11 Kasım 2016 Cuma

HALİM SELİM romanımdan üçüncü bölüm



Vakit epey olmuştu. Baktı, çay ocağı da kapanmıştı. Elinde sigara pansiyonun önüne çıktı. Orada sigara içip gelen geçene baktı. Pansiyonun katibi yanına gelmişti. “O kocaoğlan uyku mu tutmadı?” dedi. Halim “ne uykusu ya? Yatakta öyle uzandım düşünüyodum. Sırtım acıdı. Bi çay içeyim deye kalkdım. Çaycı da kapatmış. Şu sigarayı içip gidip yatcen” dedi. Katip “ne düşünüyosun öyle? Karadenizde gemilerin mi battı?” dedi. Halim “orasını garıştırma senin aklın ermez” deyip kalktı.

 

Sigarası da bitmişti odasına gitti. Katip bozulmuştu. Arkasından alçak sesle “aklım ermezmiş. Kendini bi bok zannediyo ayı. Adam yerine koyup hatır sorduk, ettiği lafa bak. Aklım ermezmiş. Zibidi” dedi. Çok içerlemişti, ama duyar diye korkusundan alçak sesle söyleniyordu. Duymayacağına aklı kesince “deve” dedi.

 

Halim kendi dalgasındaydı. ‘Deve’ diye bir söz duydu. Ama oralı olmadı. Erkenden yatması lazımdı. Yarın erkenden büroya gidecekti. Çünkü erken gidip, temizliği erkenden yapınca patronun çok hoşuna gidiyordu. Ayaklarını yıkadı vurdu kafayı yattı. Az sonra yine yağmur şakır şakır yağmaya başlayınca, o da mis gibi bir uyku çekerdi. Bunları düşünürken uykusu geldi uyudu.

 

Sabah yine erkenden kalktı. Giyindi, parasını yokladı cebinde duruyordu. Epey parası vardı. Hafta sonu haftalığı da böyle zamlı alırsa çok parası olacaktı. Onun için parayı bir daha cebinde bırakmayacaktı. “Kasıya teslim ederin. Ordan ufak ufak alır harcarın” diye düşündü. Böylesi daha iyi olacaktı. Parası yönünden içi rahatladı. Odadan çıktı çaycıyı gördü bir çay söyleyip katibin yanına gitti. “günaydın bizimoğlan” dedi. Katip ters bir cevap verecekti. Çekindi “dev gibi bi adam, onlan kakışılmaz” diye düşündü. Hem o orada işçiydi. Onun görevi müşteriye iyi davranmaktı. Halim iyi bir müşteriydi. Patronu ay gelmeden Halim’in pansiyon parasını veriyordu. Yani pansiyonun en sağlam bir, iki müşterisinden biriydi. Patron pansiyonun çoğu müşterisinden parayı söyleye söyleye zor alıyordu. Onun için eğer patrona şikayet ederse patron onu işten bile atabilirdi. Kendini topladı “günaydın bizim oğlan hayırdır erkencisin” dedi. Halim “ne yapcen? Elin ekmeği ganlı olurmuş. Silip de yiyene aşk olsun derle. Netcen işe erkenden gidesem patronun hoşuna gidiyor. Ondan erken kalkdım” dedi. Katip “haklısın bizim oğlan. Hep aynı dert napıcen çekicez” dedi. Halim duraksadı sonra biraz sıkılarak “bizim oğlan yanlış anlıma. Patron benim haftalığı dün zamlı olarak elli lira verdi. Düşürür müşürürüm deyi, otuz lirasını kasıya goyam decedim” dedi. Katip içinden “ayı otuz lira düşse ne olucak. Cahil herif” dedi sonra Halim’e “ayıpsın abi tabi ver kasaya koyayım. Sen ordan çeker çeker harcasın” diye biraz da dalga geçerek verdiği parayı alıp kasaya koydu. “Al şunu dünya hali” deyip bir de fiş verdi.

 

Halim fişe biraz şaşırarak baktı. İçinden ‘iyi sağlamcı bunla param gaybolmaz’ dedi ve çayı içip bitirdi, çaycının parasını da verdi ve “hadi hoşca galın” diyerek çıkıp gitti.

 

Katip “hadi hayırlı işler” dedi. O biraz uzaklaşınca merakla bakan çaycıya “ayıya patronu haftalına zam yapmış” dedi. Birden “ayı” dediğini hatırladı. Çaycı gider söyler diye korktu “yani patronu ayı gibi demek istedim” diye durumu kurtarmaya çalıştı. Çaycı anlayacağını anlamıştı. “Gerektiğinde kullanırım” diye içinden geçirdi, biraz muzipçe “tabi canım ben de öyle anladım zaten” dedi. Ve “sen onu külahıma anlat şimdi avucumdasın. Kızdırırsan, ona ayı dediğini söyler çarkına sıçdırırım. Benimle iyi geçin” der gibi baktı çay boşunu alıp gitti.

 

Katip boşboğazlık yaptığına çok pişman olmuştu. Ama iş işten geçmişti.

 

Halim bu sırada yolu yarılamıştı. Giderken parasının hesabını yapıyordu. Cebinde on üç lira kalmıştı. İdareli harcarsa Perşembe günü kasadan beş lira çeker hafta sonunu bulurdu. Kasadan beş lira çekeceğini düşününce güldü. ‘Anasını saten. Kasıda parası olan adam oldum sırtım yere gelmez’ dedi. Büronun olduğu iş hanına gelmişti. Bindi asansöre büronun olduğu kata çıkıp büroyu besmeleyle açtı. Büro zaten temizdi. Patronun masayı güzelce temizledi. Etrafı topladı, geçti yerine oturdu. Dün bıraktığı yerden bulmaca çözmeye başladı.

 

Yarım saat geçmişti kapıda biri gözüktü. Adam dev yavrusu gibi Halim’i görünce irkilmişti. “Af edersiniz ben Yavuz Bey’e bakmıştım” dedi. Halim “Yavuz bey kimmiş ya?” diyecekti kendini topladı. Az kalsın “burada Yavuz Bey diye biri yok” diyecekti. Birden patronun adının Yavuz olduğunu hatırladı. Yavuz beye “tamam patron” diye diye adını unutmuştu. Kendine kızdı “salak!” dedi. Adam kime “salak!” dedi diye şaşkın bakıyordu. Halim kendine “salak!” derken, sanki adama demiş gibi bir pot daha kırmıştı. Ama bu sefer üstünde durmadı. “Ha siz patronu soruyosanız o daha gelmedi” demişti ki; adamın arkasında patron belirdi.

 

Patron adama şöyle bir baktı ‘gel’ der gibi bir işaret yaptı. Patron önde, arkasında adam süklüm püklüm içeri girdi. Halim arkalarından bakıp kalmıştı. İçinden ‘dalgınlığıla yine cıvıdıyodum’ dedi. Gitti kapılarını kapadı. Patrona sade kahve söyleyecekti. Diğer adama da bir çay söylemeyi düşündü. Patron kızar diye vazgeçti.

 

Patrona kahve söylemek için dışarı çıkıyordu, patron seslendi. Hemen ceketi ilikleyip içeri girdi. Patron “bir de çay söyle” dedi. Halim her zamanki gibi sanki patron ‘o iş tamam mı?’ demiş gibi “tamam patron” demeye hazırlanıyordu. Patron “bir de çay söyle” deyince birden ne söyleyeceğini şaşırdı. Önce alık alık baktı, sonra kendini toplayıp bir şey söylemeden kapıyı kapadı. Gitti diyafondan sade kahve ve iki çay söyleyip geçti yerine oturdu.

 

Kendi kendine kızmıştı. “Sersem herif! Az daha ‘tamam patron’ deyip pot gırıyodun. Az dikkatli ol” diye söylendi bulmaca çözmeye devam etti. Az sonra kahve ve çaylar geldi. Garsona kendi çayını masaya koyması için işaret etti. Sonra kapıyı işaret etti. Garson içeri girip kahveyi, suyu ve çayı bıraktı geri geri çıkıp kapıyı kapatıp çıktı. Halim’e de korkuyla bakarak çıkıp gitti.

 

Halim bir süre garsonun arkasından baktı. “Aferin, patron odasına nasıl girip çıkılır örenmiş” dedi.

 

Çünkü garsonlara aynı patronun tarif ettiği gibi uyarmış ‘patronun odaya girdiğinizde boşu alıp çıkarken geri geri çıkın’ diye tembih etmiş; “Siz siz olun büyük adamlara gıçınızı dönmeyin, ayıp olur” diye sıkı sıkı tembih etmiş, şimdi de beğenince “aferin” diyordu.

 

Yine bulmacasına döndü. Arada bir eski yaşadıkları aklına geliyor, hemen aklından ‘şimdi sırası değil diye’ uzaklaştırıyordu. O bu şekilde kah düşünüp kah bulmaca çözerek vakit geçirirken patronun kapısı açıldı. Az önce gelen adam çıktı. Kapıyı kapadı. Halim’e korkuyla baktı ve çıkıp gitti. Halim adamın arkasından baktı. Yine canı acımıştı. “kim bilir ne derdi var? Bizim patronda dert babası valla. Gelenin derdini dinleyo, gidenin derdini dinleyo. Marko paşa sanki” dedi.

 

Bu Marko paşa adını da Asmalımescit’te dayısından çok duymuş da oradan biliyordu. Dayısı biri bir şey söyledi miydi “sen onu Marko paşaya anlat” derdi. Şimdi tam yerinde kullanmıştı. Hapise girmeden önce, müteferrikada polis beklerken Rüstem’in ona “her soruya ayrıntılı cevap verme. Sorulan soruya uzatmadan cevap ver, lafı yerinde konuş” dediğini, ninesinin de “nafı punduna getirmesini” hiç unutmazdı. Şimdide tam yerinde patronu için “Markopaşa sanki” demişti.

 

Halbuki patronu tefecinin tekiydi. O adamların kanını emiyordu. Tabi Halim’in bunlardan haberi yoktu. Şimdi de adamlar patronun yanında çıkarken, patrona “Allah sizden razı olsun, sağ olun” derlerken, duyduğuna gördüğüne, “bizim patron dert babası, sanki Markopaşa” diye düşünüyor; o patronunun gelen herkesin derdine çare bulan insan olduğunu zannedip “helal osun bizim patrona” derken, patronu içerde gelen adamdan aldığı faizi sayıp kasaya koymuştu.

 

Halim’e seslendi. Halim koşup kapıyı açtı “buyur patron” dedi. Patron Halim’e baktı “yanımda birileri varken çağırırsam emret patron de” dedi ve kendisine bir İskender kebap söylemesini istedi. Halim “emret patron” deyip çıktı. Patron arkasından bakıp güldü. “Ayı yine anlamadı. Bunlara bir şeyi yaptırmak için defalarca söyleyeceksin” diye söylendi. “Bir İskender de Halime söyleyeyim mi?” diye düşündü. “Fazla yüz verip azdırmayacaksın bunları” diye içinden geçirdi.

 

Bu sırada Halim patrona İskender söylemek için aşağı iniyordu. Patronun “yine anlamadı ayı” dediğini duymuş üstünde durmamıştı. “Patron bu hem söver hem severdi”. Yalnız  “Bi de kendine yaptır” dememişti. “Her gün kedi gaymak yemez” diye söylendi.

 

Gitti patron için bir İskender ve su söyledi. Lokantacı “yalnız bir İskender mi?” diye sordu. Yani ‘ne oldu patron bu sefer sana ısmarlamadı mı?’ demek istemişti. Halim bu kaçın kurasıydı. Onun ne demek istediğini anlamıştı. “Sene ne söylüyosam onu yap. Başkasını garışdırma. Bene de bi dürüm yap” dedi. Dürümün parası da verdi. “Bunu yazma ha” dedi. Lokantacı “ayıyı kızdırdım” diye düşünüp biraz korkmuştu. “Tamam beyim kızma seninki benden olaydı” dedi. Halim daha kızmıştı. “Pıltıkaya, rüşvete garnım tok. Sen denileni yap yeter” deyip asansöre yürüdü.

 

Lokantacı arkasından bir şeyler mırıldanıyordu; ama ne dediği anlaşılmamıştı. Halim giderken kulak kabartıp “bene mi deyo?” diye aklına geldi; anlamadığı için asansöre binip büroya geldi. Yerine oturdu yine bulmaca çözmeye başladı.

 

Az sonra lokanta garsonu iskenderi tepside dürümü de tabakta getirmişti. Halim dürümü aldı, garsona iskenderi içeri götürmesi için işaret etti. Garson iskenderi ve suyu tepsisiyle içeri götürüp bıraktı. O da çaycı gibi geri geri çıkıp kapıyı kapattı Halim’e selam verip gitti.

 

Halim arkasından baktı. “Hah şöyle adam olun” dedi. Burada herkesi yola getirip adap, erkan öğrettiği için kendiyle öğünüyordu. Boru mu bu? o kadar hapisliği çekerken az şey öğrenmemişti. Feleğin çarkından geçip adamakıllı pişmişti. Kendine göre nerede nasıl davranacağını çok biliyordu.

 

Kalktı kendine bir çay söyledi. Çay gelinceye kadar dürümden ufak ufak yemeye başladı. Hesap etti. Cebinde dürüm parasını verince on lira kalmıştı. Bu arada çay da gelmişti. Çayla dürümü yedi bitirdi. Çok susamıştı. Koridorda sebil vardı. Gitti oradan buz gibi iki bardak da su içti. Sonra acele tuvalete gidip geldi; çünkü patron her an çağırabilirdi.

Yerine oturdu. Bu gün ikinci çayını da içmişti. Yine gazeteyi önüne çekti bulmaca çözüyordu.

 

Tam bu sırada patron kapıyı açtı. Halim hemen toparlandı. Patron önündeki gazeteyi görmüştü. “Ne o gazete mi okuyorsun? Okuyup başımıza kütüp olma ha” dedi. Halim biraz mahcup “yok patron, bulmaca çözüyonda. Gızıyosanız çözmeyen” dedi. Patron “yok çöz çöz de kendini kaptırıp işini ihmal etme. Hadi ben çıkıyorum. Akşama gelmem. Sen de kaytarıp gitme de, akşama kadar burada otur. Gelen giden olursa hiçbir soru sorma, yalnız patron yarın gelecek de. Ha, bir de telefon çalarsa bak ve not al. Hadi fazla daldırma” deyip çıktı.

 

O arkasından “tabi patron ben işimi heç ihmal etmen, emrin olur” diyordu. Patron çoktan çıkıp gitmişti. Bir süre arkasından baktı yine bulmaca çözmeye başladı.

 

Kafası öyle gidip geliyordu. Arada bir kalkıp büronun içinde geziniyor, sonra tekrar oturup kah bulmaca çözüyor, kah gazeteye göz gezdiriyordu. Bu şekilde akşamı etti. Patron erkenden gitti demesin diye biraz daha oturdu. Sonra kalktı kapıyı kilitledi. İcabında kaçta gittiğine şahit olur diye kat görevlisini buldu “ben çıkıyom. Bakılak ol da bi gelen giden olursa yarın bene söylesin” dedi.

 

Kat görevlisi de onun köyüne yakın bir yerdendi. Yani hemşeri sayılırdı. “Oldu hemşerim, sen merak etme ben bakılak olurum gelen giden olursa sene söylerin” dedi.

 

Halim asansöre binip aşağı indi. Handan çıktı. Cebindeki sigara paketini çıkardı baktı. Hala on dört sigarası vardı. “Valla iyi. Patronun sayesinde az sigara içiyon. Bu gidişle hafta sonuna gadar yeticek” dedi. Cebinde de on lirası vardı. Yatacak yeri de var. “Çok şükür kimseye muhtaçlım yok” deyip pansiyona doğru yürüdü.

 

Hava da hafiften bulutlanmıştı. “İyi bu akşam da yağmır var. Gine ninniyle uyucez” diye sevindi. Önce ciğercinin yanına gitti dürümü geç yediği için tok gibiydi. Ciğerciye “öğle yemene biraz geç yedim. Garnım tok gibi. Sen bene bi çeyrek yap da az bi işe yiyen” dedi.

 

 

Ciğerci çeyrek ciğeri yapmaya başladı. İçinden “aç köpek, veresiye ciğer yediğini çabuk unuttu. Güya öğlen geç yemişimiş de, acıkmamışmış da” diye söyleniyordu. Ama içinden söylediği için Halim duymuyordu. Ciğeri kağıta sarıp verdi. “Ayran da vereyim mi?” dedi. Halim “sağ ol bu gün çayı çok içtim” dedi ve ciğerin parasını verdi bu sefer doğru pansiyona yollandı.

 

Ciğerci arkasından bakıyordu “çayla ciğerin ne alakası var. Ayı” dedi. Bu sefer biraz yüksek sesle söylenmişti, ama Halim epey uzaklaştığı için duyma tehlikesi yoktu.

 

Halim bu sırada pansiyona varmıştı. Pansiyonda odasına giderken çaycıya bir de üç şekerli çay söylemişti. Ciğeri odasında yiyecekti. Çaycı sabahleyin katibin Halim’in arkasından ‘ayı’ dediğini söyleyecekti. Katip de bunun farkına varmış arkasından gelmişti. Çaycı onu görünce bunu söylemekten vazgeçti. Çayı verip çıktı. Katip arkasından geldi. Elini omzuna koydu “bizim oğlan aman ha ben o lafı ağzımdan kaçırdım. O gider yarın yine biz bize kalırız” dedi. Mesajı vermişti.

 

Tabi ya yarın o giderse yine katiple baş başa kalırdı. Katibin bunu demek istediğini anladı. İçinden ‘herif haklı ya, az galsın gevezelik edip rahatımı bozucedim’ dedi. Katibe “ayıbediyosun bizimoğlan. Ben hiç gırın ayısı için seni satarmıyım?” dedi, ama içinden ‘eyvah gırın ayısı dedim duydu mu acaba?’ diye arkasına baktı. Halim kendi dalgasındaydı.

 

Katip çaycının “gırın ayısı” dediğini duymuştu. İçinden güldü. ‘Bir bir berabereyiz’ dedi. Çaycı söylerse, o da Halim’e “çaycı da sana gırın ayısı dediydi” diyecekti. Katip rahatlamıştı.

 

Bu sırada Halim ciğerini yiyip çayını da içip biraz hava alayım diye pansiyonun önüne çıkmıştı. Boru mu cebinde dokuz lira kasada da otuz lirası vardı. Çok şükür Allaha can borcundan başka kimseye borcu yoktu. Karnı da dibek gibi doymuştu; ama tuvaleti gelmişti. Gitti tuvalette işini gördü. Bu sırada çok mutluydu. Dışarı çıktı, pansiyonun önündeki sandalyelerden birine oturup gelip geçeni seyre başladı.

 

Yanından geçen herkes onu görünce önce bir irkiliyor, zararsız biri olduğunu anlayınca rahatlayıp geçip gidiyordu. Bunlar onun umurunda değildi. Veya umurundaydı da belli etmiyordu.

 

Otururken aklına neler geliyordu neler. “Şindi bunların zamanı değil. Şurda oturuyon, adam gibi otur” diye kendine söylendi. Bir sigara yaktı. Keyfinden içi içine sığmıyordu. Durup durup şükrediyordu. “Hem o şükretmeyecek de kim şükredecekti” kendine bunları söylüyordu. Çok şükür sağlığı yerindeydi. Azıcık beli, biraz da ayakları ağrıyordu. Daha önce yazdığım gibi “prostatı da vardı”. Doktor “daha küçük ilaçla idare edersin” dediği için aldırmıyordu. Biraz da nefes darlığı vardı, ama onu hastalıktan saymıyordu. Çünkü öyle “gıdım gıdım nefes almıya” alışmıştı. Es gaza bi gün bol nefes alsa, “Allah esirgesin” havadan boğulup giderdi. Böyle idareli idareli iyi oluyordu. “Hem hava parasız deye gırsızlanmanın alemi yok, onu bile bulamayanla var” diye kendi kendiyle dalga geçiyordu.

 

Yalnız haksızlığa hiç tahammülü yoktu. O zamanlar içinde bir ses “ağır ol oğlum. Dünyayı sen mi düzeldicen? Bırak herkez ne hali varsa görsün. İki de bir yırtık dondan çıka gibi ortaya çıkıp durma. Başına iş alıp durma, goyver rahvan getsin” dediyse de ‘sen söyle, sen dinle’ dinleyen kim? Bunları düşünüyordu.

 

Bu sırada sigarası bitmişti. Çaycıya çay parasını verdi. Burnuna bir iki damla düşünce havaya baktı. Havanın kapatmış yağmur da çilemeye başlamıştı. Az sonra şakırdayınca cümbüş başlayacaktı. Onu kaçırmak istemezdi.

 

Acele kalktı, tuvalette işini görüp elini ayağını yıkadı kendini şöyle bir kokladı. Hamam zamanı gelmişti.  Şimdi onu düşünüp tadını kaçırmak istemiyordu. Odasına gidip yatağa uzandı.

 

Kaldığı oda bahçe içindeydi. Kaydırma gibi bir şey. Üstü çinko kaplıydı. Yağmur başlayınca dünyanın en güzel tıpırtılı resitali başlıyordu. Yağmur hızlandıkça tıpırtı artıyordu. Çakan şimşek ve gök gürültüsü, şahane ışıklı fon müziği oluşturuyordu. O anda yatağı onun içim ana koynu gibi oluyordu.

 

Gerçi koca kafası iri kalıbıyla anası onu koynuna pek almamıştı. Koynuna yatıp yaslanacağı sevgilisi de olmamıştı. Zaten olsa bile onda “garıya, gıza gidicek düşüncek para pul mu varıdı ki?” Onun ara sıra aklına dayısının arkadaşı ile gittiği randevu evinde ona “kocacığım” diyen kadın geliyordu. Onu da hemen aklından çıkarıyordu. Çünkü o kadın da orada kalmıştı. Yıllar önceydi. Kim bilir şimdi nerelerdeydi. O kadın da Halim’i hiç ilgilendirmiyordu. Hem şimdi kadını kızı aklına getirip de iş çıkarmak istemiyordu. Çünkü her akşam pansiyonun banyosunu kullanmak olanağı yoktu. Köyde olsa iş kolaydı. Ahırda banyosunu yapardı. Bunları düşünüp o kadını ve “şeytani düşünceleri” süratle aklından çıkardı.

 

Yağmurun tıkırtısı tıpırtısı başlayınca, şimşek çakıp gök gürleyince yatağı ona ayrı bir sıcaklık bir güven veriyordu.

 

Gözlerini tavana dikip düşünmeye başladı. Mahkeme günlerini hatırlamıştı. Savcının karşısındaydı. Savcının yanında hakim de vardı. Orada katip kız vardı. Katip kızın bal rengi buğulu gözleri aynen “anacı” öldüğünde ağlarken elinden tutup, ağlama diyen güzel gözlü kızın yanındaki kızın gözlerine benziyordu. Bu benzerlik ikide bir Halim’in aklına gelip Halim’i şaşırttığı için Halim ifade verirken katip kıza bakmamaya çalışıyordu.

 

Bu sırada Savcı o adam gelince ayağa kalkmış “buyurun hakim bey” demiş, hakim de “ifade mi alıyorsunuz?” demiş. Sonra Halim’i gösterip ”bu o tutuklu mu?” deyince Halim’in ‘aklı bokuna’ karışmıştı. Savcı “ifade alıyordum, nasıl olsa az sonra size gönderecektim. Buyurun siz de dinleyin” demiş ve Halim’e devam et demişti. Halim’de her şeyi onbaşıyı dövdüğünü bile anlatmaya karar vermiş ‘asceklese assınla, kesceklese kessinle’ demişti.

 

Siz unuttuysanız bile o bunları hiç unutmamıştı. Neyse o şimdi savcının karşısındaydı ve verdiği ifadeyi düşünüyordu. Halim en son anasının nasıl öldüğünü, anasının ölüsünü eve getirdiklerini ahırın önüne bir çarşaf gerip anacığını yıkadıklarını, anacığının o sırada “çılbacık” olduğunu bildiği için “usulca” çarşafın altından geçip anasına bakmadığını; çünkü bunun günah olduğunu bildiğini söylemiş. “Hem ben size onu anladmadım” deyip babasının ölüsünü yıkarlarken gördüklerini anlatmaya başlamıştı.

 

“Bubacımın ölüsünü de dağdan tıpkı anacımın ölüsü gibi alıp gelmişledi. Aynı anamı getirdiklende oldu gibi aharın önüne çarşaf gerdiydile. Ben usulcacık çarşafın altından geçdiydim. Orda gaynayan bi gazan varıdı. Bubacımı çılbacık bi masa gibi şeyin üsdüne yatırmışladı. Bubacım çılbacıktı. Elleri ayakları aynı benim ayam gibi gocaman gocamandı. Kafası da çok gocamandı. Bi adam ‘hey maşallah’ deyip üstüne gaynar sula döküp bubacımı yıkeyodu. Emmim de adama öyle bakıyodu. Bunları gıt mıt hatırleyon. Çünküm ozman beş altı yaşında bişeyimişim. Yaşımı ninecim öyle dediydi. Da önce söyledim gibi, ninecim bene hep bubası gılıklı oğlum deyi sevedi” dedi.

 

Burada bir soluklandı. Hem savcı hem de hakim sinema seyreder gibi sessizce onu dinliyorlardı. İkisi de dalıp gitmişti. Ellerinden ne tutuklular geçmiş, ne öyküler dinlemişlerdi. Ama Halim’in anlattığı gibi onları etkileyip ciğerlerini yakan bir öyküyle ve “ondan soonacım” diye diye, bu kadar tatlı anlatan bir tutukluya ilk kez rastlıyorlardı.

 

Ellerinden gelse onu hemen şimdi bırakır “haydi oğlum, kardeşim her neysen kaç buralardan. Git dağın başına orada tek başına yaşa. Bu dünyanın kirlilikleri sana bulaşmasın” diyeceklerdi. Ama ne yapsınlar. Şöyle olmuş veya böyle olmuş. Nasıl olmuşsa olmuş, Halim karşılarında bir kişiyi öldüren, iki kişiyi de ağır yaralayan bir tutukluydu. Görevlerini yapmaya mecburdular. Ama hiç avukat tutmasına gerek yoktu. Hem savcı, hem de hakim ellerinden geleni yapıp, ona göre ceza almasını sağlamaya çalışacaklardı.

 

Onlar böyle düşünürken, Halim de soluklanmış, kaldığı yerden anlatmaya devam ediyordu. “Ondan soonacıma savcı beyim. Ben ninecimle bi başımıza galdım. Ben anca ilkokulu bitirinciye gada okudum. Ninecim da okutcedi, emme artık ihtiyarladıydı. Bene uzaklada golıyamazdı. Hem ben de ninecimden ayrı yaşıyımazdım. Onun dizi dibinden heç ayrılmadım. O beni her yere yanında daşıdı. Her hafta beraber kasıba bazarına gittik. Siz bilmezsiniz. Ninecim çok güzel yoğurt üğüdür, peynir çala, südden gaymak alır, tereyağı yapardı. Onları kasıba bazarında sata ihtiyacımız olan öteberiyi alır, artan parayı da gara gün için biriktiridi. Emmim bene o parıladan heç göstermedi. Neyse sırası gelince, onları ben size tek tek anladıcen” dedi. “Soonacıma kasıba bazarında ninecimi herkes tanırdı. Ayıpdır söylümesi onun özel müşterileri varıdı. Neden ayıpdır söylümesi diye sorasanız. Valla onu ben de bilmeyon. Ninecim, emmim arada bi öyle derleridi. Benim de dilim alışdı ondan öyle deyom” diye açıklama yaptı. “Soonacıma” diyerek devam etti.

 

Savcı ve hakim çıt çıkarmadan dinliyordu. Arada bir savcının gözü duvardaki saate kayıyordu. Saat beşe geliyordu. Savcı hiç kesmeden onu sonuna kadar dinlemek istiyordu. Sanırım hakim de aynı fikirdeydi. Halim’in açıklama yapıp “soonacıma” dediği anda Halim’e “az soluklan” dedi. Zile bastı. Görevli kapıyı açıp girdiği sırada savcı, hakime “hakim bey bir şey içelim mi?” dedi. Hakim sanki uykudan uyanır gibiydi; önce soruyu anlamadı “kusura bakmayın dalıp gittim” dedi, gülümsedi “ben bir ada çayı bir de soda alayım. İfadeye devam edeceğiz değil mi?” dedi. Savcı gülümseyerek “sonuna kadar dinlesek iyi olur” dedi. Kapıda bekleyen görevliye “bana da, bir ada çayı ve soda getir” dedi. Kız da çay içeceğini söyledi.

 

Savcı bu sırada gitmeye hazırlanan görevliye “bir dakika” diye seslendi. Halim’e baktı, hakimle göz göze geldiler. Savcı onun da kendi gibi düşündüğüne karar vererek bir çay ve bir şişe su da Halim için söyledi. Görevli kapıyı kapayıp gitti.

 

Halim “bön bön bakınıyordu”. Bir şey anlamamıştı. Anlatmaya devam mı etseydi, yoksa “devam et” demelerini mi bekleseydi. Bir karar veremiyordu. Savcı yine hakime baktı göz göze geldiler ve iç güdüleriyle anlaştılar. Savcı Halim’e “senin ifaden epey uzun… Şu sandalyeye otur. Şimdi sana da çay ve su gelecek onları da orada iç biraz soluklan” dedi.

 

Halim savcının bu sözleri karşısında şaşırmış ve içinden “valla kim ne dese desin. Bunlan ikisi de adam evladı” diye geçirmişti.

 

Memnuniyetinden koca ağzını yayıp gülümsüyordu. Birden aklına Hacıhüsrevli Rüstem’in “hiçbir zaman cıvıtma, tanımadın adamlan yanda cip ciddi otur” dediği geldi. Birden kendini toplayıp cip ciddi “sağolun efendim” dedi.

 

Savcı ve hakim ilgiyle Halim’e bakıyordu. Sanki onun aklından geçenleri biliyor gibiydiler. Biraz sonra görevli çayı, suyu ve ada çaylarını ve sodaları getirdi. Önce hakim ve savcıya ada çaylarını ve sodalarını verdi. Katip kızın da çayını verdi. Sonra Halim’e çayını ve suyunu verip odadan çıktı. Halim bu sırada uslu bir ayı veya aslan gibi görevliyi gözleriyle takip ediyordu. Görevli ona da çayını ve suyunu verince belli belirsiz “sağol bizim oğlan” dedi. Çay bardağını saygıyla eline aldı şekerini koydu. Şıkırdatmadan usul usul karıştırdı. Çok susamış suyu lıkır lıkır içmeyi çok istiyordu, ama su içerken “lıkırdadınca” ayıp olur diye sudan içmedi. Sanırım savcı bunu anladı. “Çekinme önce suyu iç, susamışsındır” dedi.

 

Vallahi Halim sarılıp savcıyı şapır şupur öpmemek için kendini zor tuttu. Ama yine kendini tuttu ve suyu usul usul içip bitirdi. Çayı da usulca içiyordu. Arada bir gözü katip kıza kayıyor hemen başını öte yana çeviriyordu. İçinden “bu gadar benzerlik pes dorusu” diye geçiriyordu.

 

Bu sırada savcı ve hakim işlerden, iş yükünden, adaletin gecikmesinden bunların kendilerini ne kadar rahatsız ettiğinden ve buna benzer şeylerden konuşarak sodalarını içmiş ve ada çaylarını içiyorlardı.

 

Halim yatağa uzanıp gözlerini tavana dikerek bunları düşünüyordu. Bu sırada yağmur hızlanmıştı. Halim’in de bunları düşüne düşüne uykusu gelmişti. Kalktı ışığı söndürdü. Oda arkadaşı daha gelmemişti. “Bu da bu saate kadar ne yapıyo acaba?” diye aklına geldi. Sonra “bana ne yavu?” deyip yumdu gözlerini. Çabucak uyuyordu. Uyumuştu.

 

Arkadaşı için “bana ne yavu?” dediğine bakmayın. Bu çevrede en iyi dostu oydu. Adı Nuri’ydi, tombalacıydı. Yıllardır tombalacılık yapıyormuş. Tombalacılığı Halim’in geldiği bu şehirde hep aynı semtte aynı köşede yapmış.

 

Öyle ki; köşesinde beklediği apartmandakiler başta olmak üzere civar apartmanlardaki herkes yıllardır Nuri’yi tanıyormuş. O orada tombalacılığa başladığında doğan çocuklar erkek olsun kız olsun çoktan iş güç sahibi olup çoluk çocuğa karışmışlar.

 

O zaman Nuri’ye takılan gençlerin neredeyse torunları arada bir gelip ondan tombala çekiyormuş. Yer zengin muhiti. Ondan tombala çekenler öyle sigara falan kazanmak için değil de öylesine vakit geçirmek için gelip tombala çekiyormuş. Nuri’nin torbası harbi torbaymış. Öyle eksik taşlı falan değil. Zaten tombala çekenler kazanırsa sigara paketinin birini alıp ötekini ona geri verirlermiş.

 

Nuri, Halim kadar olmasa da bileği sağlam biriymiş. O muhitte asayişi o sağlıyormuş. Öyle ki; artık o sokak civarında herkes Nuri var diye güven içindeymiş. Kadınlar, kızlar, çocuklar sokağa güven içinde çıkarmış.

 

O yıllar Nuri’nin tek kötü alışkanlığı arada bir akşamları kafayı çekmekmiş. İçkiyi de adam gibi içermiş. Önceleri Osman’ın meyhaneye arada bir kukuriççi Fikri’nin oraya takılırmış. Osman’ın meyhanede bir iki olay olunca oradan ayağını kesmiş. Fikri’nin orada da herkes kıç kıça sıkış tepiş oluyormuş. Gerçi o sıkışıklığa rağmen kimse kimseye “höt” demezmiş.

 

Ama Nuri’nin çocukluğu köyde hep dağda bayırda geçtiği için öyle fazla sıkıntıya giremediğinden sonraları Emin’in meyhaneye takılmaya başlamıştı. Sonraları genelevinde asıl adı Sultan olan Ajda takma isimli bir kadına takılıp dostu olmuştu.

 

Ondan sonra Nuri’den hayır gelmemişti. Önce esrar sonraları da hap map ne varsa kullanmış, o dağ gibi Nuri çöküp gitmişti. Kamburu çıkmıştı; ama o her zaman eli açık arkadaş insan canlısı biriydi. Gariban dostuydu. Kuşlu cami civarında tüm garibanların caminin parkında yaz, kış naylon çadırlarda yaşayan adem babaların karnını doyurmuş, icabında ceplerine üç, beş kuruş para koymuştu.

 

Ancak her geçen gün kamburu artıp insanlar onun tepesinden bakmaya başladıkça içine kapanmıştı. Pansiyona gece vakti, hem de kafası matiz gelirdi. Kim bilir neler içmiş olurdu? Halim, Nuri’nin giderek kamburluğu artınca kahrından böyle geceleri geç geldiğini bilmiyordu. Nuri bu derdinden, sıkıntısından kimseye bahsetmez, kimseyi rahatsız etmezdi. Sessizce pansiyona girer odasına girip yatardı. O geldiğinde Halim hep uykuda olurdu. Onunla ancak Pazar günleri görüşür arada bir beraber kafa çekerlerdi. Şimdi de Halim yattığında Nuri daha gelmemişti. Kim bilir neredeydi neyle zıkkımlanıyordu?

 

Halim onun için “bana ne yavu?” deyip vurup kafayı yatmıştı. Aslında arkadaş canlısıydı. Zaten şu dünyada kaç dostu arkadaşı kalmıştı ki? Dayısı ölüp gitmişti. Ona akıl verip hapislikte biraz rahat etmesini sağlayan Rüstem’i bir daha görmemişti. Ama aklına geldiğinde hemen “Allah ondan razı olsun” derdi. Başka kim vardı. Tamam; cezaevinde edindiği bir iki dostu vardı. Ama “onlan yüzünü gören kim?” Onlar aklına gelince “herkes yerinde sağosun, onnarı Allah gurtarsın” derdi.

 

Ona para verip mektup yazan müteahhit vardı. Ama o Halim’den büyük ve arkadaşı sayılmazdı. Hem o çok ceza almıştı. Kim bilir nerelerdeydi. Aslında Halim’in arada bir aklına geliyordu. Her halde patron onun yerini bilirdi. Burada biraz daha çalıştıktan sonra patrondan onun yerini öğrenip ya mektup yazacak, ya da izin alıp yanına gidip gelecekti. “Ama şindi sırası değildi”. Katip, çaycı, ciğerci dersen, onlardan arkadaş mı olurdu? Arkasına döndüğünde, hemen arkasından konuşuyorlardı. Halim bunları hep biliyordu ama “böyüklük bende galsın” diye oralı olmuyordu. Hem onlar Halim’in dedikodusunu yaparken günaha giriyordu. ‘Çünküm dedigodu yapmak aynı ölü eti yemek gibi bişeymiş’. Nereden biliyor derseniz. O bunları hep ninesinden öğrenmişti. Nur içinde yatsın, Osmanlı kadındı. Çok görmüş geçirmişti. Onlara hep o bakmıştı.

 

Ninesi genç yaşta dul kalmıştı. Gençliğinde güzel kadınmış, hamarat kadınmış, ama ‘ben çoklama övey buba eline gomam’ diyerek evlenmemiş. Daha doğrusu öyle deyip “gız sen evlenmecen mi?” diye soranları öyle savuşturuyormuş.

 

Neyse; Pansiyonda kalan öğrencileri hiç sayma. Onlar fırlamanın tekiydi. İçleri güçleri onunla, bununla dalga geçmek, gırgıra almaktı. Bir keresinde Halim’le de dalga geçmeye kalkmışlardı. Ama Halim, ‘sağolsun’ Rüstem’in verdiği dersler sayesinde edindiği tecrübesiyle hemen farkına varıp, onları terslemişti. Şimdi haklarını yemeyelim. Aslında iyi çocuklardı. Halim pansiyona geldiğinde Halim’e dostça davranmışlardı. Hatta bir keresinde, birinin anası börek yapıp göndermiş. O da Halim’e getirip “buyur ağabey, sabah kahvaltısında yersin” diye vermişti. Çocuğun anası marifetli kadınmış. Halim o böreği yerken kendi anası aklına gelmişti.

 

Rahmetli sağ olaydı, Halim bu çocuklar gibi gurbete gittiğinde o da böyle börek olmasa da ot ekmeği, Katmer falan gönderirdi. “O da neymiş, katmer, ot ekmeği, nasıl bi şeymiş?” diye sorarsanız. Vallahi Halim onların yalnız yemesini bilirdi. Haliyle erkek olduğu için onların nasıl yapıldığını bilmezdi. Pekii o çocuklar iyi de Halim onlara niye kızıyor derseniz? Başta da yazdık ya, çok gırgır, etrafıyla hep dalga geçtikleri için kızıyordu.

 

Neyse bunları geçelim. Başka arkadaş olarak kim kaldı? Ha bir de Metin vardı. O da bitpazarında büyük bir dükkanın ayakçısı olarak çalışıyordu. O dükkanın verdiği ceketleri üst üste giyer, paraya ihtiyacı olduğu için pantolon, gömlek vs. satanlardan kendisinin ucuza satın aldığı bir takım giyecekleri bit pazarı sokaklarında dolaştırırdı. Bu sırada ilgilenenlere gösterir daha olmadı, onları çalıştığı dükkana götürüp alışveriş yapmalarını sağlardı. Yaptığı satış üzerinden de komisyon alırdı. Kazancı iyiydi. Cebinde hep parası olurdu. Halim birkaç kere ondan borç almış hep gününde vermişti. Yalnız biraz değişik bir arkadaştı, az sinirli gibiydi.

 

 “Pekii geçen gün patronu gelmeyip de haftalığını alamayınca, Metin’den niye istememiş?” diye soracak olursanız o günler Metin köye gitmişti. Pansiyondaki öğrenciler ona “sana kız bulduk, seni evereceğiz” demişti. Pansiyondaki temizlikçi kadın da o şeytanlara uyup tasdik edince Metin soluğu köyde almıştı. Güya anasından “ben karı buldum evlenicem” diye para istemeye gitmişti.

 

“Nuri var, Nuri’den para istemeyi niye akıl etmemiş?” derseniz onun da cevabı hazırdı. Nuri’yi o sıra gören kim? Hem sonra Nuri’nin bu aralar işleri iyi değildi. “Nereden biliyormuş?” derseniz. Geçen gün Nuri Halim’e “gardaş bu ara işler iyi değil” diye dert yanıp ondan borç istemiş, o da cebindeki son para olan beş lirayı çıkarıp vermiş kendisi aç yatmıştı.

 

“Ciğerci ne oluyor? Aç yatacağına gidip ondan veresiye yarım ekmek ciğer alıp yeseymiş ya?” diye hiç sormayın. DEVAM EDECEK.

 

 


 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder