ONUN HİKAYESİ dördüncü son bölüm
Dışarıda kızının kaynı vardı. Onu görünce
heyecanlandı “hayırdır Memedalı, hoş geldin” dedi; ama yüreği cız etmişti.
Heyecanla “gız doğurdu mu yoğusam?” dedi. Kızının kayını Mehmet Ali, soluk
soluğaydı “doğurdu yenge, yalınız az biraz zor oldu, sağlıkçı almıya geldim”
dedi. Kadın telaşla “gııı noldu? Gıza bi şey mi oldu yoğusam?” diye bağırınca
Mehmet Ali “yok yenge, valla değil. Az ganıma mı ne olmuş; köydeki ebe garı
‘sağlıkçı getirin de bi iğne yabdırın’ dediydi. Ben de onun için şey eddiydim”
dese de Emine Yenge çok telaşlanmıştı “abu! Çabuk gidelim” dedi. İçeri girdi,
giyindi, çıktı.
O sırada çocuk aklına geldi “abuu! Ben
çocuğu neriye goyup gidicen gari?” diye söyleniyordu.
Mehmet Ali “ne çocuğu?” dediyse de Emine
yengenin çırpınışlarından bir şey anlaşılmıyordu.
Emine Yenge “sağlıkçıyı neylen götürcez?”
diye sordu. Mehmet Ali “ben cip dutcen, bubam öyle dedi, hadi çabuk olalım.”
dedi. Emine Yenge bu sırada şaşırmış, kâh kendi odasına kâh çocuğun odaya girip
çıkıyordu.
Mehmet Ali en son “hadi çabuk olalım”
deyince Emine yenge kendi kapısını kilitledi, doğru Kör Hacer’in evine yöneldi.
Kapıyı acele acele çaldı “ne o gız? yangın mı var?” diye kapıyı açan Kör
Hacer’e yana yakıla kızının kaynının geldiğini, kızının kanaması olduğunu,
acele köye gitmesi gerektiğini söyleyip “gurbanın oleyin gardeş, ben hemen
dönerin. Dönmezsem bile bazar gün bubası gelir. Ozmana gadar çocuğa sahap çık”
diye yalvarıyordu.
Kör Hacer uyku sersemliğine “tabii gardeş,
sen heç marak edme; ben sene aradman” falan dedi.
Emine yenge biraz rahatlamış biçimde
kayının arkasından koşarak gitti. Onun arkasından kısa bir süre bakan Kör Hacer
“bu garı aklını gaçırmış; elin çocu için parılanıba, cık cık…” deyip odasına
girdi, yattı. Tabii çocuğu, Emine yengeye verdiği sözü o saat unutmuştu.
Emine yenge Mehmet Ali’nin arkasından
koşarken bir yandan da kızı hakkında ona sorular soruyordu.
O sırada çocuk da okulda dersteydi. Her
dersin ayrı öğretmeni vardı. Çocuk önce buna çok şaşırmıştı. Çünkü onu
ilkokulda birinci sınıftan beşinci sınıfa kadar hep aynı öğretmen okutmuştu.
Zaten köyün okulunda bir öğretmen bir de eğitmen vardı.
Eğitmen ve öğretmen yakın köylerdendi. Köye
ilk eğitmen gelmişti. Eğitmen belgesini
kursla almıştı. Eğitimde yeni yazının kabulünden sonra öğretmen olarak ilk
görevlendirilenlerdendi. Köylüler eğitmenleri kendilerine daha yakın bulsa da
sonradan gelen öğretmeni de çok sevdiler. Öğretmen Köy Enstitüsü mezunuydu.
Köyde hem çocuk okutuyor hem de okul müdürlüğü yapıyordu.
Onun kafalı adam olduğu öğrenmişti.
Çünkü köyde herkes, babası bile “bu öretmen
çok gafalı adam” demişti. O da o günden sonra öğretmenin çok kafalı olduğunu
düşünmüştü. Ama çok kafalının ne anlama geldiğini bilmiyordu. Onu da babasından
öğrenmişti. Babası öğretmen için “adam çok okumuş, her bi şeyi biliyo; valla
çok gafalı adam” demişti.
O da çok okuyacağını düşünüp “ah ben de bi
okusam da her şeyi bilsem, çok kafalı adam olsam. Herkez bene çok kafalı adam
dese…” diye içinden geçirmiş; şimdi babası kırıp, sarıp onu okutmaya kalkınca
“bir gün ben de çok kafalı adam olucen” diye çok sevinmişti.
Her şeyi okumak istiyordu. Köydeki
öğretmenin de, eğitmenin de çok kitabı vardı. Ama öğretmenin daha çok kitabı
olduğunu biliyordu. Köye ilk geldiğinde onun lojman temizliğini kadınlar “imece” usulü yapmış, köyün gençleri ve genç
adamları da eşyasını taşımasında, yerleştirmesinde yardım etmişlerdi. Zaten
bekârdı veya evini getirmemişti. Çocuk orasını bilmiyordu.
Köyün kadını, erkeği öğretmenin bavul bavul
kitabını görünce şaşıp kalmış, kendi aralarında veya içlerinden “bu adam bu
gadar kitabı nasıl okuyo? Pes doğrusu!” diye konuşmuş, bazıları “tabii bu gadar
kitabı ben de okusam ben de gafalı olurun” diye kafalı insan olma konusunda
doğru yorumda bulunmuştu.
Onların köyde öğretmeni çok seviyorlardı;
ama her köy aynı değildi ki… Bazı köylerde öğretmenler için “bunla gominismiş,
dinsizmiş, ana bacı tanımazımış” gibi şeyler söyleniyordu.
Çocuk bunları bir keresinde babası anasına
anlatırken duymuş ama ne olduğunu anlamamıştı. Çünkü babası köyde, kasabada
veya öteki köylerde duyup geldiğini evde ‘söylenti’ gibi anlatır, ama hiç
açıklama yapmazdı.
Zaten ne anası, ne onlar babasına öyle çok
soru sormazdı. Tabii çocuk da büyüyünce soramıyordu. Hâlbuki küçükken, babası
onu hoplatıp zıplatırken veya omzuna aldığında babasına korkmadan her şeyi
sorardı. Babası da hiç kızmaz; güler “hele şunu bak sen.” diyerek sorduğuna
cevap verirdi.
Dördüncü sınıfa geldiği yıl, babası ona
karşı daha ciddi olmuştu. Oğlunun şımarmasını istemiyordu. Gerçekten artık
eskisi gibi omzuna almıyor, ona yüz vermiyordu. Şimdi yerini yeni doğan kardeşi
almıştı. Bu yüzden büyüdüğüne hiç sevinmiyordu. İçinden “ah hep güççük galsam
da bubam bene hep sevse” diye düşünürdü.
Babasının şimdi sanki eskisi kadar
sevmediğini, buna da anasının emmi kızının oğlunun sebep olduğunu biliyor;
içinden “ben heç onu gibi şımarman ki…” diye geçiriyor ama bunu babasına
söyleyemiyordu.
Çocuk ortaokulda çok öğretmen görünce
bunları düşünmüştü. Her öğretmen kendi dersinin alınacak kitap ve defterlerini
yazdırmış ve “bunları pazartesiye hazır edin, kontrol edeceğim” demişti.
İlk iki derse giren öğretmen onun yarasını
pansuman eden öğretmen olduğu için çocuklar kitap ve defteri tamam etti mi diye
bakarken ona “sen yarın, yarından sonra alırsın” demişti.
Şimdi gelecek öğretmen farklıydı. Çocuk
köydeki öğretmen ve eğitmen aklına geldiğinde şimdiki öğretmene ne
söyleyeceğini düşünüyordu. İçinden “öğretmenim ben hasta oldum için alımadım,
bugün öğlen alıcen” diyecekti.
Çünkü sabah evden çıkarken kitap ve
defterleri öğlen alırın diye düşünmüş, öğlen eve gelmeyeceğini Emine yengeye
söylemeyi de unutmuştu. Şimdi bir de onun telaşındaydı. “Ya Emine nine merak
ederse?” diye aklına gelince ona haber bırakmadığı için çok pişman oluyordu.
Hatta ‘teneffüste koşmacı gidip, söyler gelirin” diye düşünmüş, dizinin yaralı
olduğunu düşününce de bundan vazgeçmişti. Şimdi aklında bu da vardı.
Emine yengeyi artık ninesi gibi kabul
ediyor “gızmaz herhal; gızarsa da boynunu sarılıverin” diyor, sonra “akıllım o
senin essahdan ninen değil ki…” diye söyleniyordu.
Bu sırada öğretmen de sınıfa girmişti. Bu
öğretmen de derse girince ilk olarak kitap defter kontrolü yapıyordu. Alamayan
çok öğrenci vardı. Öğretmen alamayanlara sorunca hepsi genellikle “öretmenim
bubam daha alıvermedi” veya “öretmenim bubam ‘şindi param yok’ dedi” diye
mazeret belirtiyordu.
Öğretmen onun yanına gelince durdu “geçen
gün dizi yaralanan çocuk sen miydin?” deyince çocuk heyecanlanıp ayağa kalktı
“evet öğretmenim” dedi. Öğretmen “nasıl iyileşti mi dizin?” dedi. Çocuk “evet
öğretmenim, iyileşti.” dedi. Öğretmenin gözü çocuğun sırasının üzerindeki
“Andersen Masalları” kitabına takıldı. Kitabı eline alıp “bunu sana kim verdi?”
diye sordu. Çocuk daha heyecanlanmıştı. “Köyde öğretmenim verdi.” dedi.
Öğretmen “sen kitap okumayı çok mu seviyorsun?” diye sordu. Çocuğun yüzü
kızarmıştı, başını öne eğip “Evet öğretmenim.” diye cevap verdi. Öğretmen bunun
üzerine “aferin, ben kitap okuyan çocukları çok severim. Sen tenefüste bana
gel, ben sana başka okuyacak kitap vereyim” dedi. Çocuk öğretmenin bu sıcak
davranışından çok mutlu olmuştu.
Öğretmen diğer çocuklara döndü “bakın
arkadaşınız kitap okumayı çok seviyormuş. Siz de çok kitap okuyun. Ne kadar çok
kitap okursanız bilginiz o kadar çok olur ve kafanız derslere daha iyi çalışır”
dedi. Sonra çocuğa “sen kitap ve defterlerini alabilecek misin? Paran pulun var
mı?” dedi. Çünkü çocuk düşüp dizini paraladığı gün öğretmenler odasına gelen
müdür, öğretmenlere bu çocuktan bahsetmiş, babasının çocuğu okutmak için nasıl
paralandığını anlatmış “arkadaşlar, köylüler çocuklarını okutmak için
çırpınıyor, o çocuklar kasabada çok kötü koşullarda, izbe gibi evlerde okumak
için çırpınıyor. Hepimiz o çocuklara sahip çıkalım, maddi imkânı olmayanlara
elimizden geldiğince yardımcı olalım. Ayrıca oturdukları evleri öğrenip gece
onları evlerinde sıkça ziyaret edelim ki; hem onların hem babalarının emekleri
boşa gitmesin” demişti.
Tabii çocuk bunları bilmiyordu. Çocuk
öğretmen “Senin kitap alacak paran var mı?” deyince “var öğretmenim; bubam bene
para bırakdı. Öğlen gidip alıcen” dedi. Öğretmen içinden “konuşması hâliyle köy
şivesi; ama kitap okudukça mutlaka düzelecektir” diye geçirip diğer
öğrencilerin yanına dolaştı.
Az sonra teneffüs zili çaldı. Çocuk
öğretmenin arkasından gitti. Onu gören öğretmen “gel çocuğum” dedi, onu
öğretmenler odasına götürdü. Orada dört öğretmen daha vardı. Çocuk onları bir
arada görünce çok heyecanlanmıştı. Öğretmenler odasının köşesindeki kitaplığın
yanına gitti “bu kitaplardan istediğini al, okuyunca getirir, sonra tekrar
başka bir kitap alırsın.” dedi. Çocuk ömründe bu kadar çok kitabı ilk defa bir
arada görüyordu. Hepsi pırıl pırıl kaplı kitaplardı. İçinden “ben bunlan
hepsini okunyuncek çok kafalı adam olurun” diye geçirirken kitaplara göz
gezdirdi “seksen Günde Devri Alem” kitabına gözü ilişti. “Devri Alem”in ne
anlama geldiğini bilmiyordu; ama kitabın kapağı hoşuna gittiği için elini o
kitaba uzatmıştı. Öğretmen “aferin, o kitap çok güzel bir seyahat kitabı” dedi,
kitabı alıp çocuğa verdi. Çocuk usulca “sağ ol öğretmenim” dedi ve odadan çıktı.
Onun, öğretmenin arkasından öğretmenler
odasına girdiğini gören sınıf arkadaşları biraz kıskançlık, biraz da merakla
onun çıkmasını bekliyorlardı. Çocuk elinde kitapla çıkınca hemen etrafına
toplandılar. O da “öğretmen bunu verdi, okuycen, götürüp vericen, ordan bi
kitap daha alıp okuycen” diye arkadaşlarına izah ediyordu. Arkadaşları onu
kıskansa da hepsi içlerinden “biz de kitap okuyam; baksana öğretmenle kitap
okuyanları seviyor” diye geçiriyorlardı.
O sırada hademe elinde çıngırak ders zilini
çaldı. Çocuk elinde kitap sınıfa girdi. Sınıfa giren başka bir öğretmen
çocuklara serbest çalışma verdi ve gitti. Çocuk bu serbest çalışmada öğretmenin
verdiği kitabı okumaya çalıştıysa da başarılı olamadı. Öğlen kitap defter
almaya gideceği için eve gitmeyecekti. ‘acaba Emine Nine kızar mı?’diye
düşünüyordu.
Arada bir de köyü aklına geliyordu.
Çünkü köyünden ilk kez böyle tek başına
uzaktaydı ve garipsemesi geçmemişti. Bu düşüncelerle öğleyi etti. Öğle
çıngırağı çalınca dışarı çıktı. Sonra dönüp “kaybolmasın” diye öğretmenin
verdiği kitabı aldı. Bir arkadaşında çanta görmüştü. O çantadan alıp, kitapları
onun içine koyacak, kitap ve defterlerini emniyete alacaktı.
Cebindeki parayı düşündü “yeter herhal”
dedi ve pazaryerine indi. Oradan geçerken lokantanın önünden geçti. İçerden mis
gibi yemek kokusu geliyordu. Çok canı çekti. Kaç gündür yediği tarhana çorbası
ve pekmezdi. Girip o yemeklerden yemek istedi. Ama paranın yetip yetmeyeceği
belli değildi. Önce gidip kitap ve defterleri aldı. Bir de çanta aldı. Babasının
verdiği paraya, anasının verdiğinden yüz elli kuruş daha eklemişti. Geriye
seksen kuruş kalmıştı. Dönüşte yine lokantanın önüne geldi, çekinerek içeri
girdi. Aşcı onu görünce “buyur oğlum.” dedi. Çocuk usulca “aş yecedim, kaç para
acaba?” dedi. Aşçı “senin kaç paran var?” dedi. Çocuk yine usulca “seksen
guruşum var” deyince aşcı “sen ordan bene elli guruş ver; üstü sene harçlık
olsun. Ben senin güzel bi garnını doyuren” dedi.
Çocuk cebinden elli kuruş çıkarıp verdi.
Aşçı ona bir tas kebabı, bir pilav bolca da ekmek getirdi. Çocuk böyle yemeği
ilk kez görüyordu. İştahı açılmıştı. O yemekleri bir güzel yedi, oradaki
maşrapadan bir bardak da su içti. Karnı dibek gibi olmuştu. Aşçı “doydun mu?”
dedi. Çocuk usulca “doydum dayı” dedi. Aşcı “aferin, şindi doğru okula git.
Sakın okuldan gaytarma, oku adam ol” dedi. Çocuk “kaytarmanın” ne olduğunu
bilmiyordu ama yine de “Olur dayı” dedi. Elinde yeni çanta, kitap ve
defterleriyle çıkıp gitti.
Aşçı da gençten biriydi. Lokanta
kendilerinindi. Babası onu okutmak için okula yazdırmış ama o arkadaşlarıyla
saklıca buluşup sigara içmek, oyun oynamak sevdasına dalınca babası onu okuldan
almıştı. Şimdi yanında çalıştırıyordu. Kendi yaptığı hatanın farkında olduğu
için çocuğa “okuldan gaytarma, oku” diyordu. Aslında yemek parası da seksen
kuruş tutuyordu. Ama elli kuruş almış, otuz kuruşu çocuğa harçlık bırakmıştı.
Ama çocuk, aşçının bu iyiliğini hiç
bilmeyecekti. Aklında aşçının en son “oku adam ol” lafı kalmıştı. İçinden
‘tabii okucen, hemi de kafalı adam olucen, hemi de çok kafalı…’ diye
geçiriyordu.
Bu şekilde karnı dibek gibi doymuş; elinde
çantası, içinde yeni kitap ve defterleri, kalemi, silgisi, kalemtraşı, pergeli,
gönyesi, iletkisi, resim defteri, resim kalemleri; velhasıl okumak için ne
gerekiyorsa bütün araç gereci, hevesle okula gidiyordu. Zaten öğle paydosu
bitmişti. Okula varınca hademe, dersin başlama zamanının geldiğini belli etmek
için elindeki zili çalıyordu. Sınıfa girdi.
Onu elinde çantayla gören arkadaşları
imrenerek baktı. Diğer çantası olan öğrencilerle çantasını karşılaştırdı. Okul
başlayalı bir hafta olduğu hâlde dersler boş geçiyordu. Öğleden sonraki iki
saat de serbest çalışmayla geçti.
Akşam paydos zili çalınca çocuk heyecanla
evin yolunu tuttu. İçinden “acaba Emine nine gızar mıykı?” diye bir korku
vardı. Bir yandan Emine yengeye aldığı yeni çantasını, öteki aldıklarını da
göstermek için sabırsızlanıyordu. Eve vardı. Baktı Emine yenge gözükmüyordu.
Kapısının da kilitli olduğunu gördü. Sağa sola bakındı. Akşam da olmak üzereydi
ve hava soğumaya başlamıştı. Çok şaşkındı. “Acaba Emine nine nereye giddiy ki?”
diye düşünüyor, bir cevap bulamıyordu. Üşümüştü. Odasına girdi. Oda buz
gibiydi.
İlk kez kendini yapayalnız hissedip
ürperdi. İçine bir gariplik çökmüştü. İçi ‘göğnüdü’, minderin üstüne kapanıp
ağlamaya başladı. Ne kadar zaman geçti farkında değildi, çok üşümüştü.
Kapandığı yerden doğruldu. Havanın karardığını fark etti, çok korktu. Ne
yapacağını bilemiyordu. Usulca ocağın yanına sürünüp el yordamıyla kibriti
bulup yaktı. Kibrit alevinden çıra torbasını seçti, oradan iki üç çıra aldı.
Kibrit sönmüştü. Tekrar bir kibrit yaktı çıralardan birini tutuşturdu; öbür
çıralarla birlikte yanan çırayı ocağın içine düzgünce koydu. Köyde anasına ocak
yakarken çok yardım ettiği için elleri alışkındı. Gitti kök torbasından iki kök
aldı. Bu sırada köklerin çok azaldığını fark etti. Kökleri ocağın içine,
çıraların üstüne gelecek şekilde koydu. Ocaktaki aleve bakmaya başladı.
Bu sırada köyü aklına geldi. Emine
Yenge’nin hâlâ gelmediğini düşünüp “acaba nerdey ki?” diye merak ederek dışarı
çıktı. Dışarısını pancar lojmanlarından gelen elektrik ışıkları biraz
aydınlatıyordu. Ama bu alacalı karanlık ilerdeki ağaçların, çalıların
şekillerini acayipleştiriyordu. Esen sert bir rüzgârla o çalılar ve ağaçlar
sallandıkça daha korkunç gözüküyordu. Rüzgârın sesiyle ağaç ve dalların
görüntüsünden korkup odasına girdi. Tuvalete gidecekti, korktu “sabah giden”
dedi. Çabucak soyundu, sonra gidip kapının ardındaki ‘tırkıyı’ geçirdi. İlk kez
kapısını “dayaklıyordu”. Ocağa bir kök daha attı ve yatağın içine uzandı. Gözü
pancar lojmanlarına bakan penceredeydi. Dışarıda, hemen pencerenin önünde
duvarın dibindeki çalılar rüzgârla arada bir cama vuruyordu.
Belki daha önceleri de çalılar camda böyle
ses çıkarıyordu ama çocuk korkuyla şimdi her şeyi daha iyi fark ediyordu.
Uzunca süre gözünü camdan ayıramadı. Neden sonra Emine yengenin nereye
gittiğini düşündü. İçinden ‘herhal oturmaya gitti, geç vakit gelir herhal’ diye
kendini teselli edip biraz rahatladı. Neden sonra uykusu geldi ve uyudu.
Sabah yine ayaz çökmüş, oda bile buz gibi
olmuştu. Yatağın içine gömülmüş olan çocuk, soğuğun etkisiyle uyandı. Gece
Emine yengenin olmadığı aklına geldi. Ocağı sönük görünce içini bir korku
kapladı. “Emine nine niye kalkmadı acaba?” diye düşündü. Titreyerek yataktan
çıktı. Acele giyinip ocağın yanına gitti. Külün içinde çok az köz vardı. İyice
azalan çıradan iki tane alıp geldi. Önce üfleyerek tutuşturacaktı. Köz çok
zayıftı. Kibritle tutuşturup ocağın içine çapraz koydu. Çuvaldan bir küçük kök
alıp bunların üstüne koydu. Hareket edince biraz ısınmıştı. Tuvalete gitmek
için dışarı çıktı. Emine ninenin kapısı hâlâ kilitliydi. “Neriye giddi acıba bu
garı?” diye düşündü ama bir sonuca varamadı. Çabucak tuvalete gidip işini
gördü. Odasına girdi. Ocağın içine sokulu bakır ibriği alıp dışarı çıktı,
yüzünü yıkadı. Su ılıktı ama dışarısı çok soğuktu. Acele içeri girdi “yiyecek
bir şey var mı?” diye bakındı. Ekmek mendilinin içinden biraz kurumuş yufka
çıkardı, çanağın içinde tozlanmış pekmeze o yufkadan banarak biraz ekmek yedi.
Nedense canı yemek istemiyordu. Hafiften de
karnı ağrıyordu. Kravatını taktı, yeni çantasını eline aldı, şapkasını giyip
okula gitmek için dışarı çıktı. Etrafa bakındı. Birini görse Emine yengeyi
soracaktı ama etrafta kimse yoktu. Okula doğru yürüdü.
Okula vardığında çok durgundu. Aklında
Emine yenge vardı. “O olmudan ben nasıl ederin ki?” diye düşünüyordu. Bir
başına, köyden uzakta yapayalnız kalmanın ürküntüsünü yaşıyor; ama bunu kimseye
anlatamıyordu. Öğretmenler derslere girdi çıktı, onun durgunluğunu fark eden
olmadı. Öğle paydosu verildi. Çantasını kilitledi. Dışarı çıktı. Gideceği bir
yer yoktu ki. Eskiden Emine yenge varken “koşmacı eve giderdi”. O saatte Emine
yenge mutlaka yiyecek bir şeyi hazır ederdi. Şimdi o da yoktu, nereye koşmacı
gidecekti ki? Döndü, sınıfa girdi. Sınıfta kimse yoktu. Sıraya kapanıp ağlamaya
başladı. Epey ağladı, sonra gözlerini silip dışarı çıktı. Karnı da acıkmıştı.
Aklına dünkü aşçı geldi. Cebinde otuz kuruş vardı. Lokantanın önüne gitti.
Kapıda yine o gençten aşçı vardı. Onu görünce gülümseyip “ne o delikanlı,
acıkdın mı?” dedi. Usulca “acıkdım dayı.” dedi. Aşçı ona “gel baken buruya”
deyip içeri girdi. Çocuk da arkasından içeri girdi.
Aşçı “otur şöyle. Paran var mı?” dedi.
Çocuk dünden kalan otuz kuruşu çıkarıp “bu var dayı” dedi. Aşçı “sen nerelisin?
Senin burada kimin kimsen yok mu?” diye sordu. Çocuk usulca “Emine ninem var”
dedi. Aşçı “ee! Eve niye gidmedin? Böyle her gün aşçıya gelesen evin yolunu
bulumazsın” deyince çocuk aşçı kızdı zannedip korktu, gitmek için kalktı.
Aşçı çocuğu korkuttuğunu anlamıştı “dur
yavu korkma, ben senin eyiliğin için öyle dediydim. Emine yenge evde yok mu?”
dedi. Çocuk yine sandalyeye oturmuştu. “Yok.” dedi. Aşçı “neriye giddi?”
deyince çocuk “nilmeyon” dedi. Aşçı “yumruk gadar çocuğu sorumsuz garılara
bırakıp gidiyola, ne ana bubular var yahu, cık cık…” diye gidip bir tabak kuru
fasulye, bir tabak da pilav getirdi. Çocuk otuz kuruşu uzatınca “goy onu cebine
ama böyle her gün aşçıya gelme, buna para dayanmaz.” dedi. Çocuk parayı
vermekte ısrar edince “aferin, arlı bi çocuğa benzeyosun; bi daha gelince alen,
sen şindi onu cebine goy” dedi.
Çocuk usul usul karnını doyurdu. Sudan
içecekti, utandı. Yerinden kalktı, ileride duran aşçıya “ben gidiyon dayı” dedi
ve usulca çıkıp gitti.
Çocuğun aklında hala aşçının “yumruk gadar
çocukları sorumsuz garılara bırakıp gidiyola” lafı vardı. Aşçının o lafı Emine
yenge için söylediğini anlamıştı. İçinden ‘Emine ninem bene goyup gidmez ki. Bi
işi çıkmışdır, bugün gelir’ diye geçiriyordu.
Okula döndü. Karnı doyunca biraz
canlanmıştı. Son ders zili çalınca “Emine yenge gelmiştir” umuduyla hızla eve
yollandı. Evin önüne geldiğinde gözü Emine yengenin kapısındaki kilide takılı
kaldı. İçini “ya Emine nine heç gelmezse? Ben ozman ne yaparın?” diye bir korku
sarmıştı. Hemen odasına girmedi, kapının önüne oturdu. Yanına da çantasını
koydu, beklemeye başladı. O sırada Kör Hacer de ocağın ateşini takviye için
biraz odun almak amacıyla dışarı çıkmıştı. Karşıdan çocuğun kapısının önünde
oturduğunu gördü.
Aklına, bir gün evvel sabahın köründe Emine
yengenin telaşla gelip “gardeş gız doğurmuş, benim acile gidmem icab eddi. Ben
gelene gadar çocuğa göz gulak ol. Heç olmazsa bazara bubası gelene gadar
mukayyet ol” dediği aklına geldi. “Hıh ben senin uşağın mıyım?” deyip içeri
giriyordu, durakladı. Çocuğa “çocuk, sen kimi bekliyon orda?” diye seslendi.
Çocuk yapayalnızken bir ses duyunca sevinmişti. Hemen ayağa kalktı, “Emine
ninemi bekleyon, neriye giddi biliyon mu?” diye bağırdı.
Kör Hacer çocuğun “Emine ninemi bekliyon”
deyişinden Emine yengeyi kıskanmıştı. Çünkü o kadar nalet bir kadındı ki kendi
torunları bile ondan “öcü” görmüş gibi korkup kaçardı. Şimdi elin çocuğunun
Emine yenge için sevgiyle “Emine ninemi bekliyon” dediğini duyunca içinde
oluşan kıskançlıktan az önce canı acıdığı için seslendiği çocuğu şimdi düşmanı
gibi görmeye başlamıştı. “O gitti, gelene kadar seni bene emanet etti”
diyecekti, vazgeçti. “Sen Emine nineni daha çok beklersin. Gitti o, gitti.”
dedi.
Çocuk, Kör Hacer’in söylediklerini duyunca
birden ağlamaklı oldu “yalan deme, Emine ninem beni goyup gider mi hiç?” dedi.
Kör Hacer çocuğa çok kızmıştı “yalanısa sen de ağzını yala. Yalanımış. Sen
ninen yaşında garıya yalancı demiye utanmeyın mu? Gitti işde, baya gitti.
Giderken de ‘o çocuk sorasa gitti de; başının çaresini kendi baksın dedi de,
onu bakdım yativesin gari dediydi de’ dedi” diye çocuğun temelli moralini
bozucu şeyler söyledi.
Sonra “acaba çok mu ileri giddim?” diye
çekindi, sonra “adaam sen de; kimden korkucemişin? hem yalan mı? Garı giddi
işde. Bi de bene ‘sen bakıve’ dediydi. Akıllım, kirayı o alıp yecek, cerimesini
ben cekicen. Canı atardı” diye söylendi.
Bu sırada çocuk Kör Hacer’in kendine
söylendiğini sanıp yakına gelmişti. Kör Hacer “ne bakıb durun öyle? Buban
gelince söyle. Emine garı gızının köyüne gitti. Bi da gelmicek” dedi, hışımla
kapısını açıp odasına girdi. Odasına girerken “ne arsız çocuk bu? Yüz versem
hemen üsdümde galıcek” diye söyleniyordu.
Çocuk onun arkasından baktı kaldı. Kadın
odasına girince çocuk gerisin geri geldi, kenara koyduğu çantayı alıp odasına
girdi.
Bu sırada Kör Hacer evinde “heç bilem;
anası değilin, bubası değilin. Garı kirayı yiyecek, çocuğu bene sarıvecek,
akıllım” diye çocuğu ilgisizlikte kendini haklı çıkarmaya çalışıyordu.
Çocuk odasına girdi. Ocağı ateşledi.
Çuvalda biraz “yarınlık” kök kalmıştı. Onu idareli yakmayı düşündü. Ne yapsın?
Başının çaresine bakacaktı. Öğlen karnını iyi doyurmuştu. Karnı çok aç değildi.
Dışarı tuvalete gidip geldi. Ocak da yanmış, oda ısınmıştı. Öğretmenin verdiği
kitabı çıkardı. Pancar lojmanlarına bakan pencerenin önüne oturdu. Anasının
perde diye astığı bezi kenara topladı. Pencereden gelen gün ışığıyla kitabı
okumaya başladı. Babası ona “haftaya gelince sene bi gaz lambası alıveren”
demişti.
Babası gaz lambası alınca onun ışığında
kitap okuyup ders çalışmayı hayal etti. İçinden ‘nasıl olsa Emine Nine gelicek’
diye geçirdi, kitabı okumaya devam etti. Epey bir süre sonra hava kararmış,
artık yazıları zor seçmeye başlamıştı. Kitabı kapatıp çantaya koydu. Gitti
kapıyı ‘tırkıladı’. Sonra soyunup pijamasını giydi, yattı. Gözü bir ocaktaki
ateşe, bir pencereden gelen ışığa kayıyordu. Perde gibi şeyi toplayıp kenara
koyduğu aklına geldi. Sanki pencereden biri bakacakmış gibi geldi. Korktu.
Kalktı, perde gibi şeyi yerine takıp tekrar yattı. Yatağın içinde ağıp dönerken
uykusu geldi, uyudu.
Bu sırada Emine yenge kızının evindeydi.
Kızının kanaması geçmişti; ama çok hâlsizdi. Kızı ebenin tahmin ettiği gibi
ikiz doğurmuştu. Emine yengenin aklında çocuk vardı. ‘Acaba Kör Hacer çocuğu
sahaplandı mı?’ diye düşünüyor, ‘gı cavır mı bu? Za sahaplanmıştır. El gadar
çocuğun ağırlından nolcek? Edivece bi çanak aş. Hayrım olur deyi muhakkak
edivemişdir’ diye kendini teselli ediyordu. Yine de içi hiç rahat değildi. Kızı
iyileşir iyileşmez gitmeyi düşünüyordu. Bu düşüncesini kızına söyleyince kızı
şaşırmış, “gız ana, sende heç akıl yok. Burda kendi torunlanı goyup öyle elin
çocuğunu düşünüyon” diye biraz da kızmıştı.
Emine Yenge “gızım öyle deme. El gadar
sabi. Bubası bene teslim edip giddi. Hemi de bi nine deyişi var, bek dadlı”
dedi. Kızı “gız ana, ninem sene boşuna ‘benim gelinin gafası gelip gider’
demiyormuş” deyince Emine yenge, kızı kaynanasını hatırlattığı için
öfkelendi. Kızına “Öyle, sen de zaten
onu çekmişsin; ondu da heç insanlık yoğudu, sendi de yok” diye söylendi ve kızı
biraz iyileşsin mutlaka gitmeyi kafaya koydu.
Ama şimdi ele güne karşı bu insansızlıktı;
kız hastayken gitmesi doğru olmayacaktı. Hem damadı da sanki temelli galıcıymış
gibi ‘tosdurup tosdurup’ geçiyordu. Emine Yenge, ‘Hı ı insanın evi gibi yok’
diye düşünüyordu.
Bu sırada çocuk, sabah ezan sesiyle uyandı.
Erkenden uyuduğu için uykusunu almıştı. Daha vakit çok erken olduğu için
kalkmadan, yatağın içinde yatmaya devam etti. Neden sonra, gün biraz ışıyınca
kalktı, tuvalete gidip geldi. Ocağı karıştırdı. Çok az köz vardı. Çuvalda da
iki tek kök kalmıştı. Çıktı, Emine yengenin çenttiği çalıların kurularından üç
dört çalı aldı. Şıpırtıdan karların eridiğini fark edip sevindi. İçinden ‘eyi
hava azıcık ısınır’ dedi. Çalı dallarını getirdi, ocağın içine koydu. Torbadan
iki tane çıra aldı. Kibritle tutuşturup çalıların altına sokuşturdu. Az sonra
çıralar çalıları tutuşturdu. O da ocağın kenarına oturdu, çıtırdayarak yanan
ateşe dalıp gitti.
Anası, babası kardeşleri aklına gelmişti.
En çok da küçük ablasıyla, küçük kardeşi… Çünkü onlarla daha iyi anlaşıyordu. Üçü
bir araya geldi miydi fısır fısır saatlerce sohbet ederlerdi. Neler
konuşmazlardı ki… Ninesinden, köyün öteki çocuklarından, ağıldan, keçilerden,
eğer doğmuşsa yeni oğlaklardan… Konuşacak o kadar konu olurdu ki…
O yıllar sinema, televizyon yoktu. Radyo
bile köyde bir tek anasının emmi kızının kayınbabasının evinde vardı. O da her
zaman herkese dinletmezdi. En çok bayram günü açıverir, o sıra evine
bayramlaşmaya gelenler bol bol dinlerdi. Ama o küçük ablası, küçük kardeşi ve
köyün çocuklarıyla adamın evinin arkasındaki alanda oynarlarken kaç kere
saklıca eve yaklaşıp radyoyu dinlemişler, büyük ablasıyla anasına
anlatmışlardı.
Ama şimdi kasabada, aşçı dükkânında,
babasıyla gittikleri kahvede bile radyo vardı. İçinden ‘Ah abamgil gelse de
buradaki radyoyu görüp dinlese…’ diye geçirdi. Ama babasının masraf olmasın
diye onları hiçbir zaman kasabaya getirmeyeceğini de biliyordu.
Böyle böyle düşünürken birden okula
gideceği aklına gelince sıçradı. Çabuk çabuk giyindi. Ocaktaki ateşe baktı,
közleri biraz geri çekip üzerine kül yığdı. Çünkü anası da ocağı söndürmez,
ateşin körelmesini istediği zaman böyle yapardı. Çantasını aldı, Emine yengenin
gelmeyeceğini bildiği için kapının göreğini geçirip kilitledi ve okula
yollandı. Evden hiçbir şey yemeden çıkmıştı, karnı da açtı. Baktı, saat olarak
kullandığı gölgeler daha vaktin erken olduğunu gösteriyordu. Geriye bir şeyler
yemek için döndü. Kapının kilidini açıp girdi. Ekmek mendilini açtı; içinde çok
kurumuş yufka ekmeklerden parçalar ve katmer parçaları vardı. Orada pekmez
çanağının dibinde biraz pekmez vardı. Katmerden koparıp acele acele pekmeze
banıp yemeye çalıştı. Ama pekmezin, katmerin tadı biraz başkaydı. Midesi
bulandı, ağzındaki pekmeze bandığı katmeri ocağa tükürdü. Bakındı, başka
yiyecek yoktu. Çaresiz tekrar odadan çıkıp kapıyı kilitledi ve okula yürüdü.
Hâlâ midesi bulanıyordu.
Bu şekilde okula vardı. Sınıfa girdi. Mazot
kokusu midesini daha da bulandırmıştı. Yerdeki tahtalar okul açılmadan hemen
önce mazotlandığı için sınıflarda bariz bir mazot kokusu vardı. Diğer günlerde
burnu alıştığı için pek rahatsız olmuyordu. Ancak rahatsızlandığı için şimdi bu
koku kusacağını getirmişti. Tam öğretmen gelmişti ki birden öğürmeye başladı.
Öğretmen telaşla yanına geldi “ne oldu çocuğum?” diye sordu. Bu öğretmen, ona
kitap veren öğretmendi. Çocuğun cevap verecek hâli yoktu ve durmadan
öğürüyordu. Öğretmen kolundan tutup tuvalete götürdü “kus burada” dedi. Çocuk
öğürüyor ama ağzından biraz sarı su hariç pek bir şey gelmiyordu. Çocuk buna
rağmen biraz çıkarınca rahatladı. Lavaboda ellerini yıkadı. Ağzını çalkaladı.
Bu sırada oraya sümük gibi bıyığı olan müdür de gelmişti. Öğretmen, müdüre
çocuğu gösterip “üşütmüş galiba” dedi.
Yalnız çocuğun kusmuğundan bir şey
çıkmadığını da görmüştü. Çocuğa “oğlum sen sabah kahvaltısı yapmadın mı?” diye
sordu. Çocuk “yapmadım” anlamında başını geriye doğru salladı. Müdür “Tabii ya,
aç karnına koştuysa midesi bulanmıştır” dedi. Çocuğa “oğlum niye kahvaltı
yapmadan çıktın?” diye sordu. Çocuk başını öne eğdi. Öğretmen “her hâlde okula
geç kalacağım diye kahvaltı yapmadan çıktı” deyince çocuk “evet” der gibi
başını salladı. Müdür “cık cık” etti “hiç kahvaltısız okula mı gelinir çocuğum?
Önce kahvaltını yapacaksın” dedi. Çocuk bu söylenenlerden bir şey anlamıyordu.
O sıra karnı zil çalıyordu, tek derdi bir şeyler yiyebilmekti. Ama şu anda
öğretmenlerine bunu söyleyemezdi. Onun için sözlerini tam anlamasa da sadece
başını sallayarak usulca “anladım öğretmenim” diyordu. Onu tuvalete getiren
öğretmen müdüre, “müdür bey çocuğu evine gönderelim. Bugün istirahat etsin,
yarın okula gelsin” dedi. Müdür “tamam öğretmenim, dediğin gibi, şimdi gidip
istirahat etsin” dedi. Sonra çocuğa “sana bakan biri vardı değil mi?” diye
sordu. Çocuk “vardı, ama şimdi yok” diyemedi “var öğretmenim.” dedi. Müdür “tamam,
şimdi doğru evine git. Öğretmenlerim kahvaltı yapmadan geldiğim için bana
kızdı. Bir daha kahvaltı yapmadan okula gitmemem lazımmış de. Sana bir çorba
yapsın. Güzelce iç, dinlen, yarın okula gelirsin. Tamam mı, anlaştık değil mi?”
dedi. Çocuk “anladım öğretmenim” deyip tuvaletten çıktı. Çantasını alıp okuldan
ayrıldı.
Eve gitse evde kimse yoktu ki… Cebindeki
parayı düşündü. Otuz kuruşu vardı. Tekrar o aşçıya öldürseler gidemezdi. Çünkü
‘Tekrar gidersem dilenci durumuna düşerim’ diye düşünüyordu.
Okuldan çıktı. Caminin oradan pazar kurulan
meydana geldi. Aşçının az aşağısındaki fırına gitti, on kuruşa bir ekmek aldı.
Oradaki bakkala gitti, on beş kuruşluk peynir aldı. Beş kuruşu kalmıştı. Onunla
çay söyleyecek, ekmekle peyniri yiyecekti. Bu düşünceyle babasıyla geldikleri
kahveye geldi. Kahveciye “dayı bene bi çay ver. Ekmek yiyecem” dedi. Çaycı
çocuğu tanımıştı “gel oğlum” deyip onu çay ocağına götürdü. Önüne su bardağında
çay koydu. İçine de bolca şeker koyup karıştırıverdi. Çocuk çay ocağının hemen
yanındaki küçük masanın üzerinde ekmeği çıkarıp peynirle birlikte yemeye
başladı. Bu arada çaydan da içiyordu. Yalnız ekmek yiyişinden çok acıkmış
olduğu belliydi. Ocakçı sabah kahvaltıda kendileri için aldığı zeytini de oraya
koydu, “bundan da ye” dedi. Çocuk peynir, ekmek ve zeytinle güzelce karnını
doyurdu. Biraz ekmek, biraz peynir artmıştı. Onları kâğıda sardı. Ocakçı
“zeytini de al” deyince çocuk önce almak istemedi ama ocakçı ısrar edince “sağ
ol dayı” deyip onu da kâğıdın içine sardı. Çaycı bu arada normal bardakta bir
çay daha koyunca çocuk “dayı bu gadarına param yetmez ki…” dedi. Ocakçı “dayım
çaylar benden, sen yeter ki oku adam ol” dedi. Çocuk, o çayı da içti. Sonra
usulca “sağ ol dayı” dedi, çantasını alıp çıktı.
Ocakçı çocuğun arkasından “bravo valla!
Bizim çocukla o gadar rahadın içinde okumeyo. Elin çocuğu köyden gelmiş, aç tok
okucen deyi çabalıyo. Bravo valla!” diyordu.
Çocuk bunları bilmeden karnı tok evine
gidiyordu; ama Emine yengenin olmayışı aklına gelince ayakları geri geri gidiyordu.
Eve vardı. Hava güneşli ve ılıktı. Karlar hızla eriyip bitmiş, ortalık çamur
olmuştu. Elindeki çantayı odasına koydu. Çantanın içinden öğretmenin verdiği
kitabı alıp dışarı çıktı. Oradaki taşın üstüne oturdu ve kitabı okumaya
başladı.
Çocuğun köyünde de telaş vardı. Kadın ocağı
yakmış, bir tekne de hamur yoğurmuş ve ekmek etmeye başlamıştı. O oklavayla
hamuru açıyor, büyük kızı da pişiriveriyordu. Epey yufka pişirdi. Dört beş
katmer pişirdi. Ot ekmeklerini pişirdi. Kadın bu işleri yaparken bir yandan
kızına çocukla ve Emine Yenge’yle ilgili bilgi veriyor “işallah oğlan hasda
falan olmamışdır. Emine yenge sağ olsun ona bakmışdır herhal” diyerek çocukla
ilgili endişelerini dile getiriyor, bir yandan da kızının kasabayla ilgili
sorularını cevaplıyordu.
Küçük kız da küçük kardeşinin “Abem nerde?
Neye gelmeyo?” gibi sorularını cevaplamaktan sıkılmış, anasına “Ana gı, bu
oğlun sorucu arap gibi abesini sorup duruyo, valla cevap bulameyon” diye küçük
çocuğu şikayet ediyordu.
Anası gülerek “abu gızma abası ona; nedsin
abesini özlemişdir” dedi ama garipsemişti. “Benim aslan oğlum heç böyle evden
ırak galmadıydı ki. Hepimiz onu özleyoz” dedi.
Ananın bu sözleri hepsini duygulandırmış,
kızların gözü sulanmıştı. Kadın hemen kendini topladı “tabii o gadar olucek. O
okuyub hepimize faydası olucek de ondan burda değil” gibi sözlerle kızlarını,
bu arada asıl kendini teselli ediyordu.
Kasabada evin önündeki taşa oturarak kitap
okuyan çocuk, neden sonra üşüdüğünü fark etti. Üzerine oturduğu taşın soğukluğu
onu üşütmüştü. Kalktı, içeri girdi. Oda da soğuktu. Soyundu pijamasını giydi,
yatağın içine girip yattı. Yatağın sıcaklığıyla bir süre sonra uyumuştu.
Uyandığında güneş batmak üzereydi, karnı ağrıyordu. Zorlukla kalktı, ocağı
yaktı, son kökleri ocağa koydu. Az sonra ocak iyice alevlendi. Çocuk tuvalete
gitti. Karnı hâlâ çok ağrıyordu. İçeri geldi.
Aklına anasının böyle durumlarda taş
kızdırıp altına koyduğu geldi. Dışarıdan kayrak biçiminde bir taş buldu. Ocağın
içine küllere yakın taşı koydu. Tekrar dışarı çıkmayacağı için kapıyı
tırkıladı. Geldi, ocağın yanına oturdu. Arada bir taşın kızıp kızmadığını eliyle
kontrol ediyordu. İyice kızdığını eliyle kontrol sonrası anlayınca taşı maşa
gibi bir şeyle aldı. Orada hazır ettiği havlunun üzerine koydu. Taşı havluya
sardı ve altına koyup üzerine oturdu. İlk anda kıçı yanmıştı. Otura kalka
kıçını alıştırdı, sonra üzerine oturdu. Bir süre sonra yellenince rahatladığını
fark etti.
Bu şekilde uzunca süre karın ağrısını
tedavi etti. Karnı acıkmıştı. Kahveden getirdiği kalan ekmeği, peynir ve
zeytini katık edip yedi. Üzerine toprak ibrikten suyunu içti. Ama karnı
doymamıştı. Bakındı ekmek var mı diye. Ekmek örtüsünü açtı. İçinde çok kuru
birkaç parça katmer, biraz da ufalanmış yufka vardı. Onları yemeyi düşündü. Ama
ağzında çiğnediği ekmeklerin tadı bir çeşit gelmiş, yine midesini
bulandırmıştı. Öğürüp kalktı. Dışarı çıkmaya korkuyordu; ama kusacağı gelmişti.
Çaresiz kapıyı açtı; hemen kapının önüne öğürüp az önce yediklerini çıkardı.
Bu sırada karşı evde Kör Hacer kapının
önünde abdest alıyordu. Çocuğun öğürtüsünü duymuştu. İçinden “Çocuk kusubba,
üşütmüş ellem” diye geçirdi. Aklına Emine yengenin çocuk için yalvarışı geldi
“giden, şu çocuğa nediyo diye bakayım” dedi. Ama çocuğun Emine yenge için
“nine” deyişi aklına gelince yine içini kıskançlık kapladı “hıh! Bene neyimiş
ya… Garı kirayı alıp çıtır çıtır yiyecek, çocuğun tasası bene düşücek. Heç
bilem değil. Bene ne ya… Anası değilin, ninesi değilin; bene neyimiş ya…” dedi.
Bu sırada abdestini de almıştı. Namaz kılmak için evine girdi.
Çocuk az önce ne yediyse hepsini çıkarmış,
biraz rahatlamıştı. Etrafın karanlık olduğunu fark etti, içi ürperdi. Hemen
odasına girip kapıyı “tırkıladı”.
Ekmek örtüsünün yanında duran zeytini ve
bir parça peyniri kâğıda sarıp sonra yerim diye oraya koydu. Tekrar taşı
kızdırıp havluya sardı, yatağın içine koydu ve yatağa girip yattı. Kusunca
içindekiler hep çıktığından karnı çok açtı. Ama çaresizdi.
Köyü, evi aklına geldi. Orada, evinde hiç
böyle aç kalmamıştı. Anası, babası ne yapar yapar onların ihtiyacını görür,
karınlarını doyururdu. Anasının yaptığı yemekler, bulgur aşı, tarhana çorbası,
sarma; ot ekmeği, katmer, cısdırma hep aklından geçiyordu. Bunları düşünürken
karnı daha da acıkmıştı. Bu düşüncelerle yatağın içinde ağıp dönerken uykusu
geldi ve uyudu.
Çocuk uyuduğu sırada köyde de son
hazırlıklar yapılıyordu. Adam da ağılı bacanağına emanet edip gelmiş; akşamdan
bir çuval kök ve bir torba çırayı hazır etmişti. Kökleri güzelce parçalamış,
oğluna iş kalmamasına çalışmıştı. Kadın da yiyecek torbasını hazırlamış. Kendi
elleriyle ördüğü iki adet iç kazağı, bir adet örgülü dış kazağı, üç adet yün
çorabı ve “göynek” dediği atletini, donunu hazırlamıştı. Bu arada Emine yengeye
de hediye olarak bir kenarı işlemeli yazma, iki adet “yanaşlı” yün çorap
koymuştu. Kocasının asker arkadaşına da bir yün çorap, bir de kardeşine yün
çorap, ayrıca asker arkadaşının “kardeşlik” olduğu karısına iki adet kenarı
işlemeli yazma, iki adet yanaşlı yün çorap, ayrıca çocukları için üç adet yün
çorap koymuştu. Bunları torbaya koyarken kocasına neyin kime ait olduğunu tek
tek gösterip “sakın garışdırma ha…” diye sıkı sıkı tembih ediyordu.
Adam bu tembihlerden sıkılmış “tamam garı;
sen de beni hepden gaba zeyin eddin ha…” diye tepki gösteriyordu.
Kızlar da bunları hazırlayan analarına
sessizce yardım ediyordu. Küçük ablası, çocuk için iki gündür acele acele
ördüğü yün çorabı babasına verirken “bunu Kezban aban örüvedi de” diyerek kendi
hediyesini diğerlerinden ayrı yere koydu. Küçük çocuk bu sırada ortalıkta biraz
dolaşıp uyumuş kalmıştı. Kadın neden sonra onun uyuduğunu fark etti. “Gızlaa,
oğlan açıkda uyumuş görmeyosunuz?” diye küçük çocuğu yerine yatırmalarını
söyledi. İşleri bitince sabah erkenden kalkmak için sözleşip yattılar.
Kasabada da çocuk erken yattığı için sabah
erkenden uyanmıştı. Yine karnı ağrıyordu ve çok açtı. Bu yüzden yataktan
çıkmadan, uyanık yatıyordu. Sonra kalktı, kalkarken gözü karardı. Yatağın
yanına oturdu. Göz kararmasının geçmesini bekledi. Ocağa baktı, biraz ateş olduğunu
gördü. Ama kök çuvalında kök kalmamıştı. Zorlukla kalktı, dışarı çıktı. Emine
Yenge’nin çenttiği çalıların arasından kuru olanlarından dört beş dal alıp
geldi, ocaktaki közün üstüne koydu. Üfleye üfleye tutuşturdu; ama çok hâlsiz
kalmıştı. Zor zahmet taşı kızdırıp havluya sardı, yatağın içine koydu; kendi de
girip yattı. Havluya sarılı taşı da kıçının altına koyup rahatlamaya
çalışıyordu. Ayağa kalkacak hâli de yoktu. Bir süre sonra uyumuştu.
O sırada köyde adam, kızlar, kadın ve küçük
çocuk köyün bekleme yerinde kamyon bekliyorlardı. Az sonra bir kamyon gelip
yanlarında durdu. Kamyon çocukla geçen hafta okula kayıt için giderken
bindikleri pazarcıların kamyonuydu. Oğluna ayakkabı hediye eden adam bu sefer
şoför mahallindeydi. Kamyon durunca camdan başını çıkarıp selam verip “ne o
bizim oğlan? Gine evcek yollara düşmüşsün” diye seslendi.
Adam onu görünce kardeşini görmüş gibi
sevinmişti. “Sormu bizim oğlan, bundan keri böyle. Sene de söz verdim y! Ne
edip edicez oğlan okudcez deyi. Telaş ondan” dedi. O pazarcıya cevap verirken
kök çuvalını kasaya koymak için arabanın kenarına çıkmıştı. Karısının kızların
yardımıyla uzattığı çuvalı zor zahmet kasaya koyarken “ileş gibi bu yav”
diyordu.
Pazarcı “arkıdeş, torbuları buruya ver.
Hava soğuk, sen de buruya binersin” dedi. Adam kasada gitmeyeceğine memnun
olmuştu; ama yine lafın gelişi “Sizi sıkışdırmeyen.” dedi. Hem o pazarcı hem de
yanındakiler “ne sıkışması yav; şuncaz yolu sıkışsak nolucek?” dediler. Adam
yiyecek ve öteberi olan üç torbayı ve içinde tarhana çorbası olan toprak ibriği
pazarcıya uzattı.
Karısına ve kızlara “siz buradan dönün; ben
aşama gelirin” deyip kamyona bindi. Kadın, kızlar ve küçük çocuk gerisin geri
köy yoluna girdiği sırada kamyon da yürümüştü.
Adam kamyonun içindekilerle selamlaştı.
Pazarcının sarışın oğlunu göremeyince “senin oğlan arkıda mı yoğusam?” diye
sordu. Pazarcı “yok, o gelmedi. Biz de sizin kasıbadan öteye gidmecez. Hava
gine bozucek gibi. Böğün zaten erken döncez gibi. Sen geri gelceksen, işini
hemen gör, benim yanıma gel” dedi.
Adam içinden “vardır bir bildikleri, sormak
bene mazife değil” diye geçirdi. Yola devam ederken yolculara yanına aldığı
Bafra sigarasından ikram etti.
Pazarcı “Ne o bizim oğlan, artırmışın yav”
dedi.
Çünkü geçen sefer Üçüncü sigarası vardı
yanında. Adam “yok yav arkıdeş; geçen kasaba iki mal verdim. O sıra gelen giden
olursa ikram ederin deyi üç paket bundan alıgoduydum. Şindi birini yanıma
aldım. Kasaba yerinde adama yediğine, keydiğine göre gıymat veriyolar. Biliyon
benim içdim ciğaraya garip öldüren deyola. Ha böğün bundan içem de hepden garip
bilmesinle dediydim” diye açıklama yaptı.
Pazarcı “abo bizim oğlan; avukat gibi
gonuşuyon valla” dedikten sonra yanındaki üç kişiye ve şoföre adamın çocuk
okuttuğunu, oğlunun da çok faydalı olduğunu anlatıyordu.
Bu sırada kendinden bahsedilen adam biraz
mahcup olmuş; ötekiler de bir köylünün çocuk okutmak için çırpınışını
içlerinden takdir etmişler ve kendileri için “bi bu adam gadar olumadık; bok
gibi de para gazanıyoz” diye söyleniyorlardı.
Sohbet koyulaşmış; dokuz dolaşım falan fark
edilmeden geçilmiş, kasabaya gelmişlerdi. Kamyon pazarcıların yayındığı
meydanda onların yayındığı yere geldi. Hepsi aşağı indiler. Önce adamın
eşyaları, çuvalı indirdiler. Adam, pazarcıya “arkıdeş, şu çuval şurda
durugosun, ben “gıvracım” torbulara goyup gelen” dedi. Çuvalın ağzı bağlı
olduğu, bir de odunlar parçalanmış olduğu için ormancıdan falan çekinmiyordu.
Pazarcı “Eyi arkıdeş, sen işine bak; ben çuvala bakılak olurun. Yalınız bizlen
dönücesen işini çabık bitir” dedi.
Adam üç torbayı ve içinde çorba olan toprak
ibriği aldı, yürüdü. Hızla kestirmeden çocuğun evine giderken “oğlan şindi
okuldadır. Ben bunlara Emine yengeye teslim eder, çuvalı da getirdikten sonra
gıvracım okula gider, oğlanı görür, asker arkıdeşin de emanetini bırakır
arabaya yetişirin” diye bir plan yapıyordu. Aklına gaz lambası alıvereceği
gelince ‘para veren kendi alsın. Pompacıdan birez gazyağı alır’ diye geçirdi
içinden.
Bu sırada soluk soluğa eve vardı. Baktı
Emine yenge yok, kapısında da görek asılıp duruyordu “Hayırdır işallah! Bu garı
nerdey ki?” dedi. İçine bir ‘bungunluk’ çökmüştü. Oğlanın kapıyı açtı, bir de
ne görsün, çocuk yatakta yatıyor. “Ula oğlum, vakıt ne vakıt? Senin burda işin
ne? Okula gitmiyo mun yoğusam?” dedi. Çocuğun hâlsiz kendine baktığını fark
etti. Telaşla torbaları oraya bırakıp ayakkabıları bile çıkarmadan içeri girdi.
Çocuk bu sıra yatağın içinde doğrulmuştu. Adam “sen hasda mın yoğusam?” deyince
çocuk açlıktan hâlsiz “hasdayın buba” dedi. Emine yengenin üç gündür olmadığını
söyledi. “Gızı doğurunca köye gitmiş” dedi.
Adam “sene heç habar vermedi mi?” deyince
çocuk “cık” etti.
Adam bu sırada içeri göz gezdiriyordu. Kök
çuvalının ve çıra torbasının boş olduğunu gördü. Geçen hafta içinde çorba
getirdiği toprak ibriğe gözü ilişti. Eline alıp salladı. İçinde çorba var
gibiydi. Burnuna götürdü. Kötü bir koku duydu. Oradaki çanağın içine biraz
döküp kapıdan ışığa tuttu, çanaktaki çorba gömgöktü. İçinden “Allah Allah!”
diyordu. Ekmek mendilini açtı, kuru ekmekten aldı, kapıdan gelen ışıkta baktı,
ekmeklerin küflendiğini gördü. İçi tozlanmış pekmez çanağını, kâğıda sarılı
biraz peynir ve zeytini gördü, çocuğun açlıktan ‘sündüğünü’ anladı. “Ula oğlum
sen aç mın yoğusam?” dedi. Çocuk utancından bir şey diyemedi, başını yana eğdi.
Adam delirecek
gibi oldu. “Ula biz neddik, barmak gadar çocuğu burda aç billaç bırakmışız.
Elin garısı senin çocuğu bu gadar bakar. Ula oğlum, boşuna sene deli demiyola.
Neyini güvendin de çocuk okuducen deyi yolu çıkdın. Garı, emmisinin gızıyla
kakışcek deyi, barmak gadar çocuğu burlada heder ediyon. Bi de adamın deyi
dolaşıyon. Tü senin adamlına!” diye kendini yerden alıp göğe savuruyor, çok
acımasızca eleştiriyordu.
Çocuk, Emine
yengenin ona çok iyi baktığını, ninesi gibi davrandığını söyleyecekti ama takati
yoktu. Adam bu sırada karısının gönderdiği torbalardan acele bir ot ekmeği
çıkarıp dürüm yaptı. Oradaki ibrikten bir bardak da su koydu. “Hadi oğlum şunu
ye baken” diye çocuğa uzattı. Çocuk kıtlıktan çıkmış gibi dürümü ısırarak
yemeye başladı. Arada bir de su içiyordu.
Adam çocuğun
kıtlıktan çıkmış gibi yediğini görünce ha bire “cık cık” ediyor, kendine,
karısına kızıyordu. “Gartal bile kemiği yudmudan, götümden çıkıcek mi deyi
ölçemiş. Sen ağzına, gılıına bakmıdan çocuk okudcen deyi kalkdın gidivedin”
diye kendi kendine söyleniyordu.
Bu sırada çocuk
yedikleriyle canlanmıştı.
Adam çocuğun ot
ekmeğini yiyip canlandığını görünce daha çok üzüldü. İçinden “oğlan acından
geberiyomuş” diye söylendi.
Şimdiye kadar
niye gelemediğine hayıflandı.
Ama kararını
verdi. “Böyle çocuk okudulmaz. Bu iş bizim gibi gıçı çılbaklan işi değil” dedi.
“Hadi oğlum, hazırlan gidiyoz. Başlecen okulundan da… Ben seni şurda bulmadım”
diye söylendi.
Aklından
götürebileceklerinin hesabını yaptı. Galanını sonra gelir götürün, hemi de
Emine garıya bi çift laf ederin” diye düşündü. Asker arkadaşına uğrayıp
karısının onlara gönderdiği hediyeleri bırakacaktı. “Hem gaçar gibi gidmek
olmaz. Emine garıya hafdaya gelicemi habar bırakmam lazım” diye düşünüyordu.
Emine Yenge’nin hediyesini geri götürecekti.
Birden parladı
“götürmeyen, burda goyen de ona insanlık neymiş gösderen. Biz onu anamız
belledik, oğlanı goyup giddik. Bu garı oğlanı öylece bırakıb gidmiş. Ya bunun
heç gomşusu falan yok muydu? ‘Ben gelene gadar çocuğu sahap çık’ dememiş mi?
Oğlanı aç çılbak bırakıp gitmiş” diye yüksek sesle söylenmeye başladı.
Kör Hacer bu
sırada tuvalete çıkmıştı. Emine yenge gelmiş diye çok korktu. Çünkü onun yalvar
yakar ricasına rağmen çocuğa sahip çıkmamış; sahip çıkmak şöyle dursun, çocuğun
moralini daha da bozup üzmüştü.
Şimdi “Emine garı
gelip benden hesap sora” diye çabucak içeri kaçıyordu. En son adamın “oğlanı aç
çıblak bırakıp gidmiş” dediğini duyunca rahatladı. Adamın Emine yengeye
söylendiği belliydi. “Adam sen de bene ne?” deyip odasına girecekti, yine
şeytanlığı duttu “sen kime deyon bizim oğlan?” diye adama seslendi.
Adam Kör Hacer’in
sesini duyunca “kime decen? Emine garıya deyon. Bizim çocuğu sahiplenir deyi
teslim ettik. Onu insan bildik, ana bildik. Garı, oğlana heç habar vermeden bu
gışda aç çıblak bırakıp gidmiş” dedi. Sonra “yenge, sene falan bi şey demedi mi
giderken?” diye sordu.
Kör Hacer “ay
oğlum, bu zamanda sağ gözün, sol göze menfati yok. Heç insan barmak gadar
sabiyi bi başına bıkakır mı? Emine garı paracıdır. O alıce kiraya baka. Bi de
köyden getirceniz öteberiye bebillenmeye havas edmişdir. İnsan heç ona barmak
gadar çocuğu bırakır gider mi?” dedi.
Bu sözlere adam
temelli hiddetlenmişti. Bu sırada çocuk “yalan deme, Emine nine bene iyi
bakıyodu” deyince adam çocuğa bir tokat attı. “Ninen yaşında garıya ne biçim
laf ediyon sen?” dedi, sonra Kör Hacer’e “kusura bakma yenge, açlık çocuğun
beynine vurmuş, ne dediğini bilmeyo” dedi. Kör Hacer “olsun varsın, çocuktur o,
çocuğun kusuruna mı bakılır heç?” dedi.
Adam tekrar “Yenge
bu Emine garı neriye giddi, biliyon mu?” dedi. Kör Hacer, “Geçen sabah guşlukda
telaşla geldi. ‘Benim gız doğurmuş, oraya gidiyon.’ dedi. Ben de ‘Çocuk ne
olcek?’ deyince ‘Yetivesin bakdıım. Anası değilin, bubası değilin. Bazar gün bubası
gelicek, ona deyiverisin. İsdesen insanlık namına sen de bakılak ol’ dedi. Ben
senin oğlana bunu dedim, bi şey lazım olursa gel decedim. Bu, Emine garıya laf
mı söylediyo? Aynı deminki gibi ‘Yalan deme.’ dedi. Yukarda Allah var. Ben gine
yardım edicedim; emme çocuk gelip bi şey demedi” dedi.
Adam bu sözler
üzerine çocuğa biraz daha kızdı. Öfkesinin yarısı Emine yengeye, yarısı çocuğa
olmak üzere ikiye bölünmüştü.
Kadının bu sözleri
üzerine “yenge ben çocuğu okudmakdan vaz geçdim, götürüyon. Emine garıya
deyiver. Ben bi ara gelir, çocuğun pırtılarını alır, kira borcumuz neyse
veririn. Hadi bene müsaade” dedi. Kör Hacer “oğlum ha galeydi, o garı gelene
gadar ben bakıveridim” dedi. Adam “sağ ol yenge, olmeycek. Böyle işi eğreti
dutasak, oğlanı temelli gaybedicez. Bizim gibi cıbıllan işi değil çocuk
okudmak. Ben bunu anladım, sağ ol” dedi.
Kör Hacer adamın
temelli gidici olduğunu anlayınca, yarın Emine yengenin yanında kendini
savunmak için “essah deyon, ben bakıveridim” dedi. İçinden de kendine ‘şindi
üssüne iş alıcen, yeter’ diye kızıyordu.
Adam “Sağ ol
yenge. Sen daha insanlıklı çıkdın. Kira mira almeycen; emme hakikadlı insansın”
dedi. Kadın hiç hak etmediği övgüyü alınca biraz utanır gibi oldu “iyi, ben
vazifemi yapdım. Size Allah golaylık versin, güle güle” dedi, odasına girdi.
Odaya girince “abov adam eh, olur deyivecek diye ödüm sıddı” diye söylendi. Bu
arada rahatlamıştı. Artık Emine yenge gelince “gomşu ben baken deyi çok ısrar
edim. Adam çocuk okudmak bizim harcımız değil deyip oğlanı alıp giddi” diye
kendini savunacaktı.
Adam bu sırada torbadan Emine yengenin
hediyesini çıkardı. Çocuğa “şunları içeri goy, ben haftaya gelince Emine garıya
veren” dedi. Çocuk babasının Emine ninesine çok kızdığı için “Emine garı”
dediğini anlamıştı. Onu savunacaktı; ama demin Kör Hacer’in mendeburluğu
marifetiyle tokatı yediği için korkup sustu. Babasının verdiği şeyleri odaya
bırakıp geldi. Babası çok öfkeliydi veya çocuk öyle zannediyor, ona hiç
karşılık vermeden ne derse yapıyordu.
Halbuki adam demin çocuğa tokat attığına
bin pişmandı. Ama çocuktan özür dileyecek hâli de yoktu; ama biraz yumuşak
sesle “sen şimdi geyin bakayım” dedi. Ona anasının gönderdiği ‘göyneğini’ iç
kazağını, gömleğinin üstüne de dış kazağını giydirdi “hah şöylem, adam gibi
oldun” dedi.
Çocuk babasının yumuşamasına sevinmişti,
gülümsedi.
Adam çocuk gülümseyince onu okusun diye
bırakıp gitmeyi düşündü. Ama gelince gördüğü ibrikte göğermiş tarhana çorbası,
küflenmiş ekmekler, boş odun çuvalı, çocuğun açlıktan ‘pörtlemiş’ hâli gözünün
önüne geldi. Kendine ‘hade oğlum hade; sen kim çocuk okutmak kim?” dedi. Çocuğa
“hadi oğlum, çıkalım, göreği kitle gidiyoz.” dedi.
Çocuk ağlamaklı olmuştu; ama babası kararlı
bir şekilde “gidiyoz” deyince çaresiz kabullendi. Önce ocaktaki ateşin üzerine
oradaki bakır testideki suyu döküp ateşi söndürdü. Sonra babasının arkasından
çıktı, kapının kilidini takıp kilitledi. Yeni ayakkabılarını giymişti. Ancak
kravatı ve şapkayı oradaki torbalardan birinin içine koydu. Babasına “kitapları
ne yapayım? onları yeni almıştım” diyecekti, söyleyemedi. Çantasını eline aldı.
Babası da torbaları aldı. Birlikte evden ayrıldılar.
Adam çocuğun evden çıkmadan ocağın ateşini
söndürdüğünü görünce içinden ‘okuyan adam belli oluyo. Ben düşünemedim, o
düşündü’ diye geçirdi.
Aslında onu okutmayı çok istiyordu. Ama
çaresiz kalmıştı. Yolda giderken çocuk “buba, öğretmen bene kitap verdiydi, onu
nedcen şindi?” dedi. Babası “Ne kitabı?” diye sorunca çocuk öğretmenin ona
nasıl kitap verdiğini, neler söylediğini anlattı. Adam bunları duyunca daha çok
üzülmüş, adeta sarhoş gibi olmuştu. “Bi çocuğu okudmayı berecemedim” diyerek
kendine çok öfkeli, hızla yürüyordu. Çocuk babasını öyle öfkeli görünce kendine
kızdığını sanmış; korkup susmuş, peşi sıra gidiyordu. Artık yolda hiç
konuşmadılar.
Adam doğru asker arkadaşının kahveye gitti.
Karısının onlara gönderdiği hediyeleri verecekti. Çuvalda getirdiği kökle
çıraları da onlara verecek oğluyla, geldiği pazarcı kamyonuyla köye dönecekti.
Karısının, kızların çok üzüleceğini,
karısının emmi kızının ‘kıs kıs’ gülüp dedikodu yapacağını, karısının buna da
çok üzüleceğini hep biliyordu; ama çaresizdi. Çocuğu okutayım derken
yetişemeyip hasta olmasından, onu temelli kaybetmekten korkuyordu.
Baba bu düşünce ve endişelerle; çocuk da
bir daha kitap okuyamayacağı, çok kafalı adam olamayacağı, anasını çektiği
sıkıntılardan kurtaramayacağı endişeleriyle adamın asker arkadaşının kahveye
geldiler.
Kahve henüz çok kalabalık değildi. Asker
arkadaşı ocakta, kardeşi de yanında sohbet ediyordu. Onları ellerinde torbayla
geldiğini gören asker arkadaşı ve kardeşi merakla baktılar. Asker arkadaşı
“hayırdır deliağa? Sarınıp, sarmalanıp nerden böyle?” dedi.
Adam çocukla yanlarına geldi. Asker
arkadaşının kardeşi ayağa kalkıp ona “buyur ağam” deyip sandalyesini verdi.
Adam bitkin bir şekilde sandalyeye oturdu.
“Sorma arkıdeş, ben oğlanı götürüyon. Garı size bi şeyler yolladı. Onları
bırakıp, helallaşıp gidicez” dedi.
Asker arkadaşı adamın bu sözleri üzerine biraz
şaşırmış, “sen ne deyon öyle yav? Kimi götürüyon? Neye götürüyon?” diye sordu.
Adam “arkıdeş, ben oğlanı okudumecen” dedi.
Karşılaştığı şeyleri, şaşkınlığını, üzüntüsünü hep anlattı. Bu arada Emine
yengeye güvendiklerini, güvendikleri dağa kar yağdığını söyledi.
Asker arkadaşı bunları dinledi, dinledi
sonra “hadi sittir ordan dangılak; bu gadar şey için çocuk okuldan mı alınırmış
heç?” diye kızdı. Adam “arkıdeş nedem? Çaresiz galdım. Ben de biliyon doğru
değil, emme mecbur galdım” deyince asker arkadaşı daha öfkelendi. “Ula
dangılak; ben neciyin? Biz neciyiz burda? Bi senin oğlana sahap çıkımecek gadar
çapsız mı sandın sen bizi? Oğlum, sene boşuna deli demeyola. Sen de şunu
sürücek akıl yok” derken elini sallıyordu.
Sonra kardeşine “bizim oğlan sen bakılak
ol, ben çocuğu eve bırakıp gelen” dedi.
Adam asker arkadaşının sözlerinden
davranışından, ne söyleyeceğini şaşırmış ona bakıyordu.
Asker arkadaşı “ne bakıyon öyle salak gibi?
Oğlanı ben okuducen; sen de sittir git köyüne” dedi.
Adam çok şaşırmıştı “yav olur mu? Sene
zahmet vermeyem, bi gün değil, iki gün değil” deyince asker arkadaşı “oğlum sen
benim gardeşim değilmin? Ben de bu çocuğun gocabubası değilmin? O zaman neye
olmeyomuş? Benim garı da bunun gocaanası. Yemeğe bi gaşık fazla gocez, bi gat
yatak fazlıdan yapıcez, hepsi bu değil mi? İnsan bu çocuğu gıyıp da nasıl
götürür? Sen, ben zorda galsam benim çocuğa sahap çıkmecen mi?” dedi.
Adam boynunu bükmüş, ağlamaklı olmuştu.
Asker arkadaşının kardeşine baktı. O da “Ağam doğru söylüyo abe; sen marak
edme, biz senin oğlana kendi çocuğumuz gibi bakarız evelallah” deyince adam
söyleyecek söz bulamadı. Sadece asker arkadaşına “bu torbuları da götürün,
bazaryerinde bir çuval kök varıdı, ben onlara alıp gelen” dedi.
Asker arkadaşı adamın “ağlamaklı” hâlini
görmüş, içi acımıştı. Çocuğa baktı, onun çok şaşkın olduğunu gördü. Yanağından
sıktı “hadi gidem gocububam” dedi, çocukla evine yürüdü.
Çocuk sevinsin mi, üzülsün mü bilememişti.
Dönüp babasına baktı. Arkasından öyle melül melül baktığını görünce adamın
elini bırakıp koştu babasına sarıldı. Babası da çocuğa sarıldı. “Oğlum sen
gocububangilde galırsın. Ben her hafta gelirin, ananı da getirin” dedi.
Cebinden çıkardığı paralardan iki lira verdi. “Bunla üstünde bulunsun.” dedi.
Çocukla asker arkadaşının yanına geldi. “Sağ ol bizim oğlan; valla ne diyecem
bilemeyon, oğlan önce Allah’a, sonra sene emanet” dedi.
Az önce çocuğun koşup babasına sarılışı hem
asker arkadaşını hem de kardeşini çok duygulandırmıştı. Asker arkadaşı adama
“sen merak edme bizim oğlan; onun bi bubası da benin. Onu heç çocuklamdan ayrı
dutmam” dedi ve çocuğun elinden tuttu. “Hadi gocububam gidelim” dedi. Birlikte
çıkıp gittiler.
Adam da kök çuvalını getirmek için
pazarcının yanına yürüdü.
Bu sırada asker arkadaşı ve elinden tuttuğu
çocuk eve varıp bahçe kapsından girdiler. Karısı bu sırada bahçeyi süpürüyordu.
Onları görünce doğruldu. Asker arkadaşı karısına “garı bu bizim deliağanın
oğlan. Bundan keri burda galıcek, bizim oğlan olucek. Okula buradan gidip
gelicek” dedi. Torbaları da “bunları senin gardeşlik göndermiş. Ben varen,
deliağa orda, onu uğurleyen” dedi ve çıkıp gitti.
Asker arkadaşının karısı hiç şaşırmamış, kocasına
“bu çocuk da nereden çıktı?” diye sormamıştı. Kocasının “deliağa” dediğinin
çocuğun babası olduğunu, onların geçen hafta karısıyla eve gelen kocasının
asker arkadaşı olduğunu anlamıştı.
Kocası gidince çocuğun yanına geldi “abu
yavrım, sen de bek yavızmışsın.” deyip iki yanağından öptü. “Hadi gel baken”
dedi, torbaları aldı, onu bir odaya götürdü. “Sen burda bizim oğlanla galırsın.
Sen onu tanıyon mu?” diye sordu. Çocuk usulca “tanımeyon” dedi. Kadın “Şindi
gelir, tanışırsın. Garnın aç mı senin?” dedi. Çocuk “Aç değil, az önce anamın
gatıvediği ot ekmeni yedim” deyince kadının içi acıdı. Gülümseyerek “Anan çok
mu güzel ot ekmeği yapıyo?” diye sordu. Çocuk “evet” der gibi başını salladı.
Kadın “Ben sene neler yapıp yedircen bi bilsen” dedi. Çocuk gülümsedi. Kadın
“sen böğün okula niye gidmedin? Hasda mın yoğusam?” dedi. Geldi çocuğun alnını
elledi. “Azcık ateşin var.” dedi.
Çocuk okula niye gitmediğini söyleyemedi.
Sadece “hasda mısın yoğusam?” deyince usulca “azıcık hasdayın” dedi. Kadın
telaşlandı “abu yavrım. Ben sene şindi yatıren. Sen yatagoy. Ben sene bi çorba
bişiren. Iscak ıscak içer, çabucak iyileşirsin” dedi. Yerde serili duran
büyükçe minderin kenarındaki yastığı aldı. “Sen kafanı şu yasdığa goy. Açcık
uyu.” dedi. Çocuk üzerindekilere bakınca kadın yüklükten bir yorgan çıkarıp
koydu “hade, sen soyun yat. Ben de sene çorba bişiriveren. Bi de çay demleyen,
gocaana oğul ikimiz içeriz. Hem az sonra benim oğlan da okuldan gelir” dedi ve
çıktı.
Çocuk sımsıcak gördüğü kabule çok
sevinmişti ama şaşkındı. Az önce babasıyla gelirken tümden kaybolan okuma
olanağını yeniden bulmuştu. Soyundu, torbadan pijamasını çıkarıp giydi ve
yatağa yattı. Üzerine de yorganı örttü. İki günde yaşadıkları, sabah babasının
gelişi, onu götüreceğini söylemesi, Kör Hacer’in oyunculuğu aklına geldi. Her
şey bitti derken sımsıcak bir yuvada okuma olanağına kavuşmuştu. Tarif edilemez
duygular içindeydi. Gözlerini yumdu; az sonra da uyudu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder