AŞK BÖYLE BİR ŞEYMİŞ
Son günlerde hep “acaba”sını
yaşıyordu. Yıllar öncesinden kalan ve cevaplayamadığı “acaba ?”
Üniversiteye başladığı ikinci yıldı.
Aklına yıllar önce çocukluk günlerinde sevdiği kız gelmişti. Hani çocukluk aşkı
denir ya! İşte öyle bir şey…
Bir süre önce o kızı rüyasında
görmüştü. O günden sonra da bir türlü aklından çıkmıyordu. Daha önce de onun
böyle aklına geldiği çok olmuştu. Ancak bu kez durum farklıydı.
İçinde o kızı görmek ve ona sevdiğini
söylemek adeta tutku haline gelmişti. Okulda, evde kaldığı odada, gezdiği her
yerde aklından çıkmıyor; son günlerde uykuları kaçıyordu. Sanki içinde onu
yakan bir ateş oluşmuştu. Sanki birileri boğazını sıkar gibi oluyordu. Bir
fırının karşısındaymış gibi; kızgın güneşin altında kalmış gibi oluyor; sanki
yanıyordu.
Gidip ona “seni çok seviyorum” deme
düşüncesi aklından çıkmıyor; onun ters bir cevap vermesi ihtimali aklına
gelince de yerinde duramıyor; sanki karnı sancıyormuş gibi kıvır kıvır
kıvranıyordu.
Bitkin bir şekilde evden çıktı;
meydana geldi. Şehre giden otobüslerin durağına geçti. Gelen otobüse binip
sahile indi. Orada her zaman gittiği kafeye oturdu. Bir çay söyledi. Yavaş
yavaş çayını içiyordu; ama içini kaplayan ateş her yerini sarmış; sanki
yanıyordu.
Halbuki deniz kenarında hava pırıl
pırıl, deniz, hafif oynak dalgalarla mükemmel bir gün vardı. Onun böyle bir
günde ateşler içinde olması çok şaşırtıcı idi.
Elini alnına koydu. Ateş gibiydi.
Kalktı; çay parasını ödedi. Sahilde bir süre dolaştı, sonra birden durağa
gitti. Otobüse binip kaldığı semte geldi. İndi, oradaki büfeden iki bira aldı;
sokak arasından kaldığı eve doğru yürüdü. Sokakta karşılaştığı ev arkadaşları
ona şaşkın bakıyordu. O neşeli, herkesle şakalaşan öğrenci gitmiş; yerine ruh
gibi, etrafına sanki uyuşturucu içmiş gibi bulanık gözlerle bakan biri
gelmişti. Ona “hayrola hasta mısın, bir şey mi oldu? Akşam foruma geleceksin
değil mi?” şeklindeki sorular soran arkadaşlarına belli belirsiz cevaplar
vererek kaldığı eve gidip kendi odasına girdi. Evde altı arkadaş birlikte
kalıyordu. Bu odada o bir arkadaşıyla kalıyordu. Biralardan birini açtı; kendi
ranzasında geri doğru yaslandı. Kafasında “acaba gitsem mi?” sorusu beliriyor;
sonra kendi kendine “mutlaka gitmeliyim” diyordu.
Bu şekilde “acaba?” diye sorarak;
yine cevabını kendi vererek biranın birini bitirdi. O sırada oda arkadaşı veya
ev arkadaşlarından biri girip gelse kesinlikle onun çıldırmış olduğunu
düşünürdü.
İkinci birayı açtı. Gözü pencereye
kaydı. Güneş batmak üzereydi ve hava hızla bulutlanıyordu. Biraz sonra o bildik
bahar yağmuru başlayacaktı. Gök gürültülü ve sağanak şeklinde… Aslında böyle
havalara bayılır; içi mutlulukla dolup, taşardı. Ama şu anda içindeki yangın
mutlu olmasını engelliyordu. Biraz sonra cama damlalar vurmaya başladı. İçinden
ağlamak, doya doya ağlamak geldi. Kendini zor tutuyordu. İkinci birayı içti.
Sonra yatağa kapandı, hüngür hüngür ağlıyordu. Bir süre sonra uyumuştu. Gece
uyandı; üşümüştü. Diğer ranzaya baktı! Arkadaşı gelmemişti. Örtündü ve tekrar
uyudu. Sabah erkenden uyandı. Kalktı, kapıyı açtı dışarı çıktı. Her taraf çok
sessizdi. Kapıyı açıp dışarı çıktı. Hava açmış, bahar sabahının tatlı serinliği
vardı! İçi ürperdi.
Hayret bu serinlikte bile içinde bir
yangın vardı. Hemen geri girdi. Sessizce kendi odasına geçti. Tıraş
takımı ve diş fırçasını aldı. Lavaboda önce traş oldu. Dişlerini fırçaladı.
Kendine en yakışan gömleği giydi. Pantolon, ayakkabı derken, hazırlanıp çıktı.
Cebindeki paraya baktı. “Yeter” diye karar verdi. Sokaktan çıkıp oradaki dolmuş
durağında bekleyen dolmuşa binip şehrin meydanına indi. Oradan da duraktaki
belediye otobüsüne binip otogara geldi. Otogarda o kızın bulunduğu şehre giden
otobüsten bilet almak için gişeye yanaştı. O şehre otobüs kaçta diye sordu.
“saat onda otobüs var” dediler. Saatine baktı. Sekize geliyordu. İki saat
vardı. “Oraya kaçta varırız?” diye sordu. Oradaki adam “belli olmaz yolculuk
hali bu. Allah nasip ederse akşam altıya doğru varırız” dedi. Biletini aldı.
Kendi kendine “tam zamanında varacağım. Akşam doğru onun okuduğu fakülteye
gider; onu bulup söylerim” dedi.
Güldü “ne söylerim?” diye kendine
sordu. “Aptal niye gidiyorsun? Seni seviyorum, çok seviyorum diyeceksin ya”
diye kendine cevap verdi. Sonra bunu biraz garipsedi. “Acaba ayıp olur mu? Ters
bir cevap verir mi?” diye işkillendi. Ama içindeki yangının dineceği yoktu. Ok
yaydan çıkmıştı bir kere. Sonucu ne olursa olsun; gidip onu çok sevdiğini
söyleyecekti. Başka türlü yangınının geçmesine, iç huzuru bulmasına olanak
yoktu.
Bu düşüncelerle volta atıyordu. Gitti
bir gazete aldı. Saatine baktı, otobüsün hareketine beş dakika vardı.
Çıktı koltuğuna oturdu. Bir, iki, üç, dört, beş diye dakikaları sayıyordu. Tam
gitmekten vazgeçip aşağı inmeyi düşünüyordu ki! Otobüs hareket etti.
Bir süre gazeteye baktı. Sonra
arkasına yaslanıp gözlerini kapadı. ‘Uyuyor mu? Uyumuyor mu?’ hiç belli
değildi. Yolda molalarda bile hiç yerinden kalkmadı. Öyle gözleri kapalı;
yolculuğu ve orada karşılaşacağı şeyleri düşünüyordu.
Uzunca süredir görmediği çocukluk
arkadaşına “kendince aşkına” gidecek ve “seni çok seviyorum. Bunu söylemeye
geldim” diyecekti. Sizce de çok acayip değil mi. Kız “hoppala, bu da nereden
çıktı?” dese ne olacaktı.
Bu aklına gelince birden paniğe
katılıyor; sonra “bunu sana söylemek zorundayım. Söylemezsem için için kendimi
yiyip bitireceğim derim” diye içinden geçiriyordu.
O böyle karmakarışık duygularla
kıvranırken otobüs anonsundan ‘o şehire vardıklarını; on beş dakika sonra otogarda
olacaklarını, otobüste herhangi bir eşya unutmamalarını’ söylediğini duydu.
Gözünü açtı. Etraf tanıdık geliyordu.
Bir yıl önce bu şehirde dört beş ay
kadar kalmıştı.
Otobüs otogara vardı. Otobüsten indi;
saat altıyı gösteriyordu. Hemen gitmekten çekindi. O kızın yanına mı gitsin?
Yoksa buradan geri mi dönsün? Bu ikircik içinde gitti otogardaki
pastahaneye oturdu. Bir çay ve yanında bir şeyler söyledi. Yedi, içti saatine
baktı. Yediyi geçiyordu.
Kalktı bir dolmuşa binip fakültenin
bulunduğu semte gitti. Dolmuştan indi; orada eskiden bildiği otele gitti. Bir
oda ayırttı, parasını ödedi. Bir süre otelin lobisinde oturdu. Kızın yanına
gitmek için kendine cesaret vermeye çalışıyordu. O kadar yolu gelmiş,
fakültenin yanı başında kitlenip kalmıştı.
Saatine baktı; sekizi çeyrek
geçiyordu. Dışarı çıktı. Hava hızla kararıyordu. Fakülteye yürüyerek geldi. Ana
binanın içine girdi. Oradaki öğrencilerden birine kantini ve o kızı soracaktı.
Karşıdan gelen bir gurup öğrencinin içinde o kızı gördü. Kız da onu tanımıştı.
Arkadaşlarından izin alıp yanına geldi. Biraz şaşırmış hali vardı. Çok samimi
bir şekilde “hoş geldin, hayrola bizim fakültede ne işin var?” dedi.
Haliyle çocukluktan tanıdığı bir
arkadaşı idi. Onun için samimi davranmıştı.
Ama delikanlı onun bu sıcak davranışı
ile kendinden geçmişti. Birden toparlandı “bu şehirde işim vardı; Gelince seni
görmek istedim” dedi.
Kız önce “kantine girelim” dedi.
Sonra vazgeçti, “bahçeye çıkalım” dedi. Bahçede bir banka oturdular. Etraftaki
banklarda başka oturanlar vardı. Hoş beş sohbet ediyorlardı. Ama o bir türlü
“seni çok seviyorum; bunu sana söylemek için geldim” diyemiyordu.
Konuşurlarken kızın bahçe ışıkları
ile aydınlanan yüzünden, bal rengi buğulu gözlerinden gözünü ayıramıyordu.
Adeta nefesini yüzünde hissediyor;
ama bir türlü “seni çok seviyorum” diyemiyordu. Göz göze geldiler. Kızla ertesi
gün buluşup sevdiğini orada söylemeyi aklından geçirdi ve çabuk karar verdi.
Öyle yapacaktı.
Bunları düşünürken kızın bahçe
ışıkları ile aydınlanan yüzüne, bal rengi buğulu gözlerine bakıyordu. Birden
“çok güzelsin” dedi. Kız hiç cevap vermedi; yüzü biraz kızardı. “Gerçekten çok,
hem de çok, çook güzelsin” dedi. Kız biraz şaşkın bir şeyler söylüyordu. Ama o
hiç duymuyordu. Birden kendini toparladı. “Yarın buluşalım, sana
söyleyeceklerim var” diye kıza ertesi günü onu bekleyeceği yerin adını ve saati
söyledi. Kız “oraya gelmem çok zor. Sen buraya gel” dedi. “Şimdi söyle” dedi; o
hala “yarın, orada buluşalım” diyordu. Paniğe kapılmıştı, “seni bekleyeceğim,
mutlaka gel” dedi.
Kızın söylediklerini duymuyordu bile.
Kalktı; vedalaştı ve “yarın mutlaka bekliyorum, gel” dedi. Ve ayrıldılar.
O otele geldi. Sarhoş gibiydi. Oda
çok küçük geliyordu. Boğulacak gibi oluyordu. “Acaba yarınki randevuya gelecek
mi? Gelmeyecek mi?” Bu sorularla sabahı zor etti.
Kalktı yüzünü yıkadı, giyindi, aşağı
indi. Saate baktı. Kıza “bekliyorum” dediği saate epey vardı.
Kalktı “akşam kalacak mısınız” diye
soran resepsiyon görevlisine “hayır bu gün gidiyorum” dedi. Sonra “Hoşça kalın”
deyip çıktı. Dolmuşa bindi. Otogara geldi. Geldiği şehre hemen hareket edecek
otobüs vardı. Gitti, biletini alıp otobüse bindi.
Kaçıyordu. Bu şehirden, kızdan,
kendinden, duygularından kaçıyordu. Koltuğa yaslanıp gözlerini kapadı. Hiçbir
şey düşünmüyor, öyle titriyordu. Birkaç kez otobüs görevlisi “hasta mısınız?”
diye sordu. Kendini toplamaya çalışıyordu.
Dünün muhasebesini yaptı. Kızın
davranışlarından bir şey çıkarmaya çalışıyordu; ama kızın o ışık altında gözünü
kamaştıran güzelliği dışında bir şey hatırlamıyordu ki!
Bu kez kendi kendine soruyordu. Acaba
geldi veya onu aradı mı? Acaba orada kalıp kızı beklese miydi?” “Acaba? Acaba?”
Böyle sora sora kendi geldiği şehre döndü.
Bunlar gelmişti aklına. Ne zaman o
yıllar yaşadıkları aklına gelse kendine böyle “acaba” diye sorduğu oluyordu. O
zaman da tıpkı o yıllarda olduğu gibi yine içi yanıyor; o kız aklından
çıkmıyordu. Gözünü kapayınca o geceki yüzü olduğu gibi gözünün önüne geliyordu.
Yıllar var ki onu görmemişti; ama
hala unutamamıştı ve içini kemiren “acabalar” aklına gelse de kimseye bir şey
söyleyemiyordu. Ta ki o gün; o arkadaşına rastlayıncaya kadar.
Onu da uzun süredir görmüyordu.
Yalnız şiir kitaplarını alıp okumuştu. Oldukça meşhur bir şairdi. Daha çok aşk
şiirleri yazıyordu. O gün onunla karşılaşınca birlikte yemek yiyip; bir, iki
kadeh bir şeyler içmişlerdi.
Sohbet sırasında ona “sen anlarsın”
deyip her şeyi anlatmış ve “acaba”sını sormuştu. Onu dikkatle dinleyen şair
arkadaşı ‘biraz da içkinin tesiriyle’ duygulanmıştı. “Sen ne diyorsun? Doğru
söyle, sen böyle bir şeyi, gerçekten yaşadın mı?” diye sormuştu. O “yaşamasam
niye sorayım. Ben doktorumu buldum deyip, derdimi söyledim. Sen
bana ‘yaşadın mı?’ diye soruyorsun” diye sitemle cevap vermişti.
Arkadaşı “yanlış anlama. Ben yılların
şairi; hem de aşk şairiyim, asla senin gibi bu duyguları anlatamadım. Dostum!
Sen her kula nasip olmayan, çok yüce duyguları; aşkı yaşamışsın. Senin “acaba”
diye sorunun cevabı kendi içinde” dedi.
“Nasıl?” diye sordu. Arkadaşı “şimdi
sana soruyorum. O kız veya kadın şu anda karşına çıksa onu tanıyabilirmisin?”
dedi. O “çok zor, belki” diye cevap verdi. Arkadaşı “işte senin sorguladığın;
aradığın o kız değil, o kızın sevgisi değil. Öyle olsaydı oradan kaçmaz onu
bekler, gelmezse yine ona giderdin” dedi.
Arkadaşı öyle deyince “belki ben ters
bir cevap almaktan korktuğum için kaçtım” diye cevap verdi. Arkadaşı “dostum
sen kendine yalan söylüyorsun. Oraya, o kıza ‘beni seviyor musun?’ diye sormaya
mı? Yoksa ona ‘seni seviyorum’ demeye mi gittin” diye sordu.
Bu soru üzerine biraz düşünüp “onu
çok sevdiğimi söylemeye gittim” dedi.
Arkadaşı “işte! Sen ona sevgini
söylesen ve o sana olumsuz karşılık verse bile sen onu sevmeye devam edecektin.
Sen oradan bu sevginin; yani içindeki sevginin zedelenmesinden korktuğun için
kaçtın. İşte aşk budur. Kavuşamama.
Bizde aşk masalları veya destanları
vardır. Sen orada sevdiğine kavuşan birini hiç gördün mü? Mecnun Leyla’ya,
Ferhat Şirin’e ve Kerem Aslı’ya kavuştu mu? Hayır. Romeo Jülyet’e ölümde
kavuştu, yani o da kavuşamadı. Zaten kavuşsalardı aşk biterdi.
Sen o kızı beklesen; gelse ve ‘ben de
seni çok seviyorum’ dese ne olurdu?” Şair arkadaşının sözleri karşısında
şaşırmıştı. “Ne olurdu?” diye arkadaşına ayni soruyu sordu.
Şair “senin sevgin, aşkın orada
biterdi. Sen onun için kaçtın. Çünkü sen aşkını kaybetmekten korkuyordun.
‘Acaba?’ diye sorduğun aşkının hem kendisi, hem de kalkanıdır. Sen o
soruyu sorarak ‘acaba’ diyerek aşkını koruyor ve o aşkı yaşıyorsun. Dostum seni
kutlarım. Ben çok aşk şiiri yazdım. Ama ilk kez aşkın canlı tanığını, aşkı
yaşayanı gördüm. Bunun için çok şanslıyım. Dilim, kelimelerim yeter mi
bilmiyorum, ama ben bu aşkı anlatan bir şiiri mutlaka yazacağım” dedi.
Her ikisi de; özellikle şair biraz da
içkinin etkisiyle çok duygulanmıştı. Gece de ilerlemişti. Kalktılar. Bir daha
karşılaşmadılar.
Şair arkadaşı o şiiri yazdı mı
bilmiyordu. Ama sorusunun; yani “acaba”sının cevabını almıştı ve artık çok
huzurluydu.
Bana "keşke.." öykü kahramına "acaba..." dedirten öykünüz için teşekkürler... Evet dünya edebiyatında kendilerine yer bulan tüm aşkların ölümsüzleşmesindeki giz; -bence- sadece aşıkların kavuşamaması değildir, okuyucuların çağrıştırılan yaşanmışlıkları ve duyguları unutulmuş... Saydıklarınıza bizim "Mem û Zin"imizi de katmayı unutmayınız.
YanıtlaSilBu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSilMerhaba dostum. Baştan yazayım. "Mem ü Zin" pek bilinen bir aşk öyküsü olmadığı için aklıma gelmedi. Yorumunuzda yazdığınız gibi ölümsüzleşen aşk hikayelerini ölümsüzleştiren onları okuyanlarda yarattığı duygu yoğunluğudur. Buradaki aşk hikayesi okuyucularda neyi ne kadar çağrıştırdı; hangi duyguları yaşattı bilemem; ama hikayemizdeki kahramanın yaşadığı aşk şiirleri şairinin söylediği gibi her kula nasip olmayan aşkmış.Tıpkı o destanlaşan aşklar gibi bir aşk.
YanıtlaSil