8 Kasım 2016 Salı

HALİM SELİM romanından ikinci bölüm



Acaba o zamanlardan kalan bir suçu var mı diye düşündü düşündü. Askerlikte bir onbaşı ile kavga etmiş ve onu bir güzel dövmüştü. Bu aklına geldi. Yalnız orda da onbaşı haksızdı. Durup durup onun eliyle ayağıyla dalga geçiyordu. Halim “onbaşım ayıp oluyo, dalgı geçme” dediyse de laf anlatamamış; sonra onu adamakıllı dövmüştü. Yalnız orda bıçak kullanmamıştı. Zaten onbaşı çok zayıf bir adamdı. Vurdukça yamulmuş; ağzı burnu kan içinde kalmıştı. Yüzbaşısı önce Halim’e çok kızmış çadır hapsi falan vermiş, sonra çağırmış “sen haklısın, ama burada üste el kakmaz” diye sıkı sıkı tembih etmiş o onbaşıyı da cezalandırmıştı.

 

Acaba bunları anlatsa mıydı? O böyle düşünürken o kalın sesli sorgucu “ne oldu? Zor mu geldi anlatması beyefendi? Hadi çabuk anlat!” diye bağırdı. Çaresiz anlatacaktı. Ta baştan sizinde bildiğiniz gibi her şeyi bir bir anlattı. Sorgudakiler çıt çıkarmadan onu dinliyordu. Halim anlattıkça onların insan yanı ortaya çıkmış; kendi memleketlerini hatırlayıp dalıp gitmişlerdi. Halim’i çok sevmişler ve canları acımıştı. Ancak bunu hiç belli etmediler.

 

Kalın sesli sorgucu “peki onların elinde bıçak, silah varmıydı?” diye sordu. O şöyle bir düşündü “şimdi yalan söylümeyen, emme onlan elinde öyle bıçak mıçak, silah milah yoğudu” dedi.

 

Komiser bu soruyu sorarken onların elinde silah veya bıçak varsa iş nefsi müdafaya girer de o az ceza alır diye öyle sormuştu. Ama Halim “şindi yalan söylemiş olmuyen, emme silah bıçak mıçak yoğudu” deyince sorgudaki polisler işi biraz gırgıra aldı.

 

Gerçi ortada bir ölü iki ağır yaralı vardı, ama olayı işleyen de karşılarındaki bu adamdı. Olayı ne kadar ciddiye alsalar Halim alıklığıyla işin ciddiyetini bozuyordu. Onun için başka birisi “iyi düşün, onların elinde bıçak silah varsa senin suçun nefsi müdafaya girer, az ceza alırsın” dedi. O yine düşündü düşündü sonra “şindi ben az ceza alcen deyi yalan söylüyemem. Yukarda Allah var. Ben onlan elinde silah, bıçak falan görmedim” dedi. Kalın sesli “iyi düşün iyi düşün, eğer yalan söylüyorsan bu sefer yalan söylemekten çok ceza alırsın” dedi. Halim “gomiserim benim size yalan borcum mu var? Yok deyosak yokdur” dedi. Bir başka polis “ne kızıyorsun canım? Biz senin iyiliğin için, az ceza alman için uğraşıyoruz” dedi.  Halim “tamam belki ondan öyle deyesonuzdur. Emme ben üç gün az ceza alıcen deyi öyle yalan malan deyemem” dedi. Bir başkası “salak öyle üç gün falan değil. Cezan çok fark ederdi” dedi. Halim “gomiserim ben salak falan değilim. Galbimi gırıyon. Öyle üç gün değil otuz yıl menfadım olsa bile ben yalan demem. İşde o gadar” dedi.

 

İfade uzadıkça korkusu gitmiş içinden “ne korkuyon oğlum onla da insan. Çok çok azıcık döğele. Bi yerin esilmez korkma” diye geçiriyordu. Halbuki onların eline geçirdiği solcuları, devrimcileri öyle azıcık dövmediğini; etleri lime lime dökülünceye, kan kusturuncaya kadar dövdüklerini bilmiyordu. Gerçi bilse de çok aklı erip doğru dürüst bir değerlendirme yapabilmesi olanaksızdı. Belki “onla da dosdoru sağ ellene gullanseymiş ya, tahretlenme elini gullanmanın ne nüzumu varımış” derdi. O kendi yaşadığı şeylere olaylara göre düşünüp hüküm veriyordu.

 

Neyse polisler daha fazla dalga geçmeyi bıraktı. İfadesini kendi istedikleri gibi onun lehine ifadelerle yazıp imzalattılar. Yarın savcılığa götürüleceğini savcı sorduğu zaman her şeyi şimdiki gibi bir bir anlatmasını sıkı sıkı tembih ettiler. Sonra geldiği gibi gözleri ve elleri bağlı götürdüler. Ellerini çözüp göz bağını açtılar.

 

Karşısında bir adam vardı. Onu alıp kalabalık insanların olduğu bir koğuşa götürüp “burada bekle” dedi.

 

Tam bunları düşünüyordu. İçerden patron seslendi. Patronun sesini duyunca toplarlandı koşup kapıyı açtı. Patronun yanında az önce gelen biri süklüm püklüm oturuyordu. Patron “o iş tamam mı?” dedi. Şaşırmıştı. Az önce düşündüklerinin etkisindeydi. Kendini topladı aynı patronun tarif ettiği gibi “tamam patron” dedi. Patron başıyla git işareti yapınca geldi yerine oturdu. Kendi kendine kızdı. Hayal kurarken az daha pot kırıyordu. Son anda kendini toplayıp görevini yapmıştı. Bir daha öyle şaşırmamak için hayal kurma işini pansiyonda, yatakta uzanıp yatarken yapacaktı.

 

Gerçekten hayal kurmak onun için adeta bir işti. Bu sırada patronun kapısı açıldı. İçerden az önce gördüğü adam çıktı. Yine süklüm püklümdü. Yanından geçerken ona korkuyla bakarak “iyi günler” dedi. O da patronun tarif ettiği gibi sadece başını salladı. Adam çıkıp gitti. Adama çok canı acımıştı. “Kim bilir ne derdi var? Sen haline şükret. Ekmek elden su gölden yaşayıp gidiyon. Sağlın da yerinde” diyerek, kendi haline şükrediyordu. Yalnız adam çıkarken sanki birisinden korkmuş gibi bakıyordu. Canı acımış; ama niye öyle baktı anlamamıştı.

 

Halbuki adam ondan korkarak öyle bakıyordu. Patronu o adama faiziyle para vermişti. Günü gelmiş, parayı tedarik edememiş, bir miktar para getirerek vadeyi uzatması için yalvarmıştı. Patron da ona “bu parayı borcuna saymam, sana sadece on beş gün daha süre veriyorum. Gününde bir tamam getir. Yoksa seni dışarıdakine havale ederim kemiklerini kırar” diye tehdit etmişti. Adam on beş gün sonra parayı getirmezse, kemiklerinin kırılmasının havale edileceği adama, yani bizim koca oğlana, onun için korkuyla bakıyordu.

 

Adamın arkasından patron dışarı çıktı. O hemen toparlanıp ayağa kalktı. Patron neşeliydi. Az önce adamın getirdiği vade uzatma parası neşesine neşe katmıştı. Halim’e “bana bir İskender söyle” dedi. Durakladı “haydi bir de kendine söyle” deyip içeri girdi. Halim şaşırmıştı. “Bu patrona noluyo böyle yavu?” dedi. Adam haftalığını tam yirmi lira zamlı vermiş; şimdi de “bi İskender de kendine söyle” demişti. Halim şaşırmıştı; ama bir yandan da “Allah razı olsun böyük adam şu patron” diyordu.

 

Aşağıya indi. Lokantaya tıpkı patronun tembih ettiği gibi, gayet ağırbaşlı girdi. “Yokarıya iki İskender gönder, ayrı ayrı tepsilede olsun. Suyu unutman” dedi.

 

Lokantacı zaten onu görünce tırsıyordu. “Emrin olur abi” dedi. O da yine gayet ağır adımlarla lokantadan çıkıp yukarı geldi, yerine oturdu.

 

Çok ciddiydi. Boru mu bu? Patronla birlikte o da İskender yiyecekti. Beklemeye başladı. Az sonra garson iki tepside İskenderleri getirdi. Kendininkini masaya koydu. Kalktı kapıyı açtı; garsona içeri gir diye işaret etti. Garson gayet saygılı içeri girip tepsiyi ve suyu masaya bırakıp geri geri çıktı ve kapıyı kapattı. Korkuyla Halim’e baktı ve gitti. Giderken içinden “ne bu yavu Azrail gibi böyle?” diyordu.

 

Halim garsonun kendisi için ne düşündüğünün farkında değil kolları sıvadı, özene bezene iskenderi yavaş yavaş yedi bitirdi. Gelen peçeteyle önce ağzını. Sonra masanın üstünü sildi; güzelce katlayıp tepsiye koydu. Sonra garsonun getirdiği suyu lıkır lıkır içti. Tepsiyle su şişesini aldı. Karşısında gelenlerin, icabında beklemek için oturduğu sandalyenin üstüne koydu. Bir beş dakika daha bekledi. Sonra patronun odaya girdi. Patron da iskenderini yemiş, geviş getiriyordu. Onun tepsisini ve su şişesini alıp dışarı çıkıyordu; patron “bi daha bu boşları sen alma. Sen böyle küçük iş tutma. Getiren kimse kendi girip alsın. Yalnız tembih et; girip çıkarken cıvıtmasınlar” dedi. Halim şaşırmıştı; ama hemen kendini toplayıp “tamam patron” dedi çıktı. Boşları sandalyeye koydu.

 

Çıkarken “tamam patron” dediği aklına geldi. “Tüh, ‘tamam patron’ deyi o çağırınca decedim, gine yanlış ettim, kızdı mı? Acaba” diye içinden getiriken, gitti, patrona bir şekerli kahve kendine bir çay söyledi. Bu sırada patron onun çıkarken çok ciddi “tamam patron” deyişine gülüp, “bu ayıyı yavaş yavaş adam etmek lazım” diye içinden geçiriyordu.

 

Halim patronun ‘sabahları akşamdan kalma olduğu için’ sade kahve içtiğini, öğle ve akşamüzeri de şekerli kahve içtiğini iyi ezberlemiş hiç karıştırmıyordu. Şimdi de patronun kahvesi ve kendi çayını söyleyip geldi; geriye yaslandı, çayın ve kahvenin gelmesini bekledi. Çaycı elinde kahve ve çayla gelince Halim çayı aldı. Tıpkı patronun kendine öğrettiği gibi başıyla garsona içeri götürmesini söyledi. Kahveci garsonu da kahveyi içeri bırakıp çıktı ve ona korkuyla bakarak çıkıp gitti.

 

O artık herkesin kendine korkuyla bakmasına alıştığı için ‘neden öyle bakıyorlar?’ diye aklına hiçbir şey gelmiyor veya kafasına takmıyordu. Her halde o öyle bakılacak biriydi. Belki kendini çok garip buluyorlardı. Ama ne yapsın, onu Allah böyle yaratmıştı. Artık kızmıyor ve umursamıyordu.

 

Şimdi de aynı umursamazlıkla çayını içiyordu ki; aklına patronun verdiği elli lira geldi. Para aklına gelince hemen plan yapmaya başladı. Akşam işten çıkınca önce ciğerciye uğrayıp borcunu verecekti. Tabi parayı verirken cebindeki bütün parayı çıkarıp içinden gayet yavaşça bir beş lira çekip “buyur dünkü borcumu kes” diyecekti. Haliyle ciğerci ondaki bir tomar parayı görünce önce şaşıracak sonra sessizce paranın üstünü verip “sağ ol” diyecekti.

 

Bunun tam böyle ‘hayal ettiği gibi’ olacağına emindi. O da para üstünü alıp sağ cebine; diğer paraları da sol cebindeki cüzdanın içine düzgünce koyup cüzdanı tekrar sol cebine koyduktan sonra ciğerciye “sene hayırlı işle, bene müsaade” deyip oradan ağır adımlarla ayrılıp Emin’in meyhanenin yolunu tutacaktı.

 

Burada durdu. “Oğlum üç kuruş görünce şımarıp çarçur etme. Cumartesi o onluğu bulmasan halin harabdı. Akıllı ol.” diye kendi kendine söylendi. Bu sırada yine Emin’in meyhaneye gitmeyi düşünüyordu.

 

İçinden ‘yalnız öyle masa kurup ver gelsin demek yok’ diye geçirdi.

 

Zaten öğlen ikili İskender yediği için karnı tok olacaktı. Meyhaneye gidecek birli şiş söyleyecekti. Ayrıca yarım şişe rakı, yanında bir şişe de açılmamış su söyleyip yavaş yavaş yiyip içip pansiyona gidecekti.

 

Şişin, rakının, suyun parasını şöyle bir hesap etti tam on beş lira tutuyordu. “Çüş ula! Ne bu hovardalık? Eline üç guruş para geçti onu çarçur et; patron gene hafta sonu para vermesin düş yollara yerde para ara, bok bulursun. O her zaman olur mu?” dedi. Meyhanenin kapısından döndü.

 

Zaten şu anda bürodaydı. Meyhaneye falan gittiği yoktu; ama “mesela” diyerek patronun verdiği elliliği nasıl harcayacağını düşünüyordu. Düşündü düşündü işin içinden çıkamadı.

 

Yine her zaman yaptığı gibi önce ciğerciye çaycıya borcunu verecek hafta sonuna kadar yarım ekmek, ciğere talim edecekti. Patronun hafta sonu ‘eğer verirse’ vereceği paraya göre hareket edecekti.

 

Rahatlamıştı çünkü parayı çarçur etmeden korumuş oluyordu. Elini cebine sokup parayı çıkardı tekrar saydı. Dört onluk iki beşlik vardı. Yalnız cüzdanı falan yoktu. O az önce cüzdanı var farz etmişti. Eğer patron bir ellik daha verirse, üç liraya bir cüzdan alıp paraları onun içine koyacaktı. Bir an içinde para dolu cüzdanı olduğunu düşündü. “Kısmet, belkim olur” dedi.

 

Emmisinin verdiği ninesinden kalan iki bin lirayla, dayısının yanındayken grevci işçilere saldırarak kazandığı kırk lira bir de dayısının zorla verdiği beş yüz lira, mahpuslukta çoktan bitmişti.

 

En son gittiği cezaevinde tanıdığı kibrit çöplerini yakarak maket yapmasına yardım ettiği müteahhitin “tahliyene az kaldı. Çıkınca lazım olur” diye verdiği iki yüz lira da bu patronu buluncaya kadar bitmişti.

 

Şimdi yalnız buradan aldığı haftalığı vardı. “Olsun” dedi. Bu yaşa kadar onu getiren Allah nasibini kesmedikçe, korkusu yoktu. Yani her şeyiyle Allah’a sığınmıştı. Başka kimi kimsesi yoktu. Gerçi namaz falan kılmazdı, ama Allah’a inancı çok sağlamdı.

 

O bunları düşünürken lokantacının garsonu boşları almaya geldi. Halim’e çekinerek baktı ve “boşları almaya geldim” dedi. Halim yine çok ciddi “orda, al götür, hesaba yazın. Yalınız bida boşları içerden kendin alıcen; emme cıvıdmecen; sonra külahları değişiriz” dedi. Garson onun ne söylediğini tam anlamamıştı, ama yine de “emrin olur abi” dedi, bir çırpıda boş tepsileri alıp çıktı. Çıkarken “abu valla ıssırıcak” diye içinden söyleniyordu.

 

Garson gittikten sonra o yine kendi hayallerine daldı. Ama bu sefer öyle ciddi şeyler düşünmüyordu. Öyle eften püften şeyler... Vakit geçirip oyalayıcı cinsten şeyler… Biraz sonra patron “ben akşama doğru gelirim, gelmiyecek olursam sen kapar gidersin. Telefona bakma. Çalsın varsın” deyip çıkıp gitti.

 

Halim çok sıkışmıştı. Koştu işhanının tuvaletinde zar, zor “epey çöydürdü”. Rahatlamıştı; “oh dünya varımış” dedi. Geldi bir sigara yaktı. Oturduğu döner koltuktu. Koltuğa kaykılıp dalıp gitti. “Anacığı” öldüğünde ağladığı sırada elini tutup ağlama diyen ebenin iri iri gözlü kızıyle, yanındaki katibin bal rengi buğulu gözleri olan kızı düşünmeye başladı. Kim bilir neredeydiler. “Herhal çoktan evlenip çoluk çocuğa garışmışladır” diye düşünüyordu. Hem zaten o, evlenip çoluk çocuğa karışan kadınları düşünmüyordu ki. Onun düşündüğü o iki küçük kızdı. Hayalinde rüyasında hep o küçük kızları görüyor ve onları seviyordu. Öteki kadınlardan ona neydi ki? Güldü, birden patronu aklına geldi ciddileşti. Onun burada öyle gülüp cıvıtma hakkı yoktu. Cip ciddi oturacaktı. Patron iyiydi hoştu her ihtiyacını görüyordu; yaptığı belli bir iş de yoktu; ama burada akşama kadar cip ciddi oturmak çok sıkıcı geliyordu. İyi ki bulmaca çözmeye hapiste alışmıştı. Yalnız kalınca bulmaca çözüp vakit geçiriyordu. Patronu bulmaca çözmesine bir şey demiyordu.

 

Patronun odaya girdi; sehpada kalan eski gazetelerden birini alıp bulmaca çözmeye başladı. Arada bir telefon çalıyordu. Ama patron ‘bakma’ dediği için bakmıyordu.

 

Bu şekilde bulmaca çözerek akşamı etti. Biraz daha bekledi. “Patron gelmecek herhalde” dedi. Bu sefer kızmadı çünkü cebi para doluydu. Büroyu dikkatlice kilitleyip pansiyona yollandı. İlk işi ciğerciye borcunu ödemek oldu. Öyle daha önce hayal kurduğu gibi görgüsüzce değil de baya nop normal “buyur dünkü borcumu” dedi. Yarım ekmek arası bir ciğer yanında bir ayran söyleyip onun da parasını verdi.

 

Ciğerci ekmeği hazırlarken içinden ‘bu baya borcuna sadık biri’ diye düşünüyordu.

 

Halim her zamanki gibi caminin parkına oturup ekmeğini yiyip ayranını içti. Boş şişeyi ciğerciye verip pansiyonun yolunu tuttu. Önceki günden aldığı sigara daha bitmemişti. Pansiyonda çaycıya olan üç çay borcunu verip bir de çay söyledi. Çaycı adet olduğu üzere “kaçımyodu?” deyip parasını aldı ve çayı getirdi.

 

Halim çok mutluydu. ‘Ciğerciye borcunu ödemiş, karnını doyurmuş çaycıya da borcunu ödemişti. Cebinde yarım paketten çok fazla sigara ve patronun verdiği paradan kalan kırk üç buçuk lira vardı.

 

Bu sırada ‘büyük abdesti’ gelmişti. ‘Yine debdi’ deyip gülümsedi, tuvalette ihtiyacını bir güzel giderdi. İşte bu anlar çok keyflendiği anlardı. “İnsan içindeki pisli atınca, emme rahat ediyo” diye düşündü. Sonra ayaklarını yıkadı. Bu her akşam mutlaka ayak yıkama alışkanlığını askerde kazanmış, mapushanede de devam ettirmişti. Ayaklarını yıkayıp yatağa uzanınca bacaklarından, ayaklarına ılık ılık bişey akıyordu ve bundan da çok hoşlanıyordu.

 

İşte bu duygularla yatağına uzanıp gözlerini tavana dikti. Büroda kaldığı yerden yaşadıklarını düşünmeye başladı. Müteferrikada bir polis onu getirip kalabalık insanların olduğu yere bırakmış “sen burda bekle” deyip gitmişti.

 

Etrafına bön bön bakındı. Hiç tanımadığı insanlar… Şaşırmıştı. Herkes garip bir şey görmüş gibi ona bakıyordu. Oraya sanki vahşi bir yaratık girmişti. Hepsi korkuyla irkilmişti.

 

O bunların farkında değildi. Aklı fikri verdiği ifadede idi. Onbaşıyı dövdüğünü söylememekle ‘iyi mi etmişt? yoksa ‘kötü mü etmişti? Yarın bir yerden öğrenirlerse başına iş açılabilirdi. İlk fırsatta “bir punduna getirip” komisere onbaşıyı dövdüğünü; ama asıl suçun onbaşıda olduğunu “etme onbaşım, dalga geçme onbaşım” dediyse de laf anlatamayınca bir iki vurduğunu söyleyecekti. “Ağzı burnu kan içinde kalmış, o nasıl oldu öyleyse?” diye sorarlarsa dedi. Birden irkildi. “Salak sen söylümessen, ağzının burnunun gan içinde galdığını nasıl bilcekle?” dedi. Ağzını sıkı tutup yalnızca bir iki vurduğunu söyleyecekti. Dikkatli olacak ve başka gevezelik yapmayacaktı. Kendi kendine sıkı sıkı tembih etti ve rahatladı. Gitti duvarın dibine çömeldi bir sigara yaktı. Ona şaşırarak korkuyla bakanlar onun kendi halinde zararsız biri olduğunu anlayınca kendi muhabbetlerine döndü.

 

O orada öyle çömelmiş dururken yanına çelimsiz, gök gözlü biri çömeldi “geçmiş olsun birader” dedi. Baktı, ama fark etmedi. Çünkü aklı komisere onbaşıyı dövdüğünü nasıl söyleyeceğine takılı kalmıştı. Ama öbürü konuşmaya kararlıydı. “Hayırdır birader nasıl oldu?” dedi.

 

Halim adama baktı. Çok gözü tutmamıştı. “Nasıl olucek? Ben gomutanın acıdığından verdiği postalla parkayı geyince, onla da bene solcu sanıp saldırınca ben de benim anam ağlecene” deyip burada durdu. “Gerçi benim anam öleli çok olduydu; emme ben nafın gelişi benim anam ağlecene onlan anası ağlasın deyip ninemin bene alıvediği yatağan bıçanı Allah ne verdiyse salladım. Biri öldü, ikisi de ağır yaralıymış. Beni dutup buruya getirdile. Ben örgüt üyesiymişim. Hiç bile öyle değil; emme gomiser öyle deyo. Her hal bi bildiği var. Ben bilmiyon. Neyse işte ondan burdayın” diye anlattı. İçinden onların elinde bıçak görmedğini söylemek geldi. “O gadarı buna alagadar etmez” dedi.

 

Yanındaki hayretle ona bakıyordu. Şaşkınlığı artmış ama canı da acımıştı. ‘Kendi cırrık kadar, bu dev gibi adama acımak haddine mi?’ demeyin. O Hacıhüsrevli Rüstem’di. Şimdiye kadar zeytin çekirdeği kadar mermiyle; parmak kadar bıçakla devrilip gitmiş ne babayiğitler görmüştü. Gerçi ölüsü yoktu ama İstanbul emniyetine illallah dedirtmişti. Halim’in saf saf anlatışını görünce canı acımıştı. Tecrübesiyle biliyordu onu belki asmazlardı; ama belki müebbet en azından yirmi beş otuz yıl ceza verirlerdi. Cezaevinde bu saflığıyla onunla kediyle farenin oynadığı gibi oyum oyum oynarlardı. Kendisi cepçilikten tutuklanmıştı. Savcıya daha çıkmamıştı. Adı gibi biliyordu. Savcı onu tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakırdı. “Ah! Savcı tutuklasa da bu dev yavrusunu avucuna alıp cezaevinde beyler gibi yaşasaydı”. ‘Ama ne gezer?’ şanssızdı. Bu seferki suçun karşılığı tutuksuz yargılanmaktı.

 

Ama ona canı acımıştı. Bu bir iki günde ona akıl verip yaşayacağı mahpusluk için yol yordam öğretmeye karar verdi. “Birader.” dedi. “Allah kurtarsın ama senin işin zor. Sen epey ceza alırsın.”  diye devam etti. Halim “biliyom arkıdeş, emme neden gader. Başıma geleni çekerin.” diye cevap verdi. Rüstem “sen arkadaş bu kafayla zor çekersin. Senin işin zor hem de çok zor. Benim sana kanım kaynadı. Ben yıllarca hapis yattım. Hapislik zor zanattır” dedi.

 

Halim şaşırmıştı “sen ne deyon arkıdeş? Benle dalgamı geçiyon? Hiç hapislik zanat olur mu? Sen de bene saf buldun dalga geçiyon” diye biraz kızgın cevap verdi.

 

Ama Rüstem Halim’e kafayı takmıştı. Çünkü ona kanı kaynamıştı. Bir de Rüstem’in kardeşi vardı vurulup ölmüştü. “Allah rahmet etsin” tıpkı Halim’e benziyordu. Boyu posu bu kadar değildi. Hatta Halim’den çok küçüktü. Ama saflığı kalp temizliği aynı bunun gibiydi. Çok nasihat ettiği halde sözünü dinletememiş arkadaşları onu hep kullanmıştı. Çok cesurdu. Mangal gibi yürek vardı. En sonunda bir arkadaşı için girdiği kavgada vurulup ölmüştü. O uğruna öldüğü arkadaşı, kardeşi öldükten sonra kaybolup gitmişti.

 

Bunlar aklına gelmişti. İçinden “bunun gözünü açmazsam hapiste onun bunun oyuncağı olup harcanır” diye geçirdi.

 

“Arkadaş sen beni yanlış anladın. Ben ‘mahpusluk zor zanaat’ dediysem lafın gelişi… Şimdi sen berberlik yapabilir misin?” diye sordu. Halim adamakıllı şaşırmıştı. “Hopbıla, sen ne deyon arkıdeş? Ben bilmiden; bi usdudan görüp öğrenmiden nasıl berberlik yapen? Sen benle dalga mı geçiyon? Hadi git işine. Ben zaten gomsere nasıl anlatcen diye düşünüyom. Beni meşgul etme” dedi; dedi ama birden pişman oldu. Yine boşboğazlık edip “gomsere nasıl anlatcen diye düşünüyom” demişti. Kendini toparladı.

 

Rüstem “bak görüyorsun, berberliği bile ‘bilmeden, bir ustadan öğrenmeden nasıl yapayım?’ diyorsun. Sen hiç hapislik yaşadın mı?” deyince Halim şöyle bir düşündü. Askerdeki onbaşıyı dövünce komutanın verdiği çadır hapsi aklına geldi. “Şimdi ondan bahsedip işi hiç garıştırmeyen” diye içinden söylendi “ne mapusluğu arkıdeş? Ben köylüyüm. Köylük yerinde mapusluğun ne işi var?” diye cevap verdi.

 

İçin için biraz kuşkulansa da Rüstem’e kanı kaynamaya başlamıştı.

 

Rüstem “hah işte ben tam da bunu söylüyorum. Köylük yerinde mapusluk görmedin. Hiç yaşamadın. Onun için mapusluk nedir bilmiyorsun. Yaşamadan, bilmeden, ustasından öğrenmeden bir iş’ nasıl bilinmezse?’ mapusluğu da ya yatarak; ya da daha önce mapus yata yata ustalaşmış birinden dinliyerek öğrenirsin.” dedi. Halim’in hem merakı artmış, hem de adamın sözlerine aklı yatmıştı. “Haklısın bizim oğlan. Ben mapusluğu bilmeyon. Emme eninde sonunda mapus yatcen. Şindi ben bu işi nasıl örencen? Bu işin ustası kim?” diye sordu. Rüstem “hah, işte tam adamına çattın. Bu işin ustası benim. Sana kanım kaynadı. Bu işi ben sana adam akıllı öğreticem. Sözlerime iyi kulak ver.” dedi. Sonra “biir! Orada her hatırını sorana öyle makara gibi çözülüp her şeyi sökelenmicen” demişti ki! Halim burada hemen söze girdi.  “Yani ben orda kimseyle gonuşmecen mi? Olur mu arkıdeş öylü şey?” diye itiraz etti.

 

Rüstem “sen şimdi yırtık dondan çıkar gibi iki de bir lafa karışma” dedi. Halim “o neymiş öyle?” diye soracaktı, ama Rüstem en son “karışma” dediği için sonuna kadar dinleyip sonra lafa girmeye karar verdi. “Annad bizim oğlan. Heç garışmıdan dinleyen” dedi.

 

Onun böyle kaba saba konuşmalarına Rüstem’in canı acımış içinden “ne kadar alık adam. Bunun hiç korkulacak yanı yok. Burnundan halkayı takıp ayı gibi oynatacaksın” diye düşündü. “Ah” dedi. “Ah savcı bir tutuklasaydı, kaç sene ceza alsam umurumda olmazdı. Bunu yanımda terbiyeli ayı, yok yok terbiyeli aslan gibi gezdirir krallar gibi yaşardım” diye geçirdi. Başkalarının ondan böyle faydalanacağı aklına gelince çok kıskanıyordu. Ne edip edip, şu kısa sürede onu yetiştirecek, başkalarının ondan faydalanmasını önleyecekti. Gerçi şimdi o da, kendi kıskançlığını tatmin için ona yardım ediyordu, ama olsun hiç olmazsa, ondan kimse faydalanamayacak, sayesinde, bu garip de rahat edecekti.

 

Kolları sıvadı ‘Tabi lafın gelişi’ başladı anlatmaya. “Birincisi neydi? Her soruya öyle ayrıntılı cevap vermek yok. Savcı seni şimdi tutuklama isteğiyle hakime havale edecek. Hakim de senin tutuklu yargılanmana karar verip tutuklayacak.” dedi.

 

Halim duramadı burada lafa girdi. “Tutuklumayı annadık yargılıma neymiş? Hem sen kimseye uzun gonuşma deyon. Gomiser bene savcı, hakim ne sorasa uzun uzun annad dediydi. O nolcek peki?” diye ‘nafı punduna getirip’ sormuştu.

 

Bu ‘nafı punduna getirince’ söyleme lafını hep yerinde kullanırdı. Rahmetli nineciği “yeri geldi mi nafı punduna getirip şakgıdak söylücen” derdi. Nur içinde yatsın. Zaten her bir şeyi ondan öğrenmişti. Ninesini hatırladı. Gözü yaşaracaktı. Kendini tuttu.

 

Rüstem “aferin sana. Biraz bir şeyler bilsen avukat gibi konuşacaksın” dedi. “Şimdi ben sana hapse girince her soruya uzun uzun cevap verme dedim. Sen savcıya, hakime komiserin dediği gibi uzun uzun cevap ver. Ona karışmam. Yargılama da mahkemeleşme demek anladın mı?” diye sordu.

 

İçinden ‘her halde bunun torpili var. Yoksa komiser ölse öyle akıl vermez’ diye düşündü. “Burada senin kimin kimsen var mı?” diye sordu. Halim “dayım va. Pulislikden atılma. Gaymıkama tokat mı atmış ne? Pulislikden atmışla. Beyoğlu garagolunda çalışıyomuş ordan atılmış. Emme hala o garagolda çok forsu va. Onun orlada pala diye namı varımış” dedi.

 

Sonra “gene çok mu gonuşdum? Dilimi dutamadım gene” diye biraz mahçup cevap verdi. Öyle mahçup olunca, hem çok zavallı hem de çok komik oluyordu. Rüstem’in içi titredi. İçinden ‘kahbe şans, bilseydim onunla karşılaşacağımı birine bir bıçak atıp öyle gelirdim buraya’ dedi. ‘Bunun torpili dayısı. Adam hem Beyoğlu karakolunda çalışmış, hem de söylediği doğruysa kaymakam tokatlamış. Bundan iyi torpil can sağlığı’ diye içinden geçirdi.

 

Halim Rüstem’in bunları düşündüğünü bilmiyordu. Her halde bir pot kırdım diye öyle mahcup bakıyordu.

 

Rüstem devam etti. “Eveet mahkemede ne konuşursan konuş. Ama hapse girince dilini tut. Seni böyle iri yarı görünce herkes senden çekinir. Hem zaten gazeteler senin olayı yazmıştır. Mahkumlar, yani hapse girenlerin işi gücü gazete okumak bir de bulmaca çözmektir. Okudukları da en çok cinayet, yaralama haberleridir. Onlar sana “geçmiş olsun, hayırdır gardeş?” derler. Sen yalnızca elini göğsüne götürüp sağ ol diyeceksin.” dedi. Eliyle de elini göğsüne nasıl getireceğini gösteriyordu. Halim elini aynı onun gibi yapıp “sağol” dedi. Sonra ‘nasıl? Yapabildim mi?’ der gibi baktı.

 

Rüstem yılların kurdu. Ayı nasıl terbiye edilir bilmiyordu, ama mahalleden köpek terbiyesini biliyordu. Orada köpeği olan biri vardı. Hayvan söylediği şeyi yaparsa onu ödüllendirip seviyordu. Onun için Halim de eğitilecek vahşi bir hayvan gibiydi. Halim onun için köpekten daha kuvvetli daha güçlü, daha vahşi bir hayvan gibiydi. Bu nedenle kendini aslan veya ayı terbiyecisi gibi görüyordu. Halim öyle bakıyordu.

 

Omzunu eliyle okşadı “aferin çabuk öğreneceksin” dedi, devam etti. “Sonra çekilip bir kenara oturacaksın. Onlar daha merak edip yanına çekinerek gelir ve “siyasi mi birader?” diye sorarlar. Aslında seninle ilgili her bir şeyi bildikleri halde böyle sorarlar. Seninle ilgili her şeyi gazeteden öğrenmişlerdir. ‘Kaç ölü var?’ derler. Sen onlara şöyle bir ters bakıp “orası sizi ilgilendirmez dersin” dedi. Halim “şöyle demi?” dedi. Ve aynı Rüstem gibi “orası sizi ilgilendirmez” deyip ters ters baktı.

 

Öyle bir baktı ki! Rüstem dersi unuttu. Korkusundan altına kaçıracaktı. Güldü kendi kendine “dur oğlum sakin ol. Bu sadece rolünü oynuyor. Akıllı ol senin öğrettiğin rolü tekrar ediyor” dedi. Halim’e “hah işte böyle, o zaman herkes senden tırsıp bir daha öyle vara yoğa soru sormazlar. Rahat edersin. Ayrıca saygı da görürüsün. İşte böyle orada ciddi olacaksın. Zamanla kim dost kim düşman öğrenirsin. Sen kendi gücünü bilmiyorsun. Sendeki kalıp bende olacak hapishaneyi titretir herkesin haracını yerdim” dedi.

 

Dedi; ama ‘acaba onun gücünü hatırlatıp yanlış mı yaptım?’ diye paniğe kapıldı. Sonra kendi kendine ‘adam sende. Bana yaramayacak güç kimseye yaramasın’ dedi. ‘Hem alık alık bakışına baksana, o gücün farkına varması için çok fırın ekmek yemesi lazım veya çok eğitilmesi ya da çok hırpalanması lazım. O zaman gücünün farkına varır. Kendine dert etme. Senin verdiğin akılla başlangıçta kendinden çok faydalandırmasın yeter. Sonra ne çakallar, ne sırtlanlar çıkar ondan faydalanır; doğanın kuralı bu’ diye düşündü.

 

“Hah bi tamam böyle. Gerisini mapuslukta öğrenirsin. Yapacağın tek şey geveze olmuyacaksın, ağır olucaksın.” dedi. Halim burada “ağır ol mollu desinle yani” deyince Rüstem şaşırmıştı. ‘Bu ayı bu lafı nereden biliyordu? Yoksa deminden beri kendiyle dalga mı geçiyordu?’ Kendi kendine ‘yok artık bu kadar olamaz. Kırk yıllık tilki Rüstem’i avsınlatıp dalga geçsin. Rüyanda gör inanma’ dedi.

 

Sonra “sen bu lafı nereden biliyorsun?” diye biraz kuşkuyla sordu. Halim “heeç, dayımdan duydum. O oyun oynaken arıda bi ağır ol mollu desinle deridi. Ordan biliyom” dedi.

 

Rüstem rahatlamıştı. “Ha öyle desene” dedi. “Yani bütün yapacağın az ve öz konuşacaksın. Bir de ciddi olacaksın. Anladın mı?” dedi. Halim “annadım öretmenim” deyince Rüstem bu sefer şaşırmadı. “Hadi şimdi kalk da sana volta atmayı öğreteyim” dedi. Halim şaşırmıştı. “O da neyimiş öyle?” dedi ama Rüstem’le birlikte ayağa kalktı. Rüstem “sen hiç konuşmadan beni taklit et” dedi. Birlikte yürümeye başladılar. Halim de aynı Rüstem gibi yürüyordu. Kırk yıllık mahkum gibi volta atmaya başlamıştı. Rüstem yürürken “sen sigara içiyorsun değil mi?” dedi. Halim bir kusur işliyormuş gibi hafif mahcup “ara sıra tellendirin” dedi. Rüstem “tamam. Kesinlikle volta atarken veya otururken birisinin sigarasına uzanıp ‘sigara ver de sigaramı yakayım’ diye ateş isteme bir. Birisi sen sigara içerken senden ateş isterse sigaranı uzatıp ona ateş verme iki. Sakın haa, buna uy. Birinin elinden sigarasını alıp sigaranı yakmaya kalkmanın manası çok ağırdır. Sakın haa!” dedi.

 

Halim “peki ben sigarayı ateşim yoğusa neylen yakıcen?” dedi ve bunu da bil bakalım der gibi baktı. Rüstem “ben sana yanan sigaranı uzatıp ateş verme veya yanan sigaraya elini uzatıp alma diyorum. Yoksa ateşin yoksa birine ‘birader çakmağın, kibritin var mı?’ diye sorarsın. O da varsa verir yakarsın veya kantinden gider kibrit veya çakmak alırsın. Hem senin hapisliğin uzun; paran pulun var mı senin?” diye sordu. Halim yutkundu. Parasını koynunda emin yere koyduğu için “va biraz” dedi. Rüstem güldü. “Aferin bak. Yavaş yavaş öğreniyorsun. Bak paranın miktarını söylemedin. Aferin. Şimdi de son nasihat. Kimsenin voltasını kesmeyeceksin. Yani biri volta atarken önünden geçmeyeceksin. Kendi voltanı da kestirmeyeceksin” dedi.

 

Tam bunları söylemişti, polis Halim’e “haydi hazırlan gidiyoruz” dedi. Rüstem dersi tam zamanında bitirmişti.

 

Halim kalktı, içinde parkayla postal bir iki don ve gömleği olan bavulunu aldı. Rüstem’e “hadi bene müsaade bizim oğlan. Dersin için sağol. Her bi dediğin gulama küpe olucek sağol” deyip vedalaşıp komiserin yanına geldi. Komiser gülerek “ne o? Tilki Rüstem’le çabuk ahbap olmuşsun?” dedi. Halim “eyi arkıdeş, bir iki tıkırdadık” deyip komiserin arkasından yürüdü.

 

Orada kelepçe taktılar. İki eli kelepçeliydi, ama bavulu taşırken hiç zorluk çekmiyordu. Adliye yakınmış. Polis arabasıyla oraya götürdüler. Savcının karşısına çıkardılar.

 

Siyasi şubeden bir komiser daha önce dosyasını savcıya getirmiş, Halim’i ‘nasıl ifade verdiğini?’ anlatmıştı.

 

Ortada bir ölü iki de ağır yaralı vardı. Elde vahşi hayvan görünüşlü saf bir adam vardı. Konuyu ne kadar ciddiye alsalar da Halim’in ifadesiyle iş komik bir hal alıyordu.

 

Savcı komiserin anlattıklarına biraz kuşkuyla bakmıştı. Halim gelince “anlat bakalım” dedi.

 

Halim biraz ürkek bavul önünde elleri kelepçeli bakıyordu. Savcının yanındaki masada bir kız vardı. Alı al moru mor tıpkı katibin kızı gibi bal rengi buğulu gözlü bir kız. Kız şaşkın şaşkın Halim’e bakıyordu. Biraz da ürkmüştü. Savcı “bavulu şöyle kenara koy. Onun içinde bomba silah falan yoktur inşallah” dedi. Halim’in “aklı bokuna” karışmıştı. Şaşırdı. Korkuyla “ne silah, ne bomba gomiserim. İçinde komutanın verdiği parkayla postalla var. Bir iki de don, gömlek hepsi o gadar” dedi.

 

Savcı düzeltti. “Gomiser değil savcı savcı. Bana sayın savcım diye hitap edeceksin” dedi.

 

Bu sırada kız hafifçe gülümsemiş; gülümseyince de yüzü pembeleşmişti. Halim içinden “aynı katibin gızı. Sakın o olmasın. Salak o gızın burada işi ne? O öretmen okuluna gitti” diye söyleniyordu. Savcı da içinden “bu herif gerçekten komiserin anlattığı gibi alık biri mi? Yoksa rol mü yapıyor?” diye şüpheyle baktı. Sertçe “anlat bakalım” dedi.

 

Halim biraz kendini toplamıştı. Komiserin “savcıya da, hakime de her bir şeyi eksiksiz anlat” diye tembih ettiği aklına geldi. Kız da savcı “anlat bakayım” deyince yazmak için hazırlandı.

 

Halim “Savcı beyim. Hacı Omar‘ın Osman’ın oğlanlanlar bubamın köpeği Bozoğlan’la, köpekleni boğuşduruken, bubamın köpeği onlan köpeni boğunca, mıcırık çıkarmışla. Sonra bubamla gavgayı tutuşuyola. Bubamın hakından gelimeyincek, Hacı Omarın Osman’ın ortanca olan bubamın sırtından bıçaklamış. Bubacım bıça çıkarmak için çok uğraşmış. Emme çıkarımamış. Ninecim ‘buban bıça çıkarmak için çok uğreşmiş. Çıkarsemiş. Gurtulcemiş. İçine gan üğünüp ölmüş’ derdi” dedi.

 

Savcı öyle şaşkın gülmemek için kendini zor tutuyordu. Kız da savcıya ‘ben bunları da yazacakmıyım’ der gibi baktı.

 

Halim bunları hep anlıyordu. Saftı maftı, ama yine de gördüğü şeyleri anlayacak kadar kafası çalışıyordu. Nineciği onun için ‘benim bubası gılıklı tosunumun gafası saat gibi çalışır’ diye öğünürdü. Yine içinden bunları geçirdi.

 

Savcı kıza “aynen ne söylüyorsa yaz“ dedi. Savcı kıza böyle deyince Halim’in yine ‘aklı bokuna’ karıştı. Savcı kıza “ne söylüyorsa aynen yaz” dediğine göre Halim’in işi zordu. İçinden ‘hadi olum hapı yuddun. Düşmanlan kına yakınsın gari’ dedi.

 

Savcı “ee! Sonra?” deyince Halim birden kendini topladı. İçinden ‘dikkatli ol oğlum’ diye söylendi  “soonası ne olucek? Hacı Omar’ın Osman’ın güççük oğlan yaşı güççük oldundan, nasolsa ceza alman deye onu ben vurdum demiş”. Burada durdu. Sonra “halbuki cırrık gadar bişey bubacımı bıçaklımak kim, o kim? Emme hakimle arayıp sormudan inanmış ona az bi ceza vermişler. Çok yatmadı. Çıktı gözümüzün önünde dolaştı durdu. Ben azıcık yetişince onu vurcedim; emme ninem sakın oğlum ha. Hapislede çürüsün dedi” dedi. Dedi ama birden içinden “tüh dangılak. Gene azından laf gaçırıp vurcen dedin. Şimdi bide ondan dutturulasa yanasın” dedi. Kendini toparladı. “Vurcedim lafı, lafın gelişi. Ben ki? Adam vurmak kim?” diye lafı toparlamaya çalıştı; ama kız tüm söylediklerini yazmıştı.

 

“Savcı beyim son söylediklemi yazmısak” diyecekti vazgeçti. İçinden ‘salak! Bi kişiyi öldürüp, iki kişiyi yarılıyan köylü mü? Gonuştukça batıyosun salak! Rüstem’in dediği gibi dilini dut’ dedi. “Emme hem gomiser hem Rüstem hakimin savcının yanında her şeyi gonuş dedileridi” diye söylendi.

 

Savcı “bir şey mi söyledin? Öyle kendi kendine konuşma. Şimdi seni içeri atarım” dedi. Ama bunu deyince kendi de güldü. “Salak! Beni de şaşırttı, sanki dışarı mı bırakacaktım?” diye söylendi. “Konuş!” dedi. Kız da gülümsemiş aynı köy katibinin kızı gibi oluştu.

 

Halim kendini topladı. ‘Konuşsa mıydı? yoksa ‘sussa mıydı?’ şaşırmıştı. “Soonası efendim. Ben ortalıkta galdım. Beni anamla, ninem büyüdüyodu. Anam da kösüğün altında galıp ölüncek, ninem büyüddü” dedi. Savcı “ne kösüğü?” dedi.

 

Halim düşündü. Bunu anlatsa tehlike yoktu.

 

Savcı bey dedi. “Bizim orlada evle toprala sıvanır. Öyle boya badana ney bilinmez. Zaten benim anacım güççük yaşda everilmiş. Sabun sürüntüsü gibi süründü durdu. Bi zaman zengin garılan çamaşırlanı yıkadı. O çamaşır nası yıkanır bilseniz?” dedi.

 

Savcının bu son sorgusuydu. Halim’i çok ilginç bulmuş canı da acımıştı. “Sen anlatmadan ben nasıl bileceğim? Sen hiç kesmeden anlat” dedi.

 

O sırada odaya biri girmişti. Savcı ayağa kalktı “buyurun hakim bey” dedi. Hakim gülümseyerek “hoş bulduk. İfade mi alıyorsunuz?” dedi. Siyasi şube müdürü Halim’in dosyayı getirip, Halim’le ilgili savcıya bilgi verdiği sırada hakim de oradaydı.

 

Hakim savcıya “bu o tutuklu mu?” diye sordu. Savcı “evet hakim bey. Buyurun ifadesini siz de dinleyin. Nasıl olsa size gönderecektim” dedi.

 

Kız ayağa kalkmamıştı. Halim içinden ‘gız neye aya galkmadı acıba?’ diye geçirdi Her yerin bir usulü vardı herhalde, kız da bunu bildiği için gerekmediğinden ayağa kalkmamıştı. ‘Hem ona neydi canım’. O bunları içinden geçirirken bön bön bakıyordu.

 

Hakim onu gösterip savcıya “bu o tutuklu mu?” deyince yine aklı bokuna karışmıştı. Savcı “devam et” deyince Halim ‘ne bok olursa olsun her bir şeyi, hatta onbaşıyı dövdüğünü de’ anlatmaya karar verdi. ‘Asceklese assınla, kesceklese kessinle’ dedi ve anlatmaya başladı.

 

“Savcı beyim, bizim orlada öyle çamaşır deterjanı ney bilinmezdi. Bi bilinen sabundu. O da zengin evlende bulunurdu. Ozuman çamaşır yıkaken önce küllü su gaynadılır. Soona teknenin içine bu küllü sudan gonur. Çamaşırla o küllü suyun içinde ısladılır. Soona o çamaşırla bire bire sabuna sürtülüp tokuçlanır, soona sıkılıp iplere gurusun deyi asılırdı. Beyaz çamaşırla bit pire olmasın deye küllü suyla gaynadılırdı. Güççücük anacım o dağ gibi çamaşırları öyle eliyle tek tek yıkar, sıkar asardı. Soona da artan küllü su ve sabunla beni yıkardı, sonra atılır giderdi” dedi.

 

Hakim de, savcı da dalıp gitmişti. Onlar da köylü çocuğuydu. Onların anaları da küllü suyla çok çamaşır yıkamıştı. O işin ne zor olduğunu onlar da biliyordu. Halim’i kendilerine çok yakın bulmuşlardı. Ama önce görev geliyordu. Katip kız da Akdeniz Bölgesinde bir ildendi. Küllü suyla çamaşır nasıl yıkanır hiç görmemişti. Onun için Halim’in anlattıklarını yazarken hayretler içinde kalmıştı.

 

Savcı “sonra” dedi. Halim “soonası savcı beyim. Anam ak toprak gazmaya da gidedi. Ak toprakla hem kendi evimizi, hem de para garşılığı onun bunun evini sıvadı. Siz bilmezsiniz savcı bey ak toprak bi güzel kokar. Hani baharın yağmır yağınca toprak mis gibi kokar ya. İşde aynı öyle kokar. Siz inanmecesiniz; emme hem anacım, hem de ninecim o toprağı kıtır kıtır yerdi. Ne dad alıyola bilmeyon. Ben de yedim. Dadı az sası. Anacım çok güççük yaşda evlenmiş. Bubası yani didem dağda geçi güdüyomuş. Öteberi almıya köye gelmiş. Gış günü. Körduman basdırınca orda bi çalının dibine oturup kördumanın geçmesini bekliyomuş. Orda gıvrılıp galmış. Ertesi gün köylüle ölüsünü bulup alıp gelmişle. Tabi gömmüşle. Anacım ortuda galmış. Abeleri, dayıları biraz bakmış. Güççücük yaşında bubama vemişle. Bubamın bubası da genç yaşda ölüp gitmiş. Ninecim “diden ötürüklü biriydi, nur içinde yatsın yalınız iyi adamdı” derdi.  Benim bubam da gabadayı adammış. Pelifanmış da. Heç yenilmemiş. Nerden biliyon derseniz ninecim anladdıydı. Ninecim bene bubası gılıklı oğlum deye sevedi. Ben aynı ona benzeyomuşum. İşde bubamı Hacı Omar’ın Osman’nın oğlanla gancıkça bıçaklayınca, anamla ben ortıda galmışız. Ninecim heç evlenmemiş. Aslında güze garıymış; emme ben çocuklama övey buba eline gomam demiş. Bize sahap çıkmış. İşde anacım ninemin evindeyken bigün köyün garılarıyla ak toprak gazmıya gitmiş. Anacım ufak tefekdi; emme çok hırslıydı. En zor yerlerde öteki garıla hep onu öne süremiş. O gün bi gayanın altını oyaken gaya üstüne bi kösmüş. Fığan çığrış derken köyden erkekle gelene gadar anacım çoktan hakkın rahmedine gavuşmuş. O gün bende ordaydım. Anacım ölünce ağleyodum. Bu sırada ebenin gızı yanıma geldi. Elimden dutup ağlama dedi. İri iri çok güzel gözleri varıdı. O sırada yanında köy katibinin gızı da varıdı. Onun da bal rengi buğulu gözleri varıdı. Yüzü hemen gızarıdı” dedi, durakladı.

 

İçinden “bu katip gız da, bizim katibin gızına emme benzeyo” diye geçirdi.

 

Savcı “ne o durakladın. Ne yalanlar uydurmayı düşünüyorsun? Sakın yalan söyleme biz her şeyi biliyoruz. Şimdi senin ifadeni usulen alıyoruz” dedi. Halim temelli korktu. “Ne yalanı savcı beyim, bildim her şeyi tamı tamına anladıcen” dedi katip kıza bakmamaya çalışarak devam etti.

 

“Ben o iki gızıla ilkokulu bitirdim. Ebenin gız ilkokulu bitirince öretmen okuluna gitti. Katibin gızı da ortaokulu bitirince öretmen okuluna gitti. Ben alıklıkdan okuyamadım. Emme o iki gızı da hiç unutmadım. Daha dorusu onla beni unutmamış. Nerden biliyon derseniz. İkisi de yılladır hep üryama giriyo” dedi. Burada durdu. “Yanlış annaman, öylü gız gibi, gadın gibi değil guş gibi kelebek gibi giriyola. Üçümüz o daldan o dala uçup, gonup duruyoz. İnanmecesiniz, emme geçtiğimiz gün beni kapadıkları yerde azcık canım geçtiydi. Yine ikisi rüyama girdi. O daldan o dala uçup gonup durduk. O iki gız da ne oluyo demeyin. Onlara garşı galbimde heç kötülük olmaz. Onla benim hayatımın tek güzellikleri. Ben ara sıra onlara rüyamda görmüsem, bu hayata dayanamazdım. Çekilcek hayatım olmadı, emme neyse. Ben şindi anama gelen. Anacım kösün altında yamyassı olmuş. Ninecim öyle derdi. Sonra anacımın ölüsünü getirdile. Aharın oraya bir çarşaf gerdile. Orda anacımı yıkadıla... Anacımı yıkalarıken ben onun çılbacık olduğunu biliyodum. Günah olur deye o tarafa heç bakmadım. Ben size onu annadmadım” dediğini hatırladı.

 

Yatakta sırtüstü yatmaktan sırtı acımıştı. Karyoladan indi ayağa kalktı. Bir, iki gerindi. O günleri hayalinde düşünürken kafası şişmişti. Bir sigara yaktı. Odadan dışarı çıktı. DEVAM EDECEK...


 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder