18 Kasım 2016 Cuma

HALİM SELİM romanımdan dördüncü bölüm



Çünkü ciğerciye bir gün önceden yarım ekmek, ciğer borcu vardı. Neyse başka kim kaldı diye düşünürsek, geriye bir tellak Ahmet kalıyor. Ama o arkadaş sayılmazdı. Gerçi Halim gittiğinde çok iyi davranır Halim’i özene bezene keserlerdi. Ama o arkadaş olduğu için değil. Halim’in eli ayağı çok büyük olunca, bir de hamama geç gittiğinden oklava gibi kir çıkınca, tellak Ahmet yaptığı işin keyfine varıyordu da ondan.  Çünkü tellak Ahmet ve öteki tellaklar öyle çelimsiz insanları keselemeyi pek istemez. Çelimsiz insanlar ele avuca pek gelmez, ayrıca kulunç kırmaya dayanamazlardı. Tellaklar öyle çelimsiz, zayıf insanları keselerken veya kulunçlarını kırarken oraları buraları kırılıp da başlarına iş açmasın diye çok dikkat ederlerdi.

 

Ama Halim öyle mi ya? Vur kır ne yaparsan yap “bana mısın?” demezdi. Onun için tellak Ahmet’i arkadaştan saymıyordu. Ama Nuri’yi çok severdi. “Bana ne yavu?” deyişi lafın çalımıydı.

 

Neyse, bu arada yağmur da şakır şakır yağıyordu. Halim de horul horul uyuyordu. O uyurken bilmeyen orada aslan var sanırdı. Yüzü şekilden şekle giriyordu. Kim bilir rüyasında neler görüyordu.

 

Sabah erkenden uyandı. Bu arada hava açmıştı. Bu şehrin havasına “akıl, sır ermez” derdi. Hava bir bakıyorsun açık, bir bakıyorsun oradan buradan bulutlar toplanmış bir şakırtı, yağmur yağıyor. Sonra bakmışsın hava yine pırıl pırıl. Yağmuru çok seviyordu, ama bu şehrin havasına da şaşıyordu. İkisi ayrı ayrıydı. Bunları düşündü.

 

Oda arkadaşı Nuri de gelip yatmış horul horul uyuyordu. “Gece kimbilir nerlede dolaşıyor? İyiceme şaşırtdı bu adam. Akşam bi kenara çekip gulanı bükmeli. Noluyor sene böyle, bi derdin sıkıntın mı var? Söyle belki bi çare buluruz”  diyecekti. Bunları aklından geçirdi kalktı usulca giyinip dışarı çıktı.

 

Kapının önünde oturdu bir çay söyleyecekti. Masraf olmasın diye vazgeçti. Nasıl olsa işyerinde hala fazladan bir çay alacağı vardı. Güldü, kendi kendine “bakıyom alıceni unutmeyon, eferin sene” dedi. Aklına borcuna da sadık olduğu geldi, yine güldü. İçinden “vakdı gelince ödeme erkeğisen” dedi.

 

Halim bu! Her zaman kendi kendine konuşur kendiyle dalga geçerdi. Ne yapsın garibin tek eğlencesi buydu.

 

Halim buna benzer düşüncelerle büronun yolunu tuttu. Vakit çok erkendi.

 

O böyle erkenden işe giderken yanından geçtiği Dostlar meyhanesini “yine dolu mu?” diye merak ederdi. Öyle alkolik falan değildi. O meyhaneye parasız kalınca ya bir, ya iki sefer uğramıştı. Merakı “bu saatte yine mi dolumu?” diyeydi.

 

Çünkü o meyhanenin ne zaman açıldığını kimse bilmezdi. Bir keresinde Nuri anlatmıştı. Sabahın esselatında, o civardaki otel ve pansiyonlarda kalan alkolikler meyhaneci gelmeden, meyhanenin önünde kuyruk olurmuş. ‘Tıpkı emekli, hastane kuyruğu gibi’. Meyhaneci bunu bildiğinden erkenden gelip, besmele çekip kapıyı açınca o bekleyenler içeri doluşur; bardağına şarap dolduran bir kenara çekilip zıkkımlanırmış. O sıralar meyhanenin yanından geçenler içerden arı uğultusu gibi sesler duyarmış.

 

Halim’de bir gün merak edip kafasını kapıdan içeri uzatınca alkoliklerin muhabbete daldığını görmüş. Tabi Halim başını uzatınca, içerdekiler ‘bi aslan başını uzattı’ zannedip ‘tingedek’ düşmüşler. Halim olduğunu anlayınca da yine kendi dalgalarına dönmüşler.

 

Onun için Halim eğer erkenden işe gidiyorsa o meyhanenin yanından geçerken mutlaka içeri girer “afiyet olsun; muhabbetiniz bol olsun beyler” derdi.

 

Onlar da Halim’e alıştığından artık korkmuyorlardı. Hepsi bir ağızdan “sağol buyur bişey iç” derlerdi. Halim elini göğsüne vurup “sağolun arkıdeşle, ben işe gidiyon, içesem azım kokar iyi olmaz” deyip çıkıp giderdi.

 

İşte o an ‘iş güç sahibiyim’ diye kendiyle gurur duyar; müteahhidi anıp “sağolsun her şey onun sayesinde oldu” derdi. ‘Tabi içinden kendi kendine’.

 

İşte bu gün de erkenden işe gittiği için kapıdan içeri girdi. İçeri girdiğinde masaları dolu görünce ‘mübarekle yerlene almış’ diye içinden geçirip, “afiyet olsun beyler. Yine erkencisin, muabbetiniz bol osun” dedi. Masadakilerde gülüşerek her zamanki gibi “sağol birader buyur bişeyle içelim” dedi. Halim “sağolun arkıdeşle ben şöyle bi bakdıydım” dedi ve eyvalah deyip çıkıp gitti.

 

Bu alkoliklerin pek dedikodu huyu yoktu. Kimsenin tavuğuna kış demezlerdi. Halim de gidince, hemen onu unutup kendi muhabbetlerine döndüler.

 

Mübarekler bu kadar ne konuşurdu bilinmez? Kendi kendilerine gülüşe gülüşe ölülerdi. Halim hep bunları düşünür onlara şaşar kalırdı.

 

Bunların hepsi iyi insandı. Kimseye zararları olmazdı. Bütün zararları kendilerineydi. Zaten böyle yaşarken bazıları karanlık sokakların birinde kıvrılır kalır; belediye görevlileri gelip ölülerini alır kimsesizler mezarlığına gömerdi. Buraların sokaklarında; bu pansiyonlarda yaşayanların çoğunun kaderi buydu. Belki de Halim’in sonu böyleydi. Kim bilir kader. Kaderin önüne geçilmiyor. Halim de kadere çok inanırdı ve namaz falan kılmasa da itikadı çok sağlamdı.

 

Halim böyle düşüncelerle büroya geldi. Vakit çok erkendi. Daha çay ocağı falan da açılmamıştı. Büroyu, patronun odasını güzelce temizleyip yerine oturdu. Şöyle bir saat eski günleri düşünse bir şey olmazdı. Öyle fazla daldırmadan o günleri düşünecek sonra yeniden asıl işine dönecekti. Yani gelen gidene “patron daha gelmedi” veya “patron içerde” veya “tamam patron” gibi şeyleri işaretle anlatarak orada “cip ciddi oturma” işine başlayacaktı.

 

Şöyle bir düşündü. Akşam pansiyonda gözleri tavana takılı düşünürken uykusu gelince nerede kaldığını hatırlamaya çalıştı. Buldu. Savcıya ve yanındaki hakime ifade veriyordu. En son onlar ada çayı ve sodalarını içiyordu. Halim de usul usul suyunu içmiş sonra da çayını içiyordu. Tam burada kalmıştı. Onlar adaçayı ve sodalarını içmişti. Halim de usul usul suyunu sonra çayını içince savcı  “hadi ifadene devam et bakalım. Ninenle pazara gittiydin” diye hatırlatmıştı. Buradan başlayacaktı.

 

“Soncıma savcı beyim. Ninecim bi gün bazarda bene bi yatağan bıçağı alıvedi. Bu da ‘nerden icap etti?’ derseniz. Ninecim bene tosun oğlum zaman değişti; seni de bubacın gibi galleşliğile bıçaklala mıçaklala. Al bu bıça da kendini goru dediydi” dedi.

 

Sonra “ben şindi bunu durub dururken söylümedim. Çünküm işin püf noktası bu bıçakda. Zamanı gelince anladıcen” diye ilave etti. “Soonacıma” dedi “bazarda alışverişini bitirince bene para verir bende goşmacı gider bazar ekme alır gelirin” diye tekrar devam etti.

 

Daha önce söylediklerinde anlattıklarında “ninecim para verince, goşmacı gidip ıscacık bazar ekme alırın” diye düşünüp anlatmamıştı “emme işin doğrusu” buydu. Her bi şeyi, hatta onbaşıyı bile dövdüğünü anlatmaya karar verince, o zaman anlatmadığı her bir şey anlsatacaktı.

 

Durakladığını gören savcı “ne durdun? Yine ne yumurtlayacaksın?” deyince yine beyninden aşağı “gaynar su” dökülmüş gibi oldu. “Töbe savcım! Ben heç bi şeyi unutmudan anladmak için düşünüyodum. Çünküm mesela ben bu ninemin para verip de goşmacı bazar ekme aldımı başka hiç bi yerde anlatmadıydım. Ben size her şeyi anladmıya garar verince, unuddum var mı deye düşünüyodum” dedi.

 

Savcı ve hakim hatta bal rengi buğulu gözlü katip kızda az kalsın gülecekti. Kendilerini zor tuttular. Halim bunların farkında değildi. Gözlerini tavana dikmiş her bir şeyi hatırlamaya çalışıyordu.

 

Savcı “öyle mi? Aferin her bir şeyi unutmadan anlat” dedi. Hakim de başıyla onayladı. Katip kız da tekrar yazmaya hazırlandı ve Halim’e baktı. Halim katip kızla göz göze gelmişti. Gözlerini katip kızın gözlerinden kaçırıncaya kadar dokuz doğurmuştu.

 

Katip kızın gözleri köy katibinin kızının gözlerine o kadar benziyordu ki. Halim içinden “valla gözle tıpkısının aynısı. Köy katibinin güççük gızın bal rengi buğulu gözlen aynısı” diye geçirdi. Hemen gözlerini katip kızın gözlerinden ayırdı. Önce ninesiyle gittiği kasaba pazarında çok sıkışıp belediye tuvaletine gittiğinde başından geçenleri anlatacaktı.

 

“Şindi o ayıb gaça” diye düşündü ve  “soonacıma savcı bey” deyip kaldığı yerden devam etti. “Ben goşmacı ıscacık bazar ekmeni alıp gelince, ninecim onlan içine ayırıb gaymağı şöylü bi yayadı” diyerek eliyle ninesinin sıcacık pazar ekmeğinin içine ayırdığı kaymak ve tereyağını nasıl yaydığını gösterdi. “Sonacıma savcı beyim onu bi yemesi olurdu. Hele bi keresinde ninecim ekmeği bi fazla aldırdıydı. Meğersem yanımızdaki balcıyla gavilleşmiş. Ben goşmacı ekmeklere alıp geldim. Nineciğim o ıscacık ekmeleri yaydı, içini tereyanı sürdü; üsdüne de balcının verdiği balı döktü. Valla savcı beyim ayıpdır söylümesi bi yemesi oldu. Valla ben ömrü hayatımda böylü şey yemedim” dedi.

 

Bu son anlattıklarıyla orada bulunan herkesin savcının, hakimin, katip kızın hepsinin karnını acıktırmış, kendi karnı da çok acıkmıştı.

 

Burada savcı hakimle göz göze gelip anlaştı. “Tamam Halim şimdi ifade vermene burada son verelim. Seni şimdi dışarı çıkaracağım. Orada biraz dinlen sonra devam edelim” dedi. Zile bastı kapıyı açan görevliye “polis gelsin, tutukluyu dışarı alsın” dedi.

 

Savcı “polis gelsin tutukluyu dışarı alsın”  deyince Halim “tingedek” düşmüştü. İçinden “tabi öyle decek bubasının oğlumuyum ben. Tutukluyun tabi” diye geçirdi.

 

Bu sırada içeri iki polis girdi Halim’in ellerini kelepçeledi. Halim bavulunu kelepçeli elleriyle alacaktı. Savcı gülerek “içinde kıymetli bir şey yoksa kalsın. Az sonra ifadeye devam edeceğiz” dedi.

 

Halim “ne gıymatlı bişey savcı beyim. Sizden gıymatlı ne var? Ayıptır söylümesi içinde öteberim var o gadar” dedi. Polisler şaşkın bakıyordu. Savcı  “peki kalsın” dedi. Polislerden birini çağırdı. Biraz para verdi. “Tutukluya bir şeyler alın yesin. Belki parası yoktur” dedi. Polis şaşkın parayı aldı Halim’i de alıp dışarı çıktılar.

 

Polisler hayatlarında ilk kez bir savcının ifade arasında içeride tutuklunun eşyasını alıkoyduğunu, cebinden para verip “ona bir şeyler alın belki parası yoktur” dediğini duyuyorlardı.

 

Halim’in bir sağcıyı öldürüp ikisini ağır yaraladığını biliyorlardı. İçlerinden “bu savcı solcu herhalde” diye geçirdiler. Yanlarına siyasi şube komiseri gelince kendilerini toplayıp savcının söylediklerini söylediler.

 

Komiser gülerek Halim’e “her şeyi anlatıyorsun değil mi?” diye sordu. Halim “tabi gomiserim sizin yanınızda anladmayı unudduğum şeyleri bile anladıyon” deyince; komiser “ne yani bizlere anlatmadığın ne vardı. Yoksa bize yalan mı söyledin?” dedi. Halim korkmuştu “yok töbe öyle değil gomiserim. Mesela ninemin bene para verip goşmacı bazar ekme almıya gittimi. Mesela bi gün ninecimin ekme bi fazla aldırdını; oyusam yanımızdaki balcıyla öyle gavilleşmiş olduklanı, alıp geldim bazar ekmenin içine tereyanın üzerine bal döküp yedimizi, yemesinin çok güzel oldunu anladdıydım. Töbosun başka ayrı bişey yok” dedi.

 

Komiser gülüseyerek “bize anlatmayı unuttuğun başka bir şey yok değil mi?” dedi. Halim heyecanlanmıştı. “Ne yalan söylüyem gomiserim bi şey daha var. Sizi de anladmayı çok isdedim, emme korkdum” dedi.  Komiser birden ciddileşti. “Neymiş o bize anlatmayıp, atlattığın şey?” dedi. Halim “gomiserim valla gusuruma bakman. Ben esgerdeyken bi de onbaşı dövdüydüm. Emme orda valla gusur ondaydı. Benim elim ayağımla gafamla dalgı geçip duruyodu. Ben kaç kire ‘edme onbaşım, benlen dalga geçme onbaşım. Bene Allah yaradmış. Hiç insan goca Allahın yarattığıyla dalga mı geçe?’ dediysem de dinlidemedim, şöyle bir iki vurduydum. Onduda heç can yoğumuş. Atıldı giddiydi. Çavuşla, onbaşıla geldi bir olup beni dövüyolarıdı. Bene yüzbaşı gurtardıydı. Bene çadır hapsi verdi. Onbaşıyı da cezalandırdıydı. Bene ‘sen haklısın, emme burada üste el gakmaz; hele üst haksızıken heç galkmaz. Bi da böyle bişey görmeyen dediydi’ diye ayrıntılı anlatmış “Gomiserim bunu ben savcıya bile annatmadım, emme anladmayı düşünüyodum. Da doğrusu asceklese assınla, kesceklese kessinle deyip her bi şeyi anladmıya garar verdim” dedi.

 

Komiser onu gülümseyerek canı acıyarak dinliyordu. Polisler de durumu anlamıştı. Bu salak öyle solcu biri değildi. O sağcıyı ‘niye öldürmüş?’ bilmiyorlardı; ama bu salakdan öyle militan falan olmazdı. Basbayağı köylü kazın biriydi. Şimdi anlamışlardı savcıyı. Halim’e acıdığı için öyle davrandığını “bir şeyler alın belki parası yoktur” diye cebinden niçin para verdiğini anlamışlardı.

 

Halim bilmiyordu. O adliyeye getirilirken ölenin ve yaralananların akraba ve arkadaşları adliyeyi basıp yeri göğü inletmiş, zor sakinleştirilmişlerdi.

 

Polis önlem alarak onu arka kapıdan adliyeye sokmuştu. Komiser yanında iki polis daha getirmişti. Halim’e “aferin, bize anlatmadığın unuttuğun her bir şeyi savcıya mutlaka anlat” dedi. Polislere “dışarısı sakin, ama siz yine dikkatli olun. Tutuklanınca da yine arka kapıdan dikkatlice getirirsiniz” dedi.

 

Bu sırada Halim “başüstüne gomiserim söz her bi şeyi anladıcen” demişti. Yalnız bir şeye aklı ermemişti. Komiserin polislere “dışarısı sakin; ama siz yine dikkatli olun tutuklanınca arka kapıdan dikkatlice getirirsiniz” sözünden bir şey anlamamıştı. “O da neyimiş öyle gomiserim?” diyecekti; ama komiser çoktan uzaklaşmıştı. “Pulisler ne anlecek” diye onlara sormadı. Rüstem’in dediği gibi “herkes her şeyi bilmezdi de ondan” diye öyle düşünmüştü. “Yoğusam pulisleri güççük görmek onun ne haddineydi?” Halim her konuştuğunda veya ona bir şey söylendiğinde, o mutlaka içinden bir şeyler geçirirdi. Ne yapalım huyu böyleydi. Onun elinden gelen bir şey yoktu.

 

Polisler de komiser gelip gittikten sonra Halim’e başka gözle bakıyordu. İçlerinden biri Halim’e “sen acıkmışsındır. Sana ne alalım? Savcı senin paran yoktur diye para verdi. Söyle ne alalım?” dedi. Halim “kim demiş param yok deye? Bende emmimin verdiği paranın dışında, dayımın al ilazım olur deye verdiği para bile var” dedi. Sonra “sağol bizim oğlan garnım tokudu; emme az önce savcıya ninecimin bazarda para verince goşmacı ıscacık bazar ekmeni hemi de bi fazla alıp geldimi; ninecimin yanımızdaki balcıya sözleşdini dediydim. Ben bunu önciden bilmeyodum” dedi. Ve devam etti. “O ıscacık bazar ekmenin içine ninecimin tereya ve üstüne bal goydunu, yemesinin çok güzel oldunu söleyince garnım yavıncıdı. Bene yarım ekmen içine bişeyle goyduruveseniz çok memnun olur, size dua ederin” dedi.

 

Gerçi şehadet getirmekten, bir de Fatihadan başka dua bilmiyordu. Ama ne yapsın ancak onları öğrenebilmişti. “Emme yürekden okunan yalınız Fatiha bile yeter de artadı bile”. Halim doğru, yanlış böyle düşünüyordu. “Çünküm fazlasına aklı ermeyodu”.

 

Halim bunları düşünürken az önce polise anlattığı şeylerden polislerin de karnı çok acıkmıştı. Bir polis gitti, hem Halim’e hem de kendilerine yarım ekmek döner yaptırdı. Birer şişe de ayran alıp geldi. Polis ona yarım ekmek dönerin birini yanında bir de ayran verdi. Halim orada yere çömeldiği yerde, polisler de ayakta ekmeklerini ayranla yiyip içip bitirdiler.

 

Bu sırada savcı, hakim ve katip kız da karınlarını doyurmak için gitmişti. ‘Kim bilir nereye gittiler?’ Halim’in şimdi bunları düşünecek vakti yoktu. O kafasında savcıya bundan sonra anlatacağı şeyleri derleyip, toparlamaya çalışıyordu. En son komiser de “aferin savcıya bize anlatmayı unuttuğun her bir şeyi anlat” demişti. Tam böyle olmasa da buna yakın bir şey söylemişti. Çok yorgun olduğu için belki eksik hatırlamıştı. Bunları düşünüyordu yorulmuştu. 

 

Savcıya verdiği ifadeye “sonra devam edem” dedi yeniden asıl işine; yani büroya döndü. O çok erken geldiği için bunları düşünüp tam zamanında ara vermişti. Çünkü patronun gelme zamanıydı. “Yavuz beyin gelme zamanı geldi” diye düşünmüştü. İlk defa içinden “Yavuz bey” diyordu. “Patron” diye diye adamın adını unutmuştu. Dün gelen adama az daha “burada yavuz bay falan yok “diyecekti. Son anda patronu söylediğini hatırlamış ve o sırada patron gelerek, onun pot kırmasını önlemişti.

 

Patron gecikse bile derdi olup da patrona derdini dökmeye gelenler olurdu. O bunları düşünürken patron geldi. Halim kendini toplayıp hemen ayağa kalktı. Patron “aferin bu gün bulmaca çözmüyorsun”  deyip içeri girdi. Halim de arkasından içeri girdi. “Patron valla ben bulmacayı ha vakit geçsin deye gurceleyon. İsdemeyosanız hiç elimi sürmem” dedi. Patron “yok canım ara sıra çözersin. Ama kendini kapıp koyverme” dedi. İçinden de “ayı amma hassas, hemen alınmış. Salak iyi ki hiçbir şeyin farkında değil. Ah bundaki kalıp bende olacaktı. Neler neler yapmaz kimlere kafa dutmazdım. İyi ki farkında değil. Aman farkına varmasın, yoksa önüne geçilmez” diye düşündü.

 

Bu sırada Halim, patron “yok canım ara sıra çözersin. Kendini kapıp goyverme” dediğinde “peki patron” deyip dışarı çıkarken, içinden “ucuz adladdık” diyordu.

 

Patrona bir sade kahve kendine de bir çay söyledi ve yerine cipciddi oturdu. Az sonra çaycı geldi. Ürkerek Halim’in çayını verdi. Kapıyı tıklayıp patronun kahvesini ve suyunu verdi ve geri geri dışarı çıktı. Halim’e korkuyla bakarak başıyla selam verip çıkıp gitti. Halim’de cipciddi yalnız başını sallamıştı. Çaycı Halim’e bir türlü alışamamıştı. Halim başını sallayınca ocakçının aklına hayvanat parkında gördüğü aslan gelmişti. O aslan da kafese birileri yanaşınca kafasını Halim gibi sallayıp ters ters bakıyordu.

 

Ocakta iki garson vardı. Onun adı Ali, öteki garsonun adı Cengiz’di. Ali, ocakçıya kaç kere “patron ben o adamdan çok korkuyom ıssırıvecekmiş gibi geliyor. Cengiz gitsin” dediyse de laf anlatamamıştı. Ocakçı “oğlum o adam seni yiyimcek. Hem sen git de korkunu yen. Korkular ancak üstüne gidilirse yenilir” diye bir de ders vermişti.

 

Belki ocakçı doğru söylüyordu. Ama Halim tıpkı bir ayı gibi aslan gibi bir şeydi. Ona duyulan korku kolay kolay geçeceğe benzemiyordu. Herkes onun alık cahil biri olduğunu bildiği halde ondan çok korkuyordu. Patron bile, patronu olduğu halde Halim’den çok ürküyordu. Herkesin tek tesellisi Halim bu durumunun farkında değildi. Gücünün gücünün ne kadar önemli olduğunu; başkasının elinde bu güç olsa veya o bu gücün farkına varsa nelerin değişeceğini bilmiyordu. Herkes buna şükrediyordu. O da böyle yaşayıp gidiyordu. 

 

Neyse; şimdi arada bir dalınca silkinip cip ciddi oturma işini yapıyordu. Az sonra dertliler sökün etmeye başlamıştı. Dertlinin biri girip biri çıkıyordu. Kimisi elini ovuşturarak mutlu kimi de süklüm püklüm çıkıyordu. Halim hiç konuşmadan bunları seyrediyor arada bir patron çağırıp “tamam mı o iş?” dediğinde “tamam patron” deyip yerine oturuyordu.

 

Girip çıkanı takip etmekten başına ağrılar girmişti. Mutlu çıkanları görünce “iyi, sağolsun patron bunun derdini halletti” diye geçiriyor; süklüm püklüm çıkanlara bakınca “bunlan derdi çok herhalde” diye düşünüyordu.

 

Bilmiyordu; o mutlu çıkanlar patrona senet verip faizinle para alanlardı. Süklüm püklüm çıkanlar ise borcunun günü geldiği halde borcunu ödeyemediği için yalvar yakar “şu parayı alın da azıcık daha gün verin” diyenlerdi. O yalvararak verdikleri para borçlarına sayılmadığı için öyle süklüm püklüm çıkıyorlardı. Hem zaten o mutlu olarak çıkanlar da bir süre sonra günü geldiğinde borçlarını ödeyemeyince; onlarda patronun yanına girip süklüm püklüm çıkıyorlardı.

 

Halim o zaman da onlar için “arkıdeş bunlan da derdi bitmeyo. Patron bi dertleni halledince gülüm balım oluyolar. Çok geçmiden başka bir dertle çıkıp geliyolar. Patron bunca adamın derdiyle iyi başa çıkıyor” diye içinden geçirirdi. Bu gün de aşağı yukarı aynı şeyleri düşünerek; gelip gidene girip çıkana bakıyordu, ama durumunu hiç bozmadan azıcık kaşlarını çatıp cip ciddi oturuyordu. Patronun düşündüğü gibi gelip geçeni korkutmak için kaşını falan çatmasına gerek yoktu. Onu gören, onunla göz göze gelen zaten sıtmaya tutulmuş gibi titriyordu. Ama o ne yapsın? Patron ona “orada cipciddi otururken daldırıp alık alık bakma; azıcık kaşlarını çat da gelen giden senden ürksün, sana saygı göstersinler” demişti.

 

Neyse o orada cipciddi oturup kaşlarını azıcık çatarak gelip geçene bakarken; içeri girenin kimisi mutlu, kimisi süklüm püklüm çıkarken vakit geçip akşam olmuştu. En son çıkan da çok çaresiz olarak Halim’e adeta “bana acı da oramı buramı çok kırma” der gibi bakıyordu. Patron ondan son bekleme parasını almış ve “bu son, bir daha borcun vadesini uzat diye gelme. Borcunu gününde öde yoksa seni dışarıdakine havale ederim, kolunu bacağını kırıp eline verir” demişti. ‘Halim onun kolunu bacağını kırdıktan sonra onları hangi eline verecekti ki?’ Laf işte. Patron göz korkutmak için öyle söylüyordu. Ama adam inanmış onun için Halim’e “oramı buramı çok kırma” der gibi bakıyordu.

 

Haliyle Halim bunu bilmiyor; adamı öyle zavallı görünce istifini hiç bozmadan kaşları çatık bakarken “garibin kim bilir ne derdi var da böyle yıkılmış gibi gidiyor” diye geçiriyor; ama hiç belli edip görevini sakatlamıyordu.

 

O adam da gidince patron çok neşeli dışarı çıktı. Halim hemen ayağa kalktı. Patron “başka gelen olursa patron içerde, rahatsız edilmek istemiyor de. Kim gelirse içeri alma ben dinlenicem” dedi. Sonra  “bana bir İskender yanında bir ayran bir de soda söyle” diye devam etti biraz durakladı. “Hadi kendine de bir İskender bir de ayran söyle. Yalnız şımarıp her zaman bunu isteme. Ben işler iyi oldukça seni de kollarım” dedi ve içeri girdi. Bu arada Halim dört köşe olmuş “sağol patron merak etme ben heç şımarmam” demeye hazırlanıyordu. Patron içeri girince laf ağzında kaldı.

 

Aşağıya İskenderleri söylemeye giderken içinden “heç öyle şey mi olur? Ben çocukmuyum da şımarcem? Bu patron beni tanıymamış” diye geçiriyordu. Patron da içeri girerken içinden “ayı zevkinden yayıldı. İyi bunu böyle ara sıra yemliyerek şımartmadan kullanmak lazım. Ne yaptığımı öğrenmemesi lazım” diye düşünüyordu.

 

Halim de bu sırada aşağı inip lokantaya gitmiş; gayet havalı “hem bene, hem patrona birer İskender yapın. Benimkinin yanına yalınız ayran goyun. Patronunkinin yanına da hem ayran hem de soda goyun. Soğuk olsun ha” dedi ve yine gayet havalı ağır ağır dönüp asansörün yanına geldi. DEVAM EDECEK


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder