Halim Selim başlıklı romanımı yeni düzenlemesiyle edebiyat dostları için blogumdan bölüm bölüm paylaşacağım.
HALİM SELİM
Sabah erkenden büroya geldi. Her gün
yaptığı gibi büroyu temizliyordu. Az sonra patron geldi. Sağa sola telefon
ettikten sonra “ben öğleden sonra gelirim” deyip çıktı. Çıkarken elinde
getirdiği simidi “al bunu ye” diye ona verdi. Bu simide çok sevinmişti. Bir çay
söyledi.
Günde iki çay içme hakkı vardı. Pakete
baktı, üç sigarası vardı. İçinden “patron gelene kadar yeter” dedi. Çay gelince
simidi yemeye başladı. Yedi bitirdi. Koca parmağını ıslattı, masanın üzerindeki
susamları alıp alıp, kocaman ağzına götürüyordu. Bu susam tanelerini tek tek
dişlerinin arasında, çıtır çıtır yemek çok hoşuna gidiyordu. Dökülen susam
tanelerini tek tek toplayıp çıtır çıtır yedi. Diliyle dişlerinin arasına
sıkışan susam tanelerini de çıkarıp yedi. Tekrar diliyle yokladı. Başka susam
tanesi kalmamıştı.
Simit yemek çok hoşuna gidiyordu. Hele
bugün yaptığı gibi dökülen susamları ıslak parmağıyla tek tek toplayıp yemek
onu çok mutlu ediyordu. Ancak her zaman simit alıp yiyemiyordu. Çünkü simit
karnını doyurmuyor, birden çok simitle karın doyurmak da çok pahalıya
geliyordu. Oysa o karnını çok ucuza doyurmaya mecburdu. Aldığı paraysa ancak
yetiyordu.
Patronu onu bir pansiyona yerleştirmişti.
Pansiyon ücretini patronu veriyordu. Ayrıca otuz lira da haftalık veriyordu.
Haftalığı akşamları en fazla üç liralık bir şey yemesine, iki günde bir paket
sigara almasına ve çok sıkarsa on beş, yirmi günde hamama gitmesine ve arada
bir iki tek atmasına yetiyordu.
He şey ucu ucunaydı, ama bu kadarına bile
şükrediyordu. Çünkü sabıkalı hele bir de cinayetten sabıkalı olunca iş bulmak
çok kolay değildi.
Bu işi mapustan tanıdığı bir mütahit
sayesinde bulmuştu. Mütahit cinayetle suçlanıyordu. İnşaatında bir anlık
öfkeyle iki kişiyi tabancayla öldürmüştü. Yargılalamaların sonunda idam cezası
almıştı. Ancak mahkeme sonradan bunu müebbete çevirmişti. Ceza hala
temyizdeydi. Bu sırada kibrit
çöplerinden bir yolcu gemisi maketi yapıyordu ve tek kişilik koğuşta kalıyordu.
İşte bu sırada onunla havalandırma
sırasında tanışmış ve çok sevmiş, her gün yanına gelmesini söylemişti. Yanına
gidince ona maket için kibrit çöplerinin ucunu yakma görevini vermişti. Bu
sırada sohbet ederken çıkınca ona iş vermesi için, tanıdığı olan şimdiki
patronuna bir mektup yazmıştı.
Daha sonra mütahitin sevki çıkmış, giderken
ona iki yüz lira da harçlık vermişti. O da mütahitin hemen arkasından tahliyesi
gelince elinde mütahitin mektubuyla birlikte şimdiki patronun yanına gelmişti.
Patron da ‘sağ olsun’ mektubu okuyunca ona iş vermişti.
Aşağı yukarı üç aydır bu büroda çalışıyordu.
Cezaevine hiç yoktan iki kişiyi öldürüp bir kişiyi de ağır yaralamaktan girmiş,
idam müebbet derken yirmi yılı aşkın hapis yatmıştı. Bu süreci değişik
cezaevlerinde tamamlamıştı.
Aslında aftan ve ceza indiriminden
yararlanabilse bu süre kısalabilirdi. Ama o gittiği her cezaevinde bütün isyan
ve benzeri olaylara, açlık grevlerine “bi tamam” katıldığı için cezasını hiç
eksiksiz hatta biraz da fazlasıyla tamamlamıştı.
Aslında kavgacı biri değildi. Ne çektiyse
hep görünüşü ve alıklığı yüzünden çekmişti. Eli, ayağı hele kafası çok iriydi.
Doğarken kafası fazla iri olduğundan anasının “çaputunu çıkarmıştı”. Buna
rağmen anacığı ‘oğlan doğurdum’ diye sevinmiş, yörenin adetine göre al
bağlanmıştı. Babası da oğlu olduğu için evinin önüne “kütük atan” köy delikanlılarına
oğlunun şerefine yesinler diye kümesten en besili iki tavuk tutup vermişti.
Yine adet üzerine “göletlik” çerez alınmış, bu “göletten” onun doğumunu
kutlamaya gelen eşe, dosta da ikram edilmişti.
Adını da babaannesi yani ninesi koymuş
“bizim soy ismimiz Selim, adını Halim goyam da adı gibi halim selim biri olsun”
demişti. Böylece adı Halim olmuştu. Ama ilkokulda öğretmenleri veya arkadaşları
ve köylüleri askere gidene kadar onu hep Halim Selim diye tanımış, öyle
çağırmıştı.
Halim’in elleri bir de ayakları gerçekten
çok büyüktü. Öyle ki, askere gidene kadar ayağına göre ayakkabı bulamamıştı.
Askerde bölük komutanı ona özel ayakkabı diktirince ayağı ayakkabı yüzü
görmüştü.
Kafasının büyüklüğü de tevatir bir şeydi.
Saçları biraz uzayınca karanlıkta biri görse kesin aslan kafesinden kaçmış
sanırdı. Ama o bunlara hiç aldırmıyordu. Ninesinin ‘bubası gılıklı tosunuydu’.
Babası da onun gibiymiş. Ama o babasını pek hatırlamıyordu. Tek hatırladığı
babasının ölüsünü eve getirdikleri gün gördükleriydi.
O gün bütün kadınlar ve erkekler evlerinin
önüne toplanmıştı. Anası ve ninesi oraya çömelmiş ‘çırpına çırpına’ ağlıyordu.
Evlerinin önünde ahıra yakın erkekler toplaşmıştı. Ahırın önüne bir çarşaf
germişlerdi. Halim usulca çarşafın altından geçip odun yığınlarının kıyısına
‘sinlenmişti’.
Kıt mıt hatırladığı kadarıyla orada bir
ocak, ocağın üstünde bir kazan görmüştü. Kazanın altında ateş yanıyordu. Ateşin
yanına bir masa koymuşlardı. Masanın üstünde babası ‘çılbacık’ yatıyordu.
Yanında ‘emmisiyle’ bir başka adam vardı. O adam önce kazandaki kaynar sudan
tasla alıp alıp bakırı doldurdu. Sonra tasla bakırdaki sudan alıp alıp
babasının üstüne döküp yıkadı. Emmisi öyle bakıyordu.
Halim babasını ilk defa ‘çılbacık’
görüyordu. Babasının ayakları ve elleri tıpkı onun ayakları ve elleri gibi çok
büyüktü. Kafası da çok büyüktü. Babası ile bütün hatırladığı bunlardı.
Sanırım ninesi bundan dolayı onu “bubası
gılıklı tosunum” diye seviyordu. Veya o öyle düşünüyordu. Ama başına ne
geldiyse hep bu görünüşü yüzünden gelmişti.
Masanın üzerine abanmış, aklından bunları
geçiriyordu. Her şeyi unutup doğruldu. Pakette iki sigara kalmıştı birini daha
yaktı. “İşallah gelmimezlik etmez. Yoğusa halim harab” diye söylendi.
Patronu gelmezse hali gerçekten haraptı.
Hafta sonuydu. Hiç parası yoktu. Sigarası da bitmişti. Ayrıca ciğerciye bir gün
önceden iki lira borcu vardı ki. Onu ödemezse ciğerci hayatta bir şey vermezdi.
Veresiye yemek yiyeceği başka yer de yoktu. Kokmaya başlamıştı. Banyo yapması
da lazımdı. Onun için patron gelmezse işi gerçekten bitikti.
“Yok
canım deli mi bu? Gelir mutluka” diye söylendi. Sigarasını güzelce söndürdü. Ne
olur ne olmaz izmariti tekrar içebilirdi… Masaya biraz daha abandı. Bu şekilde
geçmişini, köyünü, çocukluk günlerini, o sıralarda yaşadıklarından küçük küçük
mutlulukları hatırlamak çok hoşuna gidiyordu. Acı tatlı o günleri özlemle
anıyordu.
Babası çobanmış. Ayrıca gençliğinde güreş
de yapmıştı. Köylerinde Haci Veli’nin sürüsünü güdüyormuş. O sıra anasıyla
evlenmiş.
Anası garip bir kadındı. Anası anasını yani
anneannesini çok küçükken kaybetmişti. Anasının babası yani o dedesi de
çobanmış. Bir kış günü köye öteberi almaya gelmiş. İhtiyacı olan şeyleri almış
ağıla gitmek için köyden ayrılmış. Gittiği ağıl köyün hemen üstündeymiş.
Giderken ‘kör dumana’ yakalanmış. Herhalde ‘kör duman geçinceye gadar derenin
içinde, bir çalının dibinde bekleyeyim’ demiş. Ama uykusu gelince orada
kıvrılıp kalmış. Ertesi gün köyden ava gidenler dedesinin ölüsünü bulmuşlar ve
getirip gömmüşler.
Anası böylece hem yetim, hem öksüz
ortalıkta kalmış. Biraz dayıları bakmış. Sonra küçücük yaşına bakmadan babasına
vermişlerdi. Anası Babasıyla geçinip gidiyormuş. Bu arada o doğmuş. Beş yaşına
gelmişmiş. Babası da o doğduğunda Hacı Veli’nin sürüsünü güdüyormuş.
Aynı yerde başta Hacı Ömer’in Osman’ın
oğullarının ve başkalarının sürüleri varmış. Bir gün onun babasının köpeğiyle
Hacı Ömer’in Osman’ın oğlanların köpeği boğuşuyormuş. Babası köpekleri ayırmak
istemiş. Ama Hacı Ömer’in Osman’ın oğlanları “ne o köpeğin boğulur diye korktun
mu?” deyince karışmamış. Ama babasının köpeği Bozoğlan Hacı Ömer’in Osman’ın
oğlanların köpeğini boğup öldürmüş. Bunun üzerine Hacı Ömer’in Osman’ın
oğlanları “köpemizi boğdurdun” diye babasının üstüne çullanmış. Babası ‘onlara
hiç babıç bırakır mı?’ elindeki çoban sopasıyla kendini savunuyormuş. Hacı
Ömer’in Osman’ın oğlanları bakmışlar babasının hakkından gelemiyorlar. Hacı
Ömer’in Osman’ın ortanca oğlu babasının arkasından dolanıp bıçağı sırtına
saplamış ve hepsi kaçmış. Babası sırtındaki bıçağı çıkarmak için çok uğraşmış,
ama çıkaramamış.
Bunları hep ninesi anlatmıştı. Ninesi “bıça
çıkarseymiş gurtulcemiş. İçine gan üğünüp ölmüş” derdi.
İşte kıt mıt hatırladığı o gün babasının
ölüsünü getirip yıkadıkları gündü. Hacı Ömer’in küçük oğlu “ben vurdum” demiş
çok az ceza almıştı. Ninesi “o çakalın dölleri galleşlik yapmısa buban hakından
gelimezdi. Hele o ben vurdum deyen uyuz bubanı üryasında göres ağzı uçukladı”
derdi. Bunlar aklına geldi. Bir an içinden Hacı Ömer’in Osman’ın oğlanları
bulup kıtır kıtır kesmek geldi. Çabuk o düşünceyi kafasından kovdu.
O hiç kin tutmayı bilmez, bırakın adam
öldürmeyi tavuk bile kesemezdi. “Peki nasıl katil oldu?” diye hiç sormayın. O
da bilmiyordu. Olmuştu bir kere. Aklına geldikçe bin kere tövbe ederdi.
Halim işte böyle garip bir adamdı. Babası
öldükten sonra anasıyla birlikte babaannesinin yani ninesinin yanında yaşamaya
devam ettiler. Yedi yaşına gelince okula başladı. Evin geçimini anası ve ninesi
birlikte karşılıyordu. Anası ufak tefek bir kadındı. Onu görenler ‘bu çocuğu bu
kadın mı doğurmuş?’ diye şaşıp kalıyordu. Anasının zengin evlerine çamaşır
yıkamaya gittiği günleri hiç unutmuyordu. O zamanlar şimdiki gibi çamaşır
makineleri, çamaşır deterjanları yoktu. Sabun bile daha çok zengin evlerinde
olurdu. Fakirler içinse lükstü. Anası gittiği zengin evlerinde, dağ gibi
çamaşırları eliyle yıkardı.
Çamaşır yıkamak için, önce kazanda küllü su
kaynatılırdı. Bu küllü suyla doldurulan tekneye çamaşırlar ıslanır; sonra bu
ıslanan çamaşırlar tek tek sabuna sürtülürdü. Sonra bu çamaşırlar düz bir taşın
üstünde tokmakla tek tek ‘tokuçlanırdı.’ Beyaz çamaşırlar tekrar küllü suyla
kaynatılır ve elle sıkıldıktan sonra serilirdi.
O ufacık anası bütün bunları yaptıktan
sonra bitkin düşerdi. Bu yaptığı işin karşılığında da biraz sabun, üç beş kuruş
para ve eskimiş giyim, giyecek alırdı. Ve çamaşıra gittiği yere onu da götürür,
artan su ve sabunla onu yıkardı. Şimdi yıkanırken bile aklına gelince o
günleri, bir keresinde anasının kazara kaynar su döküp, sonra şaşkınlıkla buz
gibi suyu dökerken yaşadığı şaşkınlığı hatırlayıp gülümserdi. Halim bu çamaşır
günlerini çok severdi. Koca elleriyle anasına çamaşır tokuçlarken yardım
ederdi. Ayrıca gittikleri evde bir güzel de karınlarını doyururlardı.
Bunları hatırladı. Anası bir de ev sıvamaya
giderdi. O zamanlar evin içi şimdiki gibi boya ile sıvanmazdı. Kireç de pek
bilinmezdi. Ak toprak vardı. Evler ak toprakla sıvanırdı. O mübarek toprak da
mis gibi kokardı. Tıpkı yağmurdan sonra toprağın kokuşu gibi… Bugün bile o koku
zaman zaman burnunda tüter. Ak toprak kazılarak çıkarılır. Lahana görünümünde
top top yapılır, her evin köşesinde mutlaka bulunurdu. Vakti gelince bu
topraklarla evler sıvanırdı. Bu ak toprak her yerden çıkmaz. Belirli yerlerde
özellikle kaya diplerinde olurdu. Buralarda kadınlar ocak açıp ak toprak
çıkarırdı. Köyün kadınları ak toprak kazmaya topluca giderdi.
Tabi zengin karıları gitmez, evlerini
köydeki yoksul kadınlara sıvatırdı. Anası ak toprak kazmaya hevesle giderdi.
Ayrıca bu ak toprağı yemeyi çok severdi. Ninesi de ak toprak yemeyi çok
severdi. Kuruttukları ak topraktan koparıp kıtır kıtır yerlerdi. Bir kaç kez o
da denemişti. Tadı biraz sası olsa da kokusu çok güzeldi. Anası ak toprak
kazmaya tatil günü giderse onu da yanında götürürdü.
Zaten bir çocuğu olmuş, doktorlar tekrar
doğurursan ölürsün demişlerdi. Herhalde koca kafasıyla anasının içini
parçalamıştı. Ninesi “goca gafanla ananı kısır bırakdın” derdi.
Üçüncü sınıfa gidiyordu. O gün yine
anasıyla ak toprak kazmaya gitmişlerdi. Başka kadınlar da vardı. Hiç
unutmuyordu. Anası koca bir kayanın altına ocak açmıştı. Diğer kadınlar “Atiye
gız orası tehlikeli” diye söylenmişlerdi. ‘Anasının adı Atiye idi’. Anası
onları dinlememiş kayanın dibindeki ocağın içine girmiş toprak kazıyordu.
Birden kaya anasının üstüne çökmüştü. Bütün kadınlar feryat figan bağrışıyordu.
Bir ikisi köye koşup yardım istemişti. Köyden erkekler ellerinde kazma kürekle
koşmuşlar, anasının kösüğün altından çıkarmak için kösüğün sağını solunu
kazmaya başlamışlardı. Uzun uğraşlar sonucu anasını çıkarmışlardı. Ama anası
çoktan hakkın rahmetine kavuşmuştu.
Ninesi “ciğerlene toprak dolmuş da öyle
ölmüş” demişti. O anasının ölüsünü çıkardıkları anı bu günkü gibi hatırlıyordu.
Etraftan gelenler feryat, figan ağlamaya başlayınca o da ağlamaya başlamıştı.
İşte o sırada o kız elinden tutmuş “ağlama”
demişti. Çok güzel kahverengi gözleri vardı. Bu kızı hatırlayınca daldı gitti.
Ebenin kızıydı. Köye yeni gelmişlerdi. Yanında köy katibinin kızı da vardı. O
da anasıyla gelmiş, orada öylece bakıyordu. Onun gözleri de güzeldi. Ama ebenin
kızının gözlerinin içi gülüyordu. Köy katibinin gözleri ise bal renginde ve
buğulu gibiydi. İki kız da üçüncü sınıftı.
Okulda arkadaşları onun eli ayağı ve koca
kafasıyla alay ederdi. Kaç kez onlarla kavga etmişti. Ama o kızlar onunla hiç
alay etmemişti. Ebenin kızı o gün elinden tutup “ağlama” dediğinde öteki kız da
buğulu gözlerle alı al moru mor bakıyordu. Katibinin kızının nedense bir şey
söyleyince yüzü hep kızarırdı. İşte o sırada elinden tutup “ağlama” diyen
ebenin kızının gülen gözlerle bakışını, bir de köy katibinin kızının onun
yanında buğulu gözlerle bakışını hiç unutmamıştı.
İlkokulu bitirince öğretmen okuluna giden
ebenin kızını da, katibin bal rengi buğulu gözlü kızını da bir daha hiç
görmedi. Ama onların gözlerini hep hatırladı. Cezaevinde bile kaç kez onları
rüyasında görmüştü. Hala bu gün bile rüyasına giriyorlardı.
Siz “bu ne biçim iş? İnsanın rüyasına iki
kız birden mi girermiş? İnsan iki kızı birden mi severmiş? Adam gibi birini
seversin olur biter” deyip onu şıp sevdi biri zannetmeyin. Halim o kızları bir
kadın gibi hiç sevmemiş, bu şekilde düşünmemişti. O gözler rüyasında bazen
kelebek olunca üçü birlikte birlikte uçuyorlardı. Bazen o gözler kuş gibi
oluyordu. Halim de kuş olup gözden kuşlarla birlikte daldan dala uçuyordu. Bu
rüyaları görüp de uyanınca çocuk gibi seviniyordu. Tekrar görmek için hemen
gözünü kapıyordu. Şimdi bile gözünü kapamış o kızları bu kez o günkü gibi
gözünün önüne getirmişti.
Bunlar aklına geldi. O gün anasının ölüsünü feryat figan eve
getirmişlerdi. Jandarmalar gelmiş “kazaren öldü” diye tutanak tutup
gitmişlerdi. Çarşafın öte yanında anasını kaynar suyla yıkadıklarını biliyordu.
Bu sefer çarşafın altından geçip anasını görmeye gitmemişti. Anasını “çılbacık”
görmek günah olur diye düşünmüştü. Anasını gömdükten sonra ninesiyle bir başına
kalmıştı.
Ninesi yaşlı, ama diri bir kadındı.
Kocasını yıllar önce kaybetmişti. Kocası için “rahmetli ötürüklü biriydi.
Marazdan gurtulmayıp öldü. Nur içinde yatsın” derdi. Çok güzel peynir ‘çalardı’
yapardı. Onun peyniri kasaba pazarında kapışılırdı. Halim bunu onunla ara sıra
gittiği kasaba pazarında gözüyle görmüştü.
Bunları hatırladı. Ninesi yaptığı yoğurt da
tereyağı zannedilecek kadar güzel olurdu. Kokulu koyun yoğurdu. Onun da çok
müşterisi vardı. Ninesi bunları pazarda satar evin ihtiyacı olan öteberi
alırdı. Giyim giyeceğe pek para vermezlerdi. Sağ olsun köydeki zenginler
hayırlarına eski giyeceklerini verirdi. Zaten küçük yaştan beri onun ayağına
uygun pabuç bulunmuyordu. Halim hep büyüklerin ayakkabısını giymişti. Delikanlı
olunca da ayağına göre çarık benzeri şeyler diktiriyor, genellikle bulduğu en
büyük ayakkabıların arkasına basarak giyebiliyordu. Biraz büyüyünce Hacı
Veli’nin sürüsüne çoban durmuştu. Kışları çok zorluk çekiyordu. Önce ayaklarını
bez kağıt gibi şeylerle sarıyor, üstüne yün çorabı giyiyor onun üstüne de çarık
çekiyordu. Ama ayakları yine çok üşüyordu. Hele kar yağdığında mafoluyordu. Ama
elden ne gelir. Allah onu öyle yaratmıştı. Zengin olsa gider ayakkabıcıya
ayakkabı diktirirdi. Ne yapsın? Fakirliği o icat etmemişti ki.
En rahat ettiği yıllar askerlik yılları ile
mahpusluk yıllarıydı. Askerde komutanı onun ayaklarını görünce çok şaşırmış,
katıla katıla gülmüştü. Ama sağ olsun askerlik süresince ona tam dört çift
postal diktirivermişti. Terhis olurken de bu postalların eski, yeni hepsini ona
vermiş “yamatır yamatır giyersin” demişti. Ayrıca eski parkalardan birini de
sivillikte giy’ diye vermişti.
Komutanı bunları “sağ olsun, var olsun”
iyilik olsun diye vermişti. Ama o parka ve postal onun başına çok iş açmış,
yirmi yıl hapis yatmasına sebep olmuştu.
Bunlar aklına geldi. Terhis olunca doğru
köye gelmişti. Askerdeyken ninesi hakkın rahmetine kavuşmuştu. Köyde emmisi,
bir dayısı ve onların çocuklarından başka kimi kimsesi kalmamıştı. Onların
hepsi kendi işinde, kendi derdindeydi. Köye gelince hoş beş derken kimse
Halim’e “ne yapacaksın? Nerede kalacaksın?” falan diye bir şey ne sormuş ne de
söylemişti. Emmisi ninesi evine yerleşmiş, geldiğinden pek hoşlanmamıştı.
Dayısı “başımıza geçer kalır” diye görünce yolunu değiştiriyordu. Onların bu
davranışı umurunda değildi. O ninesinin öldüğüne çok üzülmüştü.
En güzel günlerini ninesinin yanında
geçirmişti. Ninesi onu hep yanında taşımıştı. Geceleri tatlı tatlı masal
anlatıverirdi. Çok bilgili ve akıllı kadındı. Her şeyi tevekülle karşılardı.
Her şeyin sebebini kendince yorumlardı. Halim’e “tosun torunum bu yoksulla biz
sebep olmadık. Cenabı Hak da böyle isdimez. Bunnara sebep olanlar naha
Allah’ından bulur” derdi.
Bunları hatırlamış çok üzülmüştü. Bir gün
emmisi evin kalabalıklaştığını, ninesinden kalanlardan payına iki bin lira
düştüğünü ve kendine bir yer veya iş bakmasını söylemişti. Yani resmen evden
kovmuştu. Halim zaten kalıcı değildi. Onu köye bağlayan tek kişi, ninesi de
yoktu. Bağlasalar orada durmazdı. Parayı aldı, giyim giyeceğini, postalları ve
parkasını aldı, hoşça kalın bile demeden köyden ayrılıp gitti.
İlk önce kasabaya, oradan “ver elini
İstanbol” deyip, İstanbul’a gitti. Küçük dayısının orada polis olduğunu
duymuştu. O dayısı ötekilere göre biraz daha insanlıklıydı veya aklında öyle
kalmıştı. İstanbul’a varınca önce Sirkeci’de ucuz bir otel buldu. Dayısının
Beyoğlu Karakolu’nda görev yaptığını duymuştu. Sora sora Beyoğlu’nda karakolu
buldu. Gitti oradaki memurlara dayısını sordu. Doğruymuş. Dayısı orada görev
yapmış, ama memuriyetten atılmış. Onu tanıyan polislerden biri, onun
Asmalımescit’te kahve işlettiğini söyledi. Ve ona Asmalımescit’i tarif etmiş, o
bu tarif üzerine hiç beklemeden oraya gitmişti.
Gerçekten dayısı oradaydı. Bunu görünce
önce şaşırdı. Anlattıklarını dinledi. “Sana iş bulmaya çalışalım. Yalnız
İstanbul pahalıdır. İş bulana kadar burda kavede yat kalk” dedi. O bunu duyunca
çok sevindi. Hemen gitti, otelden eşyalarını alıp geldi.
Gelmez olaydı. Başına ne iş geldiyse ondan
sonra geldi. Asmalımescit’te kalırken her gün iş arıyordu. O sıra İstanbul çok
karışıktı. Asmalımescit çevresi hep berduş yatağı idi. Bir gün dayısının
arkadaşlarından biri “gel bugün sana kırk kaat kazandırayım” dedi. Halim
sevindi. İstanbul’da ilk kez para kazanacaktı. Dayısının o arkadaşıyla birlikte
Mecidiyeköy denen bir yere gittiler. Orada bir fabrika varmış. Sonradan o
fabrikanın adının Profilo olduğunu öğrenmişti. İşte o Profilo fabrikasının
bahçesinde çadırlarda bekleyenlere saldırmaları söylendi. Hep birlikte,
sopalarla saldırıp onları dağıttılar, çadırlarını da söktüler.
Dayısının arkadaşı onların “kominis”
olduğunu söylemişti. O kavgadan sonra polisler geldi. Hepsini karakola
götürdüler. Sonra biri geldi, onlarla birlikte diğer saldıranları serbest
bıraktırdı. Dayısının arkadaşı ona “al bunu hak ettin” diye kırk lira verdi. O
güne kadar “kominis” kim? Hiç bilmiyordu. Ama yaptığı şeyin doğru olmadığını
düşünüyordu. Daha sonra aynı şekilde teklif gelince ben gitmem demişti.
Böyle böyle dayısının yanında takılıyordu.
Dayısının arkadaşı karışık biriydi, ama kafa dengiydi. Bir gece onu
Tarlabaşı’nda bir eve götürdü. Orada çok güzel kadınlar vardı. Orası
randevueviymiş. Dayısının arkadaşı öyle söylemişti. Halim dayısının arkadaşıyla
oraya gidince oradaki herkes ona ürkerek bakmıştı; ama adınların çok hoşuna
gitmişti. Orada bir kadın onu aldı bir odaya götürdü. Halim Mecidiyeköy’deki
“kominislere” saldırdığı için kazandığı kırk lirayı kadına verdi. İlk defa
gördüğü halde kadın onunla birden çok samimi olmuş, “kocacığım yine beklerim”
demişti. Halim buna çok şaşırmıştı. “Sen nerden benim garım oluyon? Biz senle
nezman nikahlandık?” deyince kadın çok gülmüş; aşağıda arkadaşlarına
anlatmıştı. Arkadaşları ve orada oturan başka erkekler bunu duyunca çok
gülmüşlerdi. O bunlara çok şaşırmıştı. “Bu İstanbol’un erkeği de garısı da çok
cıvık, her şeye gülüyola” diye söylenmiş dayısının arkadaşıyla oradan çıkıp
gitmişti.
Oradan çıkınca Halim dayısının arkadaşına
sıkı sıkı “sakın ha! Buruya geldimi dayıma söylüme” diye tembih etmişti. “Ama
güna obalı boynuna” herhalde söylemişti. Çünkü dayısı ona bakıp gıcık gıcık
gülmüştü.
İşte o günlerde bir akşam tek başına
sinemaya gitmişti. Dönüşte kahveye geldiğinde kumar oynayanları görmüştü.
Dayısı zaten burada kumar oynatıp yolunu buluyormuş. Eski polis olduğu için
polisler onu idare ediyormuş. Bunları ona dayısının arkadaşı söylemişti. Halim
ancak oyun bitince kahvenin içinde dayısının zula denen odasında yatıyordu.
Kumar geceye sarkınca Halim çıkıp önce
Tarlabaşındaki randevu evine gitmeyi düşünmüştü. Orada yine kadının ona
“kocacığım” diye sırnaşacağı aklına gelince vazgeçti. İstiklal Caddesinde
vitrinlere baka baka Taksim’e doğru çıkmaya başlamıştı. Vakit gece yarısıydı.
Etrafta tek tük insanlar vardı. Tuvaletin olduğu sokaktan geçerken birilerinin
duvara yazı yazdıklarını görüp duraklamıştı. Yazı yazanlardan biri yanına gelip
“pis kominis sen buradan nasıl geçersin?” deyip ona küfretti.
Çünkü o yıllar asker postalı ve parka
giymek solcu gençler arasında modaydı. Ama Halim parka ve postalı solcu olduğu
için değil, giyecek başka bir şeyi olmadığından giyiyordu. Halim bunları
bilmediğinden kendine saldıranlara “siz kim oluyusunuz?” derken birden etrafına
toplanıp ona saldırdılar. O da kaçmamış onlara dalmıştı.
Halim bu şekilde onlarla boğuşurken birden
babası aklına gelmişti. ‘Onun gibi beni de galleşliğile bıçaklecekle’ diye
askere gitmeden ninesiyle gittiği pazarda aldığı Yatağan bıçağını çekmiş ‘anası
ölmüş olsa bile alışkanlıktan’ “benim anam ağlecene sizin ananız ağlasın” deyip
rasgele savurmaya başlamıştı. Birisi “yandım anam” diye yere yıkılmıştı; ama
onun gözü bir şey görmüyordu.
Onlarla kavga ederken polisler gelmişti.
Halim karşısında polisleri görünce “valla önce onla bene saldırdı” diye kavgayı
anlatmaya çalışırken elindeki bıçağı alıp onu karakola götürmüşlerdi. Orada bir
kişinin öldüğünü iki kişinin de ağır yaralı olduğunu söylemişlerdi. Her şey bir
anda olmuş; Halim olayın şaşkınlığı içindeydi.
Getirdikleri karakol dayısının çalıştığı
karakoldu. Dayısını sorduğu polis onu tanımış; dayısına haber vermişti. Dayısı
koşup gelince olayı sormuş öğrenince çok şaşırmıştı. Onun öldürdüğü genç
sağcıymış. Halim’in üzerinde parka, ayağında postal görünce solcu komünist
zannetmişler. Halim bunları bilmiyormuş. Komutanın iyilik olsun diye verdiği
parkayla postal başına iş açmış, katil olmuştu. Yok yere bir kişiyi öldürmüş,
iki kişiyi de yaralamıştı. Sonradan yaralılardan biri daha ölünce iki kişinin
katili olmuştu.
Çok pişmandı, ama iş işten geçmişti.
Anlatması çok uzun; ama o günden sonra idam korkusu müebbet, af falan derken
tam yirmi beş yıl bilfiil hapis yatmış; o yıllarda neler yaşamıştı neler?
Şimdi onları hatırlayıp “dadını kaçırmak
istemeyodu”. Kendini tekrar çocukluk günlerini düşünmeye verdi. O yıllarda çok
acı görmüştü; ama en mutlu hayatını da o zamanlar yaşamıştı.
Hele ninesiyle geçirdiği günleri hatırlayınca
çok mutlu oluyordu. Yaşadığı büyük acıları yaşadığı bu küçük mutlulukları
hatırlayarak unutabiliyordu. Şimdi ninesiyle peynir satmak için gittiği pazarda
fırın ekmeği alıp yediği günler aklına geldi. Ninesi götürdüğü peyniri,
yoğurdu, kaymağı öğleye kadar sattıktan sonra ona para verir sıcacık fırın
ekmeği aldırırdı. İşte o ekmeğin içine sattıkları kaymak ve tereyağından koyup
yerlerdi. Mübarek ekmeğin içinde o kaymak veya yağ kaybolur gider şıpır şıpır
yemesi çok güzel olurdu.
Bunları hatırlayınca acıktığını hissetti.
Doğruldu. Masaya ağzının suyu akmıştı. Ayağa kaktı gerneşti. Saate baktı yediye
geliyordu. Güneş çoktan batmıştı. “Eyvah gelmeycek herhal” dedi. Bu sırada
telefon çaldı. Telefonu aldı, arayan patrondu. “Benim işim uzadı, gelemiycem. Sen
ofisi kapat git, pazartesi görüşürüz” dedi. Onun bir şey söylemesini beklemeden
telefonu kapatmıştı.
Telefon elinde kalakaldı. Şaşkındı. Birden
öfkelendi sövüp saymaya başladı. Bu sırada tuvalet ihtiyacı gelmişti. Hemen
öfkesini unuttu. Bu iş hanının tuvaletinin alafranga olduğu aklına geldi. Bu
tuvalete ancak “çöydürebiliyordu.” Çünkü o güne kadar hiç alafranga tuvalet
görmemişti.
Bu işe ilk girdiği gün tuvalet ihtiyacı
gelince gitmiş, şaşırıp kalmıştı. Büyük abdesti nasıl yapabileceğini
anlayamamıştı. Önce üzerine çıkmayı düşünmüş “üstüne çıkasam deliğe
dengediremem” diye korkmuştu. Sonra “tahratlanma ırbığı veya çeşmesi” yoktu.
Çok sıkışmış, kimseye soramamış iş bitince koşarak gittiği pansiyonda
ihtiyacını görebilmişti.
Sonra sorduğu kat görevlisi bu alafranga
tuvaleti nasıl kullanacağı gösterse de aklı basmadığı için hiç kullanmamıştı.
Çünkü köyde hep elinde “tahrat ırbığı” “ayakyoluna” bahçedeki “kenefe” veya
bazen de “tersliğe” gider işini hep çömelerek yapardı. Elindeki sigara uzun
süre çömelerek, ıkınarak işini görmek çok hoşuna gidiyordu. Köylerde o yıllarda
evin içinde çeşme ve tuvalet ancak bir, iki evde vardı. Yıkanmak için evlerde
banyo olmazdı. Ya ağaç teknelerde veya naylon leğenlerde veya ahırda
yıkanırlardı.
Bir keresinde ninesiyle gittiği kasaba
pazarında tuvalet ihtiyacı gelince oradan birinin tarif ettiği belediye
tuvaletine gidip, işini görmüştü. Ancak kapıdan çıkarken birinin tuvaletten
çıkanlardan para istediğini görmüş, anlayamamıştı. Sonradan tuvalet bekçisi
olduğunu öğrendiği adam önündeki adamdan on kuruş tuvlet parası alınca, onun
aklı depesine çıkmıştı. O zaman on kuruş onun için çok büyük paraydı. Ninesi
ona yalnız Ramazan Bayramında yirmi beş kuruş harçlık veriyordu. Halim de o
paranın bir miktarını saklıyordu. Şimdi üzerinde o paradan kalan on kuruş
vardı. Ama onu bu tuvalet bekleyen adama hayatta veremezdi. Onun için önündeki
adamın arkasına saklanıp ‘vınn!’ diye oradan kaçıp ninesinin yanına gelip, onun
arkasına saklanmıştı. O soluk soluğayken ninesi “a benim goca gafalı torunum,
kim govaladı sene? De baken de gidip yakasına yapışen” deyince olanı biteni
ninesine anlatmıştı. Ninesi de “a akılsız torunum insan bundan korka mı? O adam
sene burda nası bulcek? Hem bulsa bile ben değilin der çıkasın” diye teselli
etmişti.
Yalnız ninesi ona çok gülmüş sonraları
“deve baken tosun torunum o adamdan nası gaçtıydın?” der; Halim de hep yeniden
o gün ne düşünüp, ne yaptıysa aynen tekrar ederdi. O sırada orada olanlar da
gülüşürdü.
Bunlar aklına geldi. Gülümsedi. “Yaddın yer
cennet mekan olsun ninecim” dedi. Yine düşünmeye başlamıştı. İçinde çeşme olan
tuvaleti sadece o gün orada görmüştü. Daha sonra içinde çeşme olan tuvaletle
banyoyu ancak askerde görmüştü. Yemek masasında ayrı tabaklarda ayrı kaşık,
çatalla yemek yemeyi de askerde görmüştü.
Bunlar aklına gelince hiç öfkesi
kalmamıştı. Hatta o günleri hatırladığı için mutlu bile olmuştu. Ama sonra
patronun onu ektiği aklına gelince yine çok öfkelendi. Gitti tuvalete
“çöydürüp” geldi. Yine homurdanmaya dahası küfür etmeye başladı. O anda birisi
“ne oluyor sana? Ayıp değil mi?” falan demeye kalksa koca elleriyle boğazını
sıkıp öldürürdü. İçinden oradaki her şeyi parçalamak geldi. Masanın üzerinde
daktilo vardı. “Şunu götürüp saten de görsün gününü” dedi.
Gerçekten çaresizdi. ‘İki gün ne yiyip
içecekti?’ Ciğerciye borcu vardı. Onu ödemeden hayatta bir şey yedirmezdi.
Sigarası da bitmişti. “Ya bu adamda heç vicdan yok mu? Şindi ben netcen?” dedi.
Ninesiyle pazarda yediği fırın ekmeğinin
aklına gelmesi karnını iyice acıktırmıştı. Çaresizdi. O sebeple çok öfkelenmiş,
kırıp dökmek istemiş sonunda daktiloyu götürüp satmak aklına gelmişti.
Son sigarasını yaktı, gitti patronun koltuğuna oturdu. Öfkesi biraz geçmişti. Zaten hep böyle çocuk
gibiydi. Bir an öfkelenip delirecek gibi olurdu. Ama çabuk sakinleşirdi. “Ya
aptal mısın? Daktilo ne yetcek? Adam senin yatcen yerin parasını veriyo. Garnını
doyuruyo. Bi gün işi çıkmış gelmemiş vırrık vırrık ötüyosun. Çok ayıp” diye
kendi kendine söyleniyordu.
Sonunda yapacak bir şey yok bu iki günü aç
ve sigarasız geçirecekti. Açlığa talimliydi. Cezaevinde kaç kere açlık
grevlerine katılmıştı. Bir şeyden anladığı için değil, haksızlığa karşı
çıkanların yanında olmak için açlık grevine çıkanların yanında mutlaka yer
almıştı. Haksızlığa hiç tahammülü yoktu. Bu yüzden cezaevinde kaç kere başı
derde girmişti. Bunları, aç kaldığı
günleri aklına getirdi. “Ya sabır” deyip ortalığı toparladı. Elindeki sigarayı
söndürüp diğer izmaritle birlikte cebine koyacaktı. “Ya derde devamı bu?” deyip
onu ve diğer izmaritleri çöpe attı. Koku yapmasın diye çöpü boşalttı. Kapıyı
kilitleyip çıktı. Morali çok bozuktu. Hadi aç kaldı. Bari sigarası olsaydı.
Handan çıktı, kestirmeden pansiyona yollandı. Sokaklardan geçiyordu.
Hafiften yağmur başlamıştı. Radyodan
yağmurun artacağını duymuştu. Yağmurlu havaları hele gök gürültülü olursa
bayılırdı. Pansiyonda yattığı oda bahçe içindeydi. Yağmurlu havalarda
damlaların tıpırtısı cama vurdukça mest olur, güzel bir uyku çekerdi. Yağmur
damlaları tek tük burnuna kulağına düşünce bunlar aklına geldi. Sıkıntısı biraz
azalmış yürüyordu. Sokak biraz karanlıktı. Sokak lambaları tek tük yanıyordu.
Köşeyi dönüp caddeye çıkacaktı. Köşedeki lambanın fersiz ışığı altından
geçerken yerde paraya benzer bir kağıt gördü, eğilip aldı. “Gören var mı?” diye
etrafına bakındı. Oldukça geriden gelen iki kişi vardı. Hızlanıp caddeye çıktı.
Orada sinema vardı. Önüne gitti. Sinemanın ışıkları altında elindeki kağıda
baktı. İçi titredi. Tam on lira avucunda duruyordu. Parayı hemen cebine soktu.
Sanki biri alıp kaçacakmış gibi avucunda sımsıkı tutuyordu.
İçinden hesap yapmaya başladı. “Önce bi
paket cigara alırın” dedi. Burada durakladı. “Sanki anamın emziği” diye
gülümsedi. “Soona” dedi. “Ciğerciye gider dört lira verir, bene iki liralık
ciğer ekmek yap derin” dedi. Böylece borcunu ödemiş, ayrıca ertesi gün karnını
doyurmak için kredi kazanmış olacaktı. “Soona tektekçi Emine gide bi gadeh
domuz sıkısı yapdırıp gafamı parladırın. Farkını Pazartesi günü veren derin.
Herhal gabul eder” diye düşündü.
Bir anda dünyalar onun olmuştu. Dediklerini
yapıp bir an önce pansiyonda olmak ve yağmurun zevkini çıkarmak istiyordu. Çok
mutlu bir şekilde hızla düşündüklerini gerçekleştirmek için yürüdü. Bulduğu on
lira ile ilk olarak bir paket sigara aldı. Gitti ciğerciye iki lira borcunu
verdi. İki liralık da yarım ekmek ciğer yaptırdı. Geriye üç lirası kalmıştı.
Önce ciğerli ekmeğini gidip pansiyonda yedi. Ekmeğini yedikten sonra “tam
debdi” diye güldü; acele tuvalete girip ihtiyacını güzelce gördü.
Bu anlar onun çok mutlu olduğu anlardı.
Bazen midesinden rahatsız olan ve bağırsak sorunu olanlar ona “sen nasılsın,
bağırsaklar nasıl?” falan diye sorduklarında “çok şükür midem daşı yesem
üğüdür; barsaklar da fabrika gibi çalışıp çıkarıyo” derdi. Yalnız mapusluğunun son
yıllarında çıktığı doktor “prostatın büyümüş” dedikten sonra şimdilik ilaçla
idare edersin demişti; ancak hiç ilacı olmamıştı ki. O da bunu hiç kafasına
takmıyor; arada bir aklına gelince “sittiret” deyip geçiyordu.
Şimdi de tuvalete gidip rahatladığında
aklına gelince “sittiret” deyip tektekçi Emine gitti. Cebinde kalan üç lirayı
vererek bir duble “domuz sıkısı” rakı koydurdu. Su parası yoktu. Bunu bilen
Emin ona artan sulardan da bir bardak su verdi. Halim bu suyu bardağına koyup
iki üç yudumda içti rakısını.
Bu arada yağmur hızlanıyordu. Meyhaneden
koşarak çıkıp pansiyona geldi. Biraz ıslanmıştı. Kafasını havluyla kuruladı.
Gömleğini, pantolonunu çıkarıp pijamasını giydi. Ayaklarını yıkadı. Tuvalet
ihtiyacı olmadığı için elektrikleri söndürdü ve vurup kafayı yattı.
Oda arkadaşı daha gelmemişti. Yağmur da
şakırdamaya başlamıştı. Şimşekler çakıp gök gürüldemeye başlayınca rakının da
etkisiyle keyif oldu. Bir süre sonra uyumuştu.
Ertesi gün öğleden sonraya kadar kalkmadı.
Uyandığında saat ikiyi geçiyordu. Kalktı, önce tuvalete girip işini gördü;
elini yüzünü yıkadı. Aynaya bakarak saçlarını düzeltti. Sonra giyindi; pansiyon
çaycısına bir çay söyledi “parasını yarın veririn” dedi.
Çaycı içinden “bunun da hiç parası olmuyor”
dedi; ama Halim’in kalıbından çekindiği için “ayıpsın abi” deyip çayı getirip
verdi; ama Halim ödemede gecikince “abi beni ne zaman görücen, yalnız yanlış
anlıma ha” derdi. Halim bunu bilir borcunu gününde ödemeye çalışırdı.
Şimdi çayın yanında bir de sigara yaktı.
Sigarası iki üç gün rahat yeterdi. Ciğercide kredisi de vardı. Bu keyifle
pansiyondan çıkıp deniz kenarına indi. Bir süre dolaştı. Bu sırada herkesin
dönüp dönüp kendine baktığını gördü; ama umursamadı. Bakanların eline ayağına
baktığını bildiği için buna alışmıştı.
Çünkü ayağında askerde komutanın verdiği
postalların birinden mahpushanede ayakkabı atölyesinde tokyo terlik gibi
kestirdiği terlikler vardı. Patlıcan gibi parmakları, kayık gibi ayakları bir
de yaba gibi elleri ve koca kafasıyla çok acayip gözüküyordu. Bunu bildiği için
milletin dönüp dönüp bakmasına aldırmıyordu. Onu Allah böyle yaratmıştı. Onun
elinden gelen bir şey yoktu ki! Onun için “Gınayanın başına gelsin” derdi.
Halim aslında kendini çok da acayip
görmüyordu. Biraz iriceydi o kadar. O öyle düşünüyordu. Komutanın verdiği
postallar aklına geldi. Adam iyilik olsun diye vermiş, verdikleri başına iş
açmıştı. ‘Bilse verir miydi hiç?’ Komutanın postal verdiği aklına geldikçe
“merhametten maraz doğar dedikleri bu olsa gerek” deyip gülerdi.
Şimdi de aklına gelince gülümsedi. Dönüp
pansiyonun yanına geldi. Ciğerciye yüzlü yüzlü yarım ekmek ciğer söyleyip
“parasını yarın vereyim” dedi. Ciğerci tamam der gibi başını salladı. Ekmeği
irice kesti ciğeri, soğanı bolca koyup sarıp verdi. Ciğerci bu sırada içinden “ne
bu yahu? Bi gün peşin, bi gün veresiye. Nüfusunu üstüme alsam olucak valla”
diye söyleniyordu.
Tabi Halim’in bundan haberi yoktu. Eline
aldığı içinde ciğer olan ekmeği caminin parkındaki bankta oturup bir güzel
yedi. Kalktı bir sigara yaktı pansiyona geldi. Çaycının dolabından iki bardak
da soğuk su içti. “Dibek gibi oldu hemen yatmayen” dedi.
Gitti pansiyonun önünde tabureye oturup
gelen geçeni seyre daldı. İki saat oralarda oyalandı; sonra odasına geldi.
Soyundu, dökündü tuvalete gidip ihtiyacını güzelce görüp temizliği yaptı; sonra
vurdu kafayı yattı.
Az sonra uyumuş ve o bildik horlamasına
başlamıştı. Gece rüyasında bu kez yalnız ebenin kızı aynı o günkü iri iri güzel
gözleriyle bakarak elini tutup “ağlama” demişti. Nedense katibin kızı yanında yoktu.
Birden uyandı. Rüya gördüğünü fark edip “hayırdır işallah” dedi ve yine yattı.
Uzunca süre o kızları düşündü. Çünkü o iki kızı çok özlemişti. Ama nerede
olduklarını bilmiyordu. Düşünürken uyudu kaldı.
Ertesi sabah erkenden kalktı. Rüyasını
unutmuştu bile. Yine sabah ihtiyacını görüp, temizliğini yaptıktan sonra
büronun yolunu tuttu. Bu gün gayet neşeli işe başladı. Cumartesi günü yaşadığı
sıkıntıları on lirayı bulunca tümüyle unutmuştu. Büroyu bir güzel temizledi
geçti yerine oturdu.
Az sonra patron da gayet neşeli geldi.
“Ooo! Kocoğlan erkenden burayı tertemiz yapmışsın. Cumartesi işler iyi gitti,
al bakalım” diyerek elli lira verdi. Yani haftalığından yirmi lira fazla vermiş
oldu. Bizimki parayı alırken ne diyeceğini şaşırdı. Yalnızca koca ağzını
yayarak “sağolun” diyebildi ve parayı alıp cebine koydu. Patron odasına girdi
başladı telefon görüşmelerine. O da her zaman olduğu gibi patrona bir sade
kahve, kendine de bir çay söyledi ve kendi yerine oturdu.
Halim her zaman orada öyle oturur başka
hiçbir iş yapmazdı. Patronu öyle tembih etmişti. “Orada cipciddi otur hiçbir
şeye karışma” demişti. Kapıdan giren ilk
onu görürdü. Kapıdan giren her kimse; girince, karşısında yarı dev gibi onu
görünce birden kendini toplar ve patronun ismini söyleyerek görüşmek istediğini
söylerdi. O da aynı patronun tarif ettiği gibi ciddi bir şekilde patronu işaret
ederek “buyurun” derdi. Ama konuşarak değil başıyla ve gözleriyle işaret
ederdi. Karşısındaki kişi zaten bunu anlardı.
Yani bütün işi büroyu şöyle bir toplamak ve
oturup gelene kaşıyla, gözüyle başını da kullanarak “buyurun” diye işaret
etmekti. Arada bir yanında birisi varken patron seslenir “tamam mı?” der; o da
“tamam patron” derdi o kadar. Bir de soranlara patronun adamıyım derdi. Bunları
ona patronu tek tek söylemiş, tarif etmiş ve uygulama yaptırarak adamakıllı
öğretmişti. Yapacağı bütün iş patronun tarif ettiği gibi davranmaktı.
Patronu yanına gelenlere laf arasında onun
iki kişiyi öldürüp, bir kişiyi ağır yaraladığı için bitamam tam yirmi iki yıl
hapis yattığını mutlaka söylerdi. Yani anlayacağınız patron onu kapıda bir
goril, bir buldok gibi, fedaisiymiş gibi gösterip gelenlere korku salıyordu.
‘Bi işaret versem her şeyi yapar’ der gibi onu kullanıyordu. Halim bunun
farkında değildi. Patron orada olduğu sürece o da orada öyle oturmak
zorundaydı. Ancak patron gidince özgür olabiliyor, o zaman sigara içip karnını
doyurmak için bir şeyler alıp yiyebiliyordu. Yani büroda olduğu sürece gülmek,
gelen gidenle şakalaşmak yasaktı.
Kahve ve çayı söyleyip yerine oturunca ‘ne
yapsın?’ Başlardı hayal kurmaya çocukluğunu, geçmişini düşünmeye. Bunu öyle
yürekten yapardı ki; aklına gelen şeye göre yüzü şekilden şekle girerdi. Aklına
gelenler kötü sıkıntılı şeyler olunca yüzü daha korkunç bir hal alırdı. O
sırada büroya gelen onu önceden görmemişse kesin altına kaçırırdı. Çünkü o
kadar çirkin ve korkunç olurdu ki... Halbuki Halim’i yakından tanısanız inanın
oturup sevesiniz gelir, çok canınız acırdı.
Şimdi yine parka ve postalıyla yavaş yavaş
İstiklal Caddesi’nde yürürken tuvaletin olduğu sokakta duvara yazı yazanları
merak edip, oraya yönelişi aklına gelmişti. ‘Ne akıl işte? Git yolundan adam
gibi’ Merak edip bakmıştı. ‘Sen misin bakan?’ “pis kominis” deyip üstüne çullanmışlardı.
O sıra babasının öldürülüşü aklına gelmiş, anası ölmüş olduğu halde lafın
gelişi “benim anam ağlecene sizin ananız ağlasın” deyip bıçağını sallamıştı.
O bıçağı da onu yanında kasabaya götüren
ninesi “bubası gılıklı tosunum. Zaman kötü Allah etmisin. Böyüyünce birileri
kıstırıb bubacın gibi galleşliğile sene saldırıp, bıçaklala mıçaklala. Sene bi
yatağan bıça alıveren de kendini itten gopukdan gorursun. Senin anan ağlecene,
onların anası ağlasın” diyerek alıvermişti. Hatta o “a ninem benim anam öldü
ya” demiş. Ninesi de “oğlum o nafın gelişi öyle” demişti.
İşte o sıra ninesinin söylediği; bir de
Hacı Omar’ın Osman’ın ortanca oğlu döğüşürken babasını kalleşliğile bıçakladığı
aklına geldiğinden Yatağan bıçağını çekip sallayınca bir kişiyi öldürüp, iki
kişiyi de ağır yaralamıştı.
Şaşkınlıkla bakınırken oraya gelen polisler
onu yakalayıp önceden dayısının da çalıştığı karakola getirmişlerdi. Haliyle
haberi olan dayısı da koşup gelmişti.
Yeğeninin solcu militan olarak bir sağcıyı
öldürüp, iki kişiyi de ağır yaraladığı söylenince şaşkınlıktan küçük dilini
yutacaktı. ‘Ne solcu militanlığı? Ne cinayeti?’ şaşıp kalmıştı. Sonra işin
aslını öğrendi. Yeğeninin üzerinde parka, ayağında postal oradan giderken gören
sağcılar onu solcu kömünist militan sanıp saldırmışlar; o da kendini korumak
istemişti.
Ama gel de sen bunu orada olay üzerine
gelen siyasi şube komiserine anlat.
Dayısı yalvar yakar daha önce birlikte
çalıştığı arkadaşlarının da yardımını alarak bunu anlatmaya çalıştı.
Polislikten atılmıştı; ama oralarda hala “pala” diye namı vardı. Arkadaşları
gelen siyasi polis komiserine bunu anlattı. O da onu dinledi dinledi. İkna
oldu; ama bu Halim’in katil olma suçunu ortadan kaldırmıyordu. Yalnızca onun
örgüt militanı olarak sorguya çekilip, bol bol işkence görmesini engellemişti.
Az şey değildi bu. Halim o zaman bunun
farkında değildi. Çok sonraları hapislik alınca konduğu solcu koğuşlarında
dayısının bu kıyağını anlayıp, ona yatıp kalkıp dua edecekti. Zaten bir daha
onu görmemişti. O hapisteyken dayısı vefat etmişti.
Neyse şimdi bunu hatırlayıp can sıkmanın
sırası değildi. Zaten canını sıkacak birçok olay yaşamıştı. Ama çok da komik
şeyler yaşamıştı. Yalnız o komik şeyleri burada hatırlayıp görevinin
ciddiyetini bozmak istemez, aklına gelince hemen unutmaya çalışırdı.
Gerçekten muazzam bir unutma yeteneği
vardı. Zaten unutmasını bilmese çoktan kafayı yerdi. Çünkü yaşadıkları az buz
şeyler değildi. Şimdi dayısının siyasi şube komiserini ikna ettiği yerdeydi.
Komiser “tamam ben ikna oldum. Ama sorgusu yine bizim şubede olacak. Ben orada
arkadaşlara bunları önceden anlatırım” diye söz verip dayısına, onun işkence
görmeyeceğine dair rahatlatmıştı.
Onu oradan aldılar. Giderken dayısıyla
vedalaştı. Dayısı “ben seni ararım”
dedi, çıkardı beş yüz lira verdi. O ne kadar “sağ ol dayı param va” dediyse de
dayısı ısrarla “al oğlum; lazım olur; ben sonra sene gine para getirin.
Mapusluk parasız olmaz” diye ısrar etti. Halim dayısının bu davranışından çok
duygulanmıştı. Daha sonra dayısının vefatını haber alınca koca adam oturup
çocuk gibi ağlamıştı.
Neyse, onu Sirkeci’de Sansaryan Han denilen
yerdeki Emniyet Müdürlüğüne getirdiler. Orada kapı bişey vardı açıp “gir”
dediler. Halim baktı orada dar bir yer vardı. Ancak ayakta durabilirdi. Dönüp
“neriye gircen?” diyecekti. Tam dönüyordu arkasından biri ittirince içeri
girdi, birisi arkadan kapıyı kapadı. “Hobbıla dur arkıdeş yavu” demesine
kalmadan kendini daracık bir yerde bulmuştu. Konduğu yer çok karanlıktı, birden
bunaldı. Döndü neresi duvar neresi kapı bulamıyordu. “Yavu açsanıza yavu. İnsanı
ölmüden gabire goyosunuz, çıkarın bene yavu” diye bağırıyordu. Dışardan bir ses
“kes sesini orosbu çocuğu. Kes sesini. Yoksa ben kesmesini bilirim” dedi. Ağıza
alınmayacak küfürler ediyordu. Halim “hop anama söyme valla kötü olucek, anamı garışdırma” derken dışarıdaki her şeyi
karıştırıp sövüp, sayıp gitti.
Ses kesilmişti. Halim de bağırmakla bir şey
çıkmayacağını anlamıştı. Bulunduğu yeri anlamaya çalışıyordu. Basbayağı duvara
bir, bilemedin iki insan sığacak kadar bir yer yapmışlardı. Kapıyı da kapatınca
aynı tabut gibi oluyordu. Halim çömelmeye çalıştı zorla çömeldi. Sonra ayağa
kalkmaya çalıştı, kalkamıyordu. Duvara ellerini dayayıp zorda olsa ayağa
kalktı. “Hay bıllasını goduklam. Ula ne bu böyle gabir gibi, tabıt gibi” derken
dışarıda biri “hop kimlen konuşuyon öyle” dedi. Halim “şeytanla gonuşuyon, bi
şey decen mi?” dedi. O ses “bekle orosbu çocuğu, az sonra şeytanı neyi öğretcez
sana” dedi. Halim “orasbı çocu sensin erkeğisen kapıyı açda gonuş” dedi; ama
ses veren olmadı. Çaresiz ayakta beklemeye başladı.
Kapatıldığı yerde iki gün öyle diklip
kaldı. Çünkü oturup uzanması olanaksızdı. Oraya ilk diktiklerinde üstüne kapı
gibi şeyi kapadıklarında “ne bu yavu tabıt gibi?” demiş çok bunalmış çok
söylenmiş; ama sonunda susup beklemeye başlamıştı. Bu sırada yalnız arada bir
yemek verdiler ve tuvalete çıkardılar o kadar. Orada kaldığı sürece kendini
niye oraya kapadıklarına aklı ermiyor “bunnan doğru dürüs bi nezarethaneleri
yoğumu ki?” diye düşünüyordu. “Gatilleri hep buruya mı kapadıyolaki?” diyor sonra
“Ne büyle tabıt gibi yavu? Gosguca İstanbolda böyle şey olurmu yavu?” diye
söyleniyordu.
O bilmiyordu; ama onun tam düşündüğü gibi
onu oraya kapayanlar da orası için “tabutluk” diyordu. O bu adı; yani tabutluk
adını götürüldüğü yere Müteferrika dendiğini daha sonra cezaevlerinde solcu
koğuşlarındaki solcu mahkumlardan öğrenecekti. Şimdi bunu bilmeden iki gün
tabutlukta dikildi kaldı.
Bu sırada onu getiren siyasi şube polisinin
söyledikleri üzerine onunla ilgili araştırma yapılıyordu. Çünkü dayısının
sorgulamada arkadaşı olan komiser ve polisler vardı. Dayısı onları da bulup
yeğeninin yaşadıklarını onlara da anlatmış, yeğenine işkence yapılmasını
önlemeye çalışmıştı. Ayrıca Halim’e “kırk kaat” kazandıran dayısının
polislikten atılma arkadaşı da geldi. Onun da tanıdığı arkadaşları vardı.
Dayısının polislikten atılma arkadaşı “biz bu Halim’le Mecidiyeköy’de
profilodaki işçilerin grev çadırlarına saldırıp dağıttık. Halim solcu falan
değil. Salak o cinayeti bilmeden işlemiştir” diye ifade verip, şahitlik yaptı. Sonunda onu sorguya aldılar.
Sorgu odasına elleri ve gözleri bağlı
olarak götürülmüştü. O ‘tabıt’ gibi yerden çıktığı için sevinmiş, bunu hiç
belli etmiyordu. Yalnız gözleri bağlanınca o koca adam çocuk gibi olmuş, nasıl
adım atacağını bilmeden kaz gibi paytak paytak yürüyordu. Bir yerde ona “otur”
dediler oturdu. Altına bir sandalye sokmuşlardı. Kalın sesli biri “anlat
bakalım” deyince şaşırmıştı. Çünkü o “bene kapadınız yer neresiydi öyle, valla
gabir gibi geldi çok bunaldım” demeye hazırlanmıştı. Onun için neyi
anlatacağını bilmiyordu. Askerdeki gibi künyesini okuyup “ben Hacı Omar’ın
Osman’ın oğlanların gancıkça bıçaklayıp öldürdüğü, İbiram oğlu Bilal Pehlivan
oğlu Halim SELİM” dedi. Onu sorguya çekenler gülmemek için kendini zor
tutuyordu.
Sorgudaki polisler onun bu hallerine ve
konuştuklarına gülmemek için kendini zor tutuyorlardı. Başka biri “iyi işte o
sağcıyı niye öldürdün?” dedi.
Halim “hiç de öyle değil. Onla önce bene
saldırdı. Benim anam ağlecene onlan anası ağlasın deyip salladım bıça. Gerçi
anam rahmetliydi, emme ninecim öyle tembih eddiydi. Çünküm bizim orlada gavga
edeken öyle söylenir. Hem ben onla ölsün deye değil kendimi gorumak için bıça
savurdum bıçak da gitmiş onlara değmiş” demişti ki; başka biri bir küfür
savurdu. “Doğru konuş ulan! Sen hangi örgüttensin. Anlat çabuk, yoksa seni
öttürürüz!” diye sertçe söylendi. Şaşırmış biraz da korkmuştu. “Ne o, örgüt de
neyimiş ya, nasıl ödcemişin?” diye korkuyla sordu.
Orada olanlar ‘bu arada dayısının da
çabalarıyla’ onun her hangi bir örgüt üyesi olmadığını öğrenmişti. Onun oradan
tesadüfen geçtiğini, merak edip bakınca yazılama yapan sağcıların üzerinde
parka, ayağında postalıyla onu solcu zannedip saldırdığını, onun da kendini
korumak için bıçağını çekip rastgele savurduğunu ve bir kişinin ölümüne iki
kişinin de ağır yaralanmasına sebep olduğunu çoktan öğrenmişlerdi. Şimdi de
soruşturma curcunası arasında onunla kafa bulup dalgalarını geçiyorlardı.
Kalın sesli sorgucu “şimdi görürsün nasıl
ötüceni. Anlat bakalım Hacı Ömer’in Osman’ın oğlanları babanı niye bıçakladı?”
dedi. Halim temelli şaşırmıştı. “Bu du nerden çıktı?” diye düşündü.
İçinden “hay dilimi eşekarısı soksun”
dedi. Az önce o tekmil verirken söylemişti. Şimdi onlar da soruşturmayı
derinleştirip ta o günlere götürmüştü. “Boşboğaz” diye kendi kendine kızdı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder