6 Kasım 2016 Pazar

HALİM SELİM romanından Birinci Bölüm



Halim Selim başlıklı romanımı yeni düzenlemesiyle edebiyat dostları için blogumdan bölüm bölüm paylaşacağım.

                                               HALİM SELİM

Sabah erkenden büroya geldi. Her gün yaptığı gibi büroyu temizliyordu. Az sonra patron geldi. Sağa sola telefon ettikten sonra “ben öğleden sonra gelirim” deyip çıktı. Çıkarken elinde getirdiği simidi “al bunu ye” diye ona verdi. Bu simide çok sevinmişti. Bir çay söyledi.

 

Günde iki çay içme hakkı vardı. Pakete baktı, üç sigarası vardı. İçinden “patron gelene kadar yeter” dedi. Çay gelince simidi yemeye başladı. Yedi bitirdi. Koca parmağını ıslattı, masanın üzerindeki susamları alıp alıp, kocaman ağzına götürüyordu. Bu susam tanelerini tek tek dişlerinin arasında, çıtır çıtır yemek çok hoşuna gidiyordu. Dökülen susam tanelerini tek tek toplayıp çıtır çıtır yedi. Diliyle dişlerinin arasına sıkışan susam tanelerini de çıkarıp yedi. Tekrar diliyle yokladı. Başka susam tanesi kalmamıştı.

 

Simit yemek çok hoşuna gidiyordu. Hele bugün yaptığı gibi dökülen susamları ıslak parmağıyla tek tek toplayıp yemek onu çok mutlu ediyordu. Ancak her zaman simit alıp yiyemiyordu. Çünkü simit karnını doyurmuyor, birden çok simitle karın doyurmak da çok pahalıya geliyordu. Oysa o karnını çok ucuza doyurmaya mecburdu. Aldığı paraysa ancak yetiyordu.

 

Patronu onu bir pansiyona yerleştirmişti. Pansiyon ücretini patronu veriyordu. Ayrıca otuz lira da haftalık veriyordu. Haftalığı akşamları en fazla üç liralık bir şey yemesine, iki günde bir paket sigara almasına ve çok sıkarsa on beş, yirmi günde hamama gitmesine ve arada bir iki tek atmasına yetiyordu.

 

He şey ucu ucunaydı, ama bu kadarına bile şükrediyordu. Çünkü sabıkalı hele bir de cinayetten sabıkalı olunca iş bulmak çok kolay değildi.

 

Bu işi mapustan tanıdığı bir mütahit sayesinde bulmuştu. Mütahit cinayetle suçlanıyordu. İnşaatında bir anlık öfkeyle iki kişiyi tabancayla öldürmüştü. Yargılalamaların sonunda idam cezası almıştı. Ancak mahkeme sonradan bunu müebbete çevirmişti. Ceza hala temyizdeydi.  Bu sırada kibrit çöplerinden bir yolcu gemisi maketi yapıyordu ve tek kişilik koğuşta kalıyordu.

 

İşte bu sırada onunla havalandırma sırasında tanışmış ve çok sevmiş, her gün yanına gelmesini söylemişti. Yanına gidince ona maket için kibrit çöplerinin ucunu yakma görevini vermişti. Bu sırada sohbet ederken çıkınca ona iş vermesi için, tanıdığı olan şimdiki patronuna bir mektup yazmıştı.

 

Daha sonra mütahitin sevki çıkmış, giderken ona iki yüz lira da harçlık vermişti. O da mütahitin hemen arkasından tahliyesi gelince elinde mütahitin mektubuyla birlikte şimdiki patronun yanına gelmişti. Patron da ‘sağ olsun’ mektubu okuyunca ona iş vermişti.

 

Aşağı yukarı üç aydır bu büroda çalışıyordu. Cezaevine hiç yoktan iki kişiyi öldürüp bir kişiyi de ağır yaralamaktan girmiş, idam müebbet derken yirmi yılı aşkın hapis yatmıştı. Bu süreci değişik cezaevlerinde tamamlamıştı.

 

Aslında aftan ve ceza indiriminden yararlanabilse bu süre kısalabilirdi. Ama o gittiği her cezaevinde bütün isyan ve benzeri olaylara, açlık grevlerine “bi tamam” katıldığı için cezasını hiç eksiksiz hatta biraz da fazlasıyla tamamlamıştı.

 

Aslında kavgacı biri değildi. Ne çektiyse hep görünüşü ve alıklığı yüzünden çekmişti. Eli, ayağı hele kafası çok iriydi. Doğarken kafası fazla iri olduğundan anasının “çaputunu çıkarmıştı”. Buna rağmen anacığı ‘oğlan doğurdum’ diye sevinmiş, yörenin adetine göre al bağlanmıştı. Babası da oğlu olduğu için evinin önüne “kütük atan” köy delikanlılarına oğlunun şerefine yesinler diye kümesten en besili iki tavuk tutup vermişti. Yine adet üzerine “göletlik” çerez alınmış, bu “göletten” onun doğumunu kutlamaya gelen eşe, dosta da ikram edilmişti.

 

Adını da babaannesi yani ninesi koymuş “bizim soy ismimiz Selim, adını Halim goyam da adı gibi halim selim biri olsun” demişti. Böylece adı Halim olmuştu. Ama ilkokulda öğretmenleri veya arkadaşları ve köylüleri askere gidene kadar onu hep Halim Selim diye tanımış, öyle çağırmıştı.

 

Halim’in elleri bir de ayakları gerçekten çok büyüktü. Öyle ki, askere gidene kadar ayağına göre ayakkabı bulamamıştı. Askerde bölük komutanı ona özel ayakkabı diktirince ayağı ayakkabı yüzü görmüştü.

 

Kafasının büyüklüğü de tevatir bir şeydi. Saçları biraz uzayınca karanlıkta biri görse kesin aslan kafesinden kaçmış sanırdı. Ama o bunlara hiç aldırmıyordu. Ninesinin ‘bubası gılıklı tosunuydu’. Babası da onun gibiymiş. Ama o babasını pek hatırlamıyordu. Tek hatırladığı babasının ölüsünü eve getirdikleri gün gördükleriydi.

 

O gün bütün kadınlar ve erkekler evlerinin önüne toplanmıştı. Anası ve ninesi oraya çömelmiş ‘çırpına çırpına’ ağlıyordu. Evlerinin önünde ahıra yakın erkekler toplaşmıştı. Ahırın önüne bir çarşaf germişlerdi. Halim usulca çarşafın altından geçip odun yığınlarının kıyısına ‘sinlenmişti’.

 

Kıt mıt hatırladığı kadarıyla orada bir ocak, ocağın üstünde bir kazan görmüştü. Kazanın altında ateş yanıyordu. Ateşin yanına bir masa koymuşlardı. Masanın üstünde babası ‘çılbacık’ yatıyordu. Yanında ‘emmisiyle’ bir başka adam vardı. O adam önce kazandaki kaynar sudan tasla alıp alıp bakırı doldurdu. Sonra tasla bakırdaki sudan alıp alıp babasının üstüne döküp yıkadı. Emmisi öyle bakıyordu.

 

Halim babasını ilk defa ‘çılbacık’ görüyordu. Babasının ayakları ve elleri tıpkı onun ayakları ve elleri gibi çok büyüktü. Kafası da çok büyüktü. Babası ile bütün hatırladığı bunlardı.

 

Sanırım ninesi bundan dolayı onu “bubası gılıklı tosunum” diye seviyordu. Veya o öyle düşünüyordu. Ama başına ne geldiyse hep bu görünüşü yüzünden gelmişti.

 

Masanın üzerine abanmış, aklından bunları geçiriyordu. Her şeyi unutup doğruldu. Pakette iki sigara kalmıştı birini daha yaktı. “İşallah gelmimezlik etmez. Yoğusa halim harab” diye söylendi.

 

Patronu gelmezse hali gerçekten haraptı. Hafta sonuydu. Hiç parası yoktu. Sigarası da bitmişti. Ayrıca ciğerciye bir gün önceden iki lira borcu vardı ki. Onu ödemezse ciğerci hayatta bir şey vermezdi. Veresiye yemek yiyeceği başka yer de yoktu. Kokmaya başlamıştı. Banyo yapması da lazımdı. Onun için patron gelmezse işi gerçekten bitikti.

 

 “Yok canım deli mi bu? Gelir mutluka” diye söylendi. Sigarasını güzelce söndürdü. Ne olur ne olmaz izmariti tekrar içebilirdi… Masaya biraz daha abandı. Bu şekilde geçmişini, köyünü, çocukluk günlerini, o sıralarda yaşadıklarından küçük küçük mutlulukları hatırlamak çok hoşuna gidiyordu. Acı tatlı o günleri özlemle anıyordu.

 

Babası çobanmış. Ayrıca gençliğinde güreş de yapmıştı. Köylerinde Haci Veli’nin sürüsünü güdüyormuş. O sıra anasıyla evlenmiş.

 

Anası garip bir kadındı. Anası anasını yani anneannesini çok küçükken kaybetmişti. Anasının babası yani o dedesi de çobanmış. Bir kış günü köye öteberi almaya gelmiş. İhtiyacı olan şeyleri almış ağıla gitmek için köyden ayrılmış. Gittiği ağıl köyün hemen üstündeymiş. Giderken ‘kör dumana’ yakalanmış. Herhalde ‘kör duman geçinceye gadar derenin içinde, bir çalının dibinde bekleyeyim’ demiş. Ama uykusu gelince orada kıvrılıp kalmış. Ertesi gün köyden ava gidenler dedesinin ölüsünü bulmuşlar ve getirip gömmüşler.

 

Anası böylece hem yetim, hem öksüz ortalıkta kalmış. Biraz dayıları bakmış. Sonra küçücük yaşına bakmadan babasına vermişlerdi. Anası Babasıyla geçinip gidiyormuş. Bu arada o doğmuş. Beş yaşına gelmişmiş. Babası da o doğduğunda Hacı Veli’nin sürüsünü güdüyormuş.

 

Aynı yerde başta Hacı Ömer’in Osman’ın oğullarının ve başkalarının sürüleri varmış. Bir gün onun babasının köpeğiyle Hacı Ömer’in Osman’ın oğlanların köpeği boğuşuyormuş. Babası köpekleri ayırmak istemiş. Ama Hacı Ömer’in Osman’ın oğlanları “ne o köpeğin boğulur diye korktun mu?” deyince karışmamış. Ama babasının köpeği Bozoğlan Hacı Ömer’in Osman’ın oğlanların köpeğini boğup öldürmüş. Bunun üzerine Hacı Ömer’in Osman’ın oğlanları “köpemizi boğdurdun” diye babasının üstüne çullanmış. Babası ‘onlara hiç babıç bırakır mı?’ elindeki çoban sopasıyla kendini savunuyormuş. Hacı Ömer’in Osman’ın oğlanları bakmışlar babasının hakkından gelemiyorlar. Hacı Ömer’in Osman’ın ortanca oğlu babasının arkasından dolanıp bıçağı sırtına saplamış ve hepsi kaçmış. Babası sırtındaki bıçağı çıkarmak için çok uğraşmış, ama çıkaramamış.

 

Bunları hep ninesi anlatmıştı. Ninesi “bıça çıkarseymiş gurtulcemiş. İçine gan üğünüp ölmüş” derdi.

 

İşte kıt mıt hatırladığı o gün babasının ölüsünü getirip yıkadıkları gündü. Hacı Ömer’in küçük oğlu “ben vurdum” demiş çok az ceza almıştı. Ninesi “o çakalın dölleri galleşlik yapmısa buban hakından gelimezdi. Hele o ben vurdum deyen uyuz bubanı üryasında göres ağzı uçukladı” derdi. Bunlar aklına geldi. Bir an içinden Hacı Ömer’in Osman’ın oğlanları bulup kıtır kıtır kesmek geldi. Çabuk o düşünceyi kafasından kovdu.

 

O hiç kin tutmayı bilmez, bırakın adam öldürmeyi tavuk bile kesemezdi. “Peki nasıl katil oldu?” diye hiç sormayın. O da bilmiyordu. Olmuştu bir kere. Aklına geldikçe bin kere tövbe ederdi.

 

Halim işte böyle garip bir adamdı. Babası öldükten sonra anasıyla birlikte babaannesinin yani ninesinin yanında yaşamaya devam ettiler. Yedi yaşına gelince okula başladı. Evin geçimini anası ve ninesi birlikte karşılıyordu. Anası ufak tefek bir kadındı. Onu görenler ‘bu çocuğu bu kadın mı doğurmuş?’ diye şaşıp kalıyordu. Anasının zengin evlerine çamaşır yıkamaya gittiği günleri hiç unutmuyordu. O zamanlar şimdiki gibi çamaşır makineleri, çamaşır deterjanları yoktu. Sabun bile daha çok zengin evlerinde olurdu. Fakirler içinse lükstü. Anası gittiği zengin evlerinde, dağ gibi çamaşırları eliyle yıkardı.

 

Çamaşır yıkamak için, önce kazanda küllü su kaynatılırdı. Bu küllü suyla doldurulan tekneye çamaşırlar ıslanır; sonra bu ıslanan çamaşırlar tek tek sabuna sürtülürdü. Sonra bu çamaşırlar düz bir taşın üstünde tokmakla tek tek ‘tokuçlanırdı.’ Beyaz çamaşırlar tekrar küllü suyla kaynatılır ve elle sıkıldıktan sonra serilirdi.

 

O ufacık anası bütün bunları yaptıktan sonra bitkin düşerdi. Bu yaptığı işin karşılığında da biraz sabun, üç beş kuruş para ve eskimiş giyim, giyecek alırdı. Ve çamaşıra gittiği yere onu da götürür, artan su ve sabunla onu yıkardı. Şimdi yıkanırken bile aklına gelince o günleri, bir keresinde anasının kazara kaynar su döküp, sonra şaşkınlıkla buz gibi suyu dökerken yaşadığı şaşkınlığı hatırlayıp gülümserdi. Halim bu çamaşır günlerini çok severdi. Koca elleriyle anasına çamaşır tokuçlarken yardım ederdi. Ayrıca gittikleri evde bir güzel de karınlarını doyururlardı.

 

Bunları hatırladı. Anası bir de ev sıvamaya giderdi. O zamanlar evin içi şimdiki gibi boya ile sıvanmazdı. Kireç de pek bilinmezdi. Ak toprak vardı. Evler ak toprakla sıvanırdı. O mübarek toprak da mis gibi kokardı. Tıpkı yağmurdan sonra toprağın kokuşu gibi… Bugün bile o koku zaman zaman burnunda tüter. Ak toprak kazılarak çıkarılır. Lahana görünümünde top top yapılır, her evin köşesinde mutlaka bulunurdu. Vakti gelince bu topraklarla evler sıvanırdı. Bu ak toprak her yerden çıkmaz. Belirli yerlerde özellikle kaya diplerinde olurdu. Buralarda kadınlar ocak açıp ak toprak çıkarırdı. Köyün kadınları ak toprak kazmaya topluca giderdi.

 

Tabi zengin karıları gitmez, evlerini köydeki yoksul kadınlara sıvatırdı. Anası ak toprak kazmaya hevesle giderdi. Ayrıca bu ak toprağı yemeyi çok severdi. Ninesi de ak toprak yemeyi çok severdi. Kuruttukları ak topraktan koparıp kıtır kıtır yerlerdi. Bir kaç kez o da denemişti. Tadı biraz sası olsa da kokusu çok güzeldi. Anası ak toprak kazmaya tatil günü giderse onu da yanında götürürdü.

 

Zaten bir çocuğu olmuş, doktorlar tekrar doğurursan ölürsün demişlerdi. Herhalde koca kafasıyla anasının içini parçalamıştı. Ninesi “goca gafanla ananı kısır bırakdın” derdi.

 

Üçüncü sınıfa gidiyordu. O gün yine anasıyla ak toprak kazmaya gitmişlerdi. Başka kadınlar da vardı. Hiç unutmuyordu. Anası koca bir kayanın altına ocak açmıştı. Diğer kadınlar “Atiye gız orası tehlikeli” diye söylenmişlerdi. ‘Anasının adı Atiye idi’. Anası onları dinlememiş kayanın dibindeki ocağın içine girmiş toprak kazıyordu. Birden kaya anasının üstüne çökmüştü. Bütün kadınlar feryat figan bağrışıyordu. Bir ikisi köye koşup yardım istemişti. Köyden erkekler ellerinde kazma kürekle koşmuşlar, anasının kösüğün altından çıkarmak için kösüğün sağını solunu kazmaya başlamışlardı. Uzun uğraşlar sonucu anasını çıkarmışlardı. Ama anası çoktan hakkın rahmetine kavuşmuştu.

 

Ninesi “ciğerlene toprak dolmuş da öyle ölmüş” demişti. O anasının ölüsünü çıkardıkları anı bu günkü gibi hatırlıyordu. Etraftan gelenler feryat, figan ağlamaya başlayınca o da ağlamaya başlamıştı.

 

İşte o sırada o kız elinden tutmuş “ağlama” demişti. Çok güzel kahverengi gözleri vardı. Bu kızı hatırlayınca daldı gitti. Ebenin kızıydı. Köye yeni gelmişlerdi. Yanında köy katibinin kızı da vardı. O da anasıyla gelmiş, orada öylece bakıyordu. Onun gözleri de güzeldi. Ama ebenin kızının gözlerinin içi gülüyordu. Köy katibinin gözleri ise bal renginde ve buğulu gibiydi. İki kız da üçüncü sınıftı.

 

Okulda arkadaşları onun eli ayağı ve koca kafasıyla alay ederdi. Kaç kez onlarla kavga etmişti. Ama o kızlar onunla hiç alay etmemişti. Ebenin kızı o gün elinden tutup “ağlama” dediğinde öteki kız da buğulu gözlerle alı al moru mor bakıyordu. Katibinin kızının nedense bir şey söyleyince yüzü hep kızarırdı. İşte o sırada elinden tutup “ağlama” diyen ebenin kızının gülen gözlerle bakışını, bir de köy katibinin kızının onun yanında buğulu gözlerle bakışını hiç unutmamıştı.

 

İlkokulu bitirince öğretmen okuluna giden ebenin kızını da, katibin bal rengi buğulu gözlü kızını da bir daha hiç görmedi. Ama onların gözlerini hep hatırladı. Cezaevinde bile kaç kez onları rüyasında görmüştü. Hala bu gün bile rüyasına giriyorlardı.

 

Siz “bu ne biçim iş? İnsanın rüyasına iki kız birden mi girermiş? İnsan iki kızı birden mi severmiş? Adam gibi birini seversin olur biter” deyip onu şıp sevdi biri zannetmeyin. Halim o kızları bir kadın gibi hiç sevmemiş, bu şekilde düşünmemişti. O gözler rüyasında bazen kelebek olunca üçü birlikte birlikte uçuyorlardı. Bazen o gözler kuş gibi oluyordu. Halim de kuş olup gözden kuşlarla birlikte daldan dala uçuyordu. Bu rüyaları görüp de uyanınca çocuk gibi seviniyordu. Tekrar görmek için hemen gözünü kapıyordu. Şimdi bile gözünü kapamış o kızları bu kez o günkü gibi gözünün önüne getirmişti.

 

Bunlar aklına geldi.  O gün anasının ölüsünü feryat figan eve getirmişlerdi. Jandarmalar gelmiş “kazaren öldü” diye tutanak tutup gitmişlerdi. Çarşafın öte yanında anasını kaynar suyla yıkadıklarını biliyordu. Bu sefer çarşafın altından geçip anasını görmeye gitmemişti. Anasını “çılbacık” görmek günah olur diye düşünmüştü. Anasını gömdükten sonra ninesiyle bir başına kalmıştı.

 

Ninesi yaşlı, ama diri bir kadındı. Kocasını yıllar önce kaybetmişti. Kocası için “rahmetli ötürüklü biriydi. Marazdan gurtulmayıp öldü. Nur içinde yatsın” derdi. Çok güzel peynir ‘çalardı’ yapardı. Onun peyniri kasaba pazarında kapışılırdı. Halim bunu onunla ara sıra gittiği kasaba pazarında gözüyle görmüştü.

 

Bunları hatırladı. Ninesi yaptığı yoğurt da tereyağı zannedilecek kadar güzel olurdu. Kokulu koyun yoğurdu. Onun da çok müşterisi vardı. Ninesi bunları pazarda satar evin ihtiyacı olan öteberi alırdı. Giyim giyeceğe pek para vermezlerdi. Sağ olsun köydeki zenginler hayırlarına eski giyeceklerini verirdi. Zaten küçük yaştan beri onun ayağına uygun pabuç bulunmuyordu. Halim hep büyüklerin ayakkabısını giymişti. Delikanlı olunca da ayağına göre çarık benzeri şeyler diktiriyor, genellikle bulduğu en büyük ayakkabıların arkasına basarak giyebiliyordu. Biraz büyüyünce Hacı Veli’nin sürüsüne çoban durmuştu. Kışları çok zorluk çekiyordu. Önce ayaklarını bez kağıt gibi şeylerle sarıyor, üstüne yün çorabı giyiyor onun üstüne de çarık çekiyordu. Ama ayakları yine çok üşüyordu. Hele kar yağdığında mafoluyordu. Ama elden ne gelir. Allah onu öyle yaratmıştı. Zengin olsa gider ayakkabıcıya ayakkabı diktirirdi. Ne yapsın? Fakirliği o icat etmemişti ki.

 

En rahat ettiği yıllar askerlik yılları ile mahpusluk yıllarıydı. Askerde komutanı onun ayaklarını görünce çok şaşırmış, katıla katıla gülmüştü. Ama sağ olsun askerlik süresince ona tam dört çift postal diktirivermişti. Terhis olurken de bu postalların eski, yeni hepsini ona vermiş “yamatır yamatır giyersin” demişti. Ayrıca eski parkalardan birini de sivillikte giy’ diye vermişti.

 

Komutanı bunları “sağ olsun, var olsun” iyilik olsun diye vermişti. Ama o parka ve postal onun başına çok iş açmış, yirmi yıl hapis yatmasına sebep olmuştu.

 

Bunlar aklına geldi. Terhis olunca doğru köye gelmişti. Askerdeyken ninesi hakkın rahmetine kavuşmuştu. Köyde emmisi, bir dayısı ve onların çocuklarından başka kimi kimsesi kalmamıştı. Onların hepsi kendi işinde, kendi derdindeydi. Köye gelince hoş beş derken kimse Halim’e “ne yapacaksın? Nerede kalacaksın?” falan diye bir şey ne sormuş ne de söylemişti. Emmisi ninesi evine yerleşmiş, geldiğinden pek hoşlanmamıştı. Dayısı “başımıza geçer kalır” diye görünce yolunu değiştiriyordu. Onların bu davranışı umurunda değildi. O ninesinin öldüğüne çok üzülmüştü.

 

En güzel günlerini ninesinin yanında geçirmişti. Ninesi onu hep yanında taşımıştı. Geceleri tatlı tatlı masal anlatıverirdi. Çok bilgili ve akıllı kadındı. Her şeyi tevekülle karşılardı. Her şeyin sebebini kendince yorumlardı. Halim’e “tosun torunum bu yoksulla biz sebep olmadık. Cenabı Hak da böyle isdimez. Bunnara sebep olanlar naha Allah’ından bulur” derdi.

 

Bunları hatırlamış çok üzülmüştü. Bir gün emmisi evin kalabalıklaştığını, ninesinden kalanlardan payına iki bin lira düştüğünü ve kendine bir yer veya iş bakmasını söylemişti. Yani resmen evden kovmuştu. Halim zaten kalıcı değildi. Onu köye bağlayan tek kişi, ninesi de yoktu. Bağlasalar orada durmazdı. Parayı aldı, giyim giyeceğini, postalları ve parkasını aldı, hoşça kalın bile demeden köyden ayrılıp gitti.

 

İlk önce kasabaya, oradan “ver elini İstanbol” deyip, İstanbul’a gitti. Küçük dayısının orada polis olduğunu duymuştu. O dayısı ötekilere göre biraz daha insanlıklıydı veya aklında öyle kalmıştı. İstanbul’a varınca önce Sirkeci’de ucuz bir otel buldu. Dayısının Beyoğlu Karakolu’nda görev yaptığını duymuştu. Sora sora Beyoğlu’nda karakolu buldu. Gitti oradaki memurlara dayısını sordu. Doğruymuş. Dayısı orada görev yapmış, ama memuriyetten atılmış. Onu tanıyan polislerden biri, onun Asmalımescit’te kahve işlettiğini söyledi. Ve ona Asmalımescit’i tarif etmiş, o bu tarif üzerine hiç beklemeden oraya gitmişti.

 

Gerçekten dayısı oradaydı. Bunu görünce önce şaşırdı. Anlattıklarını dinledi. “Sana iş bulmaya çalışalım. Yalnız İstanbul pahalıdır. İş bulana kadar burda kavede yat kalk” dedi. O bunu duyunca çok sevindi. Hemen gitti, otelden eşyalarını alıp geldi.

 

Gelmez olaydı. Başına ne iş geldiyse ondan sonra geldi. Asmalımescit’te kalırken her gün iş arıyordu. O sıra İstanbul çok karışıktı. Asmalımescit çevresi hep berduş yatağı idi. Bir gün dayısının arkadaşlarından biri “gel bugün sana kırk kaat kazandırayım” dedi. Halim sevindi. İstanbul’da ilk kez para kazanacaktı. Dayısının o arkadaşıyla birlikte Mecidiyeköy denen bir yere gittiler. Orada bir fabrika varmış. Sonradan o fabrikanın adının Profilo olduğunu öğrenmişti. İşte o Profilo fabrikasının bahçesinde çadırlarda bekleyenlere saldırmaları söylendi. Hep birlikte, sopalarla saldırıp onları dağıttılar, çadırlarını da söktüler.

 

Dayısının arkadaşı onların “kominis” olduğunu söylemişti. O kavgadan sonra polisler geldi. Hepsini karakola götürdüler. Sonra biri geldi, onlarla birlikte diğer saldıranları serbest bıraktırdı. Dayısının arkadaşı ona “al bunu hak ettin” diye kırk lira verdi. O güne kadar “kominis” kim? Hiç bilmiyordu. Ama yaptığı şeyin doğru olmadığını düşünüyordu. Daha sonra aynı şekilde teklif gelince ben gitmem demişti. 

 

Böyle böyle dayısının yanında takılıyordu. Dayısının arkadaşı karışık biriydi, ama kafa dengiydi. Bir gece onu Tarlabaşı’nda bir eve götürdü. Orada çok güzel kadınlar vardı. Orası randevueviymiş. Dayısının arkadaşı öyle söylemişti. Halim dayısının arkadaşıyla oraya gidince oradaki herkes ona ürkerek bakmıştı; ama adınların çok hoşuna gitmişti. Orada bir kadın onu aldı bir odaya götürdü. Halim Mecidiyeköy’deki “kominislere” saldırdığı için kazandığı kırk lirayı kadına verdi. İlk defa gördüğü halde kadın onunla birden çok samimi olmuş, “kocacığım yine beklerim” demişti. Halim buna çok şaşırmıştı. “Sen nerden benim garım oluyon? Biz senle nezman nikahlandık?” deyince kadın çok gülmüş; aşağıda arkadaşlarına anlatmıştı. Arkadaşları ve orada oturan başka erkekler bunu duyunca çok gülmüşlerdi. O bunlara çok şaşırmıştı. “Bu İstanbol’un erkeği de garısı da çok cıvık, her şeye gülüyola” diye söylenmiş dayısının arkadaşıyla oradan çıkıp gitmişti.

 

Oradan çıkınca Halim dayısının arkadaşına sıkı sıkı “sakın ha! Buruya geldimi dayıma söylüme” diye tembih etmişti. “Ama güna obalı boynuna” herhalde söylemişti. Çünkü dayısı ona bakıp gıcık gıcık gülmüştü.

 

İşte o günlerde bir akşam tek başına sinemaya gitmişti. Dönüşte kahveye geldiğinde kumar oynayanları görmüştü. Dayısı zaten burada kumar oynatıp yolunu buluyormuş. Eski polis olduğu için polisler onu idare ediyormuş. Bunları ona dayısının arkadaşı söylemişti. Halim ancak oyun bitince kahvenin içinde dayısının zula denen odasında yatıyordu.

 

Kumar geceye sarkınca Halim çıkıp önce Tarlabaşındaki randevu evine gitmeyi düşünmüştü. Orada yine kadının ona “kocacığım” diye sırnaşacağı aklına gelince vazgeçti. İstiklal Caddesinde vitrinlere baka baka Taksim’e doğru çıkmaya başlamıştı. Vakit gece yarısıydı. Etrafta tek tük insanlar vardı. Tuvaletin olduğu sokaktan geçerken birilerinin duvara yazı yazdıklarını görüp duraklamıştı. Yazı yazanlardan biri yanına gelip “pis kominis sen buradan nasıl geçersin?” deyip ona küfretti.

 

Çünkü o yıllar asker postalı ve parka giymek solcu gençler arasında modaydı. Ama Halim parka ve postalı solcu olduğu için değil, giyecek başka bir şeyi olmadığından giyiyordu. Halim bunları bilmediğinden kendine saldıranlara “siz kim oluyusunuz?” derken birden etrafına toplanıp ona saldırdılar. O da kaçmamış onlara dalmıştı.

 

Halim bu şekilde onlarla boğuşurken birden babası aklına gelmişti. ‘Onun gibi beni de galleşliğile bıçaklecekle’ diye askere gitmeden ninesiyle gittiği pazarda aldığı Yatağan bıçağını çekmiş ‘anası ölmüş olsa bile alışkanlıktan’ “benim anam ağlecene sizin ananız ağlasın” deyip rasgele savurmaya başlamıştı. Birisi “yandım anam” diye yere yıkılmıştı; ama onun gözü bir şey görmüyordu.

 

Onlarla kavga ederken polisler gelmişti. Halim karşısında polisleri görünce “valla önce onla bene saldırdı” diye kavgayı anlatmaya çalışırken elindeki bıçağı alıp onu karakola götürmüşlerdi. Orada bir kişinin öldüğünü iki kişinin de ağır yaralı olduğunu söylemişlerdi. Her şey bir anda olmuş; Halim olayın şaşkınlığı içindeydi.

 

Getirdikleri karakol dayısının çalıştığı karakoldu. Dayısını sorduğu polis onu tanımış; dayısına haber vermişti. Dayısı koşup gelince olayı sormuş öğrenince çok şaşırmıştı. Onun öldürdüğü genç sağcıymış. Halim’in üzerinde parka, ayağında postal görünce solcu komünist zannetmişler. Halim bunları bilmiyormuş. Komutanın iyilik olsun diye verdiği parkayla postal başına iş açmış, katil olmuştu. Yok yere bir kişiyi öldürmüş, iki kişiyi de yaralamıştı. Sonradan yaralılardan biri daha ölünce iki kişinin katili olmuştu.

 

Çok pişmandı, ama iş işten geçmişti. Anlatması çok uzun; ama o günden sonra idam korkusu müebbet, af falan derken tam yirmi beş yıl bilfiil hapis yatmış; o yıllarda neler yaşamıştı neler?

 

Şimdi onları hatırlayıp “dadını kaçırmak istemeyodu”. Kendini tekrar çocukluk günlerini düşünmeye verdi. O yıllarda çok acı görmüştü; ama en mutlu hayatını da o zamanlar yaşamıştı.

 

Hele ninesiyle geçirdiği günleri hatırlayınca çok mutlu oluyordu. Yaşadığı büyük acıları yaşadığı bu küçük mutlulukları hatırlayarak unutabiliyordu. Şimdi ninesiyle peynir satmak için gittiği pazarda fırın ekmeği alıp yediği günler aklına geldi. Ninesi götürdüğü peyniri, yoğurdu, kaymağı öğleye kadar sattıktan sonra ona para verir sıcacık fırın ekmeği aldırırdı. İşte o ekmeğin içine sattıkları kaymak ve tereyağından koyup yerlerdi. Mübarek ekmeğin içinde o kaymak veya yağ kaybolur gider şıpır şıpır yemesi çok güzel olurdu.

 

Bunları hatırlayınca acıktığını hissetti. Doğruldu. Masaya ağzının suyu akmıştı. Ayağa kaktı gerneşti. Saate baktı yediye geliyordu. Güneş çoktan batmıştı. “Eyvah gelmeycek herhal” dedi. Bu sırada telefon çaldı. Telefonu aldı, arayan patrondu. “Benim işim uzadı, gelemiycem. Sen ofisi kapat git, pazartesi görüşürüz” dedi. Onun bir şey söylemesini beklemeden telefonu kapatmıştı.

 

Telefon elinde kalakaldı. Şaşkındı. Birden öfkelendi sövüp saymaya başladı. Bu sırada tuvalet ihtiyacı gelmişti. Hemen öfkesini unuttu. Bu iş hanının tuvaletinin alafranga olduğu aklına geldi. Bu tuvalete ancak “çöydürebiliyordu.” Çünkü o güne kadar hiç alafranga tuvalet görmemişti.

 

Bu işe ilk girdiği gün tuvalet ihtiyacı gelince gitmiş, şaşırıp kalmıştı. Büyük abdesti nasıl yapabileceğini anlayamamıştı. Önce üzerine çıkmayı düşünmüş “üstüne çıkasam deliğe dengediremem” diye korkmuştu. Sonra “tahratlanma ırbığı veya çeşmesi” yoktu. Çok sıkışmış, kimseye soramamış iş bitince koşarak gittiği pansiyonda ihtiyacını görebilmişti.

 

Sonra sorduğu kat görevlisi bu alafranga tuvaleti nasıl kullanacağı gösterse de aklı basmadığı için hiç kullanmamıştı. Çünkü köyde hep elinde “tahrat ırbığı” “ayakyoluna” bahçedeki “kenefe” veya bazen de “tersliğe” gider işini hep çömelerek yapardı. Elindeki sigara uzun süre çömelerek, ıkınarak işini görmek çok hoşuna gidiyordu. Köylerde o yıllarda evin içinde çeşme ve tuvalet ancak bir, iki evde vardı. Yıkanmak için evlerde banyo olmazdı. Ya ağaç teknelerde veya naylon leğenlerde veya ahırda yıkanırlardı.

 

Bir keresinde ninesiyle gittiği kasaba pazarında tuvalet ihtiyacı gelince oradan birinin tarif ettiği belediye tuvaletine gidip, işini görmüştü. Ancak kapıdan çıkarken birinin tuvaletten çıkanlardan para istediğini görmüş, anlayamamıştı. Sonradan tuvalet bekçisi olduğunu öğrendiği adam önündeki adamdan on kuruş tuvlet parası alınca, onun aklı depesine çıkmıştı. O zaman on kuruş onun için çok büyük paraydı. Ninesi ona yalnız Ramazan Bayramında yirmi beş kuruş harçlık veriyordu. Halim de o paranın bir miktarını saklıyordu. Şimdi üzerinde o paradan kalan on kuruş vardı. Ama onu bu tuvalet bekleyen adama hayatta veremezdi. Onun için önündeki adamın arkasına saklanıp ‘vınn!’ diye oradan kaçıp ninesinin yanına gelip, onun arkasına saklanmıştı. O soluk soluğayken ninesi “a benim goca gafalı torunum, kim govaladı sene? De baken de gidip yakasına yapışen” deyince olanı biteni ninesine anlatmıştı. Ninesi de “a akılsız torunum insan bundan korka mı? O adam sene burda nası bulcek? Hem bulsa bile ben değilin der çıkasın” diye teselli etmişti.

 

Yalnız ninesi ona çok gülmüş sonraları “deve baken tosun torunum o adamdan nası gaçtıydın?” der; Halim de hep yeniden o gün ne düşünüp, ne yaptıysa aynen tekrar ederdi. O sırada orada olanlar da gülüşürdü.

 

Bunlar aklına geldi. Gülümsedi. “Yaddın yer cennet mekan olsun ninecim” dedi. Yine düşünmeye başlamıştı. İçinde çeşme olan tuvaleti sadece o gün orada görmüştü. Daha sonra içinde çeşme olan tuvaletle banyoyu ancak askerde görmüştü. Yemek masasında ayrı tabaklarda ayrı kaşık, çatalla yemek yemeyi de askerde görmüştü.

 

Bunlar aklına gelince hiç öfkesi kalmamıştı. Hatta o günleri hatırladığı için mutlu bile olmuştu. Ama sonra patronun onu ektiği aklına gelince yine çok öfkelendi. Gitti tuvalete “çöydürüp” geldi. Yine homurdanmaya dahası küfür etmeye başladı. O anda birisi “ne oluyor sana? Ayıp değil mi?” falan demeye kalksa koca elleriyle boğazını sıkıp öldürürdü. İçinden oradaki her şeyi parçalamak geldi. Masanın üzerinde daktilo vardı. “Şunu götürüp saten de görsün gününü” dedi.

 

Gerçekten çaresizdi. ‘İki gün ne yiyip içecekti?’ Ciğerciye borcu vardı. Onu ödemeden hayatta bir şey yedirmezdi. Sigarası da bitmişti. “Ya bu adamda heç vicdan yok mu? Şindi ben netcen?” dedi.

 

Ninesiyle pazarda yediği fırın ekmeğinin aklına gelmesi karnını iyice acıktırmıştı. Çaresizdi. O sebeple çok öfkelenmiş, kırıp dökmek istemiş sonunda daktiloyu götürüp satmak aklına gelmişti.

 

Son sigarasını yaktı,  gitti patronun koltuğuna oturdu.  Öfkesi biraz geçmişti. Zaten hep böyle çocuk gibiydi. Bir an öfkelenip delirecek gibi olurdu. Ama çabuk sakinleşirdi. “Ya aptal mısın? Daktilo ne yetcek? Adam senin yatcen yerin parasını veriyo. Garnını doyuruyo. Bi gün işi çıkmış gelmemiş vırrık vırrık ötüyosun. Çok ayıp” diye kendi kendine söyleniyordu.

 

Sonunda yapacak bir şey yok bu iki günü aç ve sigarasız geçirecekti. Açlığa talimliydi. Cezaevinde kaç kere açlık grevlerine katılmıştı. Bir şeyden anladığı için değil, haksızlığa karşı çıkanların yanında olmak için açlık grevine çıkanların yanında mutlaka yer almıştı. Haksızlığa hiç tahammülü yoktu. Bu yüzden cezaevinde kaç kere başı derde girmişti.  Bunları, aç kaldığı günleri aklına getirdi. “Ya sabır” deyip ortalığı toparladı. Elindeki sigarayı söndürüp diğer izmaritle birlikte cebine koyacaktı. “Ya derde devamı bu?” deyip onu ve diğer izmaritleri çöpe attı. Koku yapmasın diye çöpü boşalttı. Kapıyı kilitleyip çıktı. Morali çok bozuktu. Hadi aç kaldı. Bari sigarası olsaydı. Handan çıktı, kestirmeden pansiyona yollandı. Sokaklardan geçiyordu.

 

Hafiften yağmur başlamıştı. Radyodan yağmurun artacağını duymuştu. Yağmurlu havaları hele gök gürültülü olursa bayılırdı. Pansiyonda yattığı oda bahçe içindeydi. Yağmurlu havalarda damlaların tıpırtısı cama vurdukça mest olur, güzel bir uyku çekerdi. Yağmur damlaları tek tük burnuna kulağına düşünce bunlar aklına geldi. Sıkıntısı biraz azalmış yürüyordu. Sokak biraz karanlıktı. Sokak lambaları tek tük yanıyordu. Köşeyi dönüp caddeye çıkacaktı. Köşedeki lambanın fersiz ışığı altından geçerken yerde paraya benzer bir kağıt gördü, eğilip aldı. “Gören var mı?” diye etrafına bakındı. Oldukça geriden gelen iki kişi vardı. Hızlanıp caddeye çıktı. Orada sinema vardı. Önüne gitti. Sinemanın ışıkları altında elindeki kağıda baktı. İçi titredi. Tam on lira avucunda duruyordu. Parayı hemen cebine soktu. Sanki biri alıp kaçacakmış gibi avucunda sımsıkı tutuyordu.

 

İçinden hesap yapmaya başladı. “Önce bi paket cigara alırın” dedi. Burada durakladı. “Sanki anamın emziği” diye gülümsedi. “Soona” dedi. “Ciğerciye gider dört lira verir, bene iki liralık ciğer ekmek yap derin” dedi. Böylece borcunu ödemiş, ayrıca ertesi gün karnını doyurmak için kredi kazanmış olacaktı. “Soona tektekçi Emine gide bi gadeh domuz sıkısı yapdırıp gafamı parladırın. Farkını Pazartesi günü veren derin. Herhal gabul eder” diye düşündü.

 

Bir anda dünyalar onun olmuştu. Dediklerini yapıp bir an önce pansiyonda olmak ve yağmurun zevkini çıkarmak istiyordu. Çok mutlu bir şekilde hızla düşündüklerini gerçekleştirmek için yürüdü. Bulduğu on lira ile ilk olarak bir paket sigara aldı. Gitti ciğerciye iki lira borcunu verdi. İki liralık da yarım ekmek ciğer yaptırdı. Geriye üç lirası kalmıştı. Önce ciğerli ekmeğini gidip pansiyonda yedi. Ekmeğini yedikten sonra “tam debdi” diye güldü; acele tuvalete girip ihtiyacını güzelce gördü.

 

Bu anlar onun çok mutlu olduğu anlardı. Bazen midesinden rahatsız olan ve bağırsak sorunu olanlar ona “sen nasılsın, bağırsaklar nasıl?” falan diye sorduklarında “çok şükür midem daşı yesem üğüdür; barsaklar da fabrika gibi çalışıp çıkarıyo” derdi. Yalnız mapusluğunun son yıllarında çıktığı doktor “prostatın büyümüş” dedikten sonra şimdilik ilaçla idare edersin demişti; ancak hiç ilacı olmamıştı ki. O da bunu hiç kafasına takmıyor; arada bir aklına gelince “sittiret” deyip geçiyordu.

 

Şimdi de tuvalete gidip rahatladığında aklına gelince “sittiret” deyip tektekçi Emine gitti. Cebinde kalan üç lirayı vererek bir duble “domuz sıkısı” rakı koydurdu. Su parası yoktu. Bunu bilen Emin ona artan sulardan da bir bardak su verdi. Halim bu suyu bardağına koyup iki üç yudumda içti rakısını.

 

Bu arada yağmur hızlanıyordu. Meyhaneden koşarak çıkıp pansiyona geldi. Biraz ıslanmıştı. Kafasını havluyla kuruladı. Gömleğini, pantolonunu çıkarıp pijamasını giydi. Ayaklarını yıkadı. Tuvalet ihtiyacı olmadığı için elektrikleri söndürdü ve vurup kafayı yattı.

 

Oda arkadaşı daha gelmemişti. Yağmur da şakırdamaya başlamıştı. Şimşekler çakıp gök gürüldemeye başlayınca rakının da etkisiyle keyif oldu. Bir süre sonra uyumuştu.

 

Ertesi gün öğleden sonraya kadar kalkmadı. Uyandığında saat ikiyi geçiyordu. Kalktı, önce tuvalete girip işini gördü; elini yüzünü yıkadı. Aynaya bakarak saçlarını düzeltti. Sonra giyindi; pansiyon çaycısına bir çay söyledi “parasını yarın veririn” dedi.

 

Çaycı içinden “bunun da hiç parası olmuyor” dedi; ama Halim’in kalıbından çekindiği için “ayıpsın abi” deyip çayı getirip verdi; ama Halim ödemede gecikince “abi beni ne zaman görücen, yalnız yanlış anlıma ha” derdi. Halim bunu bilir borcunu gününde ödemeye çalışırdı.

Şimdi çayın yanında bir de sigara yaktı. Sigarası iki üç gün rahat yeterdi. Ciğercide kredisi de vardı. Bu keyifle pansiyondan çıkıp deniz kenarına indi. Bir süre dolaştı. Bu sırada herkesin dönüp dönüp kendine baktığını gördü; ama umursamadı. Bakanların eline ayağına baktığını bildiği için buna alışmıştı.

 

Çünkü ayağında askerde komutanın verdiği postalların birinden mahpushanede ayakkabı atölyesinde tokyo terlik gibi kestirdiği terlikler vardı. Patlıcan gibi parmakları, kayık gibi ayakları bir de yaba gibi elleri ve koca kafasıyla çok acayip gözüküyordu. Bunu bildiği için milletin dönüp dönüp bakmasına aldırmıyordu. Onu Allah böyle yaratmıştı. Onun elinden gelen bir şey yoktu ki! Onun için “Gınayanın başına gelsin” derdi.

 

Halim aslında kendini çok da acayip görmüyordu. Biraz iriceydi o kadar. O öyle düşünüyordu. Komutanın verdiği postallar aklına geldi. Adam iyilik olsun diye vermiş, verdikleri başına iş açmıştı. ‘Bilse verir miydi hiç?’ Komutanın postal verdiği aklına geldikçe “merhametten maraz doğar dedikleri bu olsa gerek” deyip gülerdi.

 

Şimdi de aklına gelince gülümsedi. Dönüp pansiyonun yanına geldi. Ciğerciye yüzlü yüzlü yarım ekmek ciğer söyleyip “parasını yarın vereyim” dedi. Ciğerci tamam der gibi başını salladı. Ekmeği irice kesti ciğeri, soğanı bolca koyup sarıp verdi. Ciğerci bu sırada içinden “ne bu yahu? Bi gün peşin, bi gün veresiye. Nüfusunu üstüme alsam olucak valla” diye söyleniyordu.

 

Tabi Halim’in bundan haberi yoktu. Eline aldığı içinde ciğer olan ekmeği caminin parkındaki bankta oturup bir güzel yedi. Kalktı bir sigara yaktı pansiyona geldi. Çaycının dolabından iki bardak da soğuk su içti. “Dibek gibi oldu hemen yatmayen” dedi.

 

Gitti pansiyonun önünde tabureye oturup gelen geçeni seyre daldı. İki saat oralarda oyalandı; sonra odasına geldi. Soyundu, dökündü tuvalete gidip ihtiyacını güzelce görüp temizliği yaptı; sonra vurdu kafayı yattı.

 

Az sonra uyumuş ve o bildik horlamasına başlamıştı. Gece rüyasında bu kez yalnız ebenin kızı aynı o günkü iri iri güzel gözleriyle bakarak elini tutup “ağlama” demişti. Nedense katibin kızı yanında yoktu. Birden uyandı. Rüya gördüğünü fark edip “hayırdır işallah” dedi ve yine yattı. Uzunca süre o kızları düşündü. Çünkü o iki kızı çok özlemişti. Ama nerede olduklarını bilmiyordu. Düşünürken uyudu kaldı.

 

Ertesi sabah erkenden kalktı. Rüyasını unutmuştu bile. Yine sabah ihtiyacını görüp, temizliğini yaptıktan sonra büronun yolunu tuttu. Bu gün gayet neşeli işe başladı. Cumartesi günü yaşadığı sıkıntıları on lirayı bulunca tümüyle unutmuştu. Büroyu bir güzel temizledi geçti yerine oturdu.

 

Az sonra patron da gayet neşeli geldi. “Ooo! Kocoğlan erkenden burayı tertemiz yapmışsın. Cumartesi işler iyi gitti, al bakalım” diyerek elli lira verdi. Yani haftalığından yirmi lira fazla vermiş oldu. Bizimki parayı alırken ne diyeceğini şaşırdı. Yalnızca koca ağzını yayarak “sağolun” diyebildi ve parayı alıp cebine koydu. Patron odasına girdi başladı telefon görüşmelerine. O da her zaman olduğu gibi patrona bir sade kahve, kendine de bir çay söyledi ve kendi yerine oturdu.

 

Halim her zaman orada öyle oturur başka hiçbir iş yapmazdı. Patronu öyle tembih etmişti. “Orada cipciddi otur hiçbir şeye karışma” demişti.  Kapıdan giren ilk onu görürdü. Kapıdan giren her kimse; girince, karşısında yarı dev gibi onu görünce birden kendini toplar ve patronun ismini söyleyerek görüşmek istediğini söylerdi. O da aynı patronun tarif ettiği gibi ciddi bir şekilde patronu işaret ederek “buyurun” derdi. Ama konuşarak değil başıyla ve gözleriyle işaret ederdi. Karşısındaki kişi zaten bunu anlardı.

 

Yani bütün işi büroyu şöyle bir toplamak ve oturup gelene kaşıyla, gözüyle başını da kullanarak “buyurun” diye işaret etmekti. Arada bir yanında birisi varken patron seslenir “tamam mı?” der; o da “tamam patron” derdi o kadar. Bir de soranlara patronun adamıyım derdi. Bunları ona patronu tek tek söylemiş, tarif etmiş ve uygulama yaptırarak adamakıllı öğretmişti. Yapacağı bütün iş patronun tarif ettiği gibi davranmaktı. 

 

Patronu yanına gelenlere laf arasında onun iki kişiyi öldürüp, bir kişiyi ağır yaraladığı için bitamam tam yirmi iki yıl hapis yattığını mutlaka söylerdi. Yani anlayacağınız patron onu kapıda bir goril, bir buldok gibi, fedaisiymiş gibi gösterip gelenlere korku salıyordu. ‘Bi işaret versem her şeyi yapar’ der gibi onu kullanıyordu. Halim bunun farkında değildi. Patron orada olduğu sürece o da orada öyle oturmak zorundaydı. Ancak patron gidince özgür olabiliyor, o zaman sigara içip karnını doyurmak için bir şeyler alıp yiyebiliyordu. Yani büroda olduğu sürece gülmek, gelen gidenle şakalaşmak yasaktı.

 

Kahve ve çayı söyleyip yerine oturunca ‘ne yapsın?’ Başlardı hayal kurmaya çocukluğunu, geçmişini düşünmeye. Bunu öyle yürekten yapardı ki; aklına gelen şeye göre yüzü şekilden şekle girerdi. Aklına gelenler kötü sıkıntılı şeyler olunca yüzü daha korkunç bir hal alırdı. O sırada büroya gelen onu önceden görmemişse kesin altına kaçırırdı. Çünkü o kadar çirkin ve korkunç olurdu ki... Halbuki Halim’i yakından tanısanız inanın oturup sevesiniz gelir, çok canınız acırdı.

 

Şimdi yine parka ve postalıyla yavaş yavaş İstiklal Caddesi’nde yürürken tuvaletin olduğu sokakta duvara yazı yazanları merak edip, oraya yönelişi aklına gelmişti. ‘Ne akıl işte? Git yolundan adam gibi’ Merak edip bakmıştı. ‘Sen misin bakan?’ “pis kominis” deyip üstüne çullanmışlardı. O sıra babasının öldürülüşü aklına gelmiş, anası ölmüş olduğu halde lafın gelişi “benim anam ağlecene sizin ananız ağlasın” deyip bıçağını sallamıştı.

 

O bıçağı da onu yanında kasabaya götüren ninesi “bubası gılıklı tosunum. Zaman kötü Allah etmisin. Böyüyünce birileri kıstırıb bubacın gibi galleşliğile sene saldırıp, bıçaklala mıçaklala. Sene bi yatağan bıça alıveren de kendini itten gopukdan gorursun. Senin anan ağlecene, onların anası ağlasın” diyerek alıvermişti. Hatta o “a ninem benim anam öldü ya” demiş. Ninesi de “oğlum o nafın gelişi öyle” demişti.

 

İşte o sıra ninesinin söylediği; bir de Hacı Omar’ın Osman’ın ortanca oğlu döğüşürken babasını kalleşliğile bıçakladığı aklına geldiğinden Yatağan bıçağını çekip sallayınca bir kişiyi öldürüp, iki kişiyi de ağır yaralamıştı.

 

Şaşkınlıkla bakınırken oraya gelen polisler onu yakalayıp önceden dayısının da çalıştığı karakola getirmişlerdi. Haliyle haberi olan dayısı da koşup gelmişti.

 

Yeğeninin solcu militan olarak bir sağcıyı öldürüp, iki kişiyi de ağır yaraladığı söylenince şaşkınlıktan küçük dilini yutacaktı. ‘Ne solcu militanlığı? Ne cinayeti?’ şaşıp kalmıştı. Sonra işin aslını öğrendi. Yeğeninin üzerinde parka, ayağında postal oradan giderken gören sağcılar onu solcu kömünist militan sanıp saldırmışlar; o da kendini korumak istemişti.

Ama gel de sen bunu orada olay üzerine gelen siyasi şube komiserine anlat.

 

Dayısı yalvar yakar daha önce birlikte çalıştığı arkadaşlarının da yardımını alarak bunu anlatmaya çalıştı. Polislikten atılmıştı; ama oralarda hala “pala” diye namı vardı. Arkadaşları gelen siyasi polis komiserine bunu anlattı. O da onu dinledi dinledi. İkna oldu; ama bu Halim’in katil olma suçunu ortadan kaldırmıyordu. Yalnızca onun örgüt militanı olarak sorguya çekilip, bol bol işkence görmesini engellemişti.

 

Az şey değildi bu. Halim o zaman bunun farkında değildi. Çok sonraları hapislik alınca konduğu solcu koğuşlarında dayısının bu kıyağını anlayıp, ona yatıp kalkıp dua edecekti. Zaten bir daha onu görmemişti. O hapisteyken dayısı vefat etmişti.

 

Neyse şimdi bunu hatırlayıp can sıkmanın sırası değildi. Zaten canını sıkacak birçok olay yaşamıştı. Ama çok da komik şeyler yaşamıştı. Yalnız o komik şeyleri burada hatırlayıp görevinin ciddiyetini bozmak istemez, aklına gelince hemen unutmaya çalışırdı.

 

Gerçekten muazzam bir unutma yeteneği vardı. Zaten unutmasını bilmese çoktan kafayı yerdi. Çünkü yaşadıkları az buz şeyler değildi. Şimdi dayısının siyasi şube komiserini ikna ettiği yerdeydi. Komiser “tamam ben ikna oldum. Ama sorgusu yine bizim şubede olacak. Ben orada arkadaşlara bunları önceden anlatırım” diye söz verip dayısına, onun işkence görmeyeceğine dair rahatlatmıştı.

 

Onu oradan aldılar. Giderken dayısıyla vedalaştı. Dayısı  “ben seni ararım” dedi, çıkardı beş yüz lira verdi. O ne kadar “sağ ol dayı param va” dediyse de dayısı ısrarla “al oğlum; lazım olur; ben sonra sene gine para getirin. Mapusluk parasız olmaz” diye ısrar etti. Halim dayısının bu davranışından çok duygulanmıştı. Daha sonra dayısının vefatını haber alınca koca adam oturup çocuk gibi ağlamıştı.

 

Neyse, onu Sirkeci’de Sansaryan Han denilen yerdeki Emniyet Müdürlüğüne getirdiler. Orada kapı bişey vardı açıp “gir” dediler. Halim baktı orada dar bir yer vardı. Ancak ayakta durabilirdi. Dönüp “neriye gircen?” diyecekti. Tam dönüyordu arkasından biri ittirince içeri girdi, birisi arkadan kapıyı kapadı. “Hobbıla dur arkıdeş yavu” demesine kalmadan kendini daracık bir yerde bulmuştu. Konduğu yer çok karanlıktı, birden bunaldı. Döndü neresi duvar neresi kapı bulamıyordu. “Yavu açsanıza yavu. İnsanı ölmüden gabire goyosunuz, çıkarın bene yavu” diye bağırıyordu. Dışardan bir ses “kes sesini orosbu çocuğu. Kes sesini. Yoksa ben kesmesini bilirim” dedi. Ağıza alınmayacak küfürler ediyordu. Halim “hop anama söyme valla kötü olucek,  anamı garışdırma” derken dışarıdaki her şeyi karıştırıp sövüp, sayıp gitti.

 

Ses kesilmişti. Halim de bağırmakla bir şey çıkmayacağını anlamıştı. Bulunduğu yeri anlamaya çalışıyordu. Basbayağı duvara bir, bilemedin iki insan sığacak kadar bir yer yapmışlardı. Kapıyı da kapatınca aynı tabut gibi oluyordu. Halim çömelmeye çalıştı zorla çömeldi. Sonra ayağa kalkmaya çalıştı, kalkamıyordu. Duvara ellerini dayayıp zorda olsa ayağa kalktı. “Hay bıllasını goduklam. Ula ne bu böyle gabir gibi, tabıt gibi” derken dışarıda biri “hop kimlen konuşuyon öyle” dedi. Halim “şeytanla gonuşuyon, bi şey decen mi?” dedi. O ses “bekle orosbu çocuğu, az sonra şeytanı neyi öğretcez sana” dedi. Halim “orasbı çocu sensin erkeğisen kapıyı açda gonuş” dedi; ama ses veren olmadı. Çaresiz ayakta beklemeye başladı.

 

Kapatıldığı yerde iki gün öyle diklip kaldı. Çünkü oturup uzanması olanaksızdı. Oraya ilk diktiklerinde üstüne kapı gibi şeyi kapadıklarında “ne bu yavu tabıt gibi?” demiş çok bunalmış çok söylenmiş; ama sonunda susup beklemeye başlamıştı. Bu sırada yalnız arada bir yemek verdiler ve tuvalete çıkardılar o kadar. Orada kaldığı sürece kendini niye oraya kapadıklarına aklı ermiyor “bunnan doğru dürüs bi nezarethaneleri yoğumu ki?” diye düşünüyordu. “Gatilleri hep buruya mı kapadıyolaki?” diyor sonra “Ne büyle tabıt gibi yavu? Gosguca İstanbolda böyle şey olurmu yavu?” diye söyleniyordu.

 

O bilmiyordu; ama onun tam düşündüğü gibi onu oraya kapayanlar da orası için “tabutluk” diyordu. O bu adı; yani tabutluk adını götürüldüğü yere Müteferrika dendiğini daha sonra cezaevlerinde solcu koğuşlarındaki solcu mahkumlardan öğrenecekti. Şimdi bunu bilmeden iki gün tabutlukta dikildi kaldı.

 

Bu sırada onu getiren siyasi şube polisinin söyledikleri üzerine onunla ilgili araştırma yapılıyordu. Çünkü dayısının sorgulamada arkadaşı olan komiser ve polisler vardı. Dayısı onları da bulup yeğeninin yaşadıklarını onlara da anlatmış, yeğenine işkence yapılmasını önlemeye çalışmıştı. Ayrıca Halim’e “kırk kaat” kazandıran dayısının polislikten atılma arkadaşı da geldi. Onun da tanıdığı arkadaşları vardı. Dayısının polislikten atılma arkadaşı “biz bu Halim’le Mecidiyeköy’de profilodaki işçilerin grev çadırlarına saldırıp dağıttık. Halim solcu falan değil. Salak o cinayeti bilmeden işlemiştir” diye ifade verip, şahitlik yaptı.  Sonunda onu sorguya aldılar.

 

Sorgu odasına elleri ve gözleri bağlı olarak götürülmüştü. O ‘tabıt’ gibi yerden çıktığı için sevinmiş, bunu hiç belli etmiyordu. Yalnız gözleri bağlanınca o koca adam çocuk gibi olmuş, nasıl adım atacağını bilmeden kaz gibi paytak paytak yürüyordu. Bir yerde ona “otur” dediler oturdu. Altına bir sandalye sokmuşlardı. Kalın sesli biri “anlat bakalım” deyince şaşırmıştı. Çünkü o “bene kapadınız yer neresiydi öyle, valla gabir gibi geldi çok bunaldım” demeye hazırlanmıştı. Onun için neyi anlatacağını bilmiyordu. Askerdeki gibi künyesini okuyup “ben Hacı Omar’ın Osman’ın oğlanların gancıkça bıçaklayıp öldürdüğü, İbiram oğlu Bilal Pehlivan oğlu Halim SELİM” dedi. Onu sorguya çekenler gülmemek için kendini zor tutuyordu.

 

Sorgudaki polisler onun bu hallerine ve konuştuklarına gülmemek için kendini zor tutuyorlardı. Başka biri “iyi işte o sağcıyı niye öldürdün?” dedi.

 

Halim “hiç de öyle değil. Onla önce bene saldırdı. Benim anam ağlecene onlan anası ağlasın deyip salladım bıça. Gerçi anam rahmetliydi, emme ninecim öyle tembih eddiydi. Çünküm bizim orlada gavga edeken öyle söylenir. Hem ben onla ölsün deye değil kendimi gorumak için bıça savurdum bıçak da gitmiş onlara değmiş” demişti ki; başka biri bir küfür savurdu. “Doğru konuş ulan! Sen hangi örgüttensin. Anlat çabuk, yoksa seni öttürürüz!” diye sertçe söylendi. Şaşırmış biraz da korkmuştu. “Ne o, örgüt de neyimiş ya, nasıl ödcemişin?” diye korkuyla sordu.

 

Orada olanlar ‘bu arada dayısının da çabalarıyla’ onun her hangi bir örgüt üyesi olmadığını öğrenmişti. Onun oradan tesadüfen geçtiğini, merak edip bakınca yazılama yapan sağcıların üzerinde parka, ayağında postalıyla onu solcu zannedip saldırdığını, onun da kendini korumak için bıçağını çekip rastgele savurduğunu ve bir kişinin ölümüne iki kişinin de ağır yaralanmasına sebep olduğunu çoktan öğrenmişlerdi. Şimdi de soruşturma curcunası arasında onunla kafa bulup dalgalarını geçiyorlardı.

 

Kalın sesli sorgucu “şimdi görürsün nasıl ötüceni. Anlat bakalım Hacı Ömer’in Osman’ın oğlanları babanı niye bıçakladı?” dedi. Halim temelli şaşırmıştı. “Bu du nerden çıktı?” diye düşündü. İçinden  “hay dilimi eşekarısı soksun” dedi. Az önce o tekmil verirken söylemişti. Şimdi onlar da soruşturmayı derinleştirip ta o günlere götürmüştü. “Boşboğaz” diye kendi kendine kızdı.

 

 

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder