25 Kasım 2016 Cuma

ONUN HİKAYESİ dördüncü son bölüm




Dışarıda kızının kaynı vardı. Onu görünce heyecanlandı “hayırdır Memedalı, hoş geldin” dedi; ama yüreği cız etmişti. Heyecanla “gız doğurdu mu yoğusam?” dedi. Kızının kayını Mehmet Ali, soluk soluğaydı “doğurdu yenge, yalınız az biraz zor oldu, sağlıkçı almıya geldim” dedi. Kadın telaşla “gııı noldu? Gıza bi şey mi oldu yoğusam?” diye bağırınca Mehmet Ali “yok yenge, valla değil. Az ganıma mı ne olmuş; köydeki ebe garı ‘sağlıkçı getirin de bi iğne yabdırın’ dediydi. Ben de onun için şey eddiydim” dese de Emine Yenge çok telaşlanmıştı “abu! Çabuk gidelim” dedi. İçeri girdi, giyindi, çıktı.

O sırada çocuk aklına geldi “abuu! Ben çocuğu neriye goyup gidicen gari?” diye söyleniyordu.

Mehmet Ali “ne çocuğu?” dediyse de Emine yengenin çırpınışlarından bir şey anlaşılmıyordu.

Emine Yenge “sağlıkçıyı neylen götürcez?” diye sordu. Mehmet Ali “ben cip dutcen, bubam öyle dedi, hadi çabuk olalım.” dedi. Emine Yenge bu sırada şaşırmış, kâh kendi odasına kâh çocuğun odaya girip çıkıyordu.

Mehmet Ali en son “hadi çabuk olalım” deyince Emine yenge kendi kapısını kilitledi, doğru Kör Hacer’in evine yöneldi. Kapıyı acele acele çaldı “ne o gız? yangın mı var?” diye kapıyı açan Kör Hacer’e yana yakıla kızının kaynının geldiğini, kızının kanaması olduğunu, acele köye gitmesi gerektiğini söyleyip “gurbanın oleyin gardeş, ben hemen dönerin. Dönmezsem bile bazar gün bubası gelir. Ozmana gadar çocuğa sahap çık” diye yalvarıyordu.

Kör Hacer uyku sersemliğine “tabii gardeş, sen heç marak edme; ben sene aradman” falan dedi.

Emine yenge biraz rahatlamış biçimde kayının arkasından koşarak gitti. Onun arkasından kısa bir süre bakan Kör Hacer “bu garı aklını gaçırmış; elin çocu için parılanıba, cık cık…” deyip odasına girdi, yattı. Tabii çocuğu, Emine yengeye verdiği sözü o saat unutmuştu. 

Emine yenge Mehmet Ali’nin arkasından koşarken bir yandan da kızı hakkında ona sorular soruyordu.

O sırada çocuk da okulda dersteydi. Her dersin ayrı öğretmeni vardı. Çocuk önce buna çok şaşırmıştı. Çünkü onu ilkokulda birinci sınıftan beşinci sınıfa kadar hep aynı öğretmen okutmuştu. Zaten köyün okulunda bir öğretmen bir de eğitmen vardı.

Eğitmen ve öğretmen yakın köylerdendi. Köye ilk eğitmen gelmişti. Eğitmen belgesini kursla almıştı. Eğitimde yeni yazının kabulünden sonra öğretmen olarak ilk görevlendirilenlerdendi. Köylüler eğitmenleri kendilerine daha yakın bulsa da sonradan gelen öğretmeni de çok sevdiler. Öğretmen Köy Enstitüsü mezunuydu. Köyde hem çocuk okutuyor hem de okul müdürlüğü yapıyordu.

Onun kafalı adam olduğu öğrenmişti.

Çünkü köyde herkes, babası bile “bu öretmen çok gafalı adam” demişti. O da o günden sonra öğretmenin çok kafalı olduğunu düşünmüştü. Ama çok kafalının ne anlama geldiğini bilmiyordu. Onu da babasından öğrenmişti. Babası öğretmen için “adam çok okumuş, her bi şeyi biliyo; valla çok gafalı adam” demişti.

O da çok okuyacağını düşünüp “ah ben de bi okusam da her şeyi bilsem, çok kafalı adam olsam. Herkez bene çok kafalı adam dese…” diye içinden geçirmiş; şimdi babası kırıp, sarıp onu okutmaya kalkınca “bir gün ben de çok kafalı adam olucen” diye çok sevinmişti.

Her şeyi okumak istiyordu. Köydeki öğretmenin de, eğitmenin de çok kitabı vardı. Ama öğretmenin daha çok kitabı olduğunu biliyordu. Köye ilk geldiğinde onun lojman temizliğini kadınlar  “imece” usulü yapmış, köyün gençleri ve genç adamları da eşyasını taşımasında, yerleştirmesinde yardım etmişlerdi. Zaten bekârdı veya evini getirmemişti. Çocuk orasını bilmiyordu.

Köyün kadını, erkeği öğretmenin bavul bavul kitabını görünce şaşıp kalmış, kendi aralarında veya içlerinden “bu adam bu gadar kitabı nasıl okuyo? Pes doğrusu!” diye konuşmuş, bazıları “tabii bu gadar kitabı ben de okusam ben de gafalı olurun” diye kafalı insan olma konusunda doğru yorumda bulunmuştu.

Onların köyde öğretmeni çok seviyorlardı; ama her köy aynı değildi ki… Bazı köylerde öğretmenler için “bunla gominismiş, dinsizmiş, ana bacı tanımazımış” gibi şeyler söyleniyordu.

Çocuk bunları bir keresinde babası anasına anlatırken duymuş ama ne olduğunu anlamamıştı. Çünkü babası köyde, kasabada veya öteki köylerde duyup geldiğini evde ‘söylenti’ gibi anlatır, ama hiç açıklama yapmazdı.

Zaten ne anası, ne onlar babasına öyle çok soru sormazdı. Tabii çocuk da büyüyünce soramıyordu. Hâlbuki küçükken, babası onu hoplatıp zıplatırken veya omzuna aldığında babasına korkmadan her şeyi sorardı. Babası da hiç kızmaz; güler “hele şunu bak sen.” diyerek sorduğuna cevap verirdi.

Dördüncü sınıfa geldiği yıl, babası ona karşı daha ciddi olmuştu. Oğlunun şımarmasını istemiyordu. Gerçekten artık eskisi gibi omzuna almıyor, ona yüz vermiyordu. Şimdi yerini yeni doğan kardeşi almıştı. Bu yüzden büyüdüğüne hiç sevinmiyordu. İçinden “ah hep güççük galsam da bubam bene hep sevse” diye düşünürdü.

Babasının şimdi sanki eskisi kadar sevmediğini, buna da anasının emmi kızının oğlunun sebep olduğunu biliyor; içinden “ben heç onu gibi şımarman ki…” diye geçiriyor ama bunu babasına söyleyemiyordu.

Çocuk ortaokulda çok öğretmen görünce bunları düşünmüştü. Her öğretmen kendi dersinin alınacak kitap ve defterlerini yazdırmış ve “bunları pazartesiye hazır edin, kontrol edeceğim” demişti.

İlk iki derse giren öğretmen onun yarasını pansuman eden öğretmen olduğu için çocuklar kitap ve defteri tamam etti mi diye bakarken ona “sen yarın, yarından sonra alırsın” demişti.

Şimdi gelecek öğretmen farklıydı. Çocuk köydeki öğretmen ve eğitmen aklına geldiğinde şimdiki öğretmene ne söyleyeceğini düşünüyordu. İçinden “öğretmenim ben hasta oldum için alımadım, bugün öğlen alıcen” diyecekti.

Çünkü sabah evden çıkarken kitap ve defterleri öğlen alırın diye düşünmüş, öğlen eve gelmeyeceğini Emine yengeye söylemeyi de unutmuştu. Şimdi bir de onun telaşındaydı. “Ya Emine nine merak ederse?” diye aklına gelince ona haber bırakmadığı için çok pişman oluyordu. Hatta ‘teneffüste koşmacı gidip, söyler gelirin” diye düşünmüş, dizinin yaralı olduğunu düşününce de bundan vazgeçmişti. Şimdi aklında bu da vardı.

Emine yengeyi artık ninesi gibi kabul ediyor “gızmaz herhal; gızarsa da boynunu sarılıverin” diyor, sonra “akıllım o senin essahdan ninen değil ki…” diye söyleniyordu.

Bu sırada öğretmen de sınıfa girmişti. Bu öğretmen de derse girince ilk olarak kitap defter kontrolü yapıyordu. Alamayan çok öğrenci vardı. Öğretmen alamayanlara sorunca hepsi genellikle “öretmenim bubam daha alıvermedi” veya “öretmenim bubam ‘şindi param yok’ dedi” diye mazeret belirtiyordu.

Öğretmen onun yanına gelince durdu “geçen gün dizi yaralanan çocuk sen miydin?” deyince çocuk heyecanlanıp ayağa kalktı “evet öğretmenim” dedi. Öğretmen “nasıl iyileşti mi dizin?” dedi. Çocuk “evet öğretmenim, iyileşti.” dedi. Öğretmenin gözü çocuğun sırasının üzerindeki “Andersen Masalları” kitabına takıldı. Kitabı eline alıp “bunu sana kim verdi?” diye sordu. Çocuk daha heyecanlanmıştı. “Köyde öğretmenim verdi.” dedi. Öğretmen “sen kitap okumayı çok mu seviyorsun?” diye sordu. Çocuğun yüzü kızarmıştı, başını öne eğip “Evet öğretmenim.” diye cevap verdi. Öğretmen bunun üzerine “aferin, ben kitap okuyan çocukları çok severim. Sen tenefüste bana gel, ben sana başka okuyacak kitap vereyim” dedi. Çocuk öğretmenin bu sıcak davranışından çok mutlu olmuştu.

Öğretmen diğer çocuklara döndü “bakın arkadaşınız kitap okumayı çok seviyormuş. Siz de çok kitap okuyun. Ne kadar çok kitap okursanız bilginiz o kadar çok olur ve kafanız derslere daha iyi çalışır” dedi. Sonra çocuğa “sen kitap ve defterlerini alabilecek misin? Paran pulun var mı?” dedi. Çünkü çocuk düşüp dizini paraladığı gün öğretmenler odasına gelen müdür, öğretmenlere bu çocuktan bahsetmiş, babasının çocuğu okutmak için nasıl paralandığını anlatmış “arkadaşlar, köylüler çocuklarını okutmak için çırpınıyor, o çocuklar kasabada çok kötü koşullarda, izbe gibi evlerde okumak için çırpınıyor. Hepimiz o çocuklara sahip çıkalım, maddi imkânı olmayanlara elimizden geldiğince yardımcı olalım. Ayrıca oturdukları evleri öğrenip gece onları evlerinde sıkça ziyaret edelim ki; hem onların hem babalarının emekleri boşa gitmesin” demişti.

Tabii çocuk bunları bilmiyordu. Çocuk öğretmen “Senin kitap alacak paran var mı?” deyince “var öğretmenim; bubam bene para bırakdı. Öğlen gidip alıcen” dedi. Öğretmen içinden “konuşması hâliyle köy şivesi; ama kitap okudukça mutlaka düzelecektir” diye geçirip diğer öğrencilerin yanına dolaştı.

Az sonra teneffüs zili çaldı. Çocuk öğretmenin arkasından gitti. Onu gören öğretmen “gel çocuğum” dedi, onu öğretmenler odasına götürdü. Orada dört öğretmen daha vardı. Çocuk onları bir arada görünce çok heyecanlanmıştı. Öğretmenler odasının köşesindeki kitaplığın yanına gitti “bu kitaplardan istediğini al, okuyunca getirir, sonra tekrar başka bir kitap alırsın.” dedi. Çocuk ömründe bu kadar çok kitabı ilk defa bir arada görüyordu. Hepsi pırıl pırıl kaplı kitaplardı. İçinden “ben bunlan hepsini okunyuncek çok kafalı adam olurun” diye geçirirken kitaplara göz gezdirdi “seksen Günde Devri Alem” kitabına gözü ilişti. “Devri Alem”in ne anlama geldiğini bilmiyordu; ama kitabın kapağı hoşuna gittiği için elini o kitaba uzatmıştı. Öğretmen “aferin, o kitap çok güzel bir seyahat kitabı” dedi, kitabı alıp çocuğa verdi. Çocuk usulca “sağ ol öğretmenim” dedi ve odadan çıktı.

Onun, öğretmenin arkasından öğretmenler odasına girdiğini gören sınıf arkadaşları biraz kıskançlık, biraz da merakla onun çıkmasını bekliyorlardı. Çocuk elinde kitapla çıkınca hemen etrafına toplandılar. O da “öğretmen bunu verdi, okuycen, götürüp vericen, ordan bi kitap daha alıp okuycen” diye arkadaşlarına izah ediyordu. Arkadaşları onu kıskansa da hepsi içlerinden “biz de kitap okuyam; baksana öğretmenle kitap okuyanları seviyor” diye geçiriyorlardı.

O sırada hademe elinde çıngırak ders zilini çaldı. Çocuk elinde kitap sınıfa girdi. Sınıfa giren başka bir öğretmen çocuklara serbest çalışma verdi ve gitti. Çocuk bu serbest çalışmada öğretmenin verdiği kitabı okumaya çalıştıysa da başarılı olamadı. Öğlen kitap defter almaya gideceği için eve gitmeyecekti. ‘acaba Emine Nine kızar mı?’diye düşünüyordu.

Arada bir de köyü aklına geliyordu.

Çünkü köyünden ilk kez böyle tek başına uzaktaydı ve garipsemesi geçmemişti. Bu düşüncelerle öğleyi etti. Öğle çıngırağı çalınca dışarı çıktı. Sonra dönüp “kaybolmasın” diye öğretmenin verdiği kitabı aldı. Bir arkadaşında çanta görmüştü. O çantadan alıp, kitapları onun içine koyacak, kitap ve defterlerini emniyete alacaktı.

Cebindeki parayı düşündü “yeter herhal” dedi ve pazaryerine indi. Oradan geçerken lokantanın önünden geçti. İçerden mis gibi yemek kokusu geliyordu. Çok canı çekti. Kaç gündür yediği tarhana çorbası ve pekmezdi. Girip o yemeklerden yemek istedi. Ama paranın yetip yetmeyeceği belli değildi. Önce gidip kitap ve defterleri aldı. Bir de çanta aldı. Babasının verdiği paraya, anasının verdiğinden yüz elli kuruş daha eklemişti. Geriye seksen kuruş kalmıştı. Dönüşte yine lokantanın önüne geldi, çekinerek içeri girdi. Aşcı onu görünce “buyur oğlum.” dedi. Çocuk usulca “aş yecedim, kaç para acaba?” dedi. Aşçı “senin kaç paran var?” dedi. Çocuk yine usulca “seksen guruşum var” deyince aşcı “sen ordan bene elli guruş ver; üstü sene harçlık olsun. Ben senin güzel bi garnını doyuren” dedi.

Çocuk cebinden elli kuruş çıkarıp verdi. Aşçı ona bir tas kebabı, bir pilav bolca da ekmek getirdi. Çocuk böyle yemeği ilk kez görüyordu. İştahı açılmıştı. O yemekleri bir güzel yedi, oradaki maşrapadan bir bardak da su içti. Karnı dibek gibi olmuştu. Aşçı “doydun mu?” dedi. Çocuk usulca “doydum dayı” dedi. Aşcı “aferin, şindi doğru okula git. Sakın okuldan gaytarma, oku adam ol” dedi. Çocuk “kaytarmanın” ne olduğunu bilmiyordu ama yine de “Olur dayı” dedi. Elinde yeni çanta, kitap ve defterleriyle çıkıp gitti.

Aşçı da gençten biriydi. Lokanta kendilerinindi. Babası onu okutmak için okula yazdırmış ama o arkadaşlarıyla saklıca buluşup sigara içmek, oyun oynamak sevdasına dalınca babası onu okuldan almıştı. Şimdi yanında çalıştırıyordu. Kendi yaptığı hatanın farkında olduğu için çocuğa “okuldan gaytarma, oku” diyordu. Aslında yemek parası da seksen kuruş tutuyordu. Ama elli kuruş almış, otuz kuruşu çocuğa harçlık bırakmıştı.

Ama çocuk, aşçının bu iyiliğini hiç bilmeyecekti. Aklında aşçının en son “oku adam ol” lafı kalmıştı. İçinden ‘tabii okucen, hemi de kafalı adam olucen, hemi de çok kafalı…’ diye geçiriyordu.

Bu şekilde karnı dibek gibi doymuş; elinde çantası, içinde yeni kitap ve defterleri, kalemi, silgisi, kalemtraşı, pergeli, gönyesi, iletkisi, resim defteri, resim kalemleri; velhasıl okumak için ne gerekiyorsa bütün araç gereci, hevesle okula gidiyordu. Zaten öğle paydosu bitmişti. Okula varınca hademe, dersin başlama zamanının geldiğini belli etmek için elindeki zili çalıyordu. Sınıfa girdi.

Onu elinde çantayla gören arkadaşları imrenerek baktı. Diğer çantası olan öğrencilerle çantasını karşılaştırdı. Okul başlayalı bir hafta olduğu hâlde dersler boş geçiyordu. Öğleden sonraki iki saat de serbest çalışmayla geçti.

Akşam paydos zili çalınca çocuk heyecanla evin yolunu tuttu. İçinden “acaba Emine nine gızar mıykı?” diye bir korku vardı. Bir yandan Emine yengeye aldığı yeni çantasını, öteki aldıklarını da göstermek için sabırsızlanıyordu. Eve vardı. Baktı Emine yenge gözükmüyordu. Kapısının da kilitli olduğunu gördü. Sağa sola bakındı. Akşam da olmak üzereydi ve hava soğumaya başlamıştı. Çok şaşkındı. “Acaba Emine nine nereye giddiy ki?” diye düşünüyor, bir cevap bulamıyordu. Üşümüştü. Odasına girdi. Oda buz gibiydi.

İlk kez kendini yapayalnız hissedip ürperdi. İçine bir gariplik çökmüştü. İçi ‘göğnüdü’, minderin üstüne kapanıp ağlamaya başladı. Ne kadar zaman geçti farkında değildi, çok üşümüştü. Kapandığı yerden doğruldu. Havanın karardığını fark etti, çok korktu. Ne yapacağını bilemiyordu. Usulca ocağın yanına sürünüp el yordamıyla kibriti bulup yaktı. Kibrit alevinden çıra torbasını seçti, oradan iki üç çıra aldı. Kibrit sönmüştü. Tekrar bir kibrit yaktı çıralardan birini tutuşturdu; öbür çıralarla birlikte yanan çırayı ocağın içine düzgünce koydu. Köyde anasına ocak yakarken çok yardım ettiği için elleri alışkındı. Gitti kök torbasından iki kök aldı. Bu sırada köklerin çok azaldığını fark etti. Kökleri ocağın içine, çıraların üstüne gelecek şekilde koydu. Ocaktaki aleve bakmaya başladı.

Bu sırada köyü aklına geldi. Emine Yenge’nin hâlâ gelmediğini düşünüp “acaba nerdey ki?” diye merak ederek dışarı çıktı. Dışarısını pancar lojmanlarından gelen elektrik ışıkları biraz aydınlatıyordu. Ama bu alacalı karanlık ilerdeki ağaçların, çalıların şekillerini acayipleştiriyordu. Esen sert bir rüzgârla o çalılar ve ağaçlar sallandıkça daha korkunç gözüküyordu. Rüzgârın sesiyle ağaç ve dalların görüntüsünden korkup odasına girdi. Tuvalete gidecekti, korktu “sabah giden” dedi. Çabucak soyundu, sonra gidip kapının ardındaki ‘tırkıyı’ geçirdi. İlk kez kapısını “dayaklıyordu”. Ocağa bir kök daha attı ve yatağın içine uzandı. Gözü pancar lojmanlarına bakan penceredeydi. Dışarıda, hemen pencerenin önünde duvarın dibindeki çalılar rüzgârla arada bir cama vuruyordu.

Belki daha önceleri de çalılar camda böyle ses çıkarıyordu ama çocuk korkuyla şimdi her şeyi daha iyi fark ediyordu. Uzunca süre gözünü camdan ayıramadı. Neden sonra Emine yengenin nereye gittiğini düşündü. İçinden ‘herhal oturmaya gitti, geç vakit gelir herhal’ diye kendini teselli edip biraz rahatladı. Neden sonra uykusu geldi ve uyudu.

Sabah yine ayaz çökmüş, oda bile buz gibi olmuştu. Yatağın içine gömülmüş olan çocuk, soğuğun etkisiyle uyandı. Gece Emine yengenin olmadığı aklına geldi. Ocağı sönük görünce içini bir korku kapladı. “Emine nine niye kalkmadı acaba?” diye düşündü. Titreyerek yataktan çıktı. Acele giyinip ocağın yanına gitti. Külün içinde çok az köz vardı. İyice azalan çıradan iki tane alıp geldi. Önce üfleyerek tutuşturacaktı. Köz çok zayıftı. Kibritle tutuşturup ocağın içine çapraz koydu. Çuvaldan bir küçük kök alıp bunların üstüne koydu. Hareket edince biraz ısınmıştı. Tuvalete gitmek için dışarı çıktı. Emine ninenin kapısı hâlâ kilitliydi. “Neriye giddi acıba bu garı?” diye düşündü ama bir sonuca varamadı. Çabucak tuvalete gidip işini gördü. Odasına girdi. Ocağın içine sokulu bakır ibriği alıp dışarı çıktı, yüzünü yıkadı. Su ılıktı ama dışarısı çok soğuktu. Acele içeri girdi “yiyecek bir şey var mı?” diye bakındı. Ekmek mendilinin içinden biraz kurumuş yufka çıkardı, çanağın içinde tozlanmış pekmeze o yufkadan banarak biraz ekmek yedi.

Nedense canı yemek istemiyordu. Hafiften de karnı ağrıyordu. Kravatını taktı, yeni çantasını eline aldı, şapkasını giyip okula gitmek için dışarı çıktı. Etrafa bakındı. Birini görse Emine yengeyi soracaktı ama etrafta kimse yoktu. Okula doğru yürüdü.

Okula vardığında çok durgundu. Aklında Emine yenge vardı. “O olmudan ben nasıl ederin ki?” diye düşünüyordu. Bir başına, köyden uzakta yapayalnız kalmanın ürküntüsünü yaşıyor; ama bunu kimseye anlatamıyordu. Öğretmenler derslere girdi çıktı, onun durgunluğunu fark eden olmadı. Öğle paydosu verildi. Çantasını kilitledi. Dışarı çıktı. Gideceği bir yer yoktu ki. Eskiden Emine yenge varken “koşmacı eve giderdi”. O saatte Emine yenge mutlaka yiyecek bir şeyi hazır ederdi. Şimdi o da yoktu, nereye koşmacı gidecekti ki? Döndü, sınıfa girdi. Sınıfta kimse yoktu. Sıraya kapanıp ağlamaya başladı. Epey ağladı, sonra gözlerini silip dışarı çıktı. Karnı da acıkmıştı. Aklına dünkü aşçı geldi. Cebinde otuz kuruş vardı. Lokantanın önüne gitti. Kapıda yine o gençten aşçı vardı. Onu görünce gülümseyip “ne o delikanlı, acıkdın mı?” dedi. Usulca “acıkdım dayı.” dedi. Aşçı ona “gel baken buruya” deyip içeri girdi. Çocuk da arkasından içeri girdi.

Aşçı “otur şöyle. Paran var mı?” dedi. Çocuk dünden kalan otuz kuruşu çıkarıp “bu var dayı” dedi. Aşçı “sen nerelisin? Senin burada kimin kimsen yok mu?” diye sordu. Çocuk usulca “Emine ninem var” dedi. Aşçı “ee! Eve niye gidmedin? Böyle her gün aşçıya gelesen evin yolunu bulumazsın” deyince çocuk aşçı kızdı zannedip korktu, gitmek için kalktı.

Aşçı çocuğu korkuttuğunu anlamıştı “dur yavu korkma, ben senin eyiliğin için öyle dediydim. Emine yenge evde yok mu?” dedi. Çocuk yine sandalyeye oturmuştu. “Yok.” dedi. Aşçı “neriye giddi?” deyince çocuk “nilmeyon” dedi. Aşçı “yumruk gadar çocuğu sorumsuz garılara bırakıp gidiyola, ne ana bubular var yahu, cık cık…” diye gidip bir tabak kuru fasulye, bir tabak da pilav getirdi. Çocuk otuz kuruşu uzatınca “goy onu cebine ama böyle her gün aşçıya gelme, buna para dayanmaz.” dedi. Çocuk parayı vermekte ısrar edince “aferin, arlı bi çocuğa benzeyosun; bi daha gelince alen, sen şindi onu cebine goy” dedi.

Çocuk usul usul karnını doyurdu. Sudan içecekti, utandı. Yerinden kalktı, ileride duran aşçıya “ben gidiyon dayı” dedi ve usulca çıkıp gitti.

Çocuğun aklında hala aşçının “yumruk gadar çocukları sorumsuz garılara bırakıp gidiyola” lafı vardı. Aşçının o lafı Emine yenge için söylediğini anlamıştı. İçinden ‘Emine ninem bene goyup gidmez ki. Bi işi çıkmışdır, bugün gelir’ diye geçiriyordu.

Okula döndü. Karnı doyunca biraz canlanmıştı. Son ders zili çalınca “Emine yenge gelmiştir” umuduyla hızla eve yollandı. Evin önüne geldiğinde gözü Emine yengenin kapısındaki kilide takılı kaldı. İçini “ya Emine nine heç gelmezse? Ben ozman ne yaparın?” diye bir korku sarmıştı. Hemen odasına girmedi, kapının önüne oturdu. Yanına da çantasını koydu, beklemeye başladı. O sırada Kör Hacer de ocağın ateşini takviye için biraz odun almak amacıyla dışarı çıkmıştı. Karşıdan çocuğun kapısının önünde oturduğunu gördü.

Aklına, bir gün evvel sabahın köründe Emine yengenin telaşla gelip “gardeş gız doğurmuş, benim acile gidmem icab eddi. Ben gelene gadar çocuğa göz gulak ol. Heç olmazsa bazara bubası gelene gadar mukayyet ol” dediği aklına geldi. “Hıh ben senin uşağın mıyım?” deyip içeri giriyordu, durakladı. Çocuğa “çocuk, sen kimi bekliyon orda?” diye seslendi. Çocuk yapayalnızken bir ses duyunca sevinmişti. Hemen ayağa kalktı, “Emine ninemi bekleyon, neriye giddi biliyon mu?” diye bağırdı.

Kör Hacer çocuğun “Emine ninemi bekliyon” deyişinden Emine yengeyi kıskanmıştı. Çünkü o kadar nalet bir kadındı ki kendi torunları bile ondan “öcü” görmüş gibi korkup kaçardı. Şimdi elin çocuğunun Emine yenge için sevgiyle “Emine ninemi bekliyon” dediğini duyunca içinde oluşan kıskançlıktan az önce canı acıdığı için seslendiği çocuğu şimdi düşmanı gibi görmeye başlamıştı. “O gitti, gelene kadar seni bene emanet etti” diyecekti, vazgeçti. “Sen Emine nineni daha çok beklersin. Gitti o, gitti.” dedi.

Çocuk, Kör Hacer’in söylediklerini duyunca birden ağlamaklı oldu “yalan deme, Emine ninem beni goyup gider mi hiç?” dedi. Kör Hacer çocuğa çok kızmıştı “yalanısa sen de ağzını yala. Yalanımış. Sen ninen yaşında garıya yalancı demiye utanmeyın mu? Gitti işde, baya gitti. Giderken de ‘o çocuk sorasa gitti de; başının çaresini kendi baksın dedi de, onu bakdım yativesin gari dediydi de’ dedi” diye çocuğun temelli moralini bozucu şeyler söyledi.

Sonra “acaba çok mu ileri giddim?” diye çekindi, sonra “adaam sen de; kimden korkucemişin? hem yalan mı? Garı giddi işde. Bi de bene ‘sen bakıve’ dediydi. Akıllım, kirayı o alıp yecek, cerimesini ben cekicen. Canı atardı” diye söylendi.

Bu sırada çocuk Kör Hacer’in kendine söylendiğini sanıp yakına gelmişti. Kör Hacer “ne bakıb durun öyle? Buban gelince söyle. Emine garı gızının köyüne gitti. Bi da gelmicek” dedi, hışımla kapısını açıp odasına girdi. Odasına girerken “ne arsız çocuk bu? Yüz versem hemen üsdümde galıcek” diye söyleniyordu.

Çocuk onun arkasından baktı kaldı. Kadın odasına girince çocuk gerisin geri geldi, kenara koyduğu çantayı alıp odasına girdi.

Bu sırada Kör Hacer evinde “heç bilem; anası değilin, bubası değilin. Garı kirayı yiyecek, çocuğu bene sarıvecek, akıllım” diye çocuğu ilgisizlikte kendini haklı çıkarmaya çalışıyordu.

Çocuk odasına girdi. Ocağı ateşledi. Çuvalda biraz “yarınlık” kök kalmıştı. Onu idareli yakmayı düşündü. Ne yapsın? Başının çaresine bakacaktı. Öğlen karnını iyi doyurmuştu. Karnı çok aç değildi. Dışarı tuvalete gidip geldi. Ocak da yanmış, oda ısınmıştı. Öğretmenin verdiği kitabı çıkardı. Pancar lojmanlarına bakan pencerenin önüne oturdu. Anasının perde diye astığı bezi kenara topladı. Pencereden gelen gün ışığıyla kitabı okumaya başladı. Babası ona “haftaya gelince sene bi gaz lambası alıveren” demişti.

Babası gaz lambası alınca onun ışığında kitap okuyup ders çalışmayı hayal etti. İçinden ‘nasıl olsa Emine Nine gelicek’ diye geçirdi, kitabı okumaya devam etti. Epey bir süre sonra hava kararmış, artık yazıları zor seçmeye başlamıştı. Kitabı kapatıp çantaya koydu. Gitti kapıyı ‘tırkıladı’. Sonra soyunup pijamasını giydi, yattı. Gözü bir ocaktaki ateşe, bir pencereden gelen ışığa kayıyordu. Perde gibi şeyi toplayıp kenara koyduğu aklına geldi. Sanki pencereden biri bakacakmış gibi geldi. Korktu. Kalktı, perde gibi şeyi yerine takıp tekrar yattı. Yatağın içinde ağıp dönerken uykusu geldi, uyudu.

Bu sırada Emine yenge kızının evindeydi. Kızının kanaması geçmişti; ama çok hâlsizdi. Kızı ebenin tahmin ettiği gibi ikiz doğurmuştu. Emine yengenin aklında çocuk vardı. ‘Acaba Kör Hacer çocuğu sahaplandı mı?’ diye düşünüyor, ‘gı cavır mı bu? Za sahaplanmıştır. El gadar çocuğun ağırlından nolcek? Edivece bi çanak aş. Hayrım olur deyi muhakkak edivemişdir’ diye kendini teselli ediyordu. Yine de içi hiç rahat değildi. Kızı iyileşir iyileşmez gitmeyi düşünüyordu. Bu düşüncesini kızına söyleyince kızı şaşırmış, “gız ana, sende heç akıl yok. Burda kendi torunlanı goyup öyle elin çocuğunu düşünüyon” diye biraz da kızmıştı.

Emine Yenge “gızım öyle deme. El gadar sabi. Bubası bene teslim edip giddi. Hemi de bi nine deyişi var, bek dadlı” dedi. Kızı “gız ana, ninem sene boşuna ‘benim gelinin gafası gelip gider’ demiyormuş” deyince Emine yenge, kızı kaynanasını hatırlattığı için öfkelendi.  Kızına “Öyle, sen de zaten onu çekmişsin; ondu da heç insanlık yoğudu, sendi de yok” diye söylendi ve kızı biraz iyileşsin mutlaka gitmeyi kafaya koydu.

Ama şimdi ele güne karşı bu insansızlıktı; kız hastayken gitmesi doğru olmayacaktı. Hem damadı da sanki temelli galıcıymış gibi ‘tosdurup tosdurup’ geçiyordu. Emine Yenge, ‘Hı ı insanın evi gibi yok’ diye düşünüyordu.

Bu sırada çocuk, sabah ezan sesiyle uyandı. Erkenden uyuduğu için uykusunu almıştı. Daha vakit çok erken olduğu için kalkmadan, yatağın içinde yatmaya devam etti. Neden sonra, gün biraz ışıyınca kalktı, tuvalete gidip geldi. Ocağı karıştırdı. Çok az köz vardı. Çuvalda da iki tek kök kalmıştı. Çıktı, Emine yengenin çenttiği çalıların kurularından üç dört çalı aldı. Şıpırtıdan karların eridiğini fark edip sevindi. İçinden ‘eyi hava azıcık ısınır’ dedi. Çalı dallarını getirdi, ocağın içine koydu. Torbadan iki tane çıra aldı. Kibritle tutuşturup çalıların altına sokuşturdu. Az sonra çıralar çalıları tutuşturdu. O da ocağın kenarına oturdu, çıtırdayarak yanan ateşe dalıp gitti.

Anası, babası kardeşleri aklına gelmişti. En çok da küçük ablasıyla, küçük kardeşi… Çünkü onlarla daha iyi anlaşıyordu. Üçü bir araya geldi miydi fısır fısır saatlerce sohbet ederlerdi. Neler konuşmazlardı ki… Ninesinden, köyün öteki çocuklarından, ağıldan, keçilerden, eğer doğmuşsa yeni oğlaklardan… Konuşacak o kadar konu olurdu ki…

O yıllar sinema, televizyon yoktu. Radyo bile köyde bir tek anasının emmi kızının kayınbabasının evinde vardı. O da her zaman herkese dinletmezdi. En çok bayram günü açıverir, o sıra evine bayramlaşmaya gelenler bol bol dinlerdi. Ama o küçük ablası, küçük kardeşi ve köyün çocuklarıyla adamın evinin arkasındaki alanda oynarlarken kaç kere saklıca eve yaklaşıp radyoyu dinlemişler, büyük ablasıyla anasına anlatmışlardı.

Ama şimdi kasabada, aşçı dükkânında, babasıyla gittikleri kahvede bile radyo vardı. İçinden ‘Ah abamgil gelse de buradaki radyoyu görüp dinlese…’ diye geçirdi. Ama babasının masraf olmasın diye onları hiçbir zaman kasabaya getirmeyeceğini de biliyordu.

Böyle böyle düşünürken birden okula gideceği aklına gelince sıçradı. Çabuk çabuk giyindi. Ocaktaki ateşe baktı, közleri biraz geri çekip üzerine kül yığdı. Çünkü anası da ocağı söndürmez, ateşin körelmesini istediği zaman böyle yapardı. Çantasını aldı, Emine yengenin gelmeyeceğini bildiği için kapının göreğini geçirip kilitledi ve okula yollandı. Evden hiçbir şey yemeden çıkmıştı, karnı da açtı. Baktı, saat olarak kullandığı gölgeler daha vaktin erken olduğunu gösteriyordu. Geriye bir şeyler yemek için döndü. Kapının kilidini açıp girdi. Ekmek mendilini açtı; içinde çok kurumuş yufka ekmeklerden parçalar ve katmer parçaları vardı. Orada pekmez çanağının dibinde biraz pekmez vardı. Katmerden koparıp acele acele pekmeze banıp yemeye çalıştı. Ama pekmezin, katmerin tadı biraz başkaydı. Midesi bulandı, ağzındaki pekmeze bandığı katmeri ocağa tükürdü. Bakındı, başka yiyecek yoktu. Çaresiz tekrar odadan çıkıp kapıyı kilitledi ve okula yürüdü. Hâlâ midesi bulanıyordu.

Bu şekilde okula vardı. Sınıfa girdi. Mazot kokusu midesini daha da bulandırmıştı. Yerdeki tahtalar okul açılmadan hemen önce mazotlandığı için sınıflarda bariz bir mazot kokusu vardı. Diğer günlerde burnu alıştığı için pek rahatsız olmuyordu. Ancak rahatsızlandığı için şimdi bu koku kusacağını getirmişti. Tam öğretmen gelmişti ki birden öğürmeye başladı. Öğretmen telaşla yanına geldi “ne oldu çocuğum?” diye sordu. Bu öğretmen, ona kitap veren öğretmendi. Çocuğun cevap verecek hâli yoktu ve durmadan öğürüyordu. Öğretmen kolundan tutup tuvalete götürdü “kus burada” dedi. Çocuk öğürüyor ama ağzından biraz sarı su hariç pek bir şey gelmiyordu. Çocuk buna rağmen biraz çıkarınca rahatladı. Lavaboda ellerini yıkadı. Ağzını çalkaladı. Bu sırada oraya sümük gibi bıyığı olan müdür de gelmişti. Öğretmen, müdüre çocuğu gösterip “üşütmüş galiba” dedi.

Yalnız çocuğun kusmuğundan bir şey çıkmadığını da görmüştü. Çocuğa “oğlum sen sabah kahvaltısı yapmadın mı?” diye sordu. Çocuk “yapmadım” anlamında başını geriye doğru salladı. Müdür “Tabii ya, aç karnına koştuysa midesi bulanmıştır” dedi. Çocuğa “oğlum niye kahvaltı yapmadan çıktın?” diye sordu. Çocuk başını öne eğdi. Öğretmen “her hâlde okula geç kalacağım diye kahvaltı yapmadan çıktı” deyince çocuk “evet” der gibi başını salladı. Müdür “cık cık” etti “hiç kahvaltısız okula mı gelinir çocuğum? Önce kahvaltını yapacaksın” dedi. Çocuk bu söylenenlerden bir şey anlamıyordu. O sıra karnı zil çalıyordu, tek derdi bir şeyler yiyebilmekti. Ama şu anda öğretmenlerine bunu söyleyemezdi. Onun için sözlerini tam anlamasa da sadece başını sallayarak usulca “anladım öğretmenim” diyordu. Onu tuvalete getiren öğretmen müdüre, “müdür bey çocuğu evine gönderelim. Bugün istirahat etsin, yarın okula gelsin” dedi. Müdür “tamam öğretmenim, dediğin gibi, şimdi gidip istirahat etsin” dedi. Sonra çocuğa “sana bakan biri vardı değil mi?” diye sordu. Çocuk “vardı, ama şimdi yok” diyemedi “var öğretmenim.” dedi. Müdür “tamam, şimdi doğru evine git. Öğretmenlerim kahvaltı yapmadan geldiğim için bana kızdı. Bir daha kahvaltı yapmadan okula gitmemem lazımmış de. Sana bir çorba yapsın. Güzelce iç, dinlen, yarın okula gelirsin. Tamam mı, anlaştık değil mi?” dedi. Çocuk “anladım öğretmenim” deyip tuvaletten çıktı. Çantasını alıp okuldan ayrıldı.

Eve gitse evde kimse yoktu ki… Cebindeki parayı düşündü. Otuz kuruşu vardı. Tekrar o aşçıya öldürseler gidemezdi. Çünkü ‘Tekrar gidersem dilenci durumuna düşerim’ diye düşünüyordu.

Okuldan çıktı. Caminin oradan pazar kurulan meydana geldi. Aşçının az aşağısındaki fırına gitti, on kuruşa bir ekmek aldı. Oradaki bakkala gitti, on beş kuruşluk peynir aldı. Beş kuruşu kalmıştı. Onunla çay söyleyecek, ekmekle peyniri yiyecekti. Bu düşünceyle babasıyla geldikleri kahveye geldi. Kahveciye “dayı bene bi çay ver. Ekmek yiyecem” dedi. Çaycı çocuğu tanımıştı “gel oğlum” deyip onu çay ocağına götürdü. Önüne su bardağında çay koydu. İçine de bolca şeker koyup karıştırıverdi. Çocuk çay ocağının hemen yanındaki küçük masanın üzerinde ekmeği çıkarıp peynirle birlikte yemeye başladı. Bu arada çaydan da içiyordu. Yalnız ekmek yiyişinden çok acıkmış olduğu belliydi. Ocakçı sabah kahvaltıda kendileri için aldığı zeytini de oraya koydu, “bundan da ye” dedi. Çocuk peynir, ekmek ve zeytinle güzelce karnını doyurdu. Biraz ekmek, biraz peynir artmıştı. Onları kâğıda sardı. Ocakçı “zeytini de al” deyince çocuk önce almak istemedi ama ocakçı ısrar edince “sağ ol dayı” deyip onu da kâğıdın içine sardı. Çaycı bu arada normal bardakta bir çay daha koyunca çocuk “dayı bu gadarına param yetmez ki…” dedi. Ocakçı “dayım çaylar benden, sen yeter ki oku adam ol” dedi. Çocuk, o çayı da içti. Sonra usulca “sağ ol dayı” dedi, çantasını alıp çıktı.

Ocakçı çocuğun arkasından “bravo valla! Bizim çocukla o gadar rahadın içinde okumeyo. Elin çocuğu köyden gelmiş, aç tok okucen deyi çabalıyo. Bravo valla!” diyordu.

Çocuk bunları bilmeden karnı tok evine gidiyordu; ama Emine yengenin olmayışı aklına gelince ayakları geri geri gidiyordu. Eve vardı. Hava güneşli ve ılıktı. Karlar hızla eriyip bitmiş, ortalık çamur olmuştu. Elindeki çantayı odasına koydu. Çantanın içinden öğretmenin verdiği kitabı alıp dışarı çıktı. Oradaki taşın üstüne oturdu ve kitabı okumaya başladı.

Çocuğun köyünde de telaş vardı. Kadın ocağı yakmış, bir tekne de hamur yoğurmuş ve ekmek etmeye başlamıştı. O oklavayla hamuru açıyor, büyük kızı da pişiriveriyordu. Epey yufka pişirdi. Dört beş katmer pişirdi. Ot ekmeklerini pişirdi. Kadın bu işleri yaparken bir yandan kızına çocukla ve Emine Yenge’yle ilgili bilgi veriyor “işallah oğlan hasda falan olmamışdır. Emine yenge sağ olsun ona bakmışdır herhal” diyerek çocukla ilgili endişelerini dile getiriyor, bir yandan da kızının kasabayla ilgili sorularını cevaplıyordu.

Küçük kız da küçük kardeşinin “Abem nerde? Neye gelmeyo?” gibi sorularını cevaplamaktan sıkılmış, anasına “Ana gı, bu oğlun sorucu arap gibi abesini sorup duruyo, valla cevap bulameyon” diye küçük çocuğu şikayet ediyordu.

Anası gülerek “abu gızma abası ona; nedsin abesini özlemişdir” dedi ama garipsemişti. “Benim aslan oğlum heç böyle evden ırak galmadıydı ki. Hepimiz onu özleyoz” dedi.

Ananın bu sözleri hepsini duygulandırmış, kızların gözü sulanmıştı. Kadın hemen kendini topladı “tabii o gadar olucek. O okuyub hepimize faydası olucek de ondan burda değil” gibi sözlerle kızlarını, bu arada asıl kendini teselli ediyordu.

Kasabada evin önündeki taşa oturarak kitap okuyan çocuk, neden sonra üşüdüğünü fark etti. Üzerine oturduğu taşın soğukluğu onu üşütmüştü. Kalktı, içeri girdi. Oda da soğuktu. Soyundu pijamasını giydi, yatağın içine girip yattı. Yatağın sıcaklığıyla bir süre sonra uyumuştu. Uyandığında güneş batmak üzereydi, karnı ağrıyordu. Zorlukla kalktı, ocağı yaktı, son kökleri ocağa koydu. Az sonra ocak iyice alevlendi. Çocuk tuvalete gitti. Karnı hâlâ çok ağrıyordu. İçeri geldi.

Aklına anasının böyle durumlarda taş kızdırıp altına koyduğu geldi. Dışarıdan kayrak biçiminde bir taş buldu. Ocağın içine küllere yakın taşı koydu. Tekrar dışarı çıkmayacağı için kapıyı tırkıladı. Geldi, ocağın yanına oturdu. Arada bir taşın kızıp kızmadığını eliyle kontrol ediyordu. İyice kızdığını eliyle kontrol sonrası anlayınca taşı maşa gibi bir şeyle aldı. Orada hazır ettiği havlunun üzerine koydu. Taşı havluya sardı ve altına koyup üzerine oturdu. İlk anda kıçı yanmıştı. Otura kalka kıçını alıştırdı, sonra üzerine oturdu. Bir süre sonra yellenince rahatladığını fark etti.

Bu şekilde uzunca süre karın ağrısını tedavi etti. Karnı acıkmıştı. Kahveden getirdiği kalan ekmeği, peynir ve zeytini katık edip yedi. Üzerine toprak ibrikten suyunu içti. Ama karnı doymamıştı. Bakındı ekmek var mı diye. Ekmek örtüsünü açtı. İçinde çok kuru birkaç parça katmer, biraz da ufalanmış yufka vardı. Onları yemeyi düşündü. Ama ağzında çiğnediği ekmeklerin tadı bir çeşit gelmiş, yine midesini bulandırmıştı. Öğürüp kalktı. Dışarı çıkmaya korkuyordu; ama kusacağı gelmişti. Çaresiz kapıyı açtı; hemen kapının önüne öğürüp az önce yediklerini çıkardı.

Bu sırada karşı evde Kör Hacer kapının önünde abdest alıyordu. Çocuğun öğürtüsünü duymuştu. İçinden “Çocuk kusubba, üşütmüş ellem” diye geçirdi. Aklına Emine yengenin çocuk için yalvarışı geldi “giden, şu çocuğa nediyo diye bakayım” dedi. Ama çocuğun Emine yenge için “nine” deyişi aklına gelince yine içini kıskançlık kapladı “hıh! Bene neyimiş ya… Garı kirayı alıp çıtır çıtır yiyecek, çocuğun tasası bene düşücek. Heç bilem değil. Bene ne ya… Anası değilin, ninesi değilin; bene neyimiş ya…” dedi. Bu sırada abdestini de almıştı. Namaz kılmak için evine girdi.

Çocuk az önce ne yediyse hepsini çıkarmış, biraz rahatlamıştı. Etrafın karanlık olduğunu fark etti, içi ürperdi. Hemen odasına girip kapıyı “tırkıladı”. 

Ekmek örtüsünün yanında duran zeytini ve bir parça peyniri kâğıda sarıp sonra yerim diye oraya koydu. Tekrar taşı kızdırıp havluya sardı, yatağın içine koydu ve yatağa girip yattı. Kusunca içindekiler hep çıktığından karnı çok açtı. Ama çaresizdi.

Köyü, evi aklına geldi. Orada, evinde hiç böyle aç kalmamıştı. Anası, babası ne yapar yapar onların ihtiyacını görür, karınlarını doyururdu. Anasının yaptığı yemekler, bulgur aşı, tarhana çorbası, sarma; ot ekmeği, katmer, cısdırma hep aklından geçiyordu. Bunları düşünürken karnı daha da acıkmıştı. Bu düşüncelerle yatağın içinde ağıp dönerken uykusu geldi ve uyudu.

Çocuk uyuduğu sırada köyde de son hazırlıklar yapılıyordu. Adam da ağılı bacanağına emanet edip gelmiş; akşamdan bir çuval kök ve bir torba çırayı hazır etmişti. Kökleri güzelce parçalamış, oğluna iş kalmamasına çalışmıştı. Kadın da yiyecek torbasını hazırlamış. Kendi elleriyle ördüğü iki adet iç kazağı, bir adet örgülü dış kazağı, üç adet yün çorabı ve “göynek” dediği atletini, donunu hazırlamıştı. Bu arada Emine yengeye de hediye olarak bir kenarı işlemeli yazma, iki adet “yanaşlı” yün çorap koymuştu. Kocasının asker arkadaşına da bir yün çorap, bir de kardeşine yün çorap, ayrıca asker arkadaşının “kardeşlik” olduğu karısına iki adet kenarı işlemeli yazma, iki adet yanaşlı yün çorap, ayrıca çocukları için üç adet yün çorap koymuştu. Bunları torbaya koyarken kocasına neyin kime ait olduğunu tek tek gösterip “sakın garışdırma ha…” diye sıkı sıkı tembih ediyordu.

Adam bu tembihlerden sıkılmış “tamam garı; sen de beni hepden gaba zeyin eddin ha…” diye tepki gösteriyordu.

Kızlar da bunları hazırlayan analarına sessizce yardım ediyordu. Küçük ablası, çocuk için iki gündür acele acele ördüğü yün çorabı babasına verirken “bunu Kezban aban örüvedi de” diyerek kendi hediyesini diğerlerinden ayrı yere koydu. Küçük çocuk bu sırada ortalıkta biraz dolaşıp uyumuş kalmıştı. Kadın neden sonra onun uyuduğunu fark etti. “Gızlaa, oğlan açıkda uyumuş görmeyosunuz?” diye küçük çocuğu yerine yatırmalarını söyledi. İşleri bitince sabah erkenden kalkmak için sözleşip yattılar.

Kasabada da çocuk erken yattığı için sabah erkenden uyanmıştı. Yine karnı ağrıyordu ve çok açtı. Bu yüzden yataktan çıkmadan, uyanık yatıyordu. Sonra kalktı, kalkarken gözü karardı. Yatağın yanına oturdu. Göz kararmasının geçmesini bekledi. Ocağa baktı, biraz ateş olduğunu gördü. Ama kök çuvalında kök kalmamıştı. Zorlukla kalktı, dışarı çıktı. Emine Yenge’nin çenttiği çalıların arasından kuru olanlarından dört beş dal alıp geldi, ocaktaki közün üstüne koydu. Üfleye üfleye tutuşturdu; ama çok hâlsiz kalmıştı. Zor zahmet taşı kızdırıp havluya sardı, yatağın içine koydu; kendi de girip yattı. Havluya sarılı taşı da kıçının altına koyup rahatlamaya çalışıyordu. Ayağa kalkacak hâli de yoktu. Bir süre sonra uyumuştu.

O sırada köyde adam, kızlar, kadın ve küçük çocuk köyün bekleme yerinde kamyon bekliyorlardı. Az sonra bir kamyon gelip yanlarında durdu. Kamyon çocukla geçen hafta okula kayıt için giderken bindikleri pazarcıların kamyonuydu. Oğluna ayakkabı hediye eden adam bu sefer şoför mahallindeydi. Kamyon durunca camdan başını çıkarıp selam verip “ne o bizim oğlan? Gine evcek yollara düşmüşsün” diye seslendi.

Adam onu görünce kardeşini görmüş gibi sevinmişti. “Sormu bizim oğlan, bundan keri böyle. Sene de söz verdim y! Ne edip edicez oğlan okudcez deyi. Telaş ondan” dedi. O pazarcıya cevap verirken kök çuvalını kasaya koymak için arabanın kenarına çıkmıştı. Karısının kızların yardımıyla uzattığı çuvalı zor zahmet kasaya koyarken “ileş gibi bu yav” diyordu.

Pazarcı “arkıdeş, torbuları buruya ver. Hava soğuk, sen de buruya binersin” dedi. Adam kasada gitmeyeceğine memnun olmuştu; ama yine lafın gelişi “Sizi sıkışdırmeyen.” dedi. Hem o pazarcı hem de yanındakiler “ne sıkışması yav; şuncaz yolu sıkışsak nolucek?” dediler. Adam yiyecek ve öteberi olan üç torbayı ve içinde tarhana çorbası olan toprak ibriği pazarcıya uzattı.

Karısına ve kızlara “siz buradan dönün; ben aşama gelirin” deyip kamyona bindi. Kadın, kızlar ve küçük çocuk gerisin geri köy yoluna girdiği sırada kamyon da yürümüştü.

Adam kamyonun içindekilerle selamlaştı. Pazarcının sarışın oğlunu göremeyince “senin oğlan arkıda mı yoğusam?” diye sordu. Pazarcı “yok, o gelmedi. Biz de sizin kasıbadan öteye gidmecez. Hava gine bozucek gibi. Böğün zaten erken döncez gibi. Sen geri gelceksen, işini hemen gör, benim yanıma gel” dedi.

Adam içinden “vardır bir bildikleri, sormak bene mazife değil” diye geçirdi. Yola devam ederken yolculara yanına aldığı Bafra sigarasından ikram etti.

Pazarcı “Ne o bizim oğlan, artırmışın yav” dedi.

Çünkü geçen sefer Üçüncü sigarası vardı yanında. Adam “yok yav arkıdeş; geçen kasaba iki mal verdim. O sıra gelen giden olursa ikram ederin deyi üç paket bundan alıgoduydum. Şindi birini yanıma aldım. Kasaba yerinde adama yediğine, keydiğine göre gıymat veriyolar. Biliyon benim içdim ciğaraya garip öldüren deyola. Ha böğün bundan içem de hepden garip bilmesinle dediydim” diye açıklama yaptı.

Pazarcı “abo bizim oğlan; avukat gibi gonuşuyon valla” dedikten sonra yanındaki üç kişiye ve şoföre adamın çocuk okuttuğunu, oğlunun da çok faydalı olduğunu anlatıyordu.

Bu sırada kendinden bahsedilen adam biraz mahcup olmuş; ötekiler de bir köylünün çocuk okutmak için çırpınışını içlerinden takdir etmişler ve kendileri için “bi bu adam gadar olumadık; bok gibi de para gazanıyoz” diye söyleniyorlardı.

Sohbet koyulaşmış; dokuz dolaşım falan fark edilmeden geçilmiş, kasabaya gelmişlerdi. Kamyon pazarcıların yayındığı meydanda onların yayındığı yere geldi. Hepsi aşağı indiler. Önce adamın eşyaları, çuvalı indirdiler. Adam, pazarcıya “arkıdeş, şu çuval şurda durugosun, ben “gıvracım” torbulara goyup gelen” dedi. Çuvalın ağzı bağlı olduğu, bir de odunlar parçalanmış olduğu için ormancıdan falan çekinmiyordu. Pazarcı “Eyi arkıdeş, sen işine bak; ben çuvala bakılak olurun. Yalınız bizlen dönücesen işini çabık bitir” dedi.

Adam üç torbayı ve içinde çorba olan toprak ibriği aldı, yürüdü. Hızla kestirmeden çocuğun evine giderken “oğlan şindi okuldadır. Ben bunlara Emine yengeye teslim eder, çuvalı da getirdikten sonra gıvracım okula gider, oğlanı görür, asker arkıdeşin de emanetini bırakır arabaya yetişirin” diye bir plan yapıyordu. Aklına gaz lambası alıvereceği gelince ‘para veren kendi alsın. Pompacıdan birez gazyağı alır’ diye geçirdi içinden.

Bu sırada soluk soluğa eve vardı. Baktı Emine yenge yok, kapısında da görek asılıp duruyordu “Hayırdır işallah! Bu garı nerdey ki?” dedi. İçine bir ‘bungunluk’ çökmüştü. Oğlanın kapıyı açtı, bir de ne görsün, çocuk yatakta yatıyor. “Ula oğlum, vakıt ne vakıt? Senin burda işin ne? Okula gitmiyo mun yoğusam?” dedi. Çocuğun hâlsiz kendine baktığını fark etti. Telaşla torbaları oraya bırakıp ayakkabıları bile çıkarmadan içeri girdi. Çocuk bu sıra yatağın içinde doğrulmuştu. Adam “sen hasda mın yoğusam?” deyince çocuk açlıktan hâlsiz “hasdayın buba” dedi. Emine yengenin üç gündür olmadığını söyledi. “Gızı doğurunca köye gitmiş” dedi.

Adam “sene heç habar vermedi mi?” deyince çocuk “cık” etti.

Adam bu sırada içeri göz gezdiriyordu. Kök çuvalının ve çıra torbasının boş olduğunu gördü. Geçen hafta içinde çorba getirdiği toprak ibriğe gözü ilişti. Eline alıp salladı. İçinde çorba var gibiydi. Burnuna götürdü. Kötü bir koku duydu. Oradaki çanağın içine biraz döküp kapıdan ışığa tuttu, çanaktaki çorba gömgöktü. İçinden “Allah Allah!” diyordu. Ekmek mendilini açtı, kuru ekmekten aldı, kapıdan gelen ışıkta baktı, ekmeklerin küflendiğini gördü. İçi tozlanmış pekmez çanağını, kâğıda sarılı biraz peynir ve zeytini gördü, çocuğun açlıktan ‘sündüğünü’ anladı. “Ula oğlum sen aç mın yoğusam?” dedi. Çocuk utancından bir şey diyemedi, başını yana eğdi.

Adam delirecek gibi oldu. “Ula biz neddik, barmak gadar çocuğu burda aç billaç bırakmışız. Elin garısı senin çocuğu bu gadar bakar. Ula oğlum, boşuna sene deli demiyola. Neyini güvendin de çocuk okuducen deyi yolu çıkdın. Garı, emmisinin gızıyla kakışcek deyi, barmak gadar çocuğu burlada heder ediyon. Bi de adamın deyi dolaşıyon. Tü senin adamlına!” diye kendini yerden alıp göğe savuruyor, çok acımasızca eleştiriyordu.

Çocuk, Emine yengenin ona çok iyi baktığını, ninesi gibi davrandığını söyleyecekti ama takati yoktu. Adam bu sırada karısının gönderdiği torbalardan acele bir ot ekmeği çıkarıp dürüm yaptı. Oradaki ibrikten bir bardak da su koydu. “Hadi oğlum şunu ye baken” diye çocuğa uzattı. Çocuk kıtlıktan çıkmış gibi dürümü ısırarak yemeye başladı. Arada bir de su içiyordu.

Adam çocuğun kıtlıktan çıkmış gibi yediğini görünce ha bire “cık cık” ediyor, kendine, karısına kızıyordu. “Gartal bile kemiği yudmudan, götümden çıkıcek mi deyi ölçemiş. Sen ağzına, gılıına bakmıdan çocuk okudcen deyi kalkdın gidivedin” diye kendi kendine söyleniyordu.

Bu sırada çocuk yedikleriyle canlanmıştı.

Adam çocuğun ot ekmeğini yiyip canlandığını görünce daha çok üzüldü. İçinden “oğlan acından geberiyomuş” diye söylendi.

Şimdiye kadar niye gelemediğine hayıflandı.

Ama kararını verdi. “Böyle çocuk okudulmaz. Bu iş bizim gibi gıçı çılbaklan işi değil” dedi. “Hadi oğlum, hazırlan gidiyoz. Başlecen okulundan da… Ben seni şurda bulmadım” diye söylendi.

Aklından götürebileceklerinin hesabını yaptı. Galanını sonra gelir götürün, hemi de Emine garıya bi çift laf ederin” diye düşündü. Asker arkadaşına uğrayıp karısının onlara gönderdiği hediyeleri bırakacaktı. “Hem gaçar gibi gidmek olmaz. Emine garıya hafdaya gelicemi habar bırakmam lazım” diye düşünüyordu. Emine Yenge’nin hediyesini geri götürecekti.

Birden parladı “götürmeyen, burda goyen de ona insanlık neymiş gösderen. Biz onu anamız belledik, oğlanı goyup giddik. Bu garı oğlanı öylece bırakıb gidmiş. Ya bunun heç gomşusu falan yok muydu? ‘Ben gelene gadar çocuğu sahap çık’ dememiş mi? Oğlanı aç çılbak bırakıp gitmiş” diye yüksek sesle söylenmeye başladı.

Kör Hacer bu sırada tuvalete çıkmıştı. Emine yenge gelmiş diye çok korktu. Çünkü onun yalvar yakar ricasına rağmen çocuğa sahip çıkmamış; sahip çıkmak şöyle dursun, çocuğun moralini daha da bozup üzmüştü.

Şimdi “Emine garı gelip benden hesap sora” diye çabucak içeri kaçıyordu. En son adamın “oğlanı aç çıblak bırakıp gidmiş” dediğini duyunca rahatladı. Adamın Emine yengeye söylendiği belliydi. “Adam sen de bene ne?” deyip odasına girecekti, yine şeytanlığı duttu “sen kime deyon bizim oğlan?” diye adama seslendi.

Adam Kör Hacer’in sesini duyunca “kime decen? Emine garıya deyon. Bizim çocuğu sahiplenir deyi teslim ettik. Onu insan bildik, ana bildik. Garı, oğlana heç habar vermeden bu gışda aç çıblak bırakıp gidmiş” dedi. Sonra “yenge, sene falan bi şey demedi mi giderken?” diye sordu.

Kör Hacer “ay oğlum, bu zamanda sağ gözün, sol göze menfati yok. Heç insan barmak gadar sabiyi bi başına bıkakır mı? Emine garı paracıdır. O alıce kiraya baka. Bi de köyden getirceniz öteberiye bebillenmeye havas edmişdir. İnsan heç ona barmak gadar çocuğu bırakır gider mi?” dedi.

Bu sözlere adam temelli hiddetlenmişti. Bu sırada çocuk “yalan deme, Emine nine bene iyi bakıyodu” deyince adam çocuğa bir tokat attı. “Ninen yaşında garıya ne biçim laf ediyon sen?” dedi, sonra Kör Hacer’e “kusura bakma yenge, açlık çocuğun beynine vurmuş, ne dediğini bilmeyo” dedi. Kör Hacer “olsun varsın, çocuktur o, çocuğun kusuruna mı bakılır heç?” dedi.

Adam tekrar “Yenge bu Emine garı neriye giddi, biliyon mu?” dedi. Kör Hacer, “Geçen sabah guşlukda telaşla geldi. ‘Benim gız doğurmuş, oraya gidiyon.’ dedi. Ben de ‘Çocuk ne olcek?’ deyince ‘Yetivesin bakdıım. Anası değilin, bubası değilin. Bazar gün bubası gelicek, ona deyiverisin. İsdesen insanlık namına sen de bakılak ol’ dedi. Ben senin oğlana bunu dedim, bi şey lazım olursa gel decedim. Bu, Emine garıya laf mı söylediyo? Aynı deminki gibi ‘Yalan deme.’ dedi. Yukarda Allah var. Ben gine yardım edicedim; emme çocuk gelip bi şey demedi” dedi.

Adam bu sözler üzerine çocuğa biraz daha kızdı. Öfkesinin yarısı Emine yengeye, yarısı çocuğa olmak üzere ikiye bölünmüştü.

Kadının bu sözleri üzerine “yenge ben çocuğu okudmakdan vaz geçdim, götürüyon. Emine garıya deyiver. Ben bi ara gelir, çocuğun pırtılarını alır, kira borcumuz neyse veririn. Hadi bene müsaade” dedi. Kör Hacer “oğlum ha galeydi, o garı gelene gadar ben bakıveridim” dedi. Adam “sağ ol yenge, olmeycek. Böyle işi eğreti dutasak, oğlanı temelli gaybedicez. Bizim gibi cıbıllan işi değil çocuk okudmak. Ben bunu anladım, sağ ol” dedi.

Kör Hacer adamın temelli gidici olduğunu anlayınca, yarın Emine yengenin yanında kendini savunmak için “essah deyon, ben bakıveridim” dedi. İçinden de kendine ‘şindi üssüne iş alıcen, yeter’  diye kızıyordu.

Adam “Sağ ol yenge. Sen daha insanlıklı çıkdın. Kira mira almeycen; emme hakikadlı insansın” dedi. Kadın hiç hak etmediği övgüyü alınca biraz utanır gibi oldu “iyi, ben vazifemi yapdım. Size Allah golaylık versin, güle güle” dedi, odasına girdi. Odaya girince “abov adam eh, olur deyivecek diye ödüm sıddı” diye söylendi. Bu arada rahatlamıştı. Artık Emine yenge gelince “gomşu ben baken deyi çok ısrar edim. Adam çocuk okudmak bizim harcımız değil deyip oğlanı alıp giddi” diye kendini savunacaktı. 

Adam bu sırada torbadan Emine yengenin hediyesini çıkardı. Çocuğa “şunları içeri goy, ben haftaya gelince Emine garıya veren” dedi. Çocuk babasının Emine ninesine çok kızdığı için “Emine garı” dediğini anlamıştı. Onu savunacaktı; ama demin Kör Hacer’in mendeburluğu marifetiyle tokatı yediği için korkup sustu. Babasının verdiği şeyleri odaya bırakıp geldi. Babası çok öfkeliydi veya çocuk öyle zannediyor, ona hiç karşılık vermeden ne derse yapıyordu.

Halbuki adam demin çocuğa tokat attığına bin pişmandı. Ama çocuktan özür dileyecek hâli de yoktu; ama biraz yumuşak sesle “sen şimdi geyin bakayım” dedi. Ona anasının gönderdiği ‘göyneğini’ iç kazağını, gömleğinin üstüne de dış kazağını giydirdi “hah şöylem, adam gibi oldun” dedi.

Çocuk babasının yumuşamasına sevinmişti, gülümsedi.

Adam çocuk gülümseyince onu okusun diye bırakıp gitmeyi düşündü. Ama gelince gördüğü ibrikte göğermiş tarhana çorbası, küflenmiş ekmekler, boş odun çuvalı, çocuğun açlıktan ‘pörtlemiş’ hâli gözünün önüne geldi. Kendine ‘hade oğlum hade; sen kim çocuk okutmak kim?” dedi. Çocuğa “hadi oğlum, çıkalım, göreği kitle gidiyoz.” dedi.

Çocuk ağlamaklı olmuştu; ama babası kararlı bir şekilde “gidiyoz” deyince çaresiz kabullendi. Önce ocaktaki ateşin üzerine oradaki bakır testideki suyu döküp ateşi söndürdü. Sonra babasının arkasından çıktı, kapının kilidini takıp kilitledi. Yeni ayakkabılarını giymişti. Ancak kravatı ve şapkayı oradaki torbalardan birinin içine koydu. Babasına “kitapları ne yapayım? onları yeni almıştım” diyecekti, söyleyemedi. Çantasını eline aldı. Babası da torbaları aldı. Birlikte evden ayrıldılar.

Adam çocuğun evden çıkmadan ocağın ateşini söndürdüğünü görünce içinden ‘okuyan adam belli oluyo. Ben düşünemedim, o düşündü’ diye geçirdi.

Aslında onu okutmayı çok istiyordu. Ama çaresiz kalmıştı. Yolda giderken çocuk “buba, öğretmen bene kitap verdiydi, onu nedcen şindi?” dedi. Babası “Ne kitabı?” diye sorunca çocuk öğretmenin ona nasıl kitap verdiğini, neler söylediğini anlattı. Adam bunları duyunca daha çok üzülmüş, adeta sarhoş gibi olmuştu. “Bi çocuğu okudmayı berecemedim” diyerek kendine çok öfkeli, hızla yürüyordu. Çocuk babasını öyle öfkeli görünce kendine kızdığını sanmış; korkup susmuş, peşi sıra gidiyordu. Artık yolda hiç konuşmadılar.

Adam doğru asker arkadaşının kahveye gitti. Karısının onlara gönderdiği hediyeleri verecekti. Çuvalda getirdiği kökle çıraları da onlara verecek oğluyla, geldiği pazarcı kamyonuyla köye dönecekti.

Karısının, kızların çok üzüleceğini, karısının emmi kızının ‘kıs kıs’ gülüp dedikodu yapacağını, karısının buna da çok üzüleceğini hep biliyordu; ama çaresizdi. Çocuğu okutayım derken yetişemeyip hasta olmasından, onu temelli kaybetmekten korkuyordu.

Baba bu düşünce ve endişelerle; çocuk da bir daha kitap okuyamayacağı, çok kafalı adam olamayacağı, anasını çektiği sıkıntılardan kurtaramayacağı endişeleriyle adamın asker arkadaşının kahveye geldiler.

Kahve henüz çok kalabalık değildi. Asker arkadaşı ocakta, kardeşi de yanında sohbet ediyordu. Onları ellerinde torbayla geldiğini gören asker arkadaşı ve kardeşi merakla baktılar. Asker arkadaşı “hayırdır deliağa? Sarınıp, sarmalanıp nerden böyle?” dedi.

Adam çocukla yanlarına geldi. Asker arkadaşının kardeşi ayağa kalkıp ona “buyur ağam” deyip sandalyesini verdi.

Adam bitkin bir şekilde sandalyeye oturdu. “Sorma arkıdeş, ben oğlanı götürüyon. Garı size bi şeyler yolladı. Onları bırakıp, helallaşıp gidicez” dedi.

Asker arkadaşı adamın bu sözleri üzerine biraz şaşırmış, “sen ne deyon öyle yav? Kimi götürüyon? Neye götürüyon?” diye sordu.

Adam “arkıdeş, ben oğlanı okudumecen” dedi. Karşılaştığı şeyleri, şaşkınlığını, üzüntüsünü hep anlattı. Bu arada Emine yengeye güvendiklerini, güvendikleri dağa kar yağdığını söyledi.

Asker arkadaşı bunları dinledi, dinledi sonra “hadi sittir ordan dangılak; bu gadar şey için çocuk okuldan mı alınırmış heç?” diye kızdı. Adam “arkıdeş nedem? Çaresiz galdım. Ben de biliyon doğru değil, emme mecbur galdım” deyince asker arkadaşı daha öfkelendi. “Ula dangılak; ben neciyin? Biz neciyiz burda? Bi senin oğlana sahap çıkımecek gadar çapsız mı sandın sen bizi? Oğlum, sene boşuna deli demeyola. Sen de şunu sürücek akıl yok” derken elini sallıyordu.

Sonra kardeşine “bizim oğlan sen bakılak ol, ben çocuğu eve bırakıp gelen” dedi.

Adam asker arkadaşının sözlerinden davranışından, ne söyleyeceğini şaşırmış ona bakıyordu. 

Asker arkadaşı “ne bakıyon öyle salak gibi? Oğlanı ben okuducen; sen de sittir git köyüne” dedi.

Adam çok şaşırmıştı “yav olur mu? Sene zahmet vermeyem, bi gün değil, iki gün değil” deyince asker arkadaşı “oğlum sen benim gardeşim değilmin? Ben de bu çocuğun gocabubası değilmin? O zaman neye olmeyomuş? Benim garı da bunun gocaanası. Yemeğe bi gaşık fazla gocez, bi gat yatak fazlıdan yapıcez, hepsi bu değil mi? İnsan bu çocuğu gıyıp da nasıl götürür? Sen, ben zorda galsam benim çocuğa sahap çıkmecen mi?” dedi.

Adam boynunu bükmüş, ağlamaklı olmuştu. Asker arkadaşının kardeşine baktı. O da “Ağam doğru söylüyo abe; sen marak edme, biz senin oğlana kendi çocuğumuz gibi bakarız evelallah” deyince adam söyleyecek söz bulamadı. Sadece asker arkadaşına “bu torbuları da götürün, bazaryerinde bir çuval kök varıdı, ben onlara alıp gelen” dedi.

Asker arkadaşı adamın “ağlamaklı” hâlini görmüş, içi acımıştı. Çocuğa baktı, onun çok şaşkın olduğunu gördü. Yanağından sıktı “hadi gidem gocububam” dedi, çocukla evine yürüdü.

Çocuk sevinsin mi, üzülsün mü bilememişti. Dönüp babasına baktı. Arkasından öyle melül melül baktığını görünce adamın elini bırakıp koştu babasına sarıldı. Babası da çocuğa sarıldı. “Oğlum sen gocububangilde galırsın. Ben her hafta gelirin, ananı da getirin” dedi. Cebinden çıkardığı paralardan iki lira verdi. “Bunla üstünde bulunsun.” dedi. Çocukla asker arkadaşının yanına geldi. “Sağ ol bizim oğlan; valla ne diyecem bilemeyon, oğlan önce Allah’a, sonra sene emanet” dedi.

Az önce çocuğun koşup babasına sarılışı hem asker arkadaşını hem de kardeşini çok duygulandırmıştı. Asker arkadaşı adama “sen merak edme bizim oğlan; onun bi bubası da benin. Onu heç çocuklamdan ayrı dutmam” dedi ve çocuğun elinden tuttu. “Hadi gocububam gidelim” dedi. Birlikte çıkıp gittiler.

Adam da kök çuvalını getirmek için pazarcının yanına yürüdü. 

Bu sırada asker arkadaşı ve elinden tuttuğu çocuk eve varıp bahçe kapsından girdiler. Karısı bu sırada bahçeyi süpürüyordu. Onları görünce doğruldu. Asker arkadaşı karısına “garı bu bizim deliağanın oğlan. Bundan keri burda galıcek, bizim oğlan olucek. Okula buradan gidip gelicek” dedi. Torbaları da “bunları senin gardeşlik göndermiş. Ben varen, deliağa orda, onu uğurleyen” dedi ve çıkıp gitti.

Asker arkadaşının karısı hiç şaşırmamış, kocasına “bu çocuk da nereden çıktı?” diye sormamıştı. Kocasının “deliağa” dediğinin çocuğun babası olduğunu, onların geçen hafta karısıyla eve gelen kocasının asker arkadaşı olduğunu anlamıştı.

Kocası gidince çocuğun yanına geldi “abu yavrım, sen de bek yavızmışsın.” deyip iki yanağından öptü. “Hadi gel baken” dedi, torbaları aldı, onu bir odaya götürdü. “Sen burda bizim oğlanla galırsın. Sen onu tanıyon mu?” diye sordu. Çocuk usulca “tanımeyon” dedi. Kadın “Şindi gelir, tanışırsın. Garnın aç mı senin?” dedi. Çocuk “Aç değil, az önce anamın gatıvediği ot ekmeni yedim” deyince kadının içi acıdı. Gülümseyerek “Anan çok mu güzel ot ekmeği yapıyo?” diye sordu. Çocuk “evet” der gibi başını salladı. Kadın “Ben sene neler yapıp yedircen bi bilsen” dedi. Çocuk gülümsedi. Kadın “sen böğün okula niye gidmedin? Hasda mın yoğusam?” dedi. Geldi çocuğun alnını elledi. “Azcık ateşin var.” dedi.

Çocuk okula niye gitmediğini söyleyemedi. Sadece “hasda mısın yoğusam?” deyince usulca “azıcık hasdayın” dedi. Kadın telaşlandı “abu yavrım. Ben sene şindi yatıren. Sen yatagoy. Ben sene bi çorba bişiren. Iscak ıscak içer, çabucak iyileşirsin” dedi. Yerde serili duran büyükçe minderin kenarındaki yastığı aldı. “Sen kafanı şu yasdığa goy. Açcık uyu.” dedi. Çocuk üzerindekilere bakınca kadın yüklükten bir yorgan çıkarıp koydu “hade, sen soyun yat. Ben de sene çorba bişiriveren. Bi de çay demleyen, gocaana oğul ikimiz içeriz. Hem az sonra benim oğlan da okuldan gelir” dedi ve çıktı.

Çocuk sımsıcak gördüğü kabule çok sevinmişti ama şaşkındı. Az önce babasıyla gelirken tümden kaybolan okuma olanağını yeniden bulmuştu. Soyundu, torbadan pijamasını çıkarıp giydi ve yatağa yattı. Üzerine de yorganı örttü. İki günde yaşadıkları, sabah babasının gelişi, onu götüreceğini söylemesi, Kör Hacer’in oyunculuğu aklına geldi. Her şey bitti derken sımsıcak bir yuvada okuma olanağına kavuşmuştu. Tarif edilemez duygular içindeydi. Gözlerini yumdu; az sonra da uyudu.


  





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder