasabadan binmişlerdi.
Sarışın oğlan ilkokulu bitireli dört yıl
oluyordu. Okumayı çok istemişti. Ama yedi nüfusu doyurmak sadece babasının
gayretiyle olmuyordu. İlkokulu bitirince babası anasına “Oğlan büyüdü;
bazarlara birlikte gideriz. Tek başına indir bindir olmuyor. Hem o da ticarete
alışsın gari” demiş ve o günden sonra oğlanı pazarlara yanında götürmeye
başlamıştı. Sattığı şeyler ucuz giyecek, lastik çizme ve ayakkabılardı. Onları
şehirdeki toptancıdan alır; pazar pazar dolaşıp satarlardı.
Oğlan da işi çabuk kavramış; satışları
artmıştı.
Babası anasına “Oğlanı okutmadığımız iyi
oldu; canavar gibi maşallah. İyi bazarcı olucak” diye oğlunu kaç kere övmüştü.
Sarışın oğlan kendini bunlarla avutmuş; okula gönderilmeyişini neredeyse
unutmuştu. Ama şimdi karşısındaki çocuk okula kayıt olmaya gittiğini söyleyince
içinde küllenen okuma isteği yeniden depreşmişti. Çocuğa usulca “Bubanın
gıymetini bil. Oku, hayat çok zor arkıdeş” diye çokbilmişçesine fısıldadı. Sarışın oğlanın bu fısıltısını babası da
duymuş; çocuğunun okul özlemi çeken sözleri içini “cız” etmişti.
Çocuğun babası da duymuştu sarışın oğlanın
fısıltıyla çocuğa “Bubanın gıymetini bil. Oku, hayat çok zor arkıdeş.”
deyişini. Duymuş; derin bir iç çekmişti. “Koyacak bir yer bulamazsa oğlanın
hevesi büsbütün kırılacaktı” Adam kendi kendine “Başıma iş aldım; çık bakalım
işin içinden” diye söyleniyordu.
Sarışın oğlanın babası usulca “Çok iyi
yapıyon arkıdeş; bak benim oğlan heç belli edmiyo; emme içinde uhde galmış.
Okumayı bu gadar çok isdediğini bilsem ganımı satar okudurdum” dedi. İkisi de
sarışın oğlan ve çocuğa baktılar.
Onlar kendi aralarında sohbete dalmış;
babalarını dinlemiyorlardı. Çocuğun babası oğlanın babasına “Öyle deyon arkıdeş
de bizimki hâlâ belli değil. Çocuğa bir yer bulursam okudcem; yoğusam kös kös
geri gelcez. Valla netceemi şaşıdım” diye dert yandı. Sarışın oğlanın babası
“Valla arkıdeş, onu bunu bilmen; bak benim oğlan ilkokulu bitireli kaç yıl
oldu. Bazarcılığa alışdı deyodum. Duydun; hâlâ içi yangın. Ben bileydim böyle
oluceni valla ne yapar yapar oğlanı okudurdum” dedi. Çocuğun babası “Öyle
yapmak lazım; ben de çocuğu okutmak için ne gerekirse yapıcem.” dedi.
Çocuk, babasının sesi kulağına gelince
dikkat kesildi. Babasının en son “Çocuğu okutmak için ne gerekirse yapıcem”
dediğini duyunca içi titredi. Ayıp olmayacağını bilse dönüp babasının boynuna
sarılacaktı.
Ama babası hep ciddiydi. Öyle ki; kaç kez
içinden babasının boynuna sarılıp; onu öpmek istemiş ama hep çekinmişti.
Hâlbuki iyi hatırlıyordu; daha okula gitmediği yıllar babası kaç kere onu
kollarından tutup omzuna bindirmişti. Çocuk o sıralar babasının gücüne hayran
kalıyordu. Ama okula başladıktan hele dördüncü sınıfa geçtikten sonra babası
ona karşı çok değişmişt. Bir keresinde babasının anasına “oğlan böyüyo; artık
çok şımartma. Yoğusam Davut gibi sırnaşık bi şe olur” dediğini duymuş;
babasının niçin böyle mesafeli olduğunu küçücük yaşına rağmen anlamıştı.
İçinden kendi kendine ne olursa olsun
anasının emmisinin kızının oğlu Davut gibi şımarmıyacağına; okuyup büyük adam
olacağına söz vermişti. Tabi bu çocuğun duygularını babası hiç bilmeyecekti.
Bunlar aklına gelince kendini tuttu.
Sarışın oğlan usulca tekrar “Buban gıymetini bil” diye fısıldadı.
Babaları kendi aralarında sohbete
daldıkları için sarışın oğlanın çocuğa “Bubanın gıymetini bil” dediğini
duymamışlardı. Çocuk sarışın oğlana gözüyle “Tabii bileceğim” der gibi baktı.
Çocuk sarımsak kokusundan kurtulmak için
brandayı hafif aralayınca gökyüzünün bulutlandığını gördü. İçinden ‘Yağmur
yağıcek. Rahmette hayır varımış’ diye geçirdi.
Bulutlar havada hızla oradan oraya savrulup
‘dalazlanıyordu’. Bu sırada havalanan bir gurup keklik hızla tepelere doğru
uçtu. Üç dört kırlangıç hemen kamyonun yanında belirdi. Sanki kamyonla yarış
eder gibi bir süre uçtular; onlar da sola kıvrılıp gittiler.
Kırlangıçları görünce çocuğun aklına
büyütmek için aldığı kırlangıç yavrusunun ölüşü gelmiş; hüzünlenmişti.
Köyde kuş yavrusu bulunca alıp getirir,
büyütürdü. Kaç kere kerkenek, karga yavrusunu büyütüp uçurmuştu. O kırlangıç
yavrusunu da bir ağacın dibinde bulmuştu. Bir süre anası gelir uçurur diye
beklemiş; gelen giden olmayınca kırlangıç yavrusunu alıp eve getirmişti. Zaten
kanadı da kırıktı. Ne kadar uğraştıysa olmamış; sonunda ölmüştü. Kuşu götürüp
bulduğu ağacın dibine gömmüştü.
Kırlangıçları görünce aklına bunlar
gelmişti. İçinden ‘Emme bende günah yoğu ki, elimden geleni yapdım’ diye
kendini teselli ediyordu.
O yıllar ‘henüz vara yoğa’ bilinçsizce
tarım ilacı kullanılmıyordu. Her yerde dolu; çeşit çeşit kuş vardı.
Kerkenekler, kargalar, sığırcıklar, bülbüller, ebabil kuşları, atmacalar,
aşağıda çayırda üveyikler, yaban ördekleri, kara mekeler olurdu. Arada bir
kartalların süzüldüğünü bile görürdünüz. Köyün aşağısında tarlalarda çil keklik
sürüleri vardı. Tepelerde ala keklik de olurdu. Hele güze doğru bıldırcınlar
sökün eder; aşağıda, biçilen arpa tarlalarında dolu bıldırcın olurdu. Köyde
gençlerle daha büyükler keklik avına; bıldırcın avına giderdi.
Çocuk, avcıların el kadar bıldırcınlardan
ne istediğini bir türlü anlayamazdı. “Yiyorlar” desek; her biri bir lokma bir
şeydi.
Bıldırcınların avlandığını görünce uykuları
kaçar; kendi kendine eline hiç tüfek almayacağına, kuş avlamayacağına söz
verirdi. Hatta gençlerin tepelere karatavuk, cırrık avlamak için kurdukları av
sepetlerini kaç kere gidip bozmuş; bu yüzden yakalanıp gençlerden dayak yemekten
zor kurtulmuştu.
Bunlar aklına geldi. Sonra köyde aşağı
yukarı her evin damında mutlaka yuvası olan leylekler aklına geldi. Mübarek
hayvanlar her yıl mutlaka bir yıl önceki yuvalarına gelip yerleşir; kışın
rüzgârla bozulan yuvalarını tamir eder, sonra yumurtlayıp yavru çıkarırlardı.
Artık o sıralar köydeki öküz, inek, at,
eşek seslerine özellikle akşamüzerleri leylek takırtıları da eklenirdi. Köyleri
hemen dağın dibindeydi. Kışın evlerinde sıcacık odalarında otururken dışarıdan
dağdan gelen kurt, çakal ulumalarını duyunca ürperir, köpek havlamalarını
duyunca da hoş bir güven duyarlardı.
Zaten her evin mutlaka bir köpeği olurdu.
Onların da boz bir köpekleri vardı. Çocuk
bu köpekle çok iyi anlaşmış; adeta arkadaş olmuştu. O yıllar her çocuğun
mutlaka bir kuş yavrusu olurdu. Çocuklar onunla oyalanır, kuşu beslerler, sonra
uçururlar; birbirleriyle kuşların güzelliğini yarıştırırlardı.
İşte kırlangıçları görünce hep bunları
hatırlamıştı. Birden köyünü özlediğini fark etti. İçinden ‘Akıllım köy yerinden
gaçımyo, anan tatillerde gelirsin dedi ya; o zaman guş beslersin.’ diye kendine
söyleniyordu.
Bu sırada araba yavaşlamış; inleyerek
gidiyordu. Babasının “Dokuz dolaşıma geldik.” dediğini duydu. Araba da çok
yavaş dönerek inmeye başladı. Kafasını tekrar brandanın altına soktu. Babasıyla
öteki yolcuların usul usul dua ettiğini gördü. Korkuyla başını brandadan
çıkardı. Dokuz dolaşımda kaç kez arabaların devrildiğini duymuştu. Kaç kere
köyde anasının, büyüklerin dokuz dolaşımdan korkuyla bahsettiklerine şahit
olmuştu. Hemen bildiği Süphaneke ve Fatiha dualarını okumaya başladı. Bu sırada
kenardaki çamlar bir yakınlaşıp bir uzaklaşıyordu. Çocuk arabanın her dönüşünü
içinden sayıyordu. Sekize gelmişti ki araba birden hızlandı. Bir eksik
saydığını; dokuz dolaşımın bittiğini fark edip sevindi. Tekrar havaya bakmaya
başladı.
Araba hızlanınca kasanın kenarından gözüken
ağaçlar ve telefon direkleri hızla geriye gitmeye başlamıştı. Telefon
direklerini saymaya dalmıştı. Bu sırada hava koyu kurşuni bir renge bürünmüştü.
Uzaklarda şimşekler çakıyor, gök gürlüyordu. Burnuna bir, iki derken daha hızlı
damlalar düştü. Yağmur başlamıştı. Babası brandanın altından dürttü. “Brandayı
ört, şindi yağmır hızlancek.” diye seslendi. Çocuk brandayı örtüp altına girdi.
Sarımsak kokusunun azaldığını fark etti. Bu sırada yağmur çok hızlanmıştı.
Brandanın üzerinde yağmur damlalarının tıpırtısı arttı. Bu sesler çocuğun
uykusunu getirmişti; kafası sallanıyordu.
Babası çocuğun uykusunun geldiğini görünce
gülüp çocuğu dürttü. “Efendi uyuma. Okucen deyodun; her gün erkenden kalk,
okula git de gör bakam okumak neymiş” dedi.
Çocuk babasının dürtmesiyle kendine geldi;
babasının sözlerine gülümsedi.
Öteki adamlar ve sarışın oğlan da
gülümsüyordu.
Çocuk onların da güldüğünü görünce utanıp
başını yere eğdi. Uykusunu kaçırmak için gözlerini ovuyordu.
Bu sırada yağmur suları brandanın
kenarından süzülüp kasaya doluyordu. Pazarcı, çuvallarına su gelmesin diye
brandayı çekiştirirken hepsi altları ıslanmasın diye çömelmişti. Kamyonun
hızından kasabaya girdikleri anlaşılıyordu. Çocuk merakla brandayı aralayınca
yol kenarındaki evleri görmeye başladı.
Kamyon gitti gitti; bir yerde durdu. Hep
beraber hızla kamyondan indiler. Babası ve öteki adamlar sağanak altında
pazarcının çuvallarını indirirken çocuk kenardaki kahveye yönelmişti. Onu gören
kahveci el etti. Çocuk kahvecinin el ettiğini görünce babasına baktı.
Pazarcının çuvallarını indirmesine yardım eden babası “İçeri gir; ben şindi
gelcem.” diye seslenince kahveye girdi.
Kahvenin bir köşesinde soba vardı. Henüz
kış değildi. Sonbaharın başındaydılar; ama havalar erkenden soğumuştu. Kahveci
sobayı yakmıştı.
Dışarıdan ıslanıp gelenler sobanın
kenarında kurulanmaya çalışıyordu. O da brandadan siyen sudan biraz ıslanmıştı.
Diğerleri gibi o da kurulanmaya başladı.
Anası gömleğin üstüne bir şey
giydirmemişti. Gömleğini geçen bayramda babası, pazarda sattığı peynir
parasıyla bayramlık diye almıştı. Anası sabah giydirirken “Okula giderken boyun
bağını dakar, öyle gidersin. Buban sene bi de ceket alıvecek. İşde o zaman
dokdur gibi olucen valla” demişti. Sırtındaki gömleği kuruturken bunları
düşünüyor; babasının bir an önce o ceketi almasını istiyordu. Çünkü gömlekle
hafiften üşümeye başlamıştı.
Babası çuvalları indirmeye yardım ettiği
pazarcı ve oğluyla beraber geldi. Hepsi sırılsıklam ıslanmıştı. Sobanın
etrafında sıralanıp ısınmaya ve kurulanmaya çalışıyorlardı. Daha önce
kurunanlar da birer ikişer kahvenin içindeki masalara dağılıp sohbete başlamıştı.
Kahvenin içi “vağıl, vuğul” seslerle
kaynarken kahvecinin garsonu da tepsinin üzerine koyduğu çayları masaların
arasında müşterilere dağıtıyor; “Değmesin beyler, yağlı boyaaa!” diye
bağırıyordu. Çocuğun şaşırarak garsona baktığını gören sarışın oğlan, kulağına
eğilip “Bu hep böyle bağırıp masaların arasında kendine yol açar” diye
açıkladı; ama çocuk çayla boya arasındaki bağlantıyı bir türlü kuramamış,
şaşkın şaşkın bakıyordu.
Sarışın oğlanın babasının “Oğlana alacağın
şey bende varısa ucuza veririm.” dediğini duyunca babasına baktı. Babasıyla göz
göze geldi. Babası bu sırada cebindeki parayı hesap ediyordu. Cebinde hepi topu
kasaba verdiği keçinin parasından kalan on yedi lira vardı. Onunla oğlana bir
ceket, bir kravat, bir şapka, bir de lastik pabuç alacaktı. Karısının tembih
ettiği, kızların istediği şeylerden para artarsa aslında kundura alırdı; ama
“yok olunca yoku var etmek zor” diye düşünüyordu. Bu düşüncelerle sarışın
oğlanın babasına “Sağ ol arkıdeş; tabii önce senin sergiye bakarız; paranın
yetdiği gadar bi şeyle alıcez.” dedi. Bunları söylerken bir yandan garsonun
getirdiği çayı karıştırıyordu. Oğluna da bir çay almıştı.
Onlar çay içerken biraz kuruyan sarışın
oğlanın babası oğlunu alıp sergiyi açmaya gitti. Yağmur da dinmiş; hava hafiften
açıyordu. Adam oğluna masanın kenarındaki sandalyeye oturmasını söyledi; kendi
de bir sandalye çekip oturdu. Yavaş yavaş çaylarını içiyorlardı.
Adam aslında çayı asker arkadaşının
kahvesinde içmek istemişti. İlerideki kahve asker arkadaşınındı. Ne zaman
kasabaya gelse mutlaka onun yanına uğrar; param ele gitmesin diye çayı orada
içerdi. Gerçi asker arkadaşı her defasında “Ayıpsın bizim oğlan, goy o parayı
cebine.” dese de o ne yapar eder kahveden çıkarken çay parasını mutlaka adeta
atar kahveden öyle çıkardı. Bu asker arkadaşına çok değer veriyordu.
Askerliği cumhuriyetin ilk yıllarında
birlikte yapmışlardı. O yıllar askerin “bitli piyade” diye nam saldığı;
insanların bitten kırıldığı yıllardı. Askerlik yılları hep yoklukla geçmiş, o
nedenle askerde herkes birbiriyle dayanışma içinde olmuştu. Hele bir de hemşeri
olunca kardeşten ileri dostluklar oluşmuş; bu dostluklar askerlik sonrası da
düğünde, bayramda, kederde, sevinçte sanki kardeşmiş gibi devam edip gitmişti.
İşte çocuğun babasının asker arkadaşı böyle yakın biriydi. Ama çocuğun babası
arlı adamdı. ‘Haymedet arkıdeş deyi varıp gayfesine kösülüp ver gelsin’
demiyordu.
Adam bu düşüncelerle; çocuk babasının
alacağını söylediği ceket, boyun bağı ve parası yeterse alıvereceği lastik
ayakkabının hayaliyle çaylarını içip bitirdiler. Adam cebindeki bozukluktan bir
beş, iki iki buçuk kuruş ayırıp on kuruş olan çay paralarını verdi. Garson
parayı alıp boşları götürürken adam oğluna “Hadi bakam çıkam.” dedi. Çocuk
babasının arkasından çıktı. Az ileride kahvenin hemen dışındaki sarışın oğlanın
babasının sergisine yöneldiler.
Sarışın oğlanla babası çuvaldan
çıkardıkları malları tezgâha sıralıyorlardı. Malların içinde neler yoktu ki?
Ceketler, gömlekler, ayakkabılar, öğrenci şapkaları, hatta boyun bağı bile
vardı. Çocuk o boyun bağının adını akşamdan beri hatırlamaya çalışıyordu. Bir
türlü hatırlayamadığı için de kafasına ağrı girmişti. Serginin yanına
varmışlardı. Çocuk sabırsızlıkla boyun bağlarından birini eline alıp “Bunlar
kaça?” dedi.
Babası oğlunun kravatı tutup kaça demesine
şaşırmış; biraz da densizlik sayıp kızmıştı. Çocuk bunun farkında değildi, bir
an önce adını öğrenmek için elindeki kravatı gösteriyordu. Sarışın oğlan “ha
kravatı mı soruyorsun?” deyip fiyatını söyledi.
Ama çocuk fiyata hiç dikkat etmemiş
boyunbağının adının “kravat” olduğunu duymuştu sadece. Unuttuğu şeyi hatırlamış
olmanın verdiği çok büyük bir rahatlama içinde kravatı elinde tutup içinden
“Unutma salak! Bunun adı kravat.” diye tekrar ediyordu.
Babası çocuğun dalıp gittiğini fark etti.
“Hadi bakam gey şu ceketi” diye sarışın oğlanın babasının uzattığı ceketi
gösterdi. Çocuk kendini topladı içinden “kravat” diye tekrar ederek ceketi
giydi. Ceket az büyüktü.
Babası “Az
büyük olsun, bunla çabuk büyüyo” deyince çocuk bu ceketin alınacağını anlayıp
sevindi. Babası parasını sordu. Sarışın oğlanın babası bu ceketi toptancıdan üç
liraya almış “tutturabildiğine” yedi, sekiz liraya kadar satıyordu. Ama adamın,
oğlunu okutmak için gösterdiği gayretini görmüş, canı acımıştı. Ayrıca adam, o
yağmurun altında canla başla gayret edip çuvalları indirmesine yardım etmişti.
İçinden ‘Ramazan da yaklaşıyor, hayrım olur’ diye düşünüp “Bu ceket benden
oğlumuza hediye olsun. Büyük adam olunca beni hatırlasın” dedi.
Satıcının bu sözleri üzerine çocuğun
babasının içi titremiş oğlan da şaşırmış bakıyordu. Çocuğun babası adamın
sözlerine çok sevinmişti ama ceketi kapıp almak olmazdı. “Olmaz arkıdeş, sen
kaç para, onu de” diye ısrarcı oldu. Satıcı “Tamam gardeş oldu; tamam sen başka
alcen şeyleri söyle. Ben onlardan gazanırım olur biter” diyerek para almak
istememekte ısrar edince çocuğun babası “Sağ ol bizim oğlan, bu eyiliğini
unutmecez” dedi.
Sonra bir kravat, bir de şapka alacağını
söyledi. Onları da çocuğa verdiler. Çocuk hemen şapkayı giydi. Sarışın oğlanın
yardımıyla kravatı boynuna taktılar. Adam ceket beleş olunca bir de ayakkabı
almayı düşündü. Lastik pabuçlardan oğlunun giydiği numarayı bulup oğluna
“Şunları gey bakam.” dedi. Çocuk sevinçle ‘cızlavet’ lastik pabuçları giyerken
gözü az ilerideki bir çift kundura ayakkabıdaydı. Sarışın oğlan çocuğun
kunduraya baktığını görünce kunduraları eline aldı, babasıyla göz göze gelerek
sanki anlaştı “Al arkıdeş; bunla da benden olsun” dedi. Satıcı adam,
şaşkınlıkla bakınan çocuğun babasına gülümseyerek “Arkıdeş senin oğlanı ikimiz
de sevdik; okusun büyük adam olsun yeter.” dedi. Ardından çocuğa ayakkabıları
giymesini söyledi. Çocuğun babası “Sağ ol arkıdeş, borcumuz ne?” diye sordu.
Satıcı “Üç lira ver yeter.” dedi. Çocuğun babası çok şaşırdı; ne söyleyeceğini
bilemez hâlde cebindeki paradan üç lira sayıp satıcıya verdi. Sonra oğluna “Öp
amcanın elini.” dedi. Çocuk sevinçle adamın elini öptü. Adam eğilip
yanaklarından öperken çocuğa usulca “Oku, büyük adam ol; bubanın gıymetini
bil.” dedi. Çocuk “tamam” der gibi başını salladı. Sarışın oğlana da “Sağ ol
abi.” dedi.
Adam da biraz ağlamaklı olmuştu. Burada
kalmaya devam ederse sarışın oğlanın ve babasının boynuna sarılıp ağlayacaktı.
Oğluna “Hadi bakam; üst baş tamam… Şindi galıcek bir yer bulam; sonra okula
gaydolcen.” dedi ve yürüdü. Çocuk da arkasından elinde torbası ve kundurayı
giyince çıkardığı eski ayakkabıları olduğu hâlde yürüdü gitti.
Bu sırada arkalarından bakan sarışın
oğlanın babası oğlunun okuma isteğine aldırmadan onu pazarcı yapmanın
üzüntüsüyle oğlunun başını okşadı. “Okusan iyiydi; emme sen iyi bi bazarcı
olcen. Herkezden çok gazanıp rahat edicen. Biz işimize bakam.” dedi. Baba oğul üzerlerindeki
hüzünlü havadan çabucak sıyrılıp sergiye gelen müşterilerle ilgilenmeye
koyuldular.
Adam ve çocuk önce çocuğun kalacağı bir yer
bulmak için yukarı doğru yürüdüler. Burada adamın aklına asker arkadaşına
uğrayıp sormak geldi. Çocuğuna “Hadi gel; Ali Emmi’ne bir uğruyam. Belki onun
bildiği bir yer vardır” dedi.
Çocuk “Ali Emmi”nin babasının asker
arkadaşı olduğunu tahmin etmişti. Babasının asker arkadaşını hiç görmemişti;
ama babasının kasabadan her dönüşte evde ondan bahsettiğini ve adının Ali
olduğunu iyi hatırlıyordu. Usulca babasının yanında yürüdü.
Adamla çocuk meydanın öte yanındaki yolun
hemen ilerisinde merdivenle çıkılan bir kahveye girdiler. O kahve de tıklım
tıklım doluydu. Adam girince çay ocağına yöneldi. Çocuk çay ocağında babasından
daha genç kara bıyıklı, uzunca boylu, karakaşlı bir adam görünce şaşırdı.
İçinden “Allah Allah! Bu adam bubamdan güççük ya…” diye geçirdi. Ocaktaki adam
babasına “Hoş geldin abe.” deyince çocuk temelli şaşırdı. Babası “Hoş bulduk
yeğen, ağan yok mu?” dedi. O kara bıyıklı, karakaşlı uzunca genç adam “Ağam eve
gitti abe. Bekle, az sonra gelir.” dedi. Çocuğun babası “Beklemeyen; ben çocuğu
okula gayıt için getirdim. Okula yakın uzak bi yerlerde galıcek bi yer
areyodum. Ağana onu sorcedim” dedi. Ocaktaki genç adam kahvenin içine bakındı;
ileride oturan birine “Hasan Emmi” diye seslendi.
“Hasan Emmi” diye seslenilen adam merakla
ayağa kalkıp ocağa geldi “Buyur.” dedi. Ocaktaki adam çocuğun babasını gösterip
“Abe, ağamın asker arkıdeşi. Oğlunu okula gayıt ettircemiş. Ona galıcek bi yer
areyo. Senin evin oralada çocuğa galıcek bi yer var mı?” diye sordu. Hasan Emmi
“Var tabii; şu çayı içem arkıdeşi götürem.” dedi.
Bu sırada adamın asker arkadaşının kardeşi
“Abe az durun; şindi abem gelirin. Bir şeyler yer, içeriz” dedi. Adam “Bizim
oğlan; biz eyleşmeyem de arkıdeşle gidip bakam. Sen ağana selam söyle, ben
belkim uğrarım.” dedi. Ocaktaki genç adam “Olur mu abe? Ağam gızar valla; işin
bitince muhakkak uğra.” dedi.
Hasan Emmi de çayını bitirmişti. Çocuğun babasına
“Hadi bizim oğlan, gidelim.” dedi. Adam asker arkadaşının kardeşiyle vedalaştı.
Çocuğun şaşkın bakışları arasında Hasan Emmi’nin peşi sıra yürüdü. Bu sırada
ocaktaki genç adam arkalarından “Abe muhakkak uğra, abem bene gızar” diye
söyleniyordu.
Hasan Emmi önde; adam ve çocuk arkasında
kahveden çıktılar. Pazaryerini geçtiler. Yolda Hasan Emmi adama “Kasabanın
hemen dışındaki köyde Emine Yenge’nin evi tam çocuğa göre. Gerçi ev okula azcık
uzak; emme ordan okula gelen çok çocuk var. Emine Yenge’nin bi gızı, bi oğlu
var. Kızı yakın köyden biriyle evlendi. Oğlu da şehirde fabrikada çalışıyo.
Gocası da ölük. Senin oğlan ona can yoldaşı olur. Emine Yenge yavız garıdır,
senin oğlana iyi sahip olur.” diye açıklama yapıyordu.
Evin okuldan biraz uzak olacağına adamın
önce canı sıkıldı, sonra içinden ‘Ya mademki ordan okula giden çocuk var. Benim
oğlan da gider tabii.’ diye geçirdi.
Şimdi kafasında başka türlü bin bir sual
vardı: “Emine Yenge çocuğu kabul edecek mi?”
“Kaç para kira isteyecek?” “Her hafta oğlana öteberi için gidip gelme,
hafta sonları veya on beş güne bir oğlanın gidip gelmesi kaça patlayacak?” Bu
sorularla başına ağrı dikilmiş vaziyette Hasan Emmi’nin söylediklerini anlar
anlamaz “hı, mı” diyordu.
Çocuk da kafasında okuluyla, yeni hayatıyla
ilgili bin bir düşünce varken bir yandan da boyun bağının adını unutmamak için
ikide bir “kravat” diye tekrar ede ede babasının ve adamın peşinden yürüyordu.
Kasabanın dışına çıkıp biraz daha
yürüdüler. Bir evin önünde durdular. Hasan Emmi “Emine Yengee” diye seslendi.
Bir daha seslenmişti ki evin öte yanından bir kadın belirdi. Az yaşlıcaydı.
Başında çocuğun köyünde özellikle ihtiyar kadınların ve çocuğun ninesinin
başına giydiği tas gibi bir şeyin üstüne örttüğü yana sarkan beyaz “dastar”
vardı. İhtiyar olmasına rağmen saçları örülüydü. Başındaki tas gibi şeyin
önünde “tura” değil de oya işlemesi vardı.
Zengin gelinler oraya altın tura takar;
fakirler bu kadında olduğu gibi oyalı bir şey dolarlardı. Çocuk kadını görünce
birden ninesini görmüş gibi oldu ve kadına içi ısındı.
Hasan Emmi Emine Yenge’ye “Yenge, bu çocuk
okucemiş. Bubası galıcek bi yer areyo. Aklıma sen geldin, alıp geldim. Olur
dersen işte çocuk bu, bubası bu. Olmaz dersen çeker gideriz.” dedi.
Emine Yenge, Hasan Emmi’nin bu peş peşe
konuşmasına “Dur ayol pıtır pıtır o ne öyle? Az yaveş. Neye gabul edmecemişim?
Sen bene huysuz gocugarı mı belledin? Çocuk okucen deyosa ben de ona analık
ederim tabii; gerçi okul az uzak emme buradan giden çok çocuk var, onlarla
barabar gider gelir.” diye cevap verince hem çocuk hem de babası çok
rahatlamıştı.
Hep birlikte önde Emine Yenge, arkasında
Hasan Emmi; onun arkasında adam ve çocuk evin öbür yanında bir yere geldiler.
Emine Yenge oradaki kapıyı açtı. “İşte çocuk burda galır. Bazı aşamla benle
yer; bazı aşamla kendi evinde yer. Geçinir gideriz.” deyip çocuğun başını
okşadı.
Kapıdan içeri girince burunlarına kesif bir
tezek kokusu gelmişti. Gerçi adam da çocuk da köyden tezek kokusuna alışkındı;
ama bu kokuyu daha çok ahırda duyarlardı. Zaten burası da ahırdan bozma bir
yerdi. Bir yerinde hayvanların terslerini atmaya veya havalandırmaya yarayan
küçük bir deliğe pencere gibi bir şey takılmıştı. Dibi topraktı. Duvarlar ak
toprakla sıvanmıştı. Ak toprağın kokusu ve tezek kokusu birbirine karışınca
ortaya biraz değişik bir koku çıkıyordu.
Adam odanın içinde gezinirken burada
kalınıp kalınmayacağına kendi eviyle kıyaslayıp karar vermeye çalışıyordu.
İçinden ‘Bir hasır, bir kat yatak ve yorgan getirsem; bir de soba kurup evdeki
gaz ocağını getirsem, bi de lamba aldım mı baya olur bu iş.’ diye geçiriyordu.
Gerçi gaz ocağını karısı yalvara yakara iki
yıl öce aldırmış yarı parasını da rahmetli kaynanası vermişti. Ama şimdi oğlu
okuyacaktı. Herhâlde razı olurdu. Razı olmazsa çocuk sobaya bir şeyler atar;
çorbayı ısıtacak kadar yakardı. ‘Irbığın’ içinde getireceği çorbadan azar azar
çanağa katar; sobada ısıtıp içer karnını doyururdu.
Bunları içinden geçirip bu işi “olur”
görünce “Sağ ol Hasan Emmi; çocuğu önce Allah’a sonra Emine Yenge’ye emanet
edicez. Biz de köyden elimiz boş gelmeyiz. Yeyim yecek; yakıcak bi şeyler
daşırız” dedi. Kadına dönüp “Yalınız yenge; kira için ne ödecez?” diye sordu.
Emine Yenge adamın bu olumlu konuşmasını beğenmişti. Çocuk gerçekten kışta
kıyamette can yoldaşı olurdu. Onun için “Bizim oğlan ben buruya heç kiraya
vermedim. Bilmeyon; sen münasip bi şey verisin” dedi. Adam Hasan Emmi’ye “Nasıl
olacak?” der gibi bakınca Hasan Emmi “Ayda on lire ver. O da Emine Yenge’ye
“kira aldım” olsun” dedi. Adam, Emine Yenge’ye baktı. Emine Yenge on lirayı az
buldu ama boş duracağına iyidir diye düşünüp “Eh olsun madem. Yalınız bene de
çıra, kök mök getirivecen” dedi.
Adam işin böyle kolay olmasına; on lira
kiraya çok sevindi. O aklından yirmi lira falan geçiriyordu. “Sağ ol yenge.
Şindi ben oğlanı okula gayıt eddirem. Biz köye gidip ötü beri, soba falan
getirem.” dedi. Emine Yenge “İyi çocuğu gayıt eddir; sonra al buruya getir. Sen
gider ötü berini getirisin. Yalınız sobaya gerek yok; ocak ısıdır ona. Oğlan
sen gelene gadar bende galır, okulundan da galmaz” deyince; hele bir de “soba
istemez” dediği için o dertten kurtulan çocuğun babası iyice keyiflendi.
Nasıl keyiflenmesin ki? Sabahtan beri her
işi rast gidiyordu. Sabah “şıbbıdak” kamyona denk gelip fazla ıslanmadan
kasabaya gelmişler; üst baş için on lirayı gözden çıkardığı hâlde üç liraya
halletmişler; şimdi de on liraya ev bulunmuştu. Üstüne üstlük ev sahibi “Sen
gelene gadar oğlan bende galsın” demiş, sobaya da ihtiyaç olmadığını
söylemişti. İşte adam buna çok sevindi. “Yenge, eyi deyon da aşı falan nerde
bişircek?” diye sordu. Emine Yenge “Şu düşündün şeyi bak. Ocak ne günü duruyo?
Ben ona her şey bişirin; sen marak edme” deyince adam karısının gaz ocağına da
dokunmayacağı için daha çok sevindi. İçinden Rab’bine işini rast getirdiği için
dua ederken Emine Yenge’ye “Sağ ol yenge; Allah senden razı olsun. Tabii çıra
getirin, kök de getirin. Köyü buruya yağdırın gari.” dedi.
Hasan Emmi’ye “Emmi sen de çok sağ ol. Ben
giden çocuğu okula gayıt eddiren” dedi. Hasan Emmi “Sen bene değil; asker
arkıdaşına, gardeşine sağ ol de. Onna benim has dosdum olduğu için senin önüne
düşüp buruya gadar emendim. İşallah oğlan okur adam olur; bize de hayır dua eder”
dedi.
Adam “Tabii emmi; sen de sağ ol. Esger
arkıdeşim de sağ olsun. Onla az günlem geçmedi. Oğlan tabii dua edcek. Hepiniz
sağ olun” deyip oğlanın elinden tuttu. “Hadi oğlum vakitlice gidip senin gayıt
işini halledem. Sonra ben vakıtlıca köye dönüp yarın senin ötü beriyi getiren”
dedi.
Hasan Emmi ve Emine Yenge’yle tekrar
vedalaşıp kasabaya doğru okula kayıt için yürüdüler. Bu sırada Hasan Emmi,
babaya okulun yerini de tarif etti. Baba oğul hızlıca okula doğru yürüdüler.
Babası oğluna “Yolu iyi belle; her gün
gidip gelcen yol burası” diye tembih ediyordu. Fazla konuşmadan peş peşe; oğlan
kendi hayallerinde arada bir “kravat” diye içinden tekrar ederek; baba da
sabahtan beri işinin rast gidişini içinden rabbine dua şükür ederek okula
geldiler.
İçeri girdiler. İçerde birini gördüler.
Sert bakışlı, gür kaşları olan orta yaşlı, kırmızı kravatlı, beyaz gömlekli,
lacivert takım elbiseli; bıyıkları burnundan sümük gibi sarkmış gözüken
biriydi.
Onun yanına varınca adam askerlikten kalma
alışkanlıkla şapkasını eline alıp esas duruşta “Efendim oğlanı gayıda
getirdiydim” dedi.
Sert bakışlı, sümük gibi bıyığı olan adam
gür kaşlarının altından önce adamı ve çocuğu şöyle yukardan aşağı süzdü. “Siz
hangi köydensiniz?” diye sordu. Baba tekmil verir gibi esas duruşta köyünün
adını söyledi. Sert görünüşlü olan adam “Peşimden gelin” deyip yürüdü.
Adam şapkası elinde kolları yana sarkmış;
çocuk arkasında sert bakışlı adamdan korkmuş şekilde adamın peşi sıra
yürüdüler. Bir kapının önüne gelince adam sertçe kapıyı açıp içeri girdi. Peşi
sıra adam ve çocuk da içeri girdiler.
Odada bir masa; masanın arkasında bir
koltuk, önünde iki koltuk vardı. Kenarda sandalyeler vardı. Masanın arkasında
duvarda mor halı gibi bir şey vardı. Üzerinde Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın resmi
asılıydı. Masanın üzerinde cam; camın üzerinde siyah büyük defter gibi bir şey,
kalemlik ve yanda küçük bir bayrak vardı. Yandaki duvarda dolap içinde kitaplar
vardı. Hemen yanında adamın ve çocuğun bu güne kadar hiç görmediği bir çiçek
kocaman bir saksı içindeydi. Yerlerde tahta vardı. Ama rengi siyaha kaçıyordu.
Ve oda mazot kokuyordu.
Sert bakışlı adam geçip koltuğa oturdu.
Yandaki dolaptan bir dosya çıkardı. Adam ve çocuk bu sırada korkuyla saygı
karışımı bir ürküntü içinde ayakta bekliyordu. Sert bakışlı adam çocuğun
babasından çocuğun nüfus kaydını istedi. Adam pantolonun arka cebine koyduğu
cüzdanı çıkardı. İçinden çocuğun nüfus cüzdanını çıkarıp büyük bir saygı içinde
sümük gibi bıyıklı adama uzattı. Adam çocuğun nüfus cüzdanına bakıp bir şeyler
yazarken “Ben okulun müdürüyüm. Kayıtlar bitmişti; ama köyden emek emek
gelmişsin. Bu zamanda çocuk okutmak her baba yiğidin harcı değil. Onun için
çocuğu kayıt ediyorum. Haftaya gelince çocuğun resmini çektir; dört tane
resmini getir. Çocuğu kayıt ettim; yarından itibaren gelip okuyabilir. Birinci
sınıf üst katta; gelince gösterirler. Kitapları ve defterleri bir hafta içinde
tamamlarsınız” dedi. Sonra çocuğa baktı. “Saçları şimdilik iyi ama haftaya
falan kestirir” dedikten sonra ‘işiniz bitti, gidebilirsiniz’ der gibi baktı.
Çocuk bu sümük gibi bıyıklı adamın müdür
olduğunu anlayınca temelli heyecanlanmıştı. Çocuğun babası da adamın yani
müdürün ettiği laflardan yalnızca “Saçını da haftaya kestirir” kısmını; o da en
son söylediği sözler olduğu için anlamıştı. Öyle şaşkın; ne yapacağını bilmeden
bakıyorlardı. Müdür “Evet hemşerim. Çocuk yarın gelip okula başlasın; şimdi
gidebilirsiniz” deyince adam uykudan uyanır gibi silkindi. “Tamam efendim”
deyip aynı askerde olduğu gibi topuğunun üzerinde döndü. Çocuğun elinden tuttu;
kapıyı açıp dışarı çıktı.
Bu sırada müdür arkalarından bakıp “Halk
okumaya iyi ilgi gösteriyor. Bu ilgi, ulusumuzun geleceği için çok iyi olacak”
diye mırıldanıyordu. Adam ve çocuk müdürün bu sözlerini duymadan büyük
şaşkınlık içinde işlerin böyle kolay ve çabuk bitmesine hem sevinip hem
şaşırarak okuldan çıkıp gittiler.
Adam oğluna “Seni Emine Yenge’ye teslim
eden, vakitlice köye dönem… Yarın bi vesayit bulup senin öteberiyi getiren”
dedi. Sonra “Hadi bakam; hepimiz evcek seferber olduk. Sen de oku da bu emeklen
hakkını ver bakam” derken oğlunun kafasını sıvazladı.
Çocuk ne zamandır babasından böyle bir
yakınlık görmediği için heyecanlanmıştı. Yürürken sendeledi; ama çabucak
kendini toparlayıp önünden giden babasına yetişmek için “kıvradı.”
Adam adeta koşar gibi gidiyor; çocuk
yetişmekte zorlanıyordu. Giydiği kunduranın arkası da vurmaya başlamış;
topallıyordu. Adam bir ara arkasına bakınca oğlunun topalladığını gördü. Durdu
“Ayana mı vurdu?” diye sordu. Çocuk suçlu gibi “Hı…” dedi. Adam “Alışır alışır.
Yeni babıç hep öyle yapar. Sen öteki babıçları da giyesin. Bunları yavaş yavaş
alışdırısın” dedi. Çocuğun topalladığını düşünerek yürüyüşünü biraz yavaşlattı.
Başkaca bir şey konuşmadan peş peşe
yürüyerek Emine Yenge’nin evine vardılar. Emine Yenge evinin önünde önüne
yığdığı çalıları tahrayla çentiyordu. Onların geldiğini görünce çalıları
çentmeyi durdurdu. Çocuğun babasına “Nahal ediniz? işleri golayladınız mı?”
diye sordu. Çocuğun babası “Sağ ol Emine Yenge; golayladık. Çocuğu okula gayıt
eddirdik. Şindi ben köye gidicen. Yarın çocun pırtısını getiren de bir an evvel
evine yerleşdirem” dedi. Sonra “Yenge, o çalıları benim oğlan çente. O işlere
sen onu bırak. Sağ ol; sayende gözüm arkamda galmecek” dedi. Oğluna cebinden
çıkardığı paralardan sayıp iki buçuk lira verdi. “Bunlan galem, tefter falan
al. Yetmezse ben gine veririn. Yalınız az idareli ol ha…” dedi. Çocuk parayı
alırken “Tabii buba; ben idareli olurun” dedi.
Babasının verdiği paraya sevinmişti. Anası
gelirken saklıca seksen kuruş vermişti. Kafasından ikisini topladı; üç yüz otuz
kuruş ettiğini hesapladı. O parasını hesaplarken babası Emine Yenge’ye “Yenge
istesen senin kiranın yarısını veren” dedi. Emine Yenge “Benim kira gaçımyo?
Sen bi dünya para harcadın. Daha harcecenden keri. Kirayı ay dolunca verisin”
dedi.
Adam kadının bu tok gözlülüğü karşısında
mest olmuştu. “Sağ ol yenge; valla anamsın, ver elini öpem” dedi, kadının elini
öptü.
Kadın şaşırdı ”Yok canım; o guda büyütcek
bi şey yok” dedi. Adam “Bene müsaade yenge” deyip çocuğu yanına çağırdı.
Kulağına eğildi “Uslu ol. Anan gatıvediği şeyleri bugün yersin. Yarın ben sene
ne gerekirse getircen. Yalınız ot ekmenden Emine Yenge’ye muhakkak ver” diye
tembih etti. Sonra Emine Yenge’ye “Yenge, hadi bene müsaade, yolcu yoluna gerek.”
dedi. Emine Yenge’nin bir şey demesini beklemeden oradan hızla ayrıldı.
Giderken kafasında bin türlü sual vardı.
İşleri iyi gitmiş; çocuğun okul işini, üst baş işini, hele ev işini çok ucuza
mal etmişti. Şimdi bir an evvel köye dönüp, tedarikini yapıp yarın geri gelmesi
lazımdı. Asker arkadaşının yanına uğramaya şimdilik vakit yoktu. Sabah beraber
geldiği pazarcıya uğrayıp onların arabayla geri dönerim diye düşündü.
Meydana doğru yürüdü. Pazar kalabalığı
aynen devam ediyordu. İçinden ‘Allah Allah bayram değil, seyran değil ne bu
galıbalık?’ dedi. Arkasından ‘Herhâlde okul zamanı da ondan’ diye akıl yürüttü.
Bu sırada sabah ilk uğradığı kahvenin hemen önündeki oğluna öteberi aldığı
sergiye gelmişti. Serginin önünde bir iki kişi lastik ayakkabıları deniyordu.
Sergide sarışın oğlan vardı. Yanına yaklaştı. Sarışın oğlan adamı görünce
gülümsedi. “Nettin dayı? Çocuk nerde? gayıt oldu mu?” diye sordu. Adam “O işi
hâlleddik. Oğlana galıcek bir yer bulduk. Orda godum. Buban nerde?” dedi.
Oğlanın babası da bir çay içeyim diye
girdiği kahveden adamı görmüş, merakla elinde çay bardağıyla çıkıp gelmişti.
“Neddin bizim oğlan, oğlan nerde?” dedi. Adam gülümseyerek “Sayenizde, sizin de
yardımınızdan sonra işlem hep rast gidi. Oğlana galıcek bi ev buldum. Okula
gayıt da eddirdim. Şindi onun pırtısını getirmek için köye gidcen. Hayırlısıyla
yarın getirip evi de döşedik mi yalınız oğlana okumak galıyo gari” dedi.
Lafına “sayenizde sizin yardımınızdan
sonra” diye başlaması, hem sarışın oğlanı hem de babasını biraz gururlandırmış;
mahcup eder gibi olmuştu. Oğlanın babası “Esdağfurullah bizim oğlan, senin
oğlanın gayretli hâli her şeyi yapdıran, esdağfurullah” dedi. Adam “Sen öyle
de,; ben biliyom ediniz iyiliği. Valla bene öyle rahadladdınız ki kardeşim olsa
o gadar yapardı” dedi. Onların “esdağfurullah” demelerine aldırmadan “Arkıdeş,
ben şindi köye gitmem lazım. Acıba sizin arabacıyla dönsem deyodum” dedi.
Adamın bu dilli ve çok memnun hâlini
sarışın oğlanın babası içinden biraz kıskanmıştı. İçinden ‘Ee oğlu okucek, adam
olcek. Senin oğlan okucen deyi yanıp duruken bazarcılığa tek başına götün
yemedi, oğlanı okutmadın. İşde böyle elin oğluna kısganarak bakasın’ diye
kendine kızarken adamın sorusu üzerine kendini topladı. “Eyi olurdu arkıdeş.
Nolcek? Gidedik. Araba da zaten boşaldıydı. Emme biz onunla ilerdeki kasaba
bazarına gidmek için anlaşdık” dedi.
Adamın canının sıkkın; çaresiz hâlini
görünce “Bizim oğlan şindi pancar zamanı. Aşşa benzinlikden pancar kamyonu
geçer. Biliyon, bizim o tarafdaki gantardan pancar çekiyola. Onlarıla gidersin”
dedi.
Adam “Tabii ya… Oğlanı okula kayıd edicen
deyi telaşdan bende akıl mı galdı? Doğru söyleyon; o benim aklıma heç gelmedi.
Bizim o tarafdan da kamyoncu var. İşallah birine denk gelirin” deyip telaşla
onlarla vedalaştı. Vedalaşırken ettikleri iyiliğe tekrar teşekkür etmeyi de
unutmamıştı.
Oradan ayrılıp benzinliğe yürümüştü ki
aklına karısının ve kızların tembihi geldi. Küçük oğlanın balon isteyişini
hatırladı. İçinden bir hesap etti. Bugün kafadan en az on, on beş lira
kârlıydı. “Kısmırlık etmiden evdekilen dedini almak lazım” diye düşündü. Hemen
oradaki parçacıdan karısının tembihlediği ‘entariliği’ istedi. Kızların
istediği ip yumaklarını da hemen parçacının yanındaki çerçide buldu. Çerçiye
“Balon var mı?” diye sordu. Çerçici “Olma mı? Var tabii” dedi. Adam içinden
‘Valla seyyar mağaza bu çerçiciler’ diye geçirdi. Çerçicinin uzattığı balonu
alıp aldıklarının parasını verdi.
Karısının ve kızların istediği, balon hepsi
dört lira tutmuştu. İçinden “Hâlâ kârdayın.” dedi. Biraz ilerdeki satıcı helva
satıyordu. Fiyatını sordu. Satıcı “Bir lira” dedi. ‘Dadlı dadlı yeriz diye bi
kilo da bazar helvası’ aldı. Elinde aldıkları yürüyordu. Fırın ekmeği almayı
düşündü. Çünkü bazar helvasını onun arasına koyup yemek çok güzel oluyordu. Ama
içinden ‘o gadar hovardalın alemi yok’ deyip benzinliğe doğru hızlandı.
Benzinliğe vardığında orada hiç kamyonun
olmadığını gördü. Orada çalışan ‘pompacı mı?’ yoksa ‘sahibi mi?’ her kimse bir
tenekeye bir şey pompalıyordu. Adam varıp onun yanında durdu. “Selamualeyküm,
golay gelsin arkıdeş.” dedi. Pompacı pompalamaya devam ederken “Aleyküm selam,
golayısa başına gelsin.” deyip gülümsedi.
Adam içinden ‘Eyi, bu, adam evladına
bezeyo. Derdime çare olucek’ diye geçirirken gülümsedi. “Arkıdeş ben nafın
gelişi öyle dedim. Yoğusam bu iş baya zordur. Öyle görünüyor.” diye pompacının
gönlünü kazanmaya çalıştı.
Bu sırada teneke dolmuştu. Gazyağı kokusu
geliyordu. Adam içinden ‘Tenikeyle gazyağı alan epey zengin olmalı’ diye
geçirirken bir traktör geldi. Traktörcü motoru istop etmeden çalışır vaziyette
bırakıp yanlarına geldi. “Tenike doldu mu?” diye sordu. Pompacı “Doldu dayısı, sene bekliyo, bene motora içir
deyi” dedi.
Adam şaşkınlıkla motora bakıyordu. Çünkü o
yıllarda motor, koca kasaba ve o kadar köyünde parmakla gösterilen üç beş
kişide vardı. Yeni çıkanlar mazotluydu ama hâlâ eskiden kalma bir iki
gazyağınla çalışan traktör vardı. Bu da eski olduğuna göre onlardan biriydi.
Adam gazyağının parasını ödedi; adamın şaşkın bakışları arasında motorun
deposuna gazyağını döktü. Adam bu motorları askerde falan görmüştü. Şimdi
burada görünce de çok şaşırmıştı. Bu sırada motorcu tenekeyi boşaltıp pompacıya
verdi; parasını da ödedi. Motora bakarak “Garnı doydu dayısı. Yarın aşama gadar
idare eder herhâl. Edmezse gine geliriz. Sen tenikeyi gaybetme” dedi; traktöre
binip geldiği yönde gitti.
Pompacı adamın şaşkın bakışlarını görünce
“Bu motor ilk gelenleden. Üstündeki sahibi. Adamda bok gibi tarla var. Öyle
kendim evirip çevircen deyi uğraşır durur. Bi yaralı barmağa da işimez ha…”
deyip içeri dükkân gibi yere yöneldi.
Adam da arkasından gitmişti. Pompacı
“Hayırdır arkıdeş, benlik bi işin mi va?” deyince adam “Var arkıdeş. Yolda
galdım. Köyü gidcen de burda vesayit durur da binerin deyi geldim.” dedi.
Kasabaya niye nasıl geldiğini; oğlanı yaptığı alışverişleri, asker arkadaşını,
Hasan Emmi’yi, Emine Yenge’yi, okulu, okuldaki sümük gibi bıyıklı müdürü,
çocuğun okuyacağını, çocuk okutmak için yola çıktığını ama “iflahının”
gevrediğini biraz da övünerek anlattı. Şimdi de köye gitmesi gerektiğini
söyledi.
Pompacı
önündeki defter gibi şeye bir şeyler yazarken adamı dinliyordu.
Savaştan yeni çıkmış,okulu ve kalacak yeri olmayan memleketin çileli çocuklarına çare olmak için kurulan köy enstitülerinin o gün için önemini görmek devlet adamı sorumluluğundaydı.''Köy Enstitüleri Projesi dönemin Milli Eğitim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç ve Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel tarafından geliştirilmiş ve uygulanmıştır.(2) Bu proje kapsamında toplumsal kalkınmanın başlaması gereken yer olarak görülen ve nüfusun büyük çoğunluğunun yaşamakta olduğu köylerde görev yapacak öğretmenlerin yetiştirilmesi hedeflenmiştir. Genç köy öğretmeni adaylarının, köy hayatını geliştirebilmeleri ve öğrencilerin yanı sıra köylüleri de eğitebilmeleri için, tarımdan inşaata kadar birçok konuda donanım sahibi olmaları planlanmıştır. Tonguç, enstitülerde verilmesini öngördüğü eğitime dair kendi yazdığı on iki maddelik bildiride, etkin ve yaparak öğrenme süreçlerinin tarif edilmesi gerekliliğini vurgular..''
YanıtlaSilKöy çocuklarına , yatılı olarak okuma imkanı veren bu büyük projenin yokedilmesi ülkenin geleceğine ve eğitime vurulan en büyük darbe olarak belleğimize kazınmıştır.Oradan yetişen öğretmen,şair ve yazarlarımızı minnetle anıyoruz.Attığı tohumlar halen ürün vermeye devam etmektedir.Bu projeyi ortaya koyan ve yürütülmesini sağlayanları da rahmet ve şükranla anıyoruz.
Merhaba;öyküme katkı veren yorumunuz için çok teşekkür ederim. Türkiye aydınlanmasının en önemli kişileri olan sayın Yüce ve Tonguç'u ve katkısı olan herkesi ben de şükranla anıyorum. Bu hikaye o sürecin devamı niteliğinde köylü çocuklarda yaratılan okuma heyecanının bir çocuk ve aile özelinde öyküsüdür. Ben o süreci bu hikayenin tetiklemesiyle Millet Mekteplerinden Köy Enstitülerine başlığıyla ayrı uzun öykü olarak ele alıp yazdım. Bu blogumda onlara da ulaşabilirsiniz. Destekleyici yorumunuz için çok teşekkür ederim.
YanıtlaSil