2 Kasım 2016 Çarşamba

AŞK BÖYLE BİR ŞEYMİŞ



 

Son günlerde hep “acaba”sını yaşıyordu.  Yıllar öncesinden kalan ve cevaplayamadığı “acaba ?” 

Üniversiteye başladığı ikinci yıldı. Aklına yıllar önce çocukluk günlerinde sevdiği kız gelmişti. Hani çocukluk aşkı denir ya! İşte öyle bir şey… 

 Bir süre önce o kızı rüyasında görmüştü. O günden sonra da bir türlü aklından çıkmıyordu. Daha önce de onun böyle aklına geldiği çok olmuştu. Ancak bu kez durum farklıydı. 

 İçinde o kızı görmek ve ona sevdiğini söylemek adeta tutku haline gelmişti. Okulda, evde kaldığı odada, gezdiği her yerde aklından çıkmıyor; son günlerde uykuları kaçıyordu. Sanki içinde onu yakan bir ateş oluşmuştu. Sanki birileri boğazını sıkar gibi oluyordu. Bir fırının karşısındaymış gibi; kızgın güneşin altında kalmış gibi oluyor; sanki yanıyordu. 

 Gidip ona “seni çok seviyorum” deme düşüncesi aklından çıkmıyor; onun ters bir cevap vermesi ihtimali aklına gelince de yerinde duramıyor; sanki karnı sancıyormuş gibi kıvır kıvır kıvranıyordu. 

 Bitkin bir şekilde evden çıktı; meydana geldi. Şehre giden otobüslerin durağına geçti. Gelen otobüse binip sahile indi. Orada her zaman gittiği kafeye oturdu. Bir çay söyledi. Yavaş yavaş çayını içiyordu; ama içini kaplayan ateş her yerini sarmış; sanki yanıyordu. 

 Halbuki deniz kenarında hava pırıl pırıl, deniz, hafif oynak dalgalarla mükemmel bir gün vardı. Onun böyle bir günde ateşler içinde olması çok şaşırtıcı idi. 

 Elini alnına koydu. Ateş gibiydi. Kalktı; çay parasını ödedi. Sahilde bir süre dolaştı, sonra birden durağa gitti. Otobüse binip kaldığı semte geldi. İndi, oradaki büfeden iki bira aldı; sokak arasından kaldığı eve doğru yürüdü. Sokakta karşılaştığı ev arkadaşları ona şaşkın bakıyordu. O neşeli, herkesle şakalaşan öğrenci gitmiş; yerine ruh gibi, etrafına sanki uyuşturucu içmiş gibi bulanık gözlerle bakan biri gelmişti. Ona “hayrola hasta mısın, bir şey mi oldu? Akşam foruma geleceksin değil mi?” şeklindeki sorular soran arkadaşlarına belli belirsiz cevaplar vererek kaldığı eve gidip kendi odasına girdi. Evde altı arkadaş birlikte kalıyordu. Bu odada o bir arkadaşıyla kalıyordu. Biralardan birini açtı; kendi ranzasında geri doğru yaslandı. Kafasında “acaba gitsem mi?” sorusu beliriyor; sonra kendi kendine “mutlaka gitmeliyim” diyordu. 

 Bu şekilde “acaba?” diye sorarak; yine cevabını kendi vererek biranın birini bitirdi. O sırada oda arkadaşı veya ev arkadaşlarından biri girip gelse kesinlikle onun çıldırmış olduğunu düşünürdü. 

 İkinci birayı açtı. Gözü pencereye kaydı. Güneş batmak üzereydi ve hava hızla bulutlanıyordu. Biraz sonra o bildik bahar yağmuru başlayacaktı. Gök gürültülü ve sağanak şeklinde… Aslında böyle havalara bayılır; içi mutlulukla dolup, taşardı. Ama şu anda içindeki yangın mutlu olmasını engelliyordu. Biraz sonra cama damlalar vurmaya başladı. İçinden ağlamak, doya doya ağlamak geldi. Kendini zor tutuyordu. İkinci birayı içti. Sonra yatağa kapandı, hüngür hüngür ağlıyordu. Bir süre sonra uyumuştu. Gece uyandı; üşümüştü. Diğer ranzaya baktı! Arkadaşı gelmemişti. Örtündü ve tekrar uyudu. Sabah erkenden uyandı. Kalktı, kapıyı açtı dışarı çıktı. Her taraf çok sessizdi. Kapıyı açıp dışarı çıktı. Hava açmış, bahar sabahının tatlı serinliği vardı! İçi ürperdi. 

 Hayret bu serinlikte bile içinde bir yangın vardı. Hemen geri girdi. Sessizce kendi odasına geçti.  Tıraş takımı ve diş fırçasını aldı. Lavaboda önce traş oldu. Dişlerini fırçaladı. Kendine en yakışan gömleği giydi. Pantolon, ayakkabı derken, hazırlanıp çıktı. Cebindeki paraya baktı. “Yeter” diye karar verdi. Sokaktan çıkıp oradaki dolmuş durağında bekleyen dolmuşa binip şehrin meydanına indi. Oradan da duraktaki belediye otobüsüne binip otogara geldi. Otogarda o kızın bulunduğu şehre giden otobüsten bilet almak için gişeye yanaştı. O şehre otobüs kaçta diye sordu. “saat onda otobüs var” dediler. Saatine baktı. Sekize geliyordu. İki saat vardı. “Oraya kaçta varırız?” diye sordu. Oradaki adam “belli olmaz yolculuk hali bu. Allah nasip ederse akşam altıya doğru varırız” dedi. Biletini aldı. Kendi kendine “tam zamanında varacağım. Akşam doğru onun okuduğu fakülteye gider; onu bulup söylerim” dedi. 

 Güldü “ne söylerim?” diye kendine sordu. “Aptal niye gidiyorsun? Seni seviyorum, çok seviyorum diyeceksin ya” diye kendine cevap verdi. Sonra bunu biraz garipsedi. “Acaba ayıp olur mu? Ters bir cevap verir mi?” diye işkillendi. Ama içindeki yangının dineceği yoktu. Ok yaydan çıkmıştı bir kere. Sonucu ne olursa olsun; gidip onu çok sevdiğini söyleyecekti. Başka türlü yangınının geçmesine, iç huzuru bulmasına olanak yoktu.  

 Bu düşüncelerle volta atıyordu. Gitti bir gazete aldı.  Saatine baktı, otobüsün hareketine beş dakika vardı. Çıktı koltuğuna oturdu. Bir, iki, üç, dört, beş diye dakikaları sayıyordu. Tam gitmekten vazgeçip aşağı inmeyi düşünüyordu ki! Otobüs hareket etti. 

 Bir süre gazeteye baktı. Sonra arkasına yaslanıp gözlerini kapadı. ‘Uyuyor mu? Uyumuyor mu?’ hiç belli değildi. Yolda molalarda bile hiç yerinden kalkmadı. Öyle gözleri kapalı; yolculuğu ve orada karşılaşacağı şeyleri düşünüyordu. 

 Uzunca süredir görmediği çocukluk arkadaşına “kendince aşkına” gidecek ve “seni çok seviyorum. Bunu söylemeye geldim” diyecekti. Sizce de çok acayip değil mi. Kız “hoppala, bu da nereden çıktı?” dese ne olacaktı. 

 Bu aklına gelince birden paniğe katılıyor; sonra “bunu sana söylemek zorundayım. Söylemezsem için için kendimi yiyip bitireceğim derim” diye içinden geçiriyordu. 

 O böyle karmakarışık duygularla kıvranırken otobüs anonsundan ‘o şehire vardıklarını; on beş dakika sonra otogarda olacaklarını, otobüste herhangi bir eşya unutmamalarını’ söylediğini duydu. Gözünü açtı. Etraf tanıdık geliyordu. 

 Bir yıl önce bu şehirde dört beş ay kadar kalmıştı. 

Otobüs otogara vardı. Otobüsten indi; saat altıyı gösteriyordu. Hemen gitmekten çekindi. O kızın yanına mı gitsin?  Yoksa buradan geri mi dönsün? Bu ikircik içinde gitti otogardaki pastahaneye oturdu. Bir çay ve yanında bir şeyler söyledi. Yedi, içti saatine baktı. Yediyi geçiyordu. 

Kalktı bir dolmuşa binip fakültenin bulunduğu semte gitti. Dolmuştan indi; orada eskiden bildiği otele gitti. Bir oda ayırttı, parasını ödedi. Bir süre otelin lobisinde oturdu. Kızın yanına gitmek için kendine cesaret vermeye çalışıyordu. O kadar yolu gelmiş, fakültenin yanı başında kitlenip kalmıştı. 

 Saatine baktı; sekizi çeyrek geçiyordu. Dışarı çıktı. Hava hızla kararıyordu. Fakülteye yürüyerek geldi. Ana binanın içine girdi. Oradaki öğrencilerden birine kantini ve o kızı soracaktı. Karşıdan gelen bir gurup öğrencinin içinde o kızı gördü. Kız da onu tanımıştı. Arkadaşlarından izin alıp yanına geldi. Biraz şaşırmış hali vardı. Çok samimi bir şekilde “hoş geldin, hayrola bizim fakültede ne işin var?” dedi. 

Haliyle çocukluktan tanıdığı bir arkadaşı idi. Onun için samimi davranmıştı. 

Ama delikanlı onun bu sıcak davranışı ile kendinden geçmişti. Birden toparlandı “bu şehirde işim vardı; Gelince seni görmek istedim” dedi. 

Kız önce “kantine girelim” dedi. Sonra vazgeçti, “bahçeye çıkalım” dedi. Bahçede bir banka oturdular. Etraftaki banklarda başka oturanlar vardı. Hoş beş sohbet ediyorlardı. Ama o bir türlü “seni çok seviyorum; bunu sana söylemek için geldim” diyemiyordu. 

Konuşurlarken kızın bahçe ışıkları ile aydınlanan yüzünden, bal rengi buğulu gözlerinden gözünü ayıramıyordu. 

Adeta nefesini yüzünde hissediyor; ama bir türlü “seni çok seviyorum” diyemiyordu. Göz göze geldiler. Kızla ertesi gün buluşup sevdiğini orada söylemeyi aklından geçirdi ve çabuk karar verdi. Öyle yapacaktı. 

Bunları düşünürken kızın bahçe ışıkları ile aydınlanan yüzüne, bal rengi buğulu gözlerine bakıyordu. Birden “çok güzelsin” dedi. Kız hiç cevap vermedi; yüzü biraz kızardı. “Gerçekten çok, hem de çok, çook güzelsin” dedi. Kız biraz şaşkın bir şeyler söylüyordu. Ama o hiç duymuyordu. Birden kendini toparladı. “Yarın buluşalım, sana söyleyeceklerim var” diye kıza ertesi günü onu bekleyeceği yerin adını ve saati söyledi. Kız “oraya gelmem çok zor. Sen buraya gel” dedi. “Şimdi söyle” dedi; o hala “yarın, orada buluşalım” diyordu. Paniğe kapılmıştı, “seni bekleyeceğim, mutlaka gel” dedi. 

Kızın söylediklerini duymuyordu bile. Kalktı; vedalaştı ve “yarın mutlaka bekliyorum, gel” dedi. Ve ayrıldılar. 

O otele geldi. Sarhoş gibiydi. Oda çok küçük geliyordu. Boğulacak gibi oluyordu. “Acaba yarınki randevuya gelecek mi? Gelmeyecek mi?” Bu sorularla sabahı zor etti. 

Kalktı yüzünü yıkadı, giyindi, aşağı indi. Saate baktı. Kıza “bekliyorum” dediği saate epey vardı. 

Kalktı “akşam kalacak mısınız” diye soran resepsiyon görevlisine “hayır bu gün gidiyorum” dedi. Sonra “Hoşça kalın” deyip çıktı. Dolmuşa bindi. Otogara geldi. Geldiği şehre hemen hareket edecek otobüs vardı. Gitti, biletini alıp otobüse bindi. 

Kaçıyordu. Bu şehirden, kızdan, kendinden, duygularından kaçıyordu. Koltuğa yaslanıp gözlerini kapadı. Hiçbir şey düşünmüyor, öyle titriyordu. Birkaç kez otobüs görevlisi “hasta mısınız?” diye sordu. Kendini toplamaya çalışıyordu. 

Dünün muhasebesini yaptı. Kızın davranışlarından bir şey çıkarmaya çalışıyordu; ama kızın o ışık altında gözünü kamaştıran güzelliği dışında bir şey hatırlamıyordu ki! 

Bu kez kendi kendine soruyordu. Acaba geldi veya onu aradı mı? Acaba orada kalıp kızı beklese miydi?” “Acaba? Acaba?” Böyle sora sora kendi geldiği şehre döndü. 

Bunlar gelmişti aklına. Ne zaman o yıllar yaşadıkları aklına gelse kendine böyle “acaba” diye sorduğu oluyordu. O zaman da tıpkı o yıllarda olduğu gibi yine içi yanıyor; o kız aklından çıkmıyordu. Gözünü kapayınca o geceki yüzü olduğu gibi gözünün önüne geliyordu. 

Yıllar var ki onu görmemişti; ama hala unutamamıştı ve içini kemiren “acabalar” aklına gelse de kimseye bir şey söyleyemiyordu. Ta ki o gün; o arkadaşına rastlayıncaya kadar. 

Onu da uzun süredir görmüyordu. Yalnız şiir kitaplarını alıp okumuştu. Oldukça meşhur bir şairdi. Daha çok aşk şiirleri yazıyordu. O gün onunla karşılaşınca birlikte yemek yiyip; bir, iki kadeh bir şeyler içmişlerdi. 

Sohbet sırasında ona “sen anlarsın” deyip her şeyi anlatmış ve “acaba”sını sormuştu. Onu dikkatle dinleyen şair arkadaşı ‘biraz da içkinin tesiriyle’ duygulanmıştı. “Sen ne diyorsun? Doğru söyle, sen böyle bir şeyi, gerçekten yaşadın mı?” diye sormuştu. O “yaşamasam niye sorayım.  Ben doktorumu buldum deyip, derdimi söyledim. Sen bana  ‘yaşadın mı?’ diye soruyorsun” diye sitemle cevap vermişti. 

Arkadaşı “yanlış anlama. Ben yılların şairi; hem de aşk şairiyim, asla senin gibi bu duyguları anlatamadım. Dostum! Sen her kula nasip olmayan, çok yüce duyguları; aşkı yaşamışsın. Senin “acaba” diye sorunun cevabı kendi içinde” dedi. 

“Nasıl?” diye sordu. Arkadaşı “şimdi sana soruyorum. O kız veya kadın şu anda karşına çıksa onu tanıyabilirmisin?” dedi. O “çok zor, belki” diye cevap verdi. Arkadaşı “işte senin sorguladığın; aradığın o kız değil, o kızın sevgisi değil. Öyle olsaydı oradan kaçmaz onu bekler, gelmezse yine ona giderdin” dedi. 

Arkadaşı öyle deyince “belki ben ters bir cevap almaktan korktuğum için kaçtım” diye cevap verdi. Arkadaşı “dostum sen kendine yalan söylüyorsun. Oraya, o kıza ‘beni seviyor musun?’ diye sormaya mı? Yoksa ona ‘seni seviyorum’ demeye mi gittin” diye sordu. 

Bu soru üzerine biraz düşünüp “onu çok sevdiğimi söylemeye gittim” dedi. 

Arkadaşı “işte! Sen ona sevgini söylesen ve o sana olumsuz karşılık verse bile sen onu sevmeye devam edecektin. Sen oradan bu sevginin; yani içindeki sevginin zedelenmesinden korktuğun için kaçtın. İşte aşk budur. Kavuşamama. 

Bizde aşk masalları veya destanları vardır. Sen orada sevdiğine kavuşan birini hiç gördün mü? Mecnun Leyla’ya, Ferhat Şirin’e ve Kerem Aslı’ya kavuştu mu?  Hayır. Romeo Jülyet’e ölümde kavuştu, yani o da kavuşamadı. Zaten kavuşsalardı aşk biterdi. 

Sen o kızı beklesen; gelse ve ‘ben de seni çok seviyorum’ dese ne olurdu?” Şair arkadaşının sözleri karşısında şaşırmıştı. “Ne olurdu?” diye arkadaşına ayni soruyu sordu. 

Şair  “senin sevgin, aşkın orada biterdi. Sen onun için kaçtın. Çünkü sen aşkını kaybetmekten korkuyordun. ‘Acaba?’ diye sorduğun  aşkının hem kendisi, hem de kalkanıdır. Sen o soruyu sorarak ‘acaba’ diyerek aşkını koruyor ve o aşkı yaşıyorsun. Dostum seni kutlarım. Ben çok aşk şiiri yazdım. Ama ilk kez aşkın canlı tanığını, aşkı yaşayanı gördüm. Bunun için çok şanslıyım. Dilim, kelimelerim yeter mi bilmiyorum, ama ben bu aşkı anlatan bir şiiri mutlaka yazacağım” dedi. 

 Her ikisi de; özellikle şair biraz da içkinin etkisiyle çok duygulanmıştı. Gece de ilerlemişti. Kalktılar. Bir daha karşılaşmadılar. 

Şair arkadaşı o şiiri yazdı mı bilmiyordu. Ama sorusunun; yani “acaba”sının cevabını almıştı ve artık çok huzurluydu.                                                                                                                            

            


3 yorum:

  1. Bana "keşke.." öykü kahramına "acaba..." dedirten öykünüz için teşekkürler... Evet dünya edebiyatında kendilerine yer bulan tüm aşkların ölümsüzleşmesindeki giz; -bence- sadece aşıkların kavuşamaması değildir, okuyucuların çağrıştırılan yaşanmışlıkları ve duyguları unutulmuş... Saydıklarınıza bizim "Mem û Zin"imizi de katmayı unutmayınız.

    YanıtlaSil
  2. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil
  3. Merhaba dostum. Baştan yazayım. "Mem ü Zin" pek bilinen bir aşk öyküsü olmadığı için aklıma gelmedi. Yorumunuzda yazdığınız gibi ölümsüzleşen aşk hikayelerini ölümsüzleştiren onları okuyanlarda yarattığı duygu yoğunluğudur. Buradaki aşk hikayesi okuyucularda neyi ne kadar çağrıştırdı; hangi duyguları yaşattı bilemem; ama hikayemizdeki kahramanın yaşadığı aşk şiirleri şairinin söylediği gibi her kula nasip olmayan aşkmış.Tıpkı o destanlaşan aşklar gibi bir aşk.

    YanıtlaSil