ONUN HİKAYESİ üçüncü bölüm
Kadın ve adam ayağa kalktı. Kadın çocuğa
sarılıp “oğlum kendine eyi bak. Aç açıkta galma; kökü çekinmeden yak. Buban
bazar günü bi çuval daha getirir; belkim hafdaya ben de gelirin” dedi. Çocuğu
öpüp koklarken adam “hade gari; gidcemiz yer şurası. Çok şirfetlendirme” deyip
yürüdü. Kadın da arkasından yürüdü. Emine yenge ve çocuk bir süre arkalarından
baktı. Emine yenge çocuğun omzuna elini koyup “marak edme, gine gelirler” dedi;
birlikte çocuğun odaya girdiler.
Bu sırada adam önde, kadın arkada telaşla
gidiyorlardı. Kadının yeni ayakkabılar ayağına vursa bile hiç aldırmadan
kocasına yetişmeye çalışıyordu. Elinde de eski ayakkabılar vardı. Pompacının
oraya yaklaşmışlardı ki yağmur bastırdı. Kendilerini pompacının oraya zor
attılar. Pompacı da içerde sobasını yakmış ısınıyordu.
Karı koca içeri girince adam pompacıya
“selamünaleyküm arkıdeş” dedi. Pompacı “Aleykümselam, valla tam zamanında
kendinizi buruya addınız. Azcık gecikseydiniz sırılsıklam ıslancediniz” dedi.
Adam “doğru valla; garıya galsak oğlanla vedalaşıyoz deyi işi ağırdan aldıydı.
Az galsın dedin olucedi. Neyise ben erken davrandım da az ıslandık” dedi.
Kamyonun daha gelip gelmediğini sordu. Popmacı “yok daha gelmedi.” dedi.
Kadın bu sırada sobadan uzakta, sessizce
bir sandalyede oturuyordu. Adam çocuk okutuyorum diye hevesli hevesli pompacıya
olanı biteni anlatıyordu. Pompacı da ona “şu zamanda çocuk okudmak mesele
arkıdeş, Allah golaylık versin. İşallah oğlan gayredleni boşu çıkarmaz, yüzünü
güldürü. Oğlan sessiz bi şey; emme benim gözüm duttu.” dedi. Adam “Valla
arkıdeş oğlum deyi demeyon. Sen onun sessiz oldunu bakma, ateş gibidir kerata.
Benim garının emmisi gızının oğlan var. Bubası zengin, oğlu ne dediyse duttu.
Çocuk görsen laf ebesi; emme haylazın teki. Bu sene üçüncü senesi hâlâ ikide… Bubası
aldı geldi. Burda öğretmenle faydasızmış da ondan oluyomuş. Şindi şehirde
bacınağı va; onun yana goydu. Emme o çocuk orda da okumaz. Çünkü bubası çok
şımarddı. Hay medet param var deyi ne dediyse aldı. Çocuk kısmına çok yüz
vermecen. Hele büyüdükçe dizginleri daha sıkıleşdircen ki dana eşeği gibi
galdırıp goyvermesin” dedi.
Pompacı “doğru arkıdeş. Benim bacınağın
oğlu var. O da çocuğu çok şımartdı, bi dediğini iki etmedi; emme şindi çocuk
okulu bırakdı, terzi çırağı olmuş. Geçen gün gayfede usdasını gördüm ‘bacınan
oğlu nasıl? Bi şey öğreniyo mu?’ deyi sordum. Usda ‘oğlanı senin bacınağın
hatırı için dutuyon; emme o çocuktan ne köy olur ne kasıba’ dedi” diye
anlatıyordu.
Bu sırada kadın lafa karışamıyordu ama
içinden ‘hı ı, benim oğlan emmi gızının oğlı gibi değil. Benim oğlan okuyup
böyük adam olucek; anasını ırahad eddircek’ diye geçiriyordu. Adamla pompacı
sohbeti koyulaştırmıştı. Dışarıda sel seli götürüyordu. Camlar buğulu olduğu
için farkında değillerdi.
Dışardan bir korna sesi gelince ikisi de
konuşmayı kesip birlikte dışarı çıktılar. Gelen tandık kamyondu. Zaten pancar
taşıyan dört kamyon vardı. Biri bu adamın, biri yine kasabanın yakın köyünden
birinin ötekiler ileriki kasabadan geliyordu. Şoför aşağı inmemişti. Adamı
kapıda görünce çabuk olun der gibi el etti. Bu sırada adam ve pompacı yağmurun
çok şiddetli yağdığını görüp; şoförün ondan inmediğini anlamışlardı.
Adam karısına seslendi “Hade gidiyoz, eski
babıçları unumda ha!” dedi. Kadın kalkıp geldiğinde adam pompacıya “Arkıdeş,
haklanı halal ed. Hoşcu gal” dedi yürüdü. Arkasından kadın yürüdü. Öteki yanda
muavin kapıyı açmıştı. Önce adam, sonra kadın bindi. Muavin yağmur olduğu için
kasaya çıkmamış, adamla şoförün arasına oturmuştu. Şoför mahalli biraz küçük
olduğu için sıkışmışlardı. Camlar kapalı olduğundan içeriyi sigara dumanı
kaplamıştı. Kadın başındaki yazmayı burnuna tuttu.
Bu sırada kamyon yürüdü. Yağmura silecek
yetişemediği için şoför önünü görmek için eğilmiş, farlardan yolu görmeye
çalışıyordu. Çok dikkatliydi. İçinden “Arabayı bi kaydırısam felaket olur” diye
geçiriyordu.
Pompacı onlar gidince kapıyı kapayıp içeri
girmişti. Aklında adamın çocuk okutacağım diye çırpınışları vardı. Kendi babası
öleli epey olmuştu. Doktorlar “siroz” demişlerdi. Hâli vakti yerindeydi ama
içki, kumar derken elde avuçta bir şey kalmamış, bir bu pompacılık kalmıştı. O
da miras malıydı. İki kız kardeşi hisselerini almak için onu sıkıştırıyorlardı.
Pompacının bunlar aklına geldi. ‘Rahmetli ha azcık bize sahap çıkaydı, mesela
bene okudeydi’ diye aklından geçirirken babasına haksızlık yaptığını düşündü.
Çünkü adam sarhoş marhoştu; ama onlarla fazla ilgilenmiyor gözükse de aslında
ilgisiz değildi. Çocuklarıyla elinden geldiğince ilgilenmiş hele erkek çocuk
diye onun bir dediğini iki etmemiş, okula da göndermişti. Ama pompacı berduş
arkadaşlara uyup okumamıştı. Bunlar aklına gelince ‘Bi çocuğu adam edicemin,
disiplin şart; öyle her dediğini almecen; dizgini azcık sıkı dutcen. Bak adama,
köylü möylü emme işi biliyor’ diye içinden söyleniyordu.
Bu sırada kamyonda adam, sigara paketinden
sigara çıkarıp şoföre ikram etti. Muavine de uzattı; ama muavin kaşının
altından şoförü gösterip olmazlanmıştı.
Adam bunu görünce içinden ‘Eferin! Şöför
disiplinli adam, muvin ondan çekiniyor’ diye geçirmişti. İçinden ‘disiplin
şart’ diye düşünüp oğlunun dizginlerini sıkı tutacağını tekrar ediyordu.
Sigara dumanından ötürü şoför mahallini
sanki kör duman basmış gibi olmuştu. Kadın yazmayı ağzına daha fazla kapattı.
Şoför “arkıdeş, bu sene gış erken basdırcek gibi. Allah hayırlısıyla versin;
emme bu yağmır Allah vere de gara çevirmese” dedi.
Adam “ula arkıdeş, ağzından yel alsın.
Valla gar basdırıverirse işimiz zor” diye cevap verdi.
Şoför “Hayırdır, havayla işin mi var?”
deyince adam keçileri olduğunu, onları kurbana hazırladığını, onun içi keçiler
biraz daha yayılırsa daha iyi para edeceğini falan anlattı. Şoför “Valla
arkıdeş, sizin de işiniz zor be. Garda gışda, dağ bayır zor valla” dedi.
Adam da çobanlığın zor olduğunu; ama
peygamber mesleği olduğunu söyleyip zorluğuna alıştıklarını söyledi.
Söz döndü dolaştı yine çocuğa geldi.
Adam bugün yaptıklarını; oğlanın okula
alıştığını, Emine yengeyi, onun insanlığını, asker arkadaşını, onun kardeşini
bir bir anlattı. İnsanlıklarından bahsetti. Hele asker arkadaşının karısının
onlar eve gidince ‘göre gapa’ onları içeri alıp misafir ettiğini; beş dakikada
sofrayı donattığını anlattı. Asker arkadaşıyla geçirdiği günleri anlattı. Şoför
de kendi asker arkadaşlarından örnekler vererek “Asger arkıdaşlığı gardeşden
ileridir. Çünküm asgerde göt göte yatarsın, lokmayı paylaşırsın. Asger
arkadaşlığı olmusa asgerlik bitmez” dedi. Bir de mapusane arkadaşlığının çok
sağlam arkadaşlık olduğunu anlattı. Bir keresinde köyünde çıkan bir kavgada bir
kişiyi yaralayınca iki sene mapus yattığını, oradan iki arkadaşı olduğunu,
onları kardeşlerine değişmeyeceğini söyledi.
Şoför kavgada bir kişiyi yaralayıp iki sene
hapis yattığını söyleyince kadın irkilerek ona baktı. Şoför kadının irkilerek
kendine baktığını görünce hafif gururlandı, kavgayı, hapisliği uzun uzun
anlattı. Adam da içinden şoför için ‘adam ayı gibi valla; Çatılmaz böylesine’
diye geçiriyordu.
Şoför hapishane anılarını anlatmaya
daldırınca dokuz dolaşımı falan nasıl geçtiğini anlamadı. Eğilip yola bakınca
“lafa dalınca dokuz dolaşımı geçdiğimizi fark edmedik. Aslında şoför kısmı lafa
dalmıması lazım; emme laf asger arkideşliği hele bi de mapusane arkideşliği
olunca insan dayanameyo” dedi. Sonra “dünkü gibi gelip geçmeyelim de bu
yağmurda tarlılan içinde rezil olman” dedi.
Adam bunu duyunca gülümsedi “doğru dedin
valla; bu yamırda tarlalar şindi balçık olmuşdur” dedi.
Şoför lafı yine çocuğa getirdi. “oğlanı
okutub eyi ediyon. Yarın bi memur olur kendini gurtarır, köylük yerde sürünüp
durmaz” deyince adam “doğru deyon arkideş; Köyde galsa ancak geçi çobanı
olurdu, okursa kendini gurtarıcek” dedi. Şoför “Sizi de faydası dokunur herhal”
deyince adam “yok canım hangi oğlanın bubasına faydası olmuş da benim oğlanın
olucek. O kendini gurtarsın yeter.” dedi. Şoför “Yoo, senin oğlan faydalı; baya
sene faydası olucek gibi” deyince adam içinden hafif gururlanmıştı. “kim bilir,
belkim faydası olur” diye mırıldandı.
Onları sessizce dinleyen kadın da içinden
“oğlum böyük adam olucek, anasına bakıcek.” diye geçiriyordu.
Bu sırada şoför cama eğilip yavaşladı
“arkıdeş sizin köyün sapağına geldik. Siz burda enip gıvracım goşun. Köyde
acele işim olmusa sizin köye giriveridim; emme valla sabah garı hasdeydi. Aklım
onda, eğer kim iyileşmediyse alıp kasıbaya getircen” dedi. Adam “Sağ ol
arkıdeş; o gadar da değil. Buruya gadar getirdin, sağ ol, biz şurdan garıyla gıvracım
gideriz. Hem rahmet az yavaşlamış” dedi. Cebinden para kesesini çıkarıp
“arkıdeş, borcumuz ne?” dedi. Şoför “arkideş borc morç yok; senin oğlan
okuyunca bene bi hayır dua edsin yeter” dedi. Adam “Tabii hepimiz dua ederiz de
parasız olmaz arkideş, birez bir şey al heç olmazsa” diye diretince şoför
gülümseyerek “tamam arkideş! Sen yengeyle en aşağıya, valla bak şindi gaçırın
sizi” diye söylendi.
Bu sırada adam kapıyı açıp karısına “sen in
aşağı” derken şoföre “sağ ol arkideş, bu eyiliğini unudmecen. Bizim köye yolun
düşerse mutluka beklerin, bene Deli Memet derler.” Dedi; şoföre memnuniyetini
bildirerek aşağı indi.
Bu sırada kamyon yürümüştü. Yağmurun
azaldığı falan yoktu. Karı, koca “bata
çıka” köye doğru koşmaya başladı.
Onlar köye gide dursun kasabada çocuk ve
Emine yenge gündüzden kalan bulgur aşını ve dünden kalan tarhana aşını ısıtıp
yediler. Çocuk yine anasının getirdiği gatmer ve ot ekmeğinden çıkarıp
“yiyelim” diye ortaya koydu. “Yenge benim ırbıkdaki çorbudan ısıdeydik ya…”
deyince Emine yenge “sen onu yarın, yarından keri, hadda sonraki günlerde
yersin. Yalınız onu kapıya yakın goy da eşimesin” dedi.
Çocuk bu söz üzerine içinde tarhana çorbası
olan ibriği kapının yanına serin bir yere koyup geldi. Ocaktaki ateşin
ışığından faydalanıp yemeklerini yediler.
Bu sırada küçük pencerenin dışından bir
ışık geliyordu. Çocuk bunu yeni fark etmiş, o ışığa bakıyordu. Emine yenge
“orda pancarın memurlanın evleri va. Bi motor va. Onun çalışdırdıla mı ordaki
lambıla yanıyo” dedi. Çocuk bundan bir şey anlamamıştı. Ama Emine yengenin de
fazla bir şey bilmediğini anlayıp bu konuda bir şey sormadı. İkisi de
karınlarını doyurunca Emine yenge “ben varen abdes alıp gelen de akşam namazımı
gıleyin” deyip dışarı çıktı. Kapıyı açınca “aboov! Gar atıba” dedi. Çocuk ‘her
çocuk gibi’ kar yağdığını duyunca sevinçle Emine yengenin arkasından çıktı.
Hakikaten hem de lapa lapa kar yağıyordu. Emine yenge “gapıyı gapa, gış bu sene
erken basdırcek” dedi.
Karın yağmasıyla içine bir sıkıntı
girmişti. Bugün yarın kızı doğurur da gitmek zorunda kalırsa bu kışta kıyamette
bu çocuğu nereye bırakacaktı? Gerçi komşusu Kör Hacer “Ben baken” demişti; ama
Emine yenge ona hiç güvenmiyordu. Çocuğu alıkoyduğu için; bugün de anasına,
babasına gerçeği söyleyip “oğlana başka bi yer bakalım” demediği için içine bir
sıkıntı, bir pişmanlık çökmüştü. Bu sıkıntıyla gitti, ileride abdest almaya
başladı.
Çocuk da karşı evlerden gelen ışığa bakarak
karları yakalamaya çalışıyordu. Emine yenge abdest aldı, kendi odasına girerken
çocuğa “hade sen de soğukda beklime, gir içeri. Erkenden yat. Sabah okula erken
gidiyon” deyince çocuk eline aldığı karları silkeledi, üşüyen elini hohlayarak
odasına girdi. Sofra bezini katlayıp kenara koydu. Yemek tabaklarını, içi
boşalan bulgur aşı tenceresini alıp Emine yengeden tarafa götürdü. “Yenge
bunları yıkıyen mi?” dedi. Kadın gülümseyerek “a oğlum, sen nahal yıkecen onları?
Goy oruya, ben yarın yıkarın, sen gir içeri, yatanı ser yat. Eyi örtün, buranın
ayazı sertdir, üşüme” diye tembih etti. Çocuk “Eyi o zaman” deyip kendi odasına
geçti.
Tuvalete gidecekti, üşendi “sabah giderin”
dedi. Yatağını ocağa yakın serip içine girdi, yorganı örtündü. Çabucak uyudu.
Gece rüyasında köyünü, köpeğini, ölen kırlangıç yavrusunu, anasını, babasını,
kardeşlerini, küçük kardeşinin sümüklü hâlini gördü. Arada bir anasının
emmisinin kızının oğlu Davut’u da gördü. Bu sırada ona kravatını gösteriyordu.
Sabah erkenden buz kesmiş şekilde uyanınca
en son Davut’a kravatını gösterdiğini hatırlıyordu. Soğuktan yatağın içine
gömüldü. Yorganı üstüne çekince biraz ısınmıştı. Ama kalkması gerekiyordu.
Kalktı, oradan iki çıra aldı. Ocakta köz var mı diye üfledi. Biraz köz vardı.
Çıraları közün üstün koyup üfleye üfleye onları tutuşturdu. Bu sırada çıranın
tutuşurken çıkardığı duman gözüne kaçmıştı. Gözünü ovalayarak gitti, küçük bir
kök parçası alıp çıranın üstüne koydu. O da tutuşsun diye biraz üfleyip onu da
tutuşturunca üzerlerine iki küçük kök daha koydu. Sonra koşarak tuvalete gidip
geldi; oradaki ibrikteki suyla acele elini yıkadı. Ocağın üzerine sacayağı
koydu. Anasının getirdiği çanağın içine ibrikten biraz çorba boşaltıp çanağı
sacayağının üstüne koydu.
Bu sırada Emine yenge kapıyı açtı “eferin,
bak sen adam olucen. Erkenden kakıp ocağa yakmışsın, aşı da ısıdyon. Eferin,
böyle kendine eyi bak” dedi. “Ben böğün yarın gız doğrusa giderin, eferin sen
kendine bakıcesin” diyecekti; çocuğun keyfini bozmamak için sustu.
Çocuk da “sağ ol yenge, ben köyde de böyle
erken kalkardım” dedi. Sonra hevesle ocakta ısınan çorbayı yere serdiği sofra
bezinin üstüne koydu. Ekmek örtüsünü açıp içinden yufka ve gatmer çıkardı, iki
de kaşık getirdi. “Buyur yenge, beraber yeyem.” dedi.
Emine yengenin çocuk böyle deyince içi
sızladı, bir an ‘gız doğursu da gidmeverin, zaten bu dördüncü olucek’ diye
düşündü ama torunlarını da çok özlemişti. Sonra ebe, kızının ikiz
doğurabileceğini söylemişti. Ayrıca kızın kaynanası da ‘çok gurnuguduzdu’,
kızına heç dirlik vermemişdi. Kızı yeni yeni evdeki otoriteyi ele geçiriyodu.
Gerçi kendi de kaynanaydı. Ama oğlu gelinini şehirde yaşatıyordu. Sonra o da
gelinine azıcık ‘iş kesmişti’ o kadar. Sonradan oğlu karısına sahip çıkmış,
“ana, ben garıdan memnunun” demiş yani ‘sen bizim işe fazlı garışma.’ demek
istemişti. Emine Yenge kaçın kurası, bunu aynen böyle anlamış, bi da geline laf
sokuşturmaktan vazgeçmişti. Aslında başlangıçta oğluna biraz kızmıştı; ama
oğlana kızıp duracak değildi ya… ‘Onun da bi bildiği var herhal’ diye
düşünmüştü. Ya damadı? Kepazenin biriydi; hep anasının ağzına bakıyordu. Öyle
olduklarını bilse kızını kesin vermezdi. Damat boylu poslu, yakışıklı olunca
onu adam bellemiş, hemi de bir istemede kızını verivermişti. Kızı damadın
anasının ağzına bakmasından az çekmemişti.
Ama şimdi yıllar geçip çocuklar büyünce
evde idareyi yavaş yavaş ele almış, kaynanasını susturmasını bilmişti. Yalnız
kızının iki de bir ‘köpek enikler gibi’ çocuk doğuruşuna çok kızıyordu. Kaç
kere “gızım yeter gari, böyle doğurup durma, yaşın geçiyor, az gorun” dese de
dinleyen kim? Emine Yenge ‘gızın bu gızışgınlığı halasına çekmiş, o da köpekler
gibi enikledi durdu. Onca ölenden keri hâlâ beş çocuğu var’ diye düşünüp kızın
bu doğurganlığından kızının halasını sorumlu tutmuştu. Gerçi kendi kardeşinin
de dört çocuğu olmuştu; ama kızın halası gibi hiç ölen çocuğu yoktu. Yani
teyzesi bu benzetmede daha geride kalıyordu.
Aklından hızlıca bunları geçirip “abov,
gadın oğlum böyümüş de ninesini de bakıcemiş.” diye çocuğun sırtını sıvazlamış
“ben az önce yevedim” demiş ve odasına gitmek için ayağa kalkmıştı. Durakladı
“o ekmekle bek gurumuş, onlan üsdüne azcık su atıve de örtüsünü gapa.” dedi ve
odasına gitti.
Çocuk içine ekmek doğradığı çorbayı çabuk
çabuk içti. Emine yengenin “ekmekle bek gurumuş, üsdüne su atıve de örtüsünü
gapa” dediğini unutmuştu, hızla hazırlanıp okula gitti.
Bugün ders öğleye kadardı. Öğleden sonra
kitap almak için kasabanın meydanına gidecekti. Giderken akşamdan biriken karı
kütürdeterek üstünde yürümek hoşuna gidiyordu. Üzerinde sadece ceketi vardı.
Anası kazağını getirmemiş, havalar daha iyi diye düşünüp ‘Önümüzdeki hafta
göndereyim’ diye demişti. Giderken de “havalar soğucek, ben bazar günü senin
gışlıkları da gönderen” diye söylemişti. Ama hava oldukça soğuktu. Çocuk
karları kütürdetirken havanın soğuduğunu fark etti ve koşmaya başladı. Tam
okula çıkıyordu ki orada bir kaymasın mı? Bereket yerde kar vardı da üstü başı
sadece kara bulandı. Yalnız dizi çok acımıştı. Düşünce ilk iş etrafına gören
var mı diye baktı. Okulun önünde iki çocuk ona bakıp gülüyordu. Hızla yanlarına
gitti. “Ne gülüyusunuz? Ayı mı oyneyo?” diye çatacaktı. Ama iki kişi oldukları
için çekinip içeri girdi. Çocuklar da arkasından okula girdi. Çocuklardan zayıf,
çakır gözlü olan hâlâ gülüyordu. Ama çocuk kimseye bir şey demeden sınıfa
girdi.
Az sonra öğretmen de gelmişti. O iki çocuk
da artık kendi önlerine dönmüştü. Bu sırada dizinin çok acıdığını fark etti.
Pantolonu sıyırınca dizinin parçalandığını, pantolonun da delindiğini fark
etti. Dizindeki kanı kâğıtla silerken öğretmen fark edip yanına geldi. Çocuğun
dizinin kanadığını görüp onu sıradan kaldırdı. Kolundan tutup öğretmen odasına
götürdü. Çocuk öğretmen kızacak diye korkarken öğretmen şefkatlice “Çocuğum
niye söylemiyorsun? Dizin çok kötü olmuş” deyip “acıyor mu?” diye sordu. Çocuk
“acıyor” manasına başını sallamıştı. Öğretmen duvardaki dolabı açtı. İçinden
pamuk ve iki şişe, bir kutu ve yara bandı aldı. Önce beyaz su gibi bir şeyi;
oksijeni döktü. Çocuk ilk defa bunları görüyordu. O beyaz şey dizini köpürtüp
hafif kaşındırdı. Öğretmen pamukla kanları itinayla sildi. O sudan tekrar
döktü. Biraz bekledi, küçük bir şişeyi açtı. Bu tentürdiyottu. Tentürdiyotu
üfleyerek yaranın üstüne döktü. Çocuğun çok canı yanmış, bağırmamak için
kendini zor tutmuştu. Öğretmen bir yandan üflerken diğer yandan çocuğa “biraz
canın yandı, biliyorum; ama yaranın iyileşmesi için tentürdiyot dökmek şart”
diye söyleniyordu. Yaranın üzerine toz ekti ve onun üzerine gazlı bez koydu. En
son yarayı yara bandıyla örttü.
Sümük gibi bıyığı olan müdür de gelmişti. O
da çocuğun üzerine eğildi “bu çocuğa ne olmuş böyle?” diye ne olduğunu gördüğü
hâlde sordu. Öğretmen, müdür gelince biraz toplanmıştı “çocuk okula gelirken
düşüp dizini parçalamış müdür bey, ben de pansuman yapıyordum.” dedi. Müdür
“İyi yapmışsınız, bu yara fazla büyük, çocuğu eve gönderelim. Yalnız yanına da
birini koyalım.” dedi. Sonra “hemen gitmesin, biraz burada otursun. Ona bir de
çay söyleyelim. Çayını güzelce içsin, sonra yanında hademeyle yavaş yavaş evine
gitsin” dedi. Çocuğa da “oğlum git istirahat et. Sen evvelki gün kayıt oldun
değil mi?” dedi. Çocuk, görünce korktuğu müdürün baba gibi şefkatli
davranışına, öğretmenin onu çocuğu gibi tedavi edişine çok şaşırmış bir şekilde
“evet” der gibi başını salladı. Müdür çocuğa “siz ev mi tutumuz, başında kimse
var mı?” diye sorunca çocuk çok yavaş sesle “evet efendim, bene Emine yenge
bakıyor.” dedi. Müdür “iyi o zaman çocuğa bakacak biri varmış. Hademe Emine
yenge kimse ona tembih etsin, çocuk iki gün yatıp istirahat etsin” dedi.
Öğretmen “Peki müdür bey, ben çocukla ilgilenirim. Çocuklara bir okuma verip
geleyim” dedi.
Müdürle öğretmen birlikte dışarı çıktılar.
Çocuk şaşkın bakınırken az sonra hademe elinde büyük bir çay bardağıyla geldi.
Bardağı çocuğun önüne koyarken “geçmiş olsun oğlum, garda azcık dikkat edicen,
yoğusam böyle düşer durusun” dedi. Çayı karıştırdıktan sonra dışarı çıktı.
Çocuk usul usul çayını içerken öğretmen
tekrar geldi. Gülümseyerek “nasıl, tentürdiyot artık acıtmıyor değil mi?” diye
sordu. Çocuk “acıtmeyo öretmenim” diye cevap verince öğretmen “öyle değil;
acıtmıyor öğretmenim” diyeceksin. Sen kitap okuyor musun?” dedi. Çocuk “okuyon
öretmenim” diye cevap verdi.
Öğretmen bu kez çocuğun konuşmasını
düzeltmeden “ders kitapları değil, onlardan başka; hikâye, roman okuyor musun?
Onu soruyorum.” deyince çocuk “ara sıra okuyon” dedi. Öğretmen “işte onun için
konuşman bozuk. Okuldaki kütüphanede bol bol roman, hikâye, masal kitapları
var. Onları okudukça konuşman da düzelecek, dersleri de daha iyi anlayacaksın.
Sen iyi, zeki bir çocuğa benziyorsun. Şimdi bana söz ver bakayım. Dizindeki
yara iyileşince okula devam ederken kütüphanedeki kitapları okuyacaksın, değil
mi?” diye sorunca çocuk bu sefer daha canlı “Okucem öğretmenim” dedi.
Öğretmen çocuğun “öğretmen” derken dilini
düzelttiğini görünce yanağını sıktı, “Aferin, seninle iyi anlaşacağız” dedi. Bu
sırada odaya giren hademeye “Bekir Efendi, sen bu delikanlıyı al; yavaş yavaş
kaldığı evine götür” dedi. Hademe “olur öretmenim” deyip çocuğun pantolonunun
dizini indirmesine yardım etti. Sonra elinden tutup “hadi bakam deliganlı”
deyip yürüdü.
Çocuk hem öğretmenin hem de hademenin
kendine “delikanlı” demesinden gururlanmış, biraz daha büyümüş gibiydi. Hafif
topallayarak hademeyle çıkıp gittiler.
Onlar odadan çıkarken öğretmen içinden ‘bu
köy çocukları ve aileleri böyle okumak için çırpındıkça geleceğimize güvenim
artıyor. Bu çocuklara hep sahip çıkmalıyız’ diye geçiriyordu.
Hademenin koluna girdiği çocuk topallayarak
okuldan çıktı. Hademe “evin ne tarafda?” diye sordu. Çocuk eliyle göstererek
“şu yoldan gidicez, kasabaya çıkdıkdan sonra pancar binaları varımış. Onun
garşısında bi yerde” deyince hademe evin olduğu yeri tahmin etti. Çocuğu karın
içinde gayet dikkatli götürüyor, arada bir “dikkat ed, bi daha düşme aman” diye
uyarıyordu.
Bu şekilde yavaş yavaş yürüyerek Emine
yengenin evinin yanına vardılar. Çocuk “işde, bu evde galıyon” deyince hademe
“ben o evin sahabını bilirin. Emine yenge değil mi?” diye sorunca çocuk “evet”
anlamında başını salladı. Birlikte evin önüne gelince hademe “Hey Emine yenge!”
diye seslendi.
Emine yenge içeriden “kim o?” diye bağırdı.
Aklı kızında olduğu için köyden çağırmaya geldiler diye telaşlanmıştı. Kapıyı
açınca hademeyi ve kolunda çocuğu görünce “abov! N’oldu yavrıma?” diye
bağırarak yanlarına koşup geldi.
Hademe “telaşlanma yenge. Çocuk okula
gelirken gayıp düşmüş; dizini paralanmış ellem. Öretmen pansuman eddi, eve
gönderdi. Yatıp isdirahad edcemiş. Müdür bene ‘götür bunu, nerde galıyorsa
teslim ed gel’ dedi” diye durumu açıkladı.
Emine yenge hâlâ çocuğa bakıp sızlanıyordu
“abov! Yavrım düşümvedin? Ha azcık dikkat edseydin ya yavrım, gel şöyle.” diye
elinden tuttu. Hademeye “Allah senden de razı olsun Halil efendi. Ben şindi onu
yatırı icabına bakarın, çok sağ ol” dedi. Hademe “Eyi yenge, benden bu
gadarıdı. Ben gidiyon o zaman, gal sağlıcala” dedi. Emine yenge ona “hade sen
güle güle gid” dedi ve çocuğun koluna girip onu odasına soktu.
Çocuk içeri girince Emine yenge telaşla
yerdeki çocuğun yatağının üzerindeki yorganı açıp “hadi oğlum, gir içine” dedi.
Çocuk sadece ceketini ve kravatını çıkardı, yatağın içine girip uzandı. Emine
Yenge onun üzerini örttükten sonra çıra ve kökle ocağı adamakıllı canlandırdı.
Bu sırada “Aboo! Ben bu çocuğa neden şindi; acaba sağlıkcı mı çağırsam ki?”
diye söyleniyordu.
Çocuk “yok yenge, öğretmen bene bakdı.
Yaranın üsdüne bi şeyle dökdü. Çok canım yandı; emme öğretmen bu senin yaraya
iyi ede dediydi” diyerek sağlıkçı çağırmaya gerek olmadığını anlatmaya
çalışıyordu.
Ama kadın telaşla öyle içeri girip
çıkıyordu. Bu sırada içinden çocuğu eve kiracı olarak alıp başına iş aldığı
için kendine kızıyor ama sonra ‘ee! Ben vermecen, öteki ev vermecek de bu
çocukla nahal okucek?’ diye kendine cevap yetiştiriyordu.
O içeri girip çıkarken ocak adamakıllı
canlanmış, oda çok ısınmıştı. Bunu fark edince “eyi odayı bari ısıddık” dedi.
Çocuğa “sen sakın kalkma oğlum. Ben sene şindi bir çorba kaynadırın. İçine de
ekmeği doğrarım. Onu bir güzel yersin. Bi de ıhlamır gaynadırın. Onu da içersin,
bi şeyciğin galmaz. Emme heç kakmıdan yadcen bak, onu göre…” diye çocuğa
söyleniyordu.
Çocuk kadının bu sözlerine usulca “olur,
heç kalkmam.” dedi.
Kadın gitti; önce çorbayı kendi odasında
pişirmeyi düşündü, sonra iki masraf olmasın diye vazgeçti. Malzemeyi alıp
geldi, çocuğun odasındaki ocağın üzerinde çabucak bir tarhana çorbası pişirdi.
Çocuk gidince onun çanağını yıkayıvermişti. Çorbanın birazını çanağın içine
döktü. Bir de temiz kaşık verdi “al ninem, şunu ıscak ıscak ye bakem, içini ısıda”
dedi; sonra “emme çok ıscak, üfle de azar azar ye” diye uyardı.
Çocuk Emine yengenin “al ninem, şunu ıscak
ıscak ye” deyişiyle ninesini hatırlamıştı. Geçen yıl ölmüştü. Çocuk onu çok
severdi. Soğuk kış günlerinde onun evinde kalır, ninesine sokulur yatardı.
Ninesi bu sırada kurumuş parmaklarıyla onun saçlarını karıştırıp tatlı tatlı
masallar anlatırdı. Çocuğun en çok sevdiği “Tozlu Bey” masalıydı. Tilkinin
burnunda helva kâğıdı giderken yolda “bunlar kimin?” diye soran herkese “Tozlu
Bey’in” deyişini çok sever, orasını ninesinden tekrar anlatmasını isterdi.
Ninesi de gevrek gevrek güler “bi da anladıcen emme uyucen deyi söz ver bakem”
derdi.
Bunlar aklına gelince çocuk usulca Emine
yenge’nin elini tuttu, “sağ ol nine” dedi.
Bu sırada kadının içi titremişti. O çocuğa
“ninem” dedikçe çocuk ona “yenge” derse aldırış etmiyordu. Şimdi elini tutup
“sağ ol nine” demesi onu çok duygulandırmış, epeydir görmediği torunları aklına
gelmiş, onları çok özlediğini fark etmişti. Kızı doğurduğunda haber alıp
gidince torunlarıyla hasret gidereceği aklına geldi, sevindi. Ama çocuğun
“nine” deyişini düşündü. ‘Bu torunu nasıl bıraken, kime bıraken?’ diye
kaygılandı. Eğer giderse Kör Hacer’e yalvaracak “ben gelene gadar nolur çocuğa
göz gulak ol. Ben de töbe olsun senin gır işine goşarın” diye yalvaracaktı.
Aslında o nalet kadından hiç umudu yoktu;
ama belki “gır işini yardım ederin” derse kabul ederdi. Çünkü “Bu sene bizel
anason ekicen” diyordu. Anason ota geldiği zaman Kör Hacer kimseyi bulamıyordu.
Çünkü köyde onu hiç seven yoktu. Bunları düşündü, çocuğu Kör Hacer’in
bakacağına ikna oldu ve parmaklarıyla çocuğun saçlarını karıştırıp onu
sevdi.
Çocuk çorbayı içip bitirmişti. Kadın çorba
çanağını çocuğun elinden alıp ocağın kenarına bıraktı. Çocuğun odanın sıcağıyla
rahatladığını ve uykusunun geldiğini fark etti. “Hade ninem, sen azcık uyu
bakem.” dedi. Çocuk zaten bu sırada göz yummuştu. Az sonra uyuduğunu fark etti.
Çocuk tarhana çorbasını içerken onun da canı istemişti. Tenceredeki kalan
çorbayı çocuktan aldığı tabağın içine döktü. Aslında tabağı yıkayacaktı ama
çocuğun “nine” deyişiyle onu kendine çok yakın bulmuştu “aman! Çocuk azı gül
kokarmış” dedi ve çanağı yıkamadan içine çorba koydu. Çorbanın içine çocuğun
ekmek çıkınından biraz yufka alıp doğradı. Çocuğu uyandırmamak için ocağın
yanına gidip usul usul çorbayı içti. Sonra çanağı, boşalan tencereyi ve bulaşık
olan kaşığı aldı. Ocağın kenarındaki içinde sıcak su olan bakır ibriği de aldı
ve bulaşıkları yıkamak için dışarı çıktı.
Çocuğun uyuduğu ve kadının bulaşık yıkamaya
çıktığı sırada çocuğun köydeki evinde de telaş ve üzüntü vardı. Çocuğun anası
sabah kalktığında yerde bir karış kar görünce telaşla “kalk adam kalk, gış
basdırmış, oğlan orda çılbacık galdı; kalk bi çare bulalım” diye kocasını
silkeliyordu.
Kocası ‘berinleyip’ kalktı; ama karısının
ne söylediğini anlamamıştı. “Ne o garı? Ne ırlayıp duruyon? Bi şey mi oldu?”
diyerek hızla yataktan çıktı. Kadın bir yandan ellerini dizine vuruyor, diğer
yandan “aboov! Yavrımı orda çılbacık kodum” diye feryat ediyordu.
Adam durumu anlamıştı “dur garı, çırpınıb
durma, bi çaresine bakarız. Zamanında düşünüb çocuğun gışlıklanı gatıvemedin,
şindi öyle dövün bakalım” diye söylendi.
Kadın “telaşdan bende akıl mı galdıydı? Ben
garın çöküveceni ne bilem? Ha hafdaya götürün dediydim” diye şaşkınlıktan
birbirini tutmayan sözler söyleyerek kocasının eline sarıldı “hade gurban olem!
Bi çare bul” diye kocasına yalvardı.
Adam giyinirken karısına kızgındı; ama
oğlunu da çok sevdiği için kasabaya gidip çocuğa kışlıklarını götürmeyi ve
nasıl diye kontrol etmeyi düşündü. Giyindi, karısına “hadi hazırla çabuk, yola
çıkem. Belki bi vesayit bulurun” deyince kadın çabucak oğlana götürülecekleri
hazırlamaya başladı.
Gürültüden kızlar ve küçük çocuk da uyanıp
kapının dışına çıkmışlardı. Adam kapıyı açıp dışarı çıkınca “abov! Her yer gar
olmuş, bu havada zor vesayit bulunur” diye söylendi.
Kar, hayat diye kullanılan yerin bir kısmını
da kaplamıştı. Kızlar özellikle küçük çocuk karla oynamaya başlamıştı. Adam
onlara “ya gızla siz de heç akıl yok? Girin çabık içeri, şindi oğlanı üşüdüp
hasda edceniz” diye bağırdı.
Kızlar babasının kızdığını görünce küçük
çocuğu da yanlarına alıp odaya girdiler. Kadın bir yandan çocuğun torbasını
hazırlarken bir yandan da kocasına “aman adam n’olur, bunları oğlana ulaşdır”
diye yalvarıyordu.
Bu sırada kocasının kızlara “girin içeri!”
diye bağırdığını duymuştu. Can sıkıntısıyla “gızlaa! Varmeyen bak, çabık sobaya
yakın baken” diye kızlara bağırırken elindeki torbayı da kocasına verdi. Adam
torbayı aldı, başına da kar takkesini çekip yürüdü.
Onların sabah bu telaşları karşıdaki
komşuların da dikkatini çekmiş; hepsi merakla “bunlara sabah sabah n’oluyo
böyle?” diye bakıyor, durumu anlamaya çalışıyordu.
Bu sırada kadının kocasının arkasından
“aman adam, bunları oğlana muhakkak götür.” dediğini duyan komşular durumu
anlamıştı. Kimisi “bu garda akıl kârı mı bu?” diye söylenirken kimi evde
kadınlar “bak ellerde ne adamlar var? Adam çocuk okuducen deyi kendini
mafedicek” diye söylenip çocuk okutmaktan kaçınmasını kocalarının başlarına
kakıyorlardı.
O yıllar memurların yaşamının herkesten iyi
olması, insanları çocuklarını okumaya yöneltmişti. Ama olanaksızlıklardan
herkes çocuk okutmayı göze alamıyordu. Yani kadınların serzenişi de bundandı.
Yine bu sırada tuvalete kalkan kadının
emmisinin kızı, emmi kızının kocasına “aman adam, bunları oğlana muhakkak
götür” diye yalvarışını duyunca dudak bükerek “siz kim? Çocuk okudmak kim?
çılbaklar. Siz önce götünüze bi don alın” diye söyleniyor, küçümseyerek
bakıyordu.
O sırada adam da elinde torba karlara bata
çıka giderken içinden ‘Allah vere de bi vesayit denk gele işallah’ diye
söyleniyordu.
Kar dinmişti. Hava da henüz kapalıydı. Ama
ileriden hava bir açarsa ayazın çökeceğinin bilincinde olan adam, koşarak yolun
sapağına vardı. Kar, yolu yorgan gibi örtmüştü. Yolda hiç araba izi yoktu.
Belki bi araba geçer diye beklemeye
başladı. Bir sigara yaktı. Karnı aç olduğu için öksürmeye başladı. Ağzına gelen
balgamı ileri tükürmek için gitmişti ki; ileriden iki kişinin geldiğini gördü.
Sırtlarındaki tüfeği görünce onların avcı olduğunu anladı “mübarekle rüyanızda
mı gördünüz avı?” diye mırıldandı.
Onlar da onu görmüştü. Uzaktan el
salladılar. Onları tanımıştı; yakın köydendiler. O da el salladı “avınız yağlı
ola” diye bağırdı.
Adamlar da onu tanıyınca yakınına gelip
“hayrola bizim oğlan, sabah sabah burda işin ne?” diye sordular. O da bağırarak
kasabada okuyan oğlana öteberi götürmek için vesayit beklediğini söyledi.
Adamlar daha yakına gelmişti. Yaşlı olanı “a bizim oğlan, bu havada buradan
vesayit geçer mi heç? Seninki de emme akıl ha” dedi.
Adam “valla arkıdeş, ben de biliyom da garı
sabah çok zırladı, mecbur yola çıkdım.” diye cevap verdi.
Kasabada çocuk okuttuğunu; aslında dün
orada olduklarını, karısının daha vakti var diye çocuğun kışlıklarını
götürmediğin; ama şimdi kar çökünce telaşla evden çıktığını söyledi.
Her iki adamın da çocukları, oğulları
vardı. Onların çocukları da okumayı çok istemiş, karıları çok yalvarmış; ama
onlar “bu iş çok zor, bizim gücümüz yedmez” diye karılarını dinlememişlerdi.
Ama ne zaman okuyan birini veya bir memur görseler çocuklarını okutmayı göze
alamadıkları için pişman oluyorlardı. Şimdi bu karda çocuğuna öteberi götürmek
için yola düşen komşu köydeki bu adama karşı içlerinde bir saygı uyanmış, ona
canları acımıştı.
Yaşlı olan “arkıdeş, eyi düşünmüssün de
valla burda, bu havada vesayit geçmez. Sen en iyisi garın kalkmasını bekle. Hem
çocuğun başında kimse yok mu?” dedi. Adam Emine yengeden bahsedince yaşlı adam
“eyi bak; başında insan da varımış. Sen buradan dön köye git, hava müsayit
olunca gidesin. Bak hava açmaya başladı. Valla burda buyar galırsın” deyince
adam onlara hak verdi. Gerçekten bu havada bir araba bulamayacağına ikna
olmuştu. “Doğrusun arkıdeş, ben dönen, iş kötüye varıcek” dedi ve onlarla
vedalaşıp geri döndü.
O köye giderken avcılar tepelere doğru
yollanmıştı. Hiç konuşmuyorlardı ama ikisi de içinden adamı takdir ederken
kendilerine sıkıntıyı göze alıp oğlanları okutmadıkları için kızıyorlardı.
Adam hızlandı. Çünkü ayaz çökmüştü. Çoban
olduğu için böylesi ayazları bilirdi. Keçi güderken veya dağa giderken yanına
kepenek aldığı için üşümezdi. Ama şimdi üzerinde yalnız ceket vardı ve
üşüyordu. Koşarak köye girdi, hızlıca evine gidiyordu.
Bu sırada az ilerideki evin hayatında duran
karısının emmi kızı onu görünce kocasına seslendi “bak seninki geri döndü;
kasabaya gidmeye götü dutmadı” diye adamla alay ediyordu. Onu duyan kocası
kapıdan başını uzattı. Koşarak elinde torba evine giren adamı görünce “hey
yavrım hey. Goley mi çocuk okudmak, göt isder göt. Kartal bile kemiği yudmudan götümden çıkar mı
diye ölçermiş, Kemiği ölçmüden yudarsan, işde böyle zemheri gaçgını gibi
yollara düşersin” dedikten sonra karısına “hadi bırak sen onu bunu da gel,
garnım çok aç.” diye seslendi. Kadın içinden ‘Azcık parası var, hombul hombul
hombuldeyo’ diye söyleniyordu.
Aslında çocuğunu okutmak için çırpınan ve
fakir olan emmi kızının kocasını o da çok sevmiş “beni alır” diye beklemişti.
Ama adam onu değil emmi kızını almıştı. Bu yüzden kocası zengin olduğu hâlde
gözü hâlâ emmi kızının kocasında olduğundan onlar ne yapsa kıskanıyordu.
Bu sırada adam elinde torba kendini odaya
zor attı. Kadın, kocası torbayla geri gelince “n’oldu adam, geri niye döndün?”
diye sordu. Adam “Elin körü oldu. Ya yolda in cin yok, heç araba izi yok. Ayaz
da çökdü. Oğlan okuducen deyi orda buyub galey miydim?” diye cevap verdi. Avcıları,
onların söylediklerini anlattı. “Nasıl olsa Emine yenge var. Ben yarın falan bi
daha bakarın, sen marak edme, oğlana bi şey olmaz” dedi.
Bu sırada kadın kocasının çok üşüdüğünü
görmüştü. Kocası “Oğlan okuducen deyi orda buyub galey miydim?” deyince “Allah
edmesin” diye telaşlanmış, kocasının söyledikleriyle Emine yengenin oğluna
sahip çıkacağına biraz ikna olmuştu. Ama diğer günlerde de adam gitmek istediği
hâlde araba bulamadan geri gelmişti. Çaresiz, pazar günü pazara giden
arabalarla gideceklerdi.
Kasabada Emine Yenge erkenden kalktı. İlk
önce çocuğun odaya girdi. Çocuk uyuyordu. Gürültü etmeden usulca ocağı
karıştırdı. Köz vardı. Kök çuvalına gitti. Çuval yarılamıştı. İçinden “bubası
gelene gadar anca yedcek” dedi. Usulca dışarı çıktı. Kendi çenttiği çalıların
yanına gitti. Üzerleri karla doluydu. Karıştırdı. Alttaki kuru dalların
kalıncalarından üç dört tane seçti. Tekrar çocuğun odaya geldi, çıra
torbasından iki çıra aldı. Elindeki dallar için ‘şunlara çırayla dutuşduren,
üsdüne de gocuman bir kök goydum mu epey yeter’ diye içinden geçirdi. Usul usul
ocaktaki közü üfleyip çırayı tutuşturdu. Onların üstüne dalları çaprazlama
koydu. Ocağın içine sokulu bakır ibriği usulca aldı ‘ben giden, abdes alıp
gelen. O zamana gadar dallar nasıl olsa dutuşur’ diye düşündü. Elinde ibrik,
kapıyı usulca açıp çıktı.
İçinden de ‘hadi bakalım, yalınızın deyi
üzülüyodun, buldun torunu, hayrını gör’ diye kendiyle dalga geçiyordu.
Önce helâya gitti. Taharet ibriği buzlanmış
mı diye salladı; buzlanmamıştı. Güzelce işini gördü. Buz gibi suyla
taharetlendi. Çıktı, abdest ibriğindeki suyla önce ellerini yıkadı. Sonra
abdestini alıp kendi odasından abdest ibriğinin üstüne güğümden su ilave etti.
Tekrar çocuğun odaya girdi. Çocuk sessizce uyuyordu. Ona baktı “melek gibi
uyuyo” dedi. Torunları, doğuracak kızı aklına geldi; yine içi sıkıldı. Abdest
ibriğini yine ocağın yanına sürdü. Çuvaldan aldığı irice kökü, tutuşan dalların
üstüne koydu. Gitti, odasından namazlığını alıp geldi, sonra çocuğun yatağının
yanında namaza durdu. Namazını kılıp bitirdi, selam verirken gözünün kuyruğuyla
çocuğa baktı. Çocuk hâlâ uyuyordu ve hafif terlemişti.
Emine Yenge çocuğun terlediğini görünce
önce odanın sıcaklığına verdi. Ama kendinin terlemediğini fark edince acele
selamını verdi. Namazlığını dürüp kenara koyduktan sonra çocuğun yanına oturdu.
Eliyle çocuğun alnını elledi “eyvah ateş gibi yanıyor” dedi. Telaşlandı.
“eyvah! Nedcen şindi ben?” diye odada dolanıyordu.
Çocuğu başıma bela aldım diye kendine
kızıyor, sonra çocuğun “nine” deyişi aklına gelince de “sen de bi hayra gircen,
onu da mundar ediyon” diye kendine kızıyordu.
Yani tam bir şaşkınlık içindeydi. Neden
sonra aklına çocuğa ıhlamur kaynatıp gripin içirmek geldi. Koştu kendinden
tarafa. ‘Başım ağrıdığı zaman atarım’ diye evde hep gripin bulunduruyordu.
Gitti, iki tane kalan gripinin birini alırken ‘Bi tek galdı, yarın bazaryerine
enen de bir iki dene da alen, bak ilazım oluyor’ diye içinden geçiriyordu.
Ihlamur hep bulundurur, soğuklu günlerde azar azar kaynatır içerdi. O
ıhlamurdan dün de kaynatıp içmiş, cezvenin içinde biraz daha kalmıştı. Cezveye
baktı, kokladı, sonra kendine güldü “gız bu aş mı da kokucek sersem” diye
söylendi. Cezveye alıp çocuktan tarafa geçti. Ocağa sürülü bulunan bakır
ibrikten cezveye sıcak su kattı, sonra ocağın ateşinde cezveyi kaynattı.
Etrafına bakındı oğlanın çay bardağı var mı diye olmadığını gördü. ‘Bubasına
söyleyip bir çay bardağı, bi demlik, acçık da çay, şeker aldırmalı’ diye
düşündü. Gitti odasından bir temiz bardak alıp geldi. Zaten kendinin de üç çay
bardağı kalmıştı. İkisini geçen ay gelen torunları kırmıştı. Bu aklına geldi,
bardak sıcakta çatlamasın diye önce bakır ibrikten, daha ılık sudan bardağa
biraz koyup ocağın kenarına serpti. Sonra cezvede kaynayan ıhlamuru bardağa
usulca koydu. Elinde bardak ve gripin çocuğun yanına gitti. Çocuğu yavaş yavaş
sallayıp uyandırmaya çalıştı.
Bu sırada çocuk gözünü açtı; ama belli ki
ateşten hâlsizdi. “Hadi oğlum, iç şu hapı” diye önce gripini uzattı. Çocuk önce
olmazlanacaktı; ama sonra hapı eline aldı. Emine yenge “ağzının ilerisine hapı
goy” dedi. Çocuk aynı onun dediği gibi hapı boğazına doğru koydu. Emine yenge
“al iç şindi şunu” deyip bardağı uzattı. Bardağın sıcak olduğu aklına gelince
“dur yavrım” dedi. Koşmacı odasına gidip öbür bardağı aldı geldi, abdest
ibriğinden, ılık sudan koyup “önce şunu iç” dedi. Çocuk suyu içip hapı
yuttuktan sonra başını tekrar yatağa koydu. Emine Yenge baktı olmayacak, bir
elini çocuğun başının altına soktu, öbür eliyle çocuğa ıhlamuru yavaş yavaş
içirdi. Sonra yine yatırıp üstünü güzelce örttü. “Şindi sen birez terle baken”
dedi. Kalktı, çocuk terlerse değiştirecek çamaşırı var mı diye çocuğun çamaşır
torbasını silkti. İçinden bir gömlek, bir hafif yırtık atlet, iki de don çıktı.
Bir iki de yün çorap vardı. Kadın atleti ve donu eline alırken çocuğa temelli
canı acıdı “bunlar da benden betek, bek cıbılmış” dedi. Odasına gitti, torunu
için ördüğü kazağını alıp geldi. İçinden “bu gış gıyamedde bir yırtık atlet
olur mu heç? Şunu da geyer de içi ısınır” diye söyleniyordu”.
Varış geliş çocuğu tam torun görmeye
başlamış, ona içi ısınmıştı. ‘Ah şu gızın doğum derdi olmusa bu çocuğu guzu
gibi bakadım; emme nedcen? Öteki de gızım ve doğucek torunum.’ diye düşünerek
yün kazağı da çocuğun temiz çamaşırlarının yanına koydu, çocuğun yanına uzandı.
Ne kadar zaman geçti farkında değildi.
Birden uyandı. Odanın içi karanlıktı. Ocaktan gelen belli belirsiz ışıkla
çocuğa baktı. Alnını elledi. Çocuk çok terlemişti. Elini arkasına soktu,
“aboov! Şırılşıklam ıslanmış bu” deyip aceleyle ayağa kalktı. Çocuk da uyanmış,
gözlerini açmıştı.
Kadın çocuğun uyandığını fark edince “abo
yavrım, gımıldıma sakın” deyip üstünü biraz daha örttü. Sonra gitti, ocağı karıştırıp
canlandırdı. Üzerine bir iki çıra attı, kök çuvalından bir iri kök daha alıp
onların üzerine koydu. Eğilip üfleyerek çıraları tutuşturdu. Çocuğun atletini,
donunu ve kendi torununa ördüğü kazağı ısıttı. Çocuk çoğunlukla pantolonuyla
yattığı için, pjiama gibi giydiği şey hemen ileride duvarda çiviye asılıydı.
Onu da aldı geldi. Sonra gitti odasından büyükçe bir havlu aldı geldi. Onu da
ocakta ısıttı. Çocuk hasta diye çok telaşlıydı.
Çocuğa “kalk baken yavrım” dedi. Çocuk
yatağın içinde doğrulunca üzerindeki gömleği çıkardı. İçinde yalnız atlet
vardı. Onu da çıkardı. Gömlek ve özellikle atlet çok ıslanmıştı. Aceleyle
ısıttığı havluyla çocuğu kuruladı.
Bu sırada çocuk hiç konuşmadan kadın ne
derse onu yapıyordu.
Bir keresinde köyde de böyle hastalanmış, o
zaman sağ olan ninesi aynı şimdi Emine yenge gibi telaşlanmış, anasını bile
karıştırmadan onun terini böyle silmişti. Bunlar aklına geldi. Ninesini çok
özlemişti. Ama artık Emine yengeyi de ninesi kadar seviyordu. Şimdi sessizce
bekliyordu.
Emine yenge bu sırada çocuğa ısıttığı
atleti giydirdi, üzerine kendi verdiği kazağı giydirdi, onun üzerine de gömleği
giydirdi. Sonra çocuğa “hade baken; kendin donu değişdir, şu pijamanı da gey
baken” dedi. Arkasını ocaktan tarafa döndü.
Çocuk Emine yenge görmesin diye dikkatli
donunu değiştirip pijamayı giyerken Emine yengenin gözü ocaktaki ateşe dalıp
gitti.
Yıllar önceydi. Kocası da sağdı o zamanlar.
O zaman iki göz evi de kendileri kullanıyordu. Ta burada, çocuğun yattığı
yatakta şimdi şehirde fabrikada çalışan oğlu yatıyordu. Çocuk çok hastalanmış;
aynı şimdi bu çocuk gibi ter içindeydi. O sıra Emine Yenge de genç tabii.
Tecrübesi yok. Çok telaşlanmış, çırpınmaya başlamıştı. Onun çırpınışına kocası
telaşlanmış; koşup kasabanın sağlıkçısını alıp gelmişti.
Sağlıkçı geldiğinde aynı kendisinin şimdi
bu çocuğa yaptığı gibi oğlunun terini sildirmiş, çamaşırlarını değiştirtmiş,
sonra oğluna bir de iğne yapmıştı. Kadına “yenge böyle durumda telaşa gerek
yok. Ter iyidir. Çocuk içindeki zehiri atar. Yalnız çocuğu üşütmeden terini
silip ısıttığın çamaşırları giydir. Bak göreceksin, çocuk şıppadak iyileşir”
demişti.
Emine yenge “Eyi deyon abe de ben iğneyi
nahal yapıcen?” diye sormuştu. Bu soru üzerine sağlıkçı gevrek gevrek gülmüş,
“bravo, iyi soru; ama ben çocuğa iğneyi belki mikrop kapmıştır diye önlem
olarak yaptım, her zaman gerekmez” demişti.
Sağlıkçı böyle konuşurken kocası “kusura
bakma sağlıkçı bey; garı genç, bunları hep öğrenicek” deyince sağlıkçı
kocasının omzunu tutmuş “birlikte öğreneceksiniz. Çocuk, ana babası birlikte
büyütürse tam yetişir, yoksa bir yanı eksik kalır” demişti.
Sonra yıllar geçmiş; Emine yengenin üç
çocuğu küçük yaşta o yıllardaki hastalıklardan ölmüş; anca bir kız ve oğlunu
yarım yanları eksik kalsa da sağ salim o büyütmüştü. Çünkü kocası “çocukların
bakımı garının işi” der hiç karışmazdı. Akşam son lokması ağzında, kendini
kahveye zor atardı.
Bunları, sonra torunların büyümesine yardım
edişini düşündü. Şimdi de bu çocuğu yıllar önce o sağlıkçıdan öğrenip defalarca
kendi çocuklarına uyguladığı yöntemle tedavi etmeye çalışıyordu.
Yine kocası aklına geldi. Sağlıkçı
gittikten sonra onun arkasından gülüp “bu gılıbık herhal; adam kısmı heç çocuğa
garışır mı? Çocuk böyütmek garının işi” diye mırıldanmıştı.
Rahmetli kocası iyiydi, hoştu; ama çok
kabaydı. Bu aklına geldi; ama içinden yine rahmet diledi.
Çocuğa dönüp baktı. O da donunu
değiştirmiş, pijamasını giymiş, sepsessiz yatağın içinde oturuyordu. Kadın onu
öyle görünce sevindi. “nasıl, acık eyisin de mi?” diye sordu. Çocuk usulca
“iyiyin” dedi. Biraz canlandığı belliydi. Kadın neşeyle kalktı “şindi ninen bi
aş bişiri, ikimiz gaşık gaşık yeriz” dedi. Çocuk gülümseyerek “olur, acıkdıydım
nine” deyince kadın yine telaşlandı “abo garıya… Lafa dalıp çocuğu aç bırakdım.
Şindi tosun torunum, şindi” deyip hemen kalktı. Önce çocuğun ıslak
çamaşırlarını kurusun diye ocağın yanına serdi ve yemek pişirmeye koyuldu.
Bu sırada çocuk gözlerini yumdu. Aklına
anası, babası, kardeşleri, köyü geldi. Evlerini çok özlemişti. Şimdi bugün orada
olsaydı kardeşleriyle birlikte hayata çıkar, kartopu oynar, evin önünde kardan
adam yaparlardı. Hele küçük kardeşini çok özlemişti. Onun karın içinde soğuktan
kızarmış ellerini görür gibi olmuştu.
Anası hayattaki karı temizleyip ocağı da
yakmış olurdu. Hepsinin aklı anasının az sonra pişireceği tarhana çorbasında
olurdu. Babası eğer dağda değilse o da kalkar, elinde taharet ibriği ile
tuvalete gider, ilk sigarasını orada içerdi.
O sırada tuvaletten babasının öksürükleri
gelirdi. Çocuk babasının çok sigara içip öksürdüğünü düşündü. Kaç kere
öksürürken boğulup kalmış; anası “bırak şu cığarayı adam, Allah emdesin ölüp
galcen” demişti.
Babası öksüre öksüre tükürmek için dışarı
çıktığında “ölen deyi bakıyon, marak edme, az galdı” dedikçe anası da “ağzından
yel alsın, o nahal laf? Ben sene düşündümden öyle deyon, Allah emdesin” diye
cevap verirdi.
Bunlar aklına gelince kendine “ben heç
içmecen” diye söz verdi. Zaten ne zaman babasının sigara içtiği aklına gelse
hep içinden “ben içmecen” derdi.
Yine köyü düşünmeye devam etti. Anasının
"kar pekmezleyiverdiğini" düşündü. Canı kar pekmezlemesi istedi.
İçinden ‘acıba Emine nine gar bekmezle miyki?’ diye geçiriyordu.
Bu sırada Emine yenge çorbayı pişirmişti.
İçinden ‘çocuk guvaddan düşdü; şundan ıscacık yediren de acıcık kendine gelsin’
diye geçirdi. Odasına gidip bir çanağın içine pekmez koyup geldi. ‘üsdüne
şundanda da bandı mı dibek gibi olur, içi de ısınır’ diye düşünüyordu.
Kadının elinde pekmez çanağı geldiğini
gören çocuk sevindi “nine gar mı bekmezlecez?” diye sordu. Kadın “şunu bak sen;
ben o guvaddan düşdü deyi telaş içinde bi şeyle yediren deyi uğraşıyon, şunun
düşündüğü şeyi bak. Oğlum sen neyi yatıyon burda, keyfinden mi? Hele bi iyileş
bakam” deyince çocuk utanıp sustu. Kadın çocuğun kalbini kırdığını düşünüp
üzüldü “hı ı oğlum, ben öyle demoyon. Hani bi iyileş, o zaman gar bekmezle
barabar yeriz tosun torunum” diyerek sırtını sıvazladı.
Çocuk, Emine yenge ona en son "hani bi
iyileş, o zaman gar bekmezle barabar yeriz tosun torunum” deyince onu
“essahtan” ninesi gibi düşünüp “sağ ol ninecim.” dedi.
Emine yenge de onu tam torunsılamıştı “hade
bak, şindi gelive de garnımızı doyuram.” diye usulca elinden tutup kaldırdı.
Ocağın hemen önüne serdiği sofra bezinin yanına birlikte oturdular. Emine yenge
önce çanağın içine tarhana çorbası koydu. İçine de çocuğun ekmek mendili içinde
kalan katmer ve yufkadan biraz doğradı. “Ekmen de azalmış; emme bazara gadar
yeter de arta. Ben kendi ekmemden de veririn. Hadi çal bakam gaşığı, şindi
ekmemizi yeyem” dedi.
Birlikte çanaktaki çorbayı kaşıklayarak
içtiler. Kadın “bi da goyem mi?” dedi. Çocuk çorbayı çok sevmişti. “Olur.”
dedi. Kadın çanağı doldurdu. Yine içine ekmek doğradı. Onu da çalakaşık
yediler. Sonra pekmeze ekmeği banıp banıp yediler. İkisi de doymuş, dibek gibi
olmuştu. Kadın pekmez çanağını oraya, kenara koydu. Üstüne de yufka örttü.
“Bunu sabah galkınca ekmeğe banar yersin, okula giderken üşümüzsin. Ben sene
çay da bişiriverin. Ekmeği ısıdıp içini de Vita yağı sürdük mü, bi güzel yeriz”
dedi. Çocuk çok doymuştu; ama kadın “ekmeği ısıdıp içini de Vita yağı sürdük
mü, bi güzel yeriz.” deyince sanki karnı acıkmış gibi gelmişti. “Nine cısdırmı
da edersin değil mi?” dedi. Kadın çocuğun bu sorusuna bir güzel güldü “edmemin
benim güzel torunum? Sen bi iyileş, sene cısdırma da ediverin tabii” deyip
çocuğun kafasını sıvazladı.
Onları bu hâlde bilmeyen biri görse ikisini
sanki nine torun sanırdı. Şu hastalık onları böylesine yakınlaştırmıştı. Artık
kadın “başıma iş aldım” demiyor, doğuracak kızı aklına gelince “bubası gelene
gadar gidmeverin” diyordu. Kadın bu düşüncelerle çorba çanağını ve kaşıkları
yıkamak için aldı. Çorba tenceresinde bir çanaklık çorba kalmıştı. “Bunu da
yarın öğlen yersin” diyerek aldı, bozulmasın diye kapıya yakın soğuk bir yere
koydu. Çocuğa da “hade sen yad bakam, daha iyileşmedin” deyip çocuğu yatağın
yanına götürdü. Kendi de çıkıp işlerini görmek için odasına gitti. Giderken
“ben gelene gadar upuslu yat sen.” dedi. Çocuk “elleme yıkacedim.” deyince
kadın “abo benim tosun torunum, memuranla gibi ekmeği yeyince elini yıkecemiş.”
dedi. Sonra duvara asılı peşkiri aldı, ocağa sokulu bakır ibriği de aldı “şindi
ben sene bunu ıslayıp gelen, dışarı ayaz” dedi. Üstüne biraz sabun sürttüğü
peşkiri ıslatıp geldi “al baken, elini yüz sil” dedi. Çocuk elini, ağzını ve
yüzünü sildi “sağ ol nine” dedi. Kadın “Abu yavrum, ninen sene gurban olsun,
yat gari” dedi, peşkiri alıp çıktı.
Çocuk da yatağa uzandı. Uykusu yoktu. Oda
da ocağın verdiği sıcaklıkla ılıktı. Gözünü pancar lojmanlarına bakan pencereye
dikti. Anası oraya perde diye bir bez takmıştı. Ama bezin sağı solu açık
olduğundan yol ve karşısı gözüküyordu. Kirlenen camın arkasından havada
karların uçuştuğunu görünce hafif üşümek geldi ve yatağın içine gömüldü. Ve her
zamanki gibi başladı hayal kurmaya.
Yine aklında köyü, anası, babası,
kardeşleri ve köpekleri vardı. Bir de babasının köyün hemen üstünde eve yakın
bir yerdeki ağılda tuttuğu keçiler de aklındaydı hep. Çünkü sağım zamanı anası
keçileri sağmaya ablalarıyla giderken o da orada küçük kardeşini avuturdu. Bir
de martta yeni oğlaklar doğunca ağıl en çok sevdiği yer olurdu. O oğlaklarla
alt alta, üst üste oynardı. Şimdi asıl, sağken ninesinin, sonrası anasının
ekmek yaparken onlara yapıverdiği cısdırma aklına gelmiş, karnı tok olduğu
hâlde onu hayal ediyordu. Anasının saçta ısıttığı ekmeği, üzerine hele bir de
tuzlu kaymak sürdü mü, dürünüp çıtır çıtır yemesine doyum olmazdı. Hava iyiyse
kardeşi ve küçük ablasıyla hayatın kenarına oturup ayaklarını sallarlarken o
cısdırmayı birlikte yemeyi, bir yandan da oradan buradan konuşmayı, küçük
kardeşiyle ayak tokuşturmayı çok severdi. Şimdi evde olsa da anasına cısdırma
yaptırsa ne iyi olurdu? Küçük ablası ve kardeşiyle camın kenarındaki sedirde
oturup bahçedeki karları seyretmeyi de çok özlemişti.
Anası sobayı da çatardı. Sobada yanan
odunların çıkardığı sesi çok severdi. Bunlar aklına gelince yatağa iyice
gömüldü. Yatağın sıcağı ve düşündükleriyle uykusu gelmişti, uyudu.
Emine yenge işlerini bitirip geldi; baktı
çocuk uyuyor, usulca üzerini örttü. Ocağa baktı, köz gözükmüyordu. Maşayla külü
karıştırıp közü ortaya çıkardı. Çuvaldan iki tane kök parçası aldı, közün
üzerine ve yanına koydu. İçinden ‘bunla yaveş yaveş tuduşsun’ dedi ve usulca
dışarı çıktı. Zaten vakit çoktan geceye dönmüştü. ‘Gece kalkınca gelip bakarın’
diye içinden geçirdi. Abdest alıp yatsı namazını kendi odasında kıldıktan sonra
vurup kafayı yattı. Hemen uykusu gelmiyordu. Aklında çocuk vardı. Onun “nine” deyişini
hatırlayıp “yavrım nedcek? Sığıncek yer areyo” derken hafif gülümsedi. Kızının
doğuracağı aklına gelince içinden ‘doğursun vasın, ben bu oğlana o naled garıya
goyup gidmen’ diye geçirdi.
Komşusu Kör Hacer’e bir türlü güvenmiyordu.
Arada bir ‘gız o da namazında niyazında, körpeye zaar sahap çıkar’ diye içinden
geçirip kızı doğurunca çocuğu ona teslim etmeyi düşünüyordu. Sonra birden
vazgeçiyor, “o nalet garı geçen, kedi civcivi yedi deyi asdı ya! Onu ne çabuk
unuddun?” diye kendine kızıyor ve çocuğu babası, anası gelmeden bırakıp
gitmemeye karar veriyordu. Bu şekilde karmaşık duygularla bocalarken uykusu
geldi ve uyudu.
Aynı saatlerde çocuğun köyünde anası hâlâ
uyanıktı. Kocası çocukla uğraşırken ağıldaki keçileri ortakçısı bacanağına
emanet etmişti. Bu sabah çorbasını içtikten sonra karısına “Garı ben bi ağıla
dolaşen. Bakam bacınak nedmiş? Sağ olsun bu sıra işler onu galdı; emme hepden
onun üsdüne yıkıvemek olmeycek. Hem yarın hava eyi olursa onlara çıkarıp bi
doleşdircen. Gurban yaklaşıyor. Bir iki mal satmak lazım… Yoğusa durum kötü.
Oğlanın epey musarafı olucek gibi” demiş, karısının onayını beklemeden ağıla
gitmişti.
Zaten hep o kunuşur, karısına da sadece
“hı” diye onaylamak ve çok nadir de olsa “yaa a!” deyip itiraz etmek düşerdi.
Yani her şeyi adam kesip biçerdi. O yıllar oralarda her evde durum böyleydi.
Yalnız bu durumdan emmisinin kızı muaftı.
Köyde bütün kadınlar onun için “bu garı ne dilli böyle? Vardı keprem birine,
ağzına sıçıp duruyo” diye onun özgürlüğünü kendilerince kıskanırlardı. Köylerde
zengin ailelerin kızları da biraz evlerinde söz sahibi olurdu. Çocuğun anası
gibi yok yoksul oldu mu evde kocanın tam esiri olurdu. Eğer adam vicdanlıysa
kadın biraz rahat eder, eğer anlayışsız biriyse karısına hayatı zindan ederdi.
O yıllar özellikle köylerde hemen herkes yoksuldu ve kadınlar kocalarının
insafına kalmıştı.
Ama bu kadın biraz şanslıydı. Kocası biraz
deliydi, biraz kabaydı; ama Allah için doğru yazacaksak aslında karısına,
çoluğuna çocuğuna karşı çok sorumluluk duyuyor, yoktan var ederek onların
geçimini sağlamaya çalışıyor, hiçbirinin bir dediğini iki ettirmemek için
çırpınıyordu. Kadın bunu bildiği ve komşularının kimi kocalarını gördüğü için
hâline şükrediyordu. Sonra kocası yakışıklıydı. Köyün bütün kızlarının gözü
üzerindeydi. En çok emmi kızı kocasına yangındı. Ama adam onu almamış, bu
kadını beğenip almıştı.
Kadın sonradan emmi kızının soğukluğunun,
arada bir laf çarpıtmasının bundan olduğunu bilmiyordu. Hem bilse çok şaşardı.
Çünkü o, emmi kızı zengin bir adama vardı diye hiç kıskanmamış, aksine onun
namına çok sevinmişti.
Yani bu köyde herkes böyle kendi
duygularıyla yaşayıp gidiyordu. En sade hayat da çocuğun evindeydi. Hepi topu
bir bahçe içinde iki göz ev, yirmi yirmi beş keçi, birkaç dönüm de aşağıda
tarla ve bir bağ… Bütün mal varlıkları buydu. Köyün en fakirlerinden olmalarına
rağmen kendi içinde en ahenkli ailesiydi.
Kadının aklı kocasına takıldı. Bu soğukta
kocasının ağılda olmasına içi üzüldü, çocuğu aklına geldi. ‘Çocuk bu garda,
gışda nediyo acıba?’ diye geçirdi içinden. Oğlunun okuyup bu sıkıntılardan
uzak, rahat bir hayat yaşayacağını düşününce bu sefer içini sevinç kapladı.
Kafasında bu düşüncelerle yatağın içinde ağıp dönerken uykusu geldi ve uyudu.
Adam da ağıldaki kulübenin içinde
bacanağıyla birlikte ısınmak için ocağı güzelce ateşlemişti. Demledikleri çayı
içerken sohbete daldılar. Bacanağı da onun gibi yoksul biriydi. Onun da biraz
keçisi vardı. Adamın ağılında hepsini birlikte tutuyor, birlikte bakıyorlardı.
İkisinin de umudu yaklaşan kurbanda biraz hayvan satmaktaydı. Yoksa hâlleri çok
kötüydü. Adam biraz da övünerek oğluyla ilgili yaptıklarını anlatıyordu.
Bacanağın çocuğu henüz küçüktü. Adamın
anlattıklarından heveslenmiş, o da üçte olan oğlanı sonuna kadar okutmayı
düşünmeye başlamıştı.
Aslında gücünün yetmesi çok zordu. Çünkü o,
adamdan da yoksul, üstelik biraz hastalıklıydı. Adam olmasa davar beslemesi çok
zordu. Ama adam karısının hatırına ayrıca bacanağa canı acıdığı için onunla
ortakçılık yapıyordu. Şu okul işi olmasa bu soğukta onu kesin bekletmezdi.
Çünkü onun kendisi gibi sağlıklı olmadığını biliyor, ölüp kalırsa baldızla
çocuklarının sersefil olacağını, bunun da karısını çok üzeceğini biliyordu.
Bunları belli etmese de biraz kaba da olsa için için karısını çok seviyordu.
İki bacanak sohbete bir süre devam ettikten
sonra adam bacanağına “bacınak epey gec oldu. Sen köyü in, dinlen. Ben davara
bakarın. Bazar günü biz gine kasıbaya gidcez. Sen ozman gecilesin” deyince
bacanağı çok minnettar olmuştu “sağ ol bacınak, eyi dedin. Gidip acıcık döşekde
yadsam eyi olucek” dedi. Kepeneğine sarındı, elinde çobandeğneği çıkıp gitti.
Sabah olduğunda adam da kepeneğin içine kıvrılmış uyuyordu.
Öte yandan kadın erkenden kalkmış; hamur
yoğurup yufka ekmek, katmer ve ot ekmeğini etmiş, tarhana çorbasını da
pişirmişti. Kızlar kalkıp analarının bütün işleri yaptığını görünce çok
utandılar.
Ama kadın onların kendinden sonra
kalkmalarına hiç kızmamıştı. Çünkü genç kızken onun da sabah kalkası gelmez
yatağın içinde dakikalarca kendince hayaller kurardı. Onun için utanarak yanına
gelen kızlara hiç sitem etmeden “kakdınız mı?” diye sordu. İki kız da usulca
hasırın üstüne otururken “kakdık ana” dediler.
Kadın hemen yaptığı katmerden bir tane
aldı, iki tane de ot ekmeğini ayırıp orada hazır ettiği yufkanın içine sardı
“haden gızla, goşmacı bunu bubana götürüven. Adamcazın garnı acıkmışdır. Ona
verin de gelin” dedi. Analarının kendilerine kızmadığını gören iki kız sevinçle
anasının verdiği çıkını alıp evin hemen ilerisindeki ağıla gitmek için
davrandılar. Bu sırada kadın arkalarından “gızla elinize bi değnek alın” diye
uyarıyordu. Çünkü ağıl eve yakın olsa da kar erkenden ortalığı kaplamıştı ve
karşılarına bir hayvan veya bir düşman çıkabilirdi. Kızlar analarının uyarısı
üzerine kıkırdayarak ellerine orada bulunan birer değnek aldılar ve ağıla doğru
yürüdüler.
Evde bu telaşın olduğu sırada kasabada da
Emine yenge erkenden kalkmıştı. İlk olarak çocuğun odasına girdi. Oda hafiften
soğumuştu. Çocuk da yorganı başına kadar çekmiş uyuyordu. Emine yenge çocuğu o
hâlde uyurken görünce “abu yavrım üşümüş” diye telaşla ocakta “ateş var mı?”
diye bakmak için ocağın yanına gitti. Kenarda duran maşa gibi şeyle ocağın içini
karıştırdı. Hiç köz möz kalmamıştı. Telaşlandı, önce ocaktaki külü almayı
düşündü.
Çünkü kök külüyle çamaşırlar çok iyi
temizleniyordu. O yıllar öyle çamaşır deterjanı gibi şeyler yoktu. Sabun da en
çok zengin evlerinde bulunurdu. Fakirlerindeyse sanki lüks bir malzemeydi. Olsa
bile öyle çok hor kullanılmazdı. Çamaşır şöyle biraz sürtülüp köpürtülürdü o
kadar. El yıkamada da pek kullanılmaz veya çok idareli kullanılırdı. Küllü su
ise o yılların en gözde çamaşır deterjanıydı. En iyi küllü su da kökün külünün
suyuydu. Çamaşır yıkamadan önce bir kazanda küllü su kaynatılır, sonra bu küllü
sudan bir teknenin içine dökülürdü. İçine kirli çamaşırlar ıslanır, küllü suda ıslanan çamaşırlar tek tek sabuna
sürtülürdü. Sonra bu çamaşırlar bir taşın üstünde tokuçlanır, ardından elle
sıkılarak kuruması için ipe asılırdı. İç çamaşırları da bit, pire olmasın diye
tekrar küllü suyla kaynatılırdı.
İşte Emine Yenge kendisi için çok önemli
olan bu külü kül küreğiyle bir tenekeye koydu. Sonra çuvaldan alıp geldiği
kökleri ocağın içine koydu. Kibritle tutuşturduğu çırayı da kökün altına sokup
tutuşması için beklemeye başladı. Bir gözü de çocuktaydı. Fazla beklemesine
gerek kalmamıştı. Çocuğun babası köklerin kurusunu ve çabuk tutuşacak
cinslerini seçip çuvala koymuştu, onun için kök çabuk tutuştu. Giderek bütün
kökü sardı. Üzerine iki çıra daha ilave edince alev daha da büyüdü. Ocağın
yaydığı ısı yavaş yavaş odayı sarmıştı.
Az sonra ısınan çocuk yorganı başından
çekti. Ocağın kenarında oturup kendine bakan Emine yengeyle göz göze gelince
gülümsedi. Emine yenge çocuğun gülümsediğini görünce “bbu yavrım, uyandın mı?”
Ben namazı bir gılan; sene hemen bi şeyler yedirin” deyip kül tenekesini ve
oradaki bakır ibriği aldı, dışarı çıktı.
Önce kül tenekesini çamaşırlık olarak kullandığı
kaydırmanın altına koydu, sonra tuvalete gidip, işini görüp geldi. Sonra
abdestini aldı, odasından namazlasını alıp çocuğun odaya geldi.
Bu sırada çocuk da oda ısındığı için
yatağın içinden çıkmış, dışarı tuvalete çıkıyordu. Çocuk tuvalete gidip elini
yüzünü yıkayana kadar kadın namazını kılmıştı. Çocuk dışarıdan elini hohlayarak
geldi. Çünkü dışarıda hava açık ve ayaz vardı. Kadın hemen dünden kalan çorbayı
ısıtıp çanağa koydu. Çocuğa “hade gelive tosun torunum; sıcanıla gaşıkleverem”
dedi.
İçine ekmek doğradığı çorbayı birlikte
kaşıkladılar. Sonra kadın üstüne yufka örttüğü pekmez çanağını ortaya koydu
“hade baken ban ban ye de için ısınsın” dedi. Çocuk sessizce pekmeze ekmeği
banarak biraz yedi, sonra “doydum” deyip giyinmeye başladı. Kadın etrafı
topladı. Elini çocuğun alnına koydu “eyi eyi bugün eyicesin, ateş mateş
galmamış. Şindi okula git Emine ninen sene öğleye ıscacık bi aş bişiri yediri”
dedi. Çocuk usulca “sağ ol nine” dedi. En son kravatını takıp şapkasını giydi, kitapları eline alıp yürüdü.
Aklında öğretmenin “eksik kitapları hafta
başına kadar tamamlayın” sözü vardı. İçinden “öretmene hasdaydım, öğlen alıcen
derin” diye geçirdi. Hava soğuk olduğu için hızlandı. Ama aklına düştüğü
geldiğinden, bir de dizinde hâlâ acı olduğu için yavaşlayıp okula yollandı.
Çocuk gittikten sonra Emine Yenge kendi
odasına geçti, evini topladı, yatağını dürüp kaldırdı. Çocuğun yatağı hep
yerdeydi. Döndü, onu da katlayıp duvar dibine koydu. ‘Hah şöyle ev gergeniş
oldu’ diye düşündü. Çocuğa “sabah kalkınca yatağını dürüp kenara koy”
diyecekti. ‘Aman sen de el gadar çocuk, ha ben kaldıreveren’ diye geçirdi
içinden, çocuğun ocağının başına oturdu.
Ocakta ateş iyi yanıyordu ve sıcaklık odaya
iyi yayılmıştı. Ocağın yanında minderde otururken canı geçivermişti. Birden
dışarıdan “Emine yenge, vay yenge!” diye bir ses duydu. Önce rüya görüyorum
zannetti. Rüya olmadığını fark edince toparlanıp “kim o?” diye dışarı çıktı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder