HALİM SELİM romanımdan dördüncü bölüm
Çünkü ciğerciye bir gün önceden yarım
ekmek, ciğer borcu vardı. Neyse başka kim kaldı diye düşünürsek, geriye bir
tellak Ahmet kalıyor. Ama o arkadaş sayılmazdı. Gerçi Halim gittiğinde çok iyi
davranır Halim’i özene bezene keserlerdi. Ama o arkadaş olduğu için değil.
Halim’in eli ayağı çok büyük olunca, bir de hamama geç gittiğinden oklava gibi
kir çıkınca, tellak Ahmet yaptığı işin keyfine varıyordu da ondan. Çünkü tellak Ahmet ve öteki tellaklar öyle
çelimsiz insanları keselemeyi pek istemez. Çelimsiz insanlar ele avuca pek
gelmez, ayrıca kulunç kırmaya dayanamazlardı. Tellaklar öyle çelimsiz, zayıf
insanları keselerken veya kulunçlarını kırarken oraları buraları kırılıp da
başlarına iş açmasın diye çok dikkat ederlerdi.
Ama Halim öyle mi ya? Vur kır ne yaparsan
yap “bana mısın?” demezdi. Onun için tellak Ahmet’i arkadaştan saymıyordu. Ama
Nuri’yi çok severdi. “Bana ne yavu?” deyişi lafın çalımıydı.
Neyse, bu arada yağmur da şakır şakır
yağıyordu. Halim de horul horul uyuyordu. O uyurken bilmeyen orada aslan var
sanırdı. Yüzü şekilden şekle giriyordu. Kim bilir rüyasında neler görüyordu.
Sabah erkenden uyandı. Bu arada hava
açmıştı. Bu şehrin havasına “akıl, sır ermez” derdi. Hava bir bakıyorsun açık,
bir bakıyorsun oradan buradan bulutlar toplanmış bir şakırtı, yağmur yağıyor.
Sonra bakmışsın hava yine pırıl pırıl. Yağmuru çok seviyordu, ama bu şehrin
havasına da şaşıyordu. İkisi ayrı ayrıydı. Bunları düşündü.
Oda arkadaşı Nuri de gelip yatmış horul
horul uyuyordu. “Gece kimbilir nerlede dolaşıyor? İyiceme şaşırtdı bu adam.
Akşam bi kenara çekip gulanı bükmeli. Noluyor sene böyle, bi derdin sıkıntın mı
var? Söyle belki bi çare buluruz” diyecekti.
Bunları aklından geçirdi kalktı usulca giyinip dışarı çıktı.
Kapının önünde oturdu bir çay söyleyecekti.
Masraf olmasın diye vazgeçti. Nasıl olsa işyerinde hala fazladan bir çay
alacağı vardı. Güldü, kendi kendine “bakıyom alıceni unutmeyon, eferin sene”
dedi. Aklına borcuna da sadık olduğu geldi, yine güldü. İçinden “vakdı gelince
ödeme erkeğisen” dedi.
Halim bu! Her zaman kendi kendine konuşur
kendiyle dalga geçerdi. Ne yapsın garibin tek eğlencesi buydu.
Halim buna benzer düşüncelerle büronun
yolunu tuttu. Vakit çok erkendi.
O böyle erkenden işe giderken yanından
geçtiği Dostlar meyhanesini “yine dolu mu?” diye merak ederdi. Öyle alkolik
falan değildi. O meyhaneye parasız kalınca ya bir, ya iki sefer uğramıştı.
Merakı “bu saatte yine mi dolumu?” diyeydi.
Çünkü o meyhanenin ne zaman açıldığını
kimse bilmezdi. Bir keresinde Nuri anlatmıştı. Sabahın esselatında, o civardaki
otel ve pansiyonlarda kalan alkolikler meyhaneci gelmeden, meyhanenin önünde
kuyruk olurmuş. ‘Tıpkı emekli, hastane kuyruğu gibi’. Meyhaneci bunu
bildiğinden erkenden gelip, besmele çekip kapıyı açınca o bekleyenler içeri
doluşur; bardağına şarap dolduran bir kenara çekilip zıkkımlanırmış. O sıralar
meyhanenin yanından geçenler içerden arı uğultusu gibi sesler duyarmış.
Halim’de bir gün merak edip kafasını kapıdan
içeri uzatınca alkoliklerin muhabbete daldığını görmüş. Tabi Halim başını
uzatınca, içerdekiler ‘bi aslan başını uzattı’ zannedip ‘tingedek’ düşmüşler.
Halim olduğunu anlayınca da yine kendi dalgalarına dönmüşler.
Onun için Halim eğer erkenden işe gidiyorsa
o meyhanenin yanından geçerken mutlaka içeri girer “afiyet olsun; muhabbetiniz
bol olsun beyler” derdi.
Onlar da Halim’e alıştığından artık
korkmuyorlardı. Hepsi bir ağızdan “sağol buyur bişey iç” derlerdi. Halim elini
göğsüne vurup “sağolun arkıdeşle, ben işe gidiyon, içesem azım kokar iyi olmaz”
deyip çıkıp giderdi.
İşte o an ‘iş güç sahibiyim’ diye kendiyle
gurur duyar; müteahhidi anıp “sağolsun her şey onun sayesinde oldu” derdi.
‘Tabi içinden kendi kendine’.
İşte bu gün de erkenden işe gittiği için
kapıdan içeri girdi. İçeri girdiğinde masaları dolu görünce ‘mübarekle yerlene
almış’ diye içinden geçirip, “afiyet olsun beyler. Yine erkencisin, muabbetiniz
bol osun” dedi. Masadakilerde gülüşerek her zamanki gibi “sağol birader buyur
bişeyle içelim” dedi. Halim “sağolun arkıdeşle ben şöyle bi bakdıydım” dedi ve
eyvalah deyip çıkıp gitti.
Bu alkoliklerin pek dedikodu huyu yoktu.
Kimsenin tavuğuna kış demezlerdi. Halim de gidince, hemen onu unutup kendi
muhabbetlerine döndüler.
Mübarekler bu kadar ne konuşurdu bilinmez?
Kendi kendilerine gülüşe gülüşe ölülerdi. Halim hep bunları düşünür onlara
şaşar kalırdı.
Bunların hepsi iyi insandı. Kimseye
zararları olmazdı. Bütün zararları kendilerineydi. Zaten böyle yaşarken
bazıları karanlık sokakların birinde kıvrılır kalır; belediye görevlileri gelip
ölülerini alır kimsesizler mezarlığına gömerdi. Buraların sokaklarında; bu
pansiyonlarda yaşayanların çoğunun kaderi buydu. Belki de Halim’in sonu
böyleydi. Kim bilir kader. Kaderin önüne geçilmiyor. Halim de kadere çok
inanırdı ve namaz falan kılmasa da itikadı çok sağlamdı.
Halim böyle düşüncelerle büroya geldi.
Vakit çok erkendi. Daha çay ocağı falan da açılmamıştı. Büroyu, patronun
odasını güzelce temizleyip yerine oturdu. Şöyle bir saat eski günleri düşünse
bir şey olmazdı. Öyle fazla daldırmadan o günleri düşünecek sonra yeniden asıl
işine dönecekti. Yani gelen gidene “patron daha gelmedi” veya “patron içerde”
veya “tamam patron” gibi şeyleri işaretle anlatarak orada “cip ciddi oturma”
işine başlayacaktı.
Şöyle bir düşündü. Akşam pansiyonda gözleri
tavana takılı düşünürken uykusu gelince nerede kaldığını hatırlamaya çalıştı.
Buldu. Savcıya ve yanındaki hakime ifade veriyordu. En son onlar ada çayı ve
sodalarını içiyordu. Halim de usul usul suyunu içmiş sonra da çayını içiyordu.
Tam burada kalmıştı. Onlar adaçayı ve sodalarını içmişti. Halim de usul usul
suyunu sonra çayını içince savcı “hadi
ifadene devam et bakalım. Ninenle pazara gittiydin” diye hatırlatmıştı. Buradan
başlayacaktı.
“Soncıma savcı beyim. Ninecim bi gün
bazarda bene bi yatağan bıçağı alıvedi. Bu da ‘nerden icap etti?’ derseniz.
Ninecim bene tosun oğlum zaman değişti; seni de bubacın gibi galleşliğile
bıçaklala mıçaklala. Al bu bıça da kendini goru dediydi” dedi.
Sonra “ben şindi bunu durub dururken
söylümedim. Çünküm işin püf noktası bu bıçakda. Zamanı gelince anladıcen” diye
ilave etti. “Soonacıma” dedi “bazarda alışverişini bitirince bene para verir
bende goşmacı gider bazar ekme alır gelirin” diye tekrar devam etti.
Daha önce söylediklerinde anlattıklarında
“ninecim para verince, goşmacı gidip ıscacık bazar ekme alırın” diye düşünüp
anlatmamıştı “emme işin doğrusu” buydu. Her bi şeyi, hatta onbaşıyı bile
dövdüğünü anlatmaya karar verince, o zaman anlatmadığı her bir şey anlsatacaktı.
Durakladığını gören savcı “ne durdun? Yine
ne yumurtlayacaksın?” deyince yine beyninden aşağı “gaynar su” dökülmüş gibi
oldu. “Töbe savcım! Ben heç bi şeyi unutmudan anladmak için düşünüyodum. Çünküm
mesela ben bu ninemin para verip de goşmacı bazar ekme aldımı başka hiç bi
yerde anlatmadıydım. Ben size her şeyi anladmıya garar verince, unuddum var mı
deye düşünüyodum” dedi.
Savcı ve hakim hatta bal rengi buğulu gözlü
katip kızda az kalsın gülecekti. Kendilerini zor tuttular. Halim bunların
farkında değildi. Gözlerini tavana dikmiş her bir şeyi hatırlamaya çalışıyordu.
Savcı “öyle mi? Aferin her bir şeyi
unutmadan anlat” dedi. Hakim de başıyla onayladı. Katip kız da tekrar yazmaya
hazırlandı ve Halim’e baktı. Halim katip kızla göz göze gelmişti. Gözlerini
katip kızın gözlerinden kaçırıncaya kadar dokuz doğurmuştu.
Katip kızın gözleri köy katibinin kızının
gözlerine o kadar benziyordu ki. Halim içinden “valla gözle tıpkısının aynısı.
Köy katibinin güççük gızın bal rengi buğulu gözlen aynısı” diye geçirdi. Hemen
gözlerini katip kızın gözlerinden ayırdı. Önce ninesiyle gittiği kasaba
pazarında çok sıkışıp belediye tuvaletine gittiğinde başından geçenleri
anlatacaktı.
“Şindi o ayıb gaça” diye düşündü ve “soonacıma savcı bey” deyip kaldığı yerden
devam etti. “Ben goşmacı ıscacık bazar ekmeni alıp gelince, ninecim onlan içine
ayırıb gaymağı şöylü bi yayadı” diyerek eliyle ninesinin sıcacık pazar
ekmeğinin içine ayırdığı kaymak ve tereyağını nasıl yaydığını gösterdi. “Sonacıma
savcı beyim onu bi yemesi olurdu. Hele bi keresinde ninecim ekmeği bi fazla
aldırdıydı. Meğersem yanımızdaki balcıyla gavilleşmiş. Ben goşmacı ekmeklere
alıp geldim. Nineciğim o ıscacık ekmeleri yaydı, içini tereyanı sürdü; üsdüne
de balcının verdiği balı döktü. Valla savcı beyim ayıpdır söylümesi bi yemesi
oldu. Valla ben ömrü hayatımda böylü şey yemedim” dedi.
Bu son anlattıklarıyla orada bulunan
herkesin savcının, hakimin, katip kızın hepsinin karnını acıktırmış, kendi
karnı da çok acıkmıştı.
Burada savcı hakimle göz göze gelip
anlaştı. “Tamam Halim şimdi ifade vermene burada son verelim. Seni şimdi dışarı
çıkaracağım. Orada biraz dinlen sonra devam edelim” dedi. Zile bastı kapıyı
açan görevliye “polis gelsin, tutukluyu dışarı alsın” dedi.
Savcı “polis gelsin tutukluyu dışarı
alsın” deyince Halim “tingedek”
düşmüştü. İçinden “tabi öyle decek bubasının oğlumuyum ben. Tutukluyun tabi”
diye geçirdi.
Bu sırada içeri iki polis girdi Halim’in
ellerini kelepçeledi. Halim bavulunu kelepçeli elleriyle alacaktı. Savcı
gülerek “içinde kıymetli bir şey yoksa kalsın. Az sonra ifadeye devam edeceğiz”
dedi.
Halim “ne gıymatlı bişey savcı beyim.
Sizden gıymatlı ne var? Ayıptır söylümesi içinde öteberim var o gadar” dedi.
Polisler şaşkın bakıyordu. Savcı “peki
kalsın” dedi. Polislerden birini çağırdı. Biraz para verdi. “Tutukluya bir
şeyler alın yesin. Belki parası yoktur” dedi. Polis şaşkın parayı aldı Halim’i
de alıp dışarı çıktılar.
Polisler hayatlarında ilk kez bir savcının
ifade arasında içeride tutuklunun eşyasını alıkoyduğunu, cebinden para verip
“ona bir şeyler alın belki parası yoktur” dediğini duyuyorlardı.
Halim’in bir sağcıyı öldürüp ikisini ağır
yaraladığını biliyorlardı. İçlerinden “bu savcı solcu herhalde” diye
geçirdiler. Yanlarına siyasi şube komiseri gelince kendilerini toplayıp
savcının söylediklerini söylediler.
Komiser gülerek Halim’e “her şeyi
anlatıyorsun değil mi?” diye sordu. Halim “tabi gomiserim sizin yanınızda anladmayı
unudduğum şeyleri bile anladıyon” deyince; komiser “ne yani bizlere
anlatmadığın ne vardı. Yoksa bize yalan mı söyledin?” dedi. Halim korkmuştu
“yok töbe öyle değil gomiserim. Mesela ninemin bene para verip goşmacı bazar
ekme almıya gittimi. Mesela bi gün ninecimin ekme bi fazla aldırdını; oyusam
yanımızdaki balcıyla öyle gavilleşmiş olduklanı, alıp geldim bazar ekmenin
içine tereyanın üzerine bal döküp yedimizi, yemesinin çok güzel oldunu
anladdıydım. Töbosun başka ayrı bişey yok” dedi.
Komiser gülüseyerek “bize anlatmayı
unuttuğun başka bir şey yok değil mi?” dedi. Halim heyecanlanmıştı. “Ne yalan
söylüyem gomiserim bi şey daha var. Sizi de anladmayı çok isdedim, emme
korkdum” dedi. Komiser birden
ciddileşti. “Neymiş o bize anlatmayıp, atlattığın şey?” dedi. Halim “gomiserim
valla gusuruma bakman. Ben esgerdeyken bi de onbaşı dövdüydüm. Emme orda valla
gusur ondaydı. Benim elim ayağımla gafamla dalgı geçip duruyodu. Ben kaç kire
‘edme onbaşım, benlen dalga geçme onbaşım. Bene Allah yaradmış. Hiç insan goca
Allahın yarattığıyla dalga mı geçe?’ dediysem de dinlidemedim, şöyle bir iki
vurduydum. Onduda heç can yoğumuş. Atıldı giddiydi. Çavuşla, onbaşıla geldi bir
olup beni dövüyolarıdı. Bene yüzbaşı gurtardıydı. Bene çadır hapsi verdi.
Onbaşıyı da cezalandırdıydı. Bene ‘sen haklısın, emme burada üste el gakmaz;
hele üst haksızıken heç galkmaz. Bi da böyle bişey görmeyen dediydi’ diye
ayrıntılı anlatmış “Gomiserim bunu ben savcıya bile annatmadım, emme anladmayı
düşünüyodum. Da doğrusu asceklese assınla, kesceklese kessinle deyip her bi
şeyi anladmıya garar verdim” dedi.
Komiser onu gülümseyerek canı acıyarak
dinliyordu. Polisler de durumu anlamıştı. Bu salak öyle solcu biri değildi. O
sağcıyı ‘niye öldürmüş?’ bilmiyorlardı; ama bu salakdan öyle militan falan
olmazdı. Basbayağı köylü kazın biriydi. Şimdi anlamışlardı savcıyı. Halim’e
acıdığı için öyle davrandığını “bir şeyler alın belki parası yoktur” diye
cebinden niçin para verdiğini anlamışlardı.
Halim bilmiyordu. O adliyeye getirilirken
ölenin ve yaralananların akraba ve arkadaşları adliyeyi basıp yeri göğü
inletmiş, zor sakinleştirilmişlerdi.
Polis önlem alarak onu arka kapıdan
adliyeye sokmuştu. Komiser yanında iki polis daha getirmişti. Halim’e “aferin,
bize anlatmadığın unuttuğun her bir şeyi savcıya mutlaka anlat” dedi. Polislere
“dışarısı sakin, ama siz yine dikkatli olun. Tutuklanınca da yine arka kapıdan
dikkatlice getirirsiniz” dedi.
Bu sırada Halim “başüstüne gomiserim söz
her bi şeyi anladıcen” demişti. Yalnız bir şeye aklı ermemişti. Komiserin
polislere “dışarısı sakin; ama siz yine dikkatli olun tutuklanınca arka kapıdan
dikkatlice getirirsiniz” sözünden bir şey anlamamıştı. “O da neyimiş öyle
gomiserim?” diyecekti; ama komiser çoktan uzaklaşmıştı. “Pulisler ne anlecek”
diye onlara sormadı. Rüstem’in dediği gibi “herkes her şeyi bilmezdi de ondan”
diye öyle düşünmüştü. “Yoğusam pulisleri güççük görmek onun ne haddineydi?”
Halim her konuştuğunda veya ona bir şey söylendiğinde, o mutlaka içinden bir
şeyler geçirirdi. Ne yapalım huyu böyleydi. Onun elinden gelen bir şey yoktu.
Polisler de komiser gelip gittikten sonra
Halim’e başka gözle bakıyordu. İçlerinden biri Halim’e “sen acıkmışsındır. Sana
ne alalım? Savcı senin paran yoktur diye para verdi. Söyle ne alalım?” dedi.
Halim “kim demiş param yok deye? Bende emmimin verdiği paranın dışında, dayımın
al ilazım olur deye verdiği para bile var” dedi. Sonra “sağol bizim oğlan
garnım tokudu; emme az önce savcıya ninecimin bazarda para verince goşmacı
ıscacık bazar ekmeni hemi de bi fazla alıp geldimi; ninecimin yanımızdaki
balcıya sözleşdini dediydim. Ben bunu önciden bilmeyodum” dedi. Ve devam etti.
“O ıscacık bazar ekmenin içine ninecimin tereya ve üstüne bal goydunu,
yemesinin çok güzel oldunu söleyince garnım yavıncıdı. Bene yarım ekmen içine
bişeyle goyduruveseniz çok memnun olur, size dua ederin” dedi.
Gerçi şehadet getirmekten, bir de Fatihadan
başka dua bilmiyordu. Ama ne yapsın ancak onları öğrenebilmişti. “Emme yürekden
okunan yalınız Fatiha bile yeter de artadı bile”. Halim doğru, yanlış böyle
düşünüyordu. “Çünküm fazlasına aklı ermeyodu”.
Halim bunları düşünürken az önce polise
anlattığı şeylerden polislerin de karnı çok acıkmıştı. Bir polis gitti, hem
Halim’e hem de kendilerine yarım ekmek döner yaptırdı. Birer şişe de ayran alıp
geldi. Polis ona yarım ekmek dönerin birini yanında bir de ayran verdi. Halim
orada yere çömeldiği yerde, polisler de ayakta ekmeklerini ayranla yiyip içip
bitirdiler.
Bu sırada savcı, hakim ve katip kız da
karınlarını doyurmak için gitmişti. ‘Kim bilir nereye gittiler?’ Halim’in şimdi
bunları düşünecek vakti yoktu. O kafasında savcıya bundan sonra anlatacağı
şeyleri derleyip, toparlamaya çalışıyordu. En son komiser de “aferin savcıya
bize anlatmayı unuttuğun her bir şeyi anlat” demişti. Tam böyle olmasa da buna
yakın bir şey söylemişti. Çok yorgun olduğu için belki eksik hatırlamıştı.
Bunları düşünüyordu yorulmuştu.
Savcıya verdiği ifadeye “sonra devam edem”
dedi yeniden asıl işine; yani büroya döndü. O çok erken geldiği için bunları
düşünüp tam zamanında ara vermişti. Çünkü patronun gelme zamanıydı. “Yavuz
beyin gelme zamanı geldi” diye düşünmüştü. İlk defa içinden “Yavuz bey”
diyordu. “Patron” diye diye adamın adını unutmuştu. Dün gelen adama az daha
“burada yavuz bay falan yok “diyecekti. Son anda patronu söylediğini hatırlamış
ve o sırada patron gelerek, onun pot kırmasını önlemişti.
Patron gecikse bile derdi olup da patrona
derdini dökmeye gelenler olurdu. O bunları düşünürken patron geldi. Halim
kendini toplayıp hemen ayağa kalktı. Patron “aferin bu gün bulmaca
çözmüyorsun” deyip içeri girdi. Halim de
arkasından içeri girdi. “Patron valla ben bulmacayı ha vakit geçsin deye
gurceleyon. İsdemeyosanız hiç elimi sürmem” dedi. Patron “yok canım ara sıra
çözersin. Ama kendini kapıp koyverme” dedi. İçinden de “ayı amma hassas, hemen
alınmış. Salak iyi ki hiçbir şeyin farkında değil. Ah bundaki kalıp bende
olacaktı. Neler neler yapmaz kimlere kafa dutmazdım. İyi ki farkında değil.
Aman farkına varmasın, yoksa önüne geçilmez” diye düşündü.
Bu sırada Halim, patron “yok canım ara sıra
çözersin. Kendini kapıp goyverme” dediğinde “peki patron” deyip dışarı
çıkarken, içinden “ucuz adladdık” diyordu.
Patrona bir sade kahve kendine de bir çay
söyledi ve yerine cipciddi oturdu. Az sonra çaycı geldi. Ürkerek Halim’in
çayını verdi. Kapıyı tıklayıp patronun kahvesini ve suyunu verdi ve geri geri
dışarı çıktı. Halim’e korkuyla bakarak başıyla selam verip çıkıp gitti.
Halim’de cipciddi yalnız başını sallamıştı. Çaycı Halim’e bir türlü
alışamamıştı. Halim başını sallayınca ocakçının aklına hayvanat parkında
gördüğü aslan gelmişti. O aslan da kafese birileri yanaşınca kafasını Halim
gibi sallayıp ters ters bakıyordu.
Ocakta iki garson vardı. Onun adı Ali,
öteki garsonun adı Cengiz’di. Ali, ocakçıya kaç kere “patron ben o adamdan çok
korkuyom ıssırıvecekmiş gibi geliyor. Cengiz gitsin” dediyse de laf
anlatamamıştı. Ocakçı “oğlum o adam seni yiyimcek. Hem sen git de korkunu yen.
Korkular ancak üstüne gidilirse yenilir” diye bir de ders vermişti.
Belki ocakçı doğru söylüyordu. Ama Halim
tıpkı bir ayı gibi aslan gibi bir şeydi. Ona duyulan korku kolay kolay geçeceğe
benzemiyordu. Herkes onun alık cahil biri olduğunu bildiği halde ondan çok
korkuyordu. Patron bile, patronu olduğu halde Halim’den çok ürküyordu. Herkesin
tek tesellisi Halim bu durumunun farkında değildi. Gücünün gücünün ne kadar
önemli olduğunu; başkasının elinde bu güç olsa veya o bu gücün farkına varsa
nelerin değişeceğini bilmiyordu. Herkes buna şükrediyordu. O da böyle yaşayıp
gidiyordu.
Neyse; şimdi arada bir dalınca silkinip cip
ciddi oturma işini yapıyordu. Az sonra dertliler sökün etmeye başlamıştı.
Dertlinin biri girip biri çıkıyordu. Kimisi elini ovuşturarak mutlu kimi de
süklüm püklüm çıkıyordu. Halim hiç konuşmadan bunları seyrediyor arada bir
patron çağırıp “tamam mı o iş?” dediğinde “tamam patron” deyip yerine
oturuyordu.
Girip çıkanı takip etmekten başına ağrılar
girmişti. Mutlu çıkanları görünce “iyi, sağolsun patron bunun derdini halletti”
diye geçiriyor; süklüm püklüm çıkanlara bakınca “bunlan derdi çok herhalde”
diye düşünüyordu.
Bilmiyordu; o mutlu çıkanlar patrona senet
verip faizinle para alanlardı. Süklüm püklüm çıkanlar ise borcunun günü geldiği
halde borcunu ödeyemediği için yalvar yakar “şu parayı alın da azıcık daha gün
verin” diyenlerdi. O yalvararak verdikleri para borçlarına sayılmadığı için
öyle süklüm püklüm çıkıyorlardı. Hem zaten o mutlu olarak çıkanlar da bir süre
sonra günü geldiğinde borçlarını ödeyemeyince; onlarda patronun yanına girip
süklüm püklüm çıkıyorlardı.
Halim o zaman da onlar için “arkıdeş bunlan
da derdi bitmeyo. Patron bi dertleni halledince gülüm balım oluyolar. Çok
geçmiden başka bir dertle çıkıp geliyolar. Patron bunca adamın derdiyle iyi
başa çıkıyor” diye içinden geçirirdi. Bu gün de aşağı yukarı aynı şeyleri
düşünerek; gelip gidene girip çıkana bakıyordu, ama durumunu hiç bozmadan
azıcık kaşlarını çatıp cip ciddi oturuyordu. Patronun düşündüğü gibi gelip
geçeni korkutmak için kaşını falan çatmasına gerek yoktu. Onu gören, onunla göz
göze gelen zaten sıtmaya tutulmuş gibi titriyordu. Ama o ne yapsın? Patron ona
“orada cipciddi otururken daldırıp alık alık bakma; azıcık kaşlarını çat da
gelen giden senden ürksün, sana saygı göstersinler” demişti.
Neyse o orada cipciddi oturup kaşlarını
azıcık çatarak gelip geçene bakarken; içeri girenin kimisi mutlu, kimisi süklüm
püklüm çıkarken vakit geçip akşam olmuştu. En son çıkan da çok çaresiz olarak
Halim’e adeta “bana acı da oramı buramı çok kırma” der gibi bakıyordu. Patron
ondan son bekleme parasını almış ve “bu son, bir daha borcun vadesini uzat diye
gelme. Borcunu gününde öde yoksa seni dışarıdakine havale ederim, kolunu
bacağını kırıp eline verir” demişti. ‘Halim onun kolunu bacağını kırdıktan
sonra onları hangi eline verecekti ki?’ Laf işte. Patron göz korkutmak için
öyle söylüyordu. Ama adam inanmış onun için Halim’e “oramı buramı çok kırma”
der gibi bakıyordu.
Haliyle Halim bunu bilmiyor; adamı öyle
zavallı görünce istifini hiç bozmadan kaşları çatık bakarken “garibin kim bilir
ne derdi var da böyle yıkılmış gibi gidiyor” diye geçiriyor; ama hiç belli edip
görevini sakatlamıyordu.
O adam da gidince patron çok neşeli dışarı
çıktı. Halim hemen ayağa kalktı. Patron “başka gelen olursa patron içerde,
rahatsız edilmek istemiyor de. Kim gelirse içeri alma ben dinlenicem” dedi.
Sonra “bana bir İskender yanında bir
ayran bir de soda söyle” diye devam etti biraz durakladı. “Hadi kendine de bir
İskender bir de ayran söyle. Yalnız şımarıp her zaman bunu isteme. Ben işler
iyi oldukça seni de kollarım” dedi ve içeri girdi. Bu arada Halim dört köşe
olmuş “sağol patron merak etme ben heç şımarmam” demeye hazırlanıyordu. Patron
içeri girince laf ağzında kaldı.
Aşağıya İskenderleri söylemeye giderken
içinden “heç öyle şey mi olur? Ben çocukmuyum da şımarcem? Bu patron beni
tanıymamış” diye geçiriyordu. Patron da içeri girerken içinden “ayı zevkinden
yayıldı. İyi bunu böyle ara sıra yemliyerek şımartmadan kullanmak lazım. Ne
yaptığımı öğrenmemesi lazım” diye düşünüyordu.
Halim de bu sırada aşağı inip lokantaya
gitmiş; gayet havalı “hem bene, hem patrona birer İskender yapın. Benimkinin
yanına yalınız ayran goyun. Patronunkinin yanına da hem ayran hem de soda
goyun. Soğuk olsun ha” dedi ve yine gayet havalı ağır ağır dönüp asansörün
yanına geldi. DEVAM EDECEK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder